İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (5): Tûsî’nin Düşüncesinde Hak ve Hakikatin Eşiği

İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (5): Tûsî’nin Düşüncesinde Hak ve Hakikatin Eşiği
İnsanın bir sonsuzluk sancısı ve özlemi vardır. Peki, bu ne demektir? O, bu sızıdan mı sonsuzluğa varır, yoksa sonsuzluk mu bir sızıyı meydana getirir? Yoksa ikisi mi? İnsan dertsiz olsaydı ve bunu hiç tecrübe etmeseydi, sonsuzluğu hiçbir zaman anlayamazdı. İnsan bu dünyaya acıyı deneyimlemek için geldi.

 

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Saygıdeğer izleyicilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programını daima samimiyetle takip eden değerli izleyicilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Bildiğiniz gibi, birkaç programdır Nasîrüddîn Tûsî’nin düşüncelerini, üstadımızın kaleme almış olduğu “Diyaloğun Filozofu Nasîrüddîn Tûsî” adlı kitabın ekseninde ele alıyoruz.

Üstad, geçtiğimiz programda İbn Sînâ’nın El-İşârât’ında yer alan Makâmâtu’l-Ârifîn adlı bölümden bir cümle aktarmış ve izleyicilerimize önümüzdeki programda bu cümleyi açıklayacağımıza dair bir söz vermiştik. Mezkûr ibare şu idi: “Celle cenâbu’l-Hakk en yekûne şerîaten li-kulli vâridin ve en yettlı‘a aleyhi vâhiden ba‘de vâhid.” Önceki programımızda bu ifadeyi çok güzel bir şekilde açıklamıştınız. Bugünkü programımızda ise bu ifadenin sonunda geçen “vâhiden ba‘de vâhid” ifadesini de açmanızı istiyoruz. Böylece bunun ışığında Tûsî’nin konuyla ilgili neler söylediğine bakmış oluruz.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Sizin İbn Sînâ’dan naklettiğiniz bu cümle, oldukça hayret uyandırıcıdır. İzin verirseniz öncelikle bu ibarede geçen sözcükleri anlamlandıralım… Böylece Eş-Şeyhü’r-Reîs’in bu ifadelerle neyi kastettiğini anlamış oluruz. “Celle” sözcüğü, “bir şeyin çok ötesinde, fevkinde” anlamına gelir; yani “celâl”demektir. “Celle’l-Hakk” değil, “Celle Cenâbu’l-Hakk” denmiş. “Cenâb” sözcüğü “eşik, etraf, civar” anlamlarına gelmektedir ve bir şeyin hayli yüce ve azametli olduğunu imler. “Celle Cenâbu’l- Hakk” ifadesi Hakk’ın, kendisi hakkında konuşulamayacak kadar büyük ve yüce olduğunu belirtir. Hakk’ın eşiği, hakikatin eşiğidir. Hakikatlere giriş mahallidir. “Şeriat” da “yol” demektir. Ama herkesin gidemeyeceği bir yol… Örneğin Şeytan bu yoldan gidememiştir; keza Yezid de… Siccînîler (cehennemlikler) asla bu yoldan gidemezler. Bu çok yüce bir makam ve kolay geçilemeyecek eşiktir. Ahadiyyet ve Vâhidiyyet makamlarına girebilmek çok az kişinin nasibidir. “Vâhiden ba‘de vâhid”, yani “pek az kimse…” Bunun için bir dizi silsile ve basamak mevcuttur ve nihayetinde herkesin bir makamı vardır. Dolayısıyla kimsenin ümitsizliğe kapılmaması gerekir. Çünkü herkes bir ölçüde kendi yolundan ilerlemektedir ve o hakikatin eşiğine erişmek çok az kimseye nasip olabilecek bir şeydir. Kısacası sadece ilâhî seçkinliğe sahip kimselerin harcıdır.

Lârîcânî: Peygamber’in (s.a.a.) miracı bu şeriata girişin bir örneği miydi?

Dînânî: Evet. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Bu, girişlerin en yücesi idi. O, Hakk’ın cenâbına (etrafına, eşiğine) girmiş ve bu eşiği kat etmişti. Bu meseleye girersek konumuzun mahiyeti kökten değişir. Daha pek çoğumuz, miracı yeterince anlayabilmiş bile değildir. Keşke miraç konusunun üzerinde daha fazla durulabilseydi… Neden bilmiyorum, bu konuda pek az kitap yazılmış... Miracın çok ilginç bir hikâyesi var… Hiç şüphesiz, Peygamber’in (s.a.a.) bu miracının bir anlamı vardı. Kâbe Kavseyn Ev Ednâ… Bunun Kâbe Kavseyn’lik kısmı o kadar da önemli değil… Zira bu, iniş (nüzûl) ve çıkış (su‘ûd) yayının oluşturduğu bir daire idi. Hazret her iki yayı da katetmişti. Yani varlık dairesinin iki başlı çizgisini… O, hakikate böyle ulaşmıştı. Buraya kadarlık kısım, o kadar da önemli değil. Oysa bir de Ev Ednâ var… Bu, hayli ilginç olup, Kur’ân’ın bir âyetinden[1] alınmıştır. Bu varlığın iki yayından da daha üstündür. Varlık dairesinin en yücesi neresidir? O, iniş yayı ve çıkış yayının birleşiminden oluşmuş bir dairedir ve başlangıcı ve sonu Hakk’tır.

Tüm varlığın içinde bulunduğu bu dairenin en yüce makamı neresidir? Normalde burayı Ev A‘lâ olarak nitelendirmemiz gerekirdi, öyle değil mi? Ama bunun yerine “daha yakın” anlamındaki Ev Ednâ kullanılıyor. Yani “varlıktan daha yakın”… Bunların hepsi kurb (yakınlık) mertebeleridir. Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) Hakk’a yakınlığıdır. Artık bundan daha yakını tasavvur edilemez. Cebrail dahi, belli bir mertebeye kadar ilerleyebilmiş, ondan sonrasına takat getirememişti. Keza diğer peygamberler de gidememişlerdi. Ev Ednâ’dan daha öte bir yakınlık (makamı) düşünülemez. Ezelden ebede kadar, varlık âlemindeki hiçbir mevcut o makama erişmemiştir. Hz. Mûsâ (a.s.), “Rabbim, bana kendini göster” demiş ve ona “Len terânî: Beni asla göremeyeceksin” cevabı verilmişti. Buradaki “len” edatı ebedî bir nefiydir. Yani hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir şeyi ifade eder. İranlı şair Nizâmî – Allah kendisinden razı olsun – ne kadar da güzel söylemiş. Elbette ki bu konuya girmemiz için yeterli vaktimiz yok; fakat o, Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.), Hakk’ın rüyetini gördüğü bir makama ulaştığını söylemişti. Ona göre Ev Ednâ makamı, “Hakk’ın rüyeti” makamıydı. Yani şöyle diyor: “O, Hakk’ı başka bir gözle değil, baş gözüyle görmüştü.” Buyurun, bunu yorumlayın bakalım. Bu, cisimsel bir bedenin duyusal bir görüşü değildir. Ayrıca Allah’ın cismî olduğu anlamına da kesinlikle gelmemektedir. Aksine, burada söylenmek istenen, Ev Ednâ makamının, cisim (beden) ile ruh ve mülk ile melekût arasındaki mesafenin kalktığı bir makam olmasıdır. Biz âlemleri mülk, melekût, ceberût ve lâhût vd. olarak sınıflandırırız. Ancak Ev Ednâ makamı, bu sınıflandırmaların geçerli olduğu bir makam değildir. Burada her şey, bir vahdetin içinde fani olmuştur. Kalp gözü ile baş gözü bir olmuştur. Baş gözü ve kalp gözü, yani bâtınî göz ve zahirî göz arasındaki tüm mesafeler ortadan kalkmıştır. Burada Hz. Mûsâ’da olduğu gibi “len terânî” yoktur. Her şey müteal (aşkın) bir vahdet ve Ahadiyyet’te gark olmuştur.

Lârîcânî: Üstad bu kurb (yakınlık) konusu hem felsefe hem de irfân alanlarında oldukça önemli bir mesele. Mevlânâ’nın Hz. Yûnus (a.s.) hakkında çok ilginç beyitleri var:

Peygamber “Benim miracımın Yûnus’un miracına bir üstünlüğü yoktur” demiştir

Ben [Burak’ta] tekerlekte, o ise [balıkla] derinliklerde/aşağılarda

Yakınlık (kurb) ne aşağı ne de yukarı gitmektir

Hakk’a yakınlık hesapların dışındadır

Bu, Me’mûn’un da İmam Rızâ’ya (a.s.) sorduğu sorudur. O, İmam Rızâ’ya, Yûnus’un, balığın karnında iken niçin “Senden başka ilâh yoktur. Sen noksanlıklardan yüce ve münezzehsin. Ben zalimlerden oldum” şeklinde dua ettiğini soruyor. İmam (a.s.) da cevabında onun burada inkıtâ‘ makamına ulaştığını söylüyor. Yani buranın Hakk’a yakınlık (kurb) makamı olduğunu… Çok önemli burası gerçekten… Bu yakınlık makamını daha başka nasıl açıklayabiliriz, üstad?

Dînânî: Bu konu aslında hayli ağır bir konu; öyle kolaylıkla açıklanabilecek bir şey değil. Ancak kanımca sizin biraz önce Mevlânâ’dan okuduğunuz beyitler, meseleyi olabilecek en güzel şekilde açıklığa kavuşturmuştur. Bizler yakınlık ve uzaklıktan söz ettiğimizde, şu hususu göz önünde bulundurmak zorunda kalıyoruz: İnsan, duyumsanan şeylere (mahsûsât) daha fazla itimat duyar ve bunlarla daha iç içedir. İnsanların bakış açıları ve yaklaşımları çoğu kez bunlara göredir. Bunda bir kabahatleri yok, çünkü duyu âleminde yaşamaktalar. Tabiat âleminde yaşayan, doğal olarak duyusal bir şekilde düşünecektir veya duyulara ağırlık verecektir. Biz “yakınlık” ve “uzaklık” ifadeleri ile mesafenin kastedildiğini sanıyor ve bunu çoğu kez matematiksel ölçü birimleriyle ifade ediyoruz. Ancak bir de Mevlânâ’nın konuyu nasıl izah ettiğine bir bakalım: “Yakınlık (kurb) yukarı ve aşağı gitmek değildir.” Örneğin bir kuyunun ta dibine kadar inmek veya galaksilere yolculuk yapmak yakınlık (kurb) değildir; bu sadece mesafedir ve duyular âlemi için geçerlidir. Mâverâya kadar uzanan kimse için yakınlık-uzaklık diye bir şey yoktur. Devamında ne diyor? “Hakk’a yakınlık, varlığın kaydını aşmak/geçmektir.” Peki, bu kayıt ve bağlar nelerdir? Benim kaç kaydım ve bağım var? Sonsuz sayıda. Örneğin zaman kaydı… Ben ne yapayım da zamanın kaydından kurtulayım? Mekân? Mekânın dışına nasıl çıkayım? Nefsânî meyillerin ve isteklerin bağı… Temenniler, arzular… Bunların hepsi kayıttır. Bu kayıtlardan kurtulamayacağımız varsayılabilir. Yani bu kayıtlardan kurtulmanın ve zamansız ve mekânsız olmanın yok olmakla eş anlama geldiği düşünülebilir. İnsanlar bunun yok olmak olduğunu sanıyorlar. Neden? İnsanı tanımadıkları için… İnsanın hem insan kalıp hem de bu kayıtları aşabilmesi mümkündür. İnsanı tanımak kadar zor bir şey yoktur. Özgürlük ne demektir? Bu kayıtlar ve bağlardan kurtulmaktır. Siz bu kayıtlardan kurtulamadıkça asla özgür olmazsınız. İnsan, doğası itibariyle özgürdür. Ancak kendisini bir şeylere tutsak eden yine kendisidir. O, arzularına esir olmaktadır. Bu istekler gündeme geldiğinde, bizi kendileriyle meşgul etmeye başlarlar. Bakınız, bir hakîmin çok ilginç bir sözüne rastlamıştım: İnsan her şey ile hiçbir şey arasındaki vasıta ve fasıladır. “Her şey” ile “hiçbir şey” arasında ne gibi bir vasıta vardır? Şeyler arasındaki vasıtayı anlayabiliriz de, peki, “hiçbir şey”in vasıtası olabilmek nasıl bir şeydir? Buna ne diyeceğiz? Buradaki hadd-i vasat nedir? Bunların her ikisidir. İnsan hem “hiçbir şey”den “her şey”e hem de “her şey”den hiçbir şey”e ulaşabilir. Belki de bu ifadelerimle ilgili olarak bana bir itiraz yöneltilebilir. Ben size şu an “her şey”i gösteremem… Şu önümüzdeki masaya her şeyi dökebilir miyim? Hayır. Ancak bununla ilgili olarak size söylemek istediğim başka bir şey var: Bakınız, nihilizm – ki bu akımın girdabına kapılanlar hep vardı ve şimdi de var – şu demektir: Kişi kayıtlara ve bağlara o kadar gömülmüştür ki, sonunda bir hiçliğe ve boşluğa doğru sürüklenmiştir. Hiçliğe ulaşan bir kimse her şeyi hiçlikten ibaret görür. Böyleleri tarihte hep vardı ve bu kimseler sonunda intihar ettiler. Hiçliğe ulaşan kimsenin artık hayatını sürdürmesine imkân yoktur. Âlemi, mebdei ve me‘âdı, kendilerini; kısacası her şeyi bir hiç olarak görürler. Hiçlik içinde süregelen bir hiçlik… Bu girdapta olmak çok zordur. Bu aşamaya gelen nice insan var. Sonuçta “insan” bu merhalelere de ulaşabilmektedir, öyle değil mi? Bunlar kötümser, karamsar ve melankolik kimselerdi. Onlar “hiç”e erişmişlerdi.

İnsanın “hiç”e erişmesi, onu deneyimlemesi demektir. İnsanın “hiçbir şey” ile “her şey” arasında olmasıyla kastettiğim budur. Niçin “hiçbir şey” ile “her şey” arasında? Çünkü insan “hiç”e de erişebilecek bir varlıktır. Yani o, kendi idrakinde “hiç”e erişebilir. Neticede “hiç” de kendisine erişilebilecek bir şey… İnsanın “hiç” demesi, hiçe erişmesi demektir. Nihilist olan bu kimsenin kendisi de bir hiç olup gitmiştir. Bu insanın durumu, yücelişi takip eden kimsenin durumunun aksinedir. Bunlardan ikincisi tüm mertebeleri birer birer katederek yücelişini sürdürür; işte bu kimse de her şey olur. Peki, “her şey” ne demektir? Bu insan ne oldu da her şey olabildi? Onun her şey olabilmesi mümkün müdür? “Hiç” olan insanı anladık… Peki, “her şey” olan kimdir ve nasıl “her şey” olabilmiştir? Eğer bir kimse Hakk’ın kurbuna, yani kurb ve Ev Ednâ makamına erişirse, varlığın şemsiyesinin/hâkimiyetinin altından dışarı çıkabilmiş ve o sınırları aşabilmiştir demektir. Örneğin Cebrail ve Mikâil bu sınırların dışında mıdır? Hayır. Peygamber (s.a.a.), varlığı mutlak olarak kuşatmıştı. Bu, Rabbanî bir ihataydı; çünkü o, Rabb’e vasıl olmuştu.

Lârîcânî: “Eğer perdeler kalksaydı, yakînim daha da artmazdı.”

Dînânî: Hiçbir varlık O’nun murakabesinin dışında değildir. “Varlık” dediğimizde, bazıları “beden”imizi kastettiğimizi sanıyorlar. Daha önce de belirttiğim gibi, bu makamda ruh ile beden tek şeydir. Burada her şey vahdete ulaşmıştır. Vahdetin noktasına… Burada bir örnek vermek, belki de söylenmek istenenin daha net olmasını sağlayacaktır: Çizginin ne olduğunu biliyorsunuz değil mi? İşte bu çizgiyle çok sayıda – hatta sonsuz – geometrik şekil çizebilirsiniz. Bu çok sayıdaki şekli oluşturan çizginin kaynağı/başlangıcı nedir? Bir noktadır. Çiziminize henüz başlamadan önce kaleminizin ucunu dokundurduğunuz sırada ilk ortaya çıkan nedir? Nokta… Her şey onunla başlıyor. Bu noktayı sonsuzca uzatabilirsiniz (imtidâd). Peki, tüm bu geometrik şekilleri, noktada bir araya getirmek, yani başladıkları yere döndürmek mümkün müdür? Evet, onlar noktaya döndürülebilirler. Bu nokta, tüm çizgileri içerdiğini iddia edebilir mi, edemez mi? İddia edebilir.

Lârîcânî: “Ben Bismillah’ın bâ’sının noktasıyım.”

Dînânî: Nokta sonsuzca uzar ve tüm geometrik şekilleri içerir; tüm şekiller ondan vücûda gelir. Yani o, bunları oluşturduğu gibi, kendi içinde de toplayabilir. Konunun daha da anlaşılır olması için bu örneği vermek istedim. İşte Ev Ednâ makamı da, biraz önce sözünü ettiğim “vahdetin noktası”dır. Orda her şey, kendi kaynağına/kendisinden vücûda geldiği şeye/yere dönmüştür. Vahdetin o noktası, “her şey”dir. İnsanoğlu her şeyi – hatta kendisini bile – bir hiç gördüğü merhaleye de ulaşabilir – tabii olarak burada bir “hiç” olur – “her şey” olabildiği bir makama da… “Her şey”, vahdetin noktası ve Allah’a kurb (yakınlık) makamıdır. Hakikate ulaşmak ve Hakk’a yakınlığın nihayeti, vahdetin noktasına gark olmaktır. Vahdetin noktasına gark olmak “her şey”dir [ve “her şey olmak”tır], nihilizm ise “hiçbir şey”dir, “hiçbir şey olmak” demektir]. Buradaki “her şey” ile “hiçbir şey” arasındaki mesafe ne kadardır? Sonsuz. İşte insan budur. Bizler insanı doğru tanıyamamışız ki… Bu, insanî varlıktır. Her şey insandadır; tıpkı bir önceki dersimizde sözünü ettiğimiz Câm-ı Cem gibi… İnsan “her şey”den “hiçbir şey”e [hiçbir şey olmaya] doğru ilerleyebilmekte – ki bu kötümser nihilistlerin kimler olduğunu söylemeye gerek yok; eğer kendilerini nihilizmin girdabından kurtarabilirlerse, “her şey”e ulaşabilirler. –

Lârîcânî: Üstad gerçekten de verdiğiniz örneklerle birlikte konuyu çok güzel açıkladınız. Sözünü ettiğimiz bölümde, bundan başka zarif noktalar da var. Biraz önce Mevlânâ’dan okuduğum şiirde iki miraçtan söz edilmektedir: Hz. Peygamber’in (s.a.a.) miracı ve Hz. Yûnus’unki… Şiirin ana teması bu iki miraç arasında hiçbir farkın olmadığıdır; çünkü her ikisinin de maksatları Allah’tır. İnsan, balığın karnında bile olsa yine de Rabbiyledir ve onun kurbu orasıdır. Aksi takdirde eğer Kâbe’de bile olsa, kalbi Allah ile olmadıkça, O’ndan uzak demektir.

Ancak Kâbe Kavseyn ile Ev Ednâ’da bir sır mevcut. Burada “Allah’a yakınlık” yerine “Ev Ednâ” denmesinin sırrı ne olabilir?

Dînânî: Ev Ednâ’yı kavramanın kolay olmadığını daha önce belirtmiştim. Bunu açıklayabilmek çok zor. Bu, vücûdun (varlığın) da ötesidir; hatta vücûd (varlık) ile ademin (yokluğun) arasındaki mesafenin ortadan kalktığı yerdir. Vücûd ile adem arasındaki mesafe, tekâbül (karşı olma) ve tenâkuzun (çelişki) da ötesindedir. Bir yükseğe (A‘lâ) karşılık her zaman bir aşağı (Ednâ) vardır. Sizin biraz önce Mevlânâ’dan okuduğunuz beyitler çok güzeldi. Evet, balık Hz. Yûnus’u yutmuştu, bu dünüvvdür [aşağı makamda olmaktır]. Hz. Hatmî Mertebet’in miracı ise yukarıdaydı. O, miraca Burak ile birlikte aşk ve muhabbet içinde gitti. Miraç, urûcdan gelir. Yani derece derece tırmanış ve yükseliş… Hz. Yûnus (a.s.) ise balığın kalbinde derinliklere doğru yol almıştır. Bunların birbirinden bir farkı yoktur. Burada da “a‘lâ” ile “ednâ” bir olmuştur; tıpkı yakınlık ile uzaklığın arasındaki mesafenin kalkmasında olduğu gibi…

Lârîcânî: Aynı zamanda iniş yayı ile çıkış yayının birleşmesi gibidir, öyle değil mi?

Dînânî: Evet. Yani bunlar, mesafeyle ilgili şeyler değildir. Aynı zamanda zamansal ve mekânsal bir konu da değillerdir. Burada zamansal ve mekânsal yakınlık ya da uzaklıklardan söz etmiyoruz.

Yine Ev Ednâ’ya dönecek olursak; bu makamda vücûd ile adem arasındaki tekâbül bile ortadan kalkar. Normalde bunları felsefede ele alacak olsak, birbirleriyle çelişkili olduklarını söyleriz ki, bu, tüm düşüncelerin temelidir. Yani düşünce tarihinden çelişkinin imkânsızlığı ilkesini ortadan kaldıracak olsanız, insanoğlu düşünemez bile… Çelişkinin imkânsızlığı, düşüncenin temelini oluşturur. Yani bir şey hem var hem de yok olamaz; ya vardır ya da yoktur. Ancak Ev Ednâ’da, tüm bu çelişiklerin ve karşı olmaların dışına çıkılır.

Lârîcânî: Buna “hâtemiyyet” makamı diyebilir miyiz?

Dînânî: Evet, Ev Ednâ makamı aynı zamanda “hâtemiyyet” makamıdır. Zât makamına yakınlıktır.

Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın müteâl sıfatlarının sayısı oldukça fazladır, öyle değil mi? Bu sıfatlar birbiriyle tekâbül halinde midir, değil midir? Örneğin celâl ve cemâl birbiriyle tekâbül halindedir, öyle değil mi? Keza kahır ve rahmet, dünya ve âhiret kavramları da böyle… Ancak Zât makamında tekâbül ne anlam ifade edebilir ki? Hiçbir şey… Aynülkudât Hemedânî, Zât makamı hakkında “ o, siyah bir nurdandır” ifadesini kullanmıştır.

Lârîcânî: Aynülkudât, aynı zamanda Ev Ednâ’yı “hâtemiyyet” olarak isimlendirmiştir.

Dînânî: O, siyah nurun Zât makamı olduğunu söylemiştir. Hâtemiyyet, “sonlanma” anlamına gelir. Ancak bu, özel bir “sonlanma”dır. Sizin ve benim anladığımız anlamda bir “sonlanma” değildir. İşte bu “sonlanma”nın üstünde bir makam yoktur. Buradaki “sonlanma”yı bazen zamansal olarak anlarız. Evet, Hâtemü’l-Enbiyâ, “zamanda” peygamberlerin sonuncusudur ve ondan sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir. Ancak bu mevzu yalnızca zamanla sınırlandırılamaz. Buradaki “tamamiyyet”, onun fevkinde hiçbir şeyin olmaması demektir. Zât makamı, sıfatların da fevkindedir ve burada tüm tekâbüller ortadan kalkmıştır. Aynülkudât, bu makamı “siyah bir nur” olarak ifade etmiştir. Çok ilginç bir ifade… Nurun siyah olabilmesi mümkün mü? Siyah nur olur mu ya nur siyah olabilir mi? Hayır. İşte bunların açıklaması o kadar zordur ki… “Siyah nur” ne demektir? Artık tekâbüllerin olmamasıdır. “Her şey” de işte buradadır. İnsan, bu makama erişebilir. Nihilist ise hiçliğin derinliklerine…

Lârîcânî: Zaten Peygamberimiz (s.a.a.) de câmi‘u’l-ezdâd [tüm zıt nitelikleri kendinde toplamış] idi.

Dînânî: Evet, O’nda “her şey” mevcuttur. Ancak vahdette bunların hepsi bir olmaktadır. Vahdette tezat ortadan kalkmaktadır. Tezat ve tekabül gibi kavramlar kesrete aittir. Öte yandan tüm kesretler (çokluklar) de vahdetin derûnundan kopup gelmektedir. Aslında tüm konu vahdet ve kesretten ibarettir, Sayın Lârîcânî…

Peki, şunu da sorayım: Vahdeti mi kesretten çıkarsarsınız, yoksa kesreti mi vahdetten?

Lârîcânî: Kesreti vahdetten…

Dînânî: Eğer vahdet olmasaydı, kesret olabilir miydi? Hayır. Belki de bana burada “ancak bir yandan da eğer kesret olmasaydı, vahdet de olmayacaktı” şeklinde bir itiraz yöneltebilirsiniz. Olsun… Nihayetinde bunlardan hangisi asıldır? Vahdet…

Lârîcânî: Üstad, Aynülkudât’ın ismini zikrettiniz. O, Zübdetü’l-Hakâik’te “Düşünmenin yeri bu âlemdir. Burada Ev Ednâ hakkında düşünün” diyor. Yani günlük yaşantımızdaki yiyecek, içecek vd. hakkında değil, bu makamlar hakkında düşünmemizi salık veriyor.

Dînânî: Yani bizim vahdet üzerinde yoğunlaşmamızı ve kesretten vahdete varmamızı istiyor.

Lârîcânî: Yani aklı o yüce âlemlere yönlendiriyor.

Dînânî: Evet. Bizim akıldan daha üstün neyimiz var ki? Aklın gidemeyeceği yer mi var? Böylece akıl daha da lâtifleşmektedir. İnsanlar ne yazık ki aklın ne olduğunu bilmiyorlar… Onlara “akıl” dendiği zaman, bunun filan şahsın veya kendilerinin aklı olduğunu zannediyorlar veya bir tüccarın, bir siyasetçinin aklını akıldan sayıyorlar. Oysa kastettiğimiz Akl-ı Kül’dür ve bizim ondan bir payımız vardır. Peygamberler dışında hiçbirimizin aklı kâmil değildir. Neticede hata yapabiliyoruz, yanılabiliyoruz vs… Akıldan daha üstün ne var, bir söylesenize! Ondan daha üstünü tasavvur edilebilir değildir ki! Akıl eğer kendisinden daha üstününü tasavvur edecekse, bunu yine aklın kendisi yapmalıdır. Zât makamına gelince; burası isimsiz ve resimsizdir; burada artık dil la’l olur ve hiçbir şey söyleyemez. Çünkü o, sükût makamıdır. Siz konuştukça, aslında konuşan aklınızdır. Âlemin ve varlığın temeli, ilimdir. İlim mi varlığın sonucudur (ma‘lûl), yoksa varlık mı ilmin? Varlık mı ilimden gelir, ilim mi varlıktan?

Lârîcânî: Varlık ilimden gelir.

Dînânî: Evet. Ayrıca bu çok önemli bir konu.

Lârîcânî: “Bu evren, Akl-ı Küll’ün bir fikridir…”

Dînânî: Evet, buna daha önce pek çok kez işaret etmiştik.

Lârîcânî: İmam Hasan-ı Müctebâ (a.s.) çok güzel buyurmuş: “Şaşarım o kimseye ki me’kül (yiyecek) hakkında da düşünür de makûller hakkında düşünmez.

Dînânî: Bu, aynı zamanda Hâce Abdullah’ın da sözüdür. Hatta şu âyet-i kerîmelere de dönmektedir: “İnsan neden yaratıldığına bir baksın…[2] ve “İnsan yediklerine bir baksın… Bunların nasıl yaratıldığına…[3] İnsan ne yediğine bakmazsa, bazen zehirlenebilir de… Peki, burada kastedilen sadece zahirî gıda mıdır? Hayır. Bizim aynı zamanda bâtınî bir gıdamız da yok mu? Bunlardan biri, cismin gıdasıdır. Ancak en az ona olduğu kadar ruh gıdasına da ihtiyacımız vardır. Bunların her ikisi de kendi gıdasını istemektedir. Yani hem mahsûs hem de makûl gıdası… Ne düşündüğünüze bir bakın ve aklınızın gıdasını da bedeninizinkini aradığınız gibi arayın.

Aklı eleştirenlerin kastettiği akıl, cüz’î akıldır ve bunun yücelebilmesi de belli bir yere kadardır. Akıl ne kadar yücelirse, o kadar incelir/lâtifleşir. Akıl kesinlikle durağan bir şey değildir. Bizim en büyük yanlışlarımızdan biri, aklı durağan sanmamızdır. Oysa akıl daima ilerler. Onun durduğu bir yer var mıdır? O dur durak bilmez. Bizler daima yoldayız.

Büyük düşünürlerden birinin bir sözü var: Bizim bir başlangıç ve sonumuz vardır ve bunlar kesinlikle yok değildir… Ancak bizler bu başlangıcın neresi olduğunu bilmiyoruz. Size bir örnek vermek istiyorum: Dünyaya gelen bir bebek, bir müddet annesinin bakımı ve nezareti altında yaşar. Bu aşamadayken henüz dil bilmez ve konuşamaz. Fakat bebeklerin o ilk sözcüklerini söylediği zaman, bu durum anne ve babalarını oldukça sevindirir. Söylemiş olduğu bu bir kelime bile, onu “konuşuyor” olarak kabul etmemiz için yeterlidir. Evet, onun dili bir anlamda açılmaktadır/konuşmaktadır; ancak dil, o konuşulandan ibaret midir? Hayır. Peki, o konuşmaya başlamamış mıydı? Burada ne söylediğime dikkat ediniz lütfen… Bu dil, onun yaratılışında ve zatında mevcuttur. Gerçekte bu bebeğin fıtratı, onun dilidir. Onun tüm zatı ve fıtratı demek olan bu dil, o bir kelimede kendini göstermektedir. Dil, bir kelimeden ibaret değildir; ancak onun fıtratının bir özüdür. Bu bebeğin her zaman bir dili vardı ve onun zatı ve fıtratı olan bu dil, kendisini ilk kelimede ortaya koymuştur. Bizim başlangıcımız (mebde), bir kelimede dahi, tezahür edebilmektedir. Hatta bu, a‘yân-ı sâbitemizde iken bile ortaya çıkabilmektedir. Ezeldeki tüm varlıklar gerçekte tek bir anda zuhur etmekte ve o ilk zuhur anını kendileri için bir başlangıç kabul etmektedirler. Bu ilk zuhur anı, bir bebekte olduğu ilk sözcüğün konuşulduğu andır. Bu, sadece bu neş’ede (neş’et; yaratılış, meydana geliş; âlem) değil, her neş’ede olabilecek bir şeydir. Her bir neş’enin bir öncesi ve sonrası mevcuttur. Dolayısıyla yol çok uzundur. O, zuhur ettiği her ânı ve yeri kendisi için bir başlangıç saymaktadır. Bu söylediklerim oldukça önemliydi.

Lârîcânî: Tûsî de Başlangıç ve Son (Âğâz ve Encâm) adlı kitabında buna işaret etmiş: “Kişi, başlangıç ve sonu ve nereden geldiği ve nereye gideceği sorusunun cevabını kendi dışında aramamalıdır. Bunu her zaman kendi içinde görmelidir.”

Dînânî: Kişinin içi de sonsuz olana vasıl olmuştur. Biz bunu dışarıda aradığımızda, bunun niteliği, tıpkı bir bebeğin konuştuğu ilk sözcük gibi olacaktır. Son da kişinin aldığı son nefestir. Başlangıç, ilk sözcüğümüz, son ise sonuncu nefesimizdir. Peki, başlangıç ve son bundan mı ibarettir? Bu, sonuçta dış dünyada vuku bulmuş şeydir. Ancak gerçek başlangıç ve son, içtedir ve son derece yücedir.

Lârîcânî: Programımızın başında okuduğum bölümümüz yarım kaldı üstad. Tûsî’nin burada çok güzel bir açıklaması mevcut: “İnsanın Hakk’ın şeriatıyla ortak noktası, onun kemâl talebidir. O bir yurttan (âlemden) başka bir yurda müntakil olur ve sadece bekâ için yaratılmıştır. Bekâ ise, Allah’a yakınlıktadır.” Ne kadar da güzel ifadeler!”

Dînânî: İşte bu, insanın o sonsuzluk arayışı ve açlığıdır.

Lârîcânî: Nasıl ki içimizde bir dil varsa, bir bekâ arayışı da vardır.

Dînânî: İnsanın bir sonsuzluk sancısı ve özlemi vardır. Peki, bu ne demektir? O, bu sızıdan mı sonsuzluğa varır, yoksa sonsuzluk mu bir sızıyı meydana getirir?

Lârîcânî: Sonsuzluk bir sızı/özlem meydana getirir.

Dînânî: Aynı zamanda bu sızı da sonsuzluk olur. Eğer insan dertsiz olsaydı ve bunu hiç tecrübe etmeseydi, sonsuzluğu hiçbir zaman anlayamazdı. İnsan bu dünyaya acıyı deneyimlemek için geldi. Bu âleme gelip de derdi tecrübe etmeyen var mıdır? İnsanın tabiatın ve maddenin deryasında bir ömür yaşayıp da, derdi hiç deneyimlememesi mümkün değildir. Sonsuzluğu anlayabilecek kişiler, sadece acıyı deneyimlemiş kimselerdir. Dert çekenler, sonsuzluğu anlayabilirler. İmkân âleminde, sonsuzluğu anlayan tek varlık insandır. Cemâdât (cansız varlıklar), nebâtât (bitkiler) ve hayvânât (hayvanlar) sonsuzluğu anlamazlar. Hayvanî sıfatlara sahip insanlar da sonsuzluğu anlayamazlar. Sonsuzluğun acısını içinde taşıyan tek varlık, insandır. İnsan ebediyeti nasıl anlar ve anlarsa niçin anlar? İlginç olan, insanın, sonsuzluğu hiç tecrübe etmemiş olmasıdır. Sonsuzluk benim hiçbir zaman kuşatabileceğim bir şey değilken, ben sonsuzluğu nasıl anlayabiliyorum? Bunun cevabı şudur: Öncelikle ben, sonlu olanı anlıyor muyum? Evet. Bir insanın sonluyu anlayıp da sonsuzu anlamaması mümkün müdür? Sonluluk ve sınırlılığı hepimiz biliyoruz, öyle değil mi? Peki, bunlardan hangisi diğerinden daha öncedir?

Lârîcânî: Sonsuz daha öncedir. Çünkü sonlu, sonsuzu hiçbir zaman kuşatamaz.

Dînânî: Çünkü sonluluk, bir sınırı olmak demektir. Ölümle mi sınır olmaktır? Kendisiyle sınır olunan şey, sonsuzdur. Ben sınırlı ve sonlu olanı anladığımda, sınırsızı ve sonsuzu da anlarım. Eğer ölümü anlıyorsam, hayatı da anlıyorumdur. Geçici olmayı anlıyorsam, kalıcı olmayı da anlarım. Dolayısıyla bunların hepsi, insanî tecrübelerdir. İnsan, sonsuzluğu anladığı için, onun acısını taşır. Bu ona özgüdür. Örneğin burada sonsuz olanla kalıcı olanın birbirinden ne farkı olduğunu sorabilirsiniz. Yani sonsuz olmak, kalıcılığın kendisi midir? Sonsuz olanın sınırsızdan ne gibi bir farkı vardır? Mutlak ile sonsuzun farkı nedir? Eğer vaktimiz varsa bunları açıklayayım, yoksa başka bir programa kalsın.

Lârîcânî: Fazla bir vaktimiz kalmadı, üstad.

Dînânî: Sonsuz ile mutlak nedir?

Lârîcânî: Bunlardan bizim konumuzla ilgili olanı, “ebediyetin bizim hayatımızın her ânında bizimle birlikte olduğu”dur.

Dînânî: Evet, sonsuz olan da zaten budur.

Lârîcânî: Tûsî’nin de vurguladığı şey bu.

Dînânî: Sonsuzluk, her an zuhur etmektir ve bu zuhurun bir sonu yoktur. Bakınız, hakîmlerden biri çok güzel bir söz söylemiş: Bizzat zaman sonsuzdur. Onun bir başlangıcı ve sonu yoktur. Zamanın bir başlangıcının olabileceğini savunan, hata yapıyordur. Zamanın olmadığı vaktin kendisi bile neticede bir zamandır. Sonsuzluğa girişin kapısı, ândır. Siz zamana nasıl girersiniz? Ezel ve ebed olan zamanın bir giriş kapısı mevcuttur. Eğer ân olmazsa zaman diye bir şey olabilir mi? Ân olmazsa geçmiş ve gelecek zaman da yoktur. Zamanın uçsuz bucaksız deryasına ândan girilir. Dolayısıyla ânı ganimet bilmek gerekir. Ân çok önemlidir ve bizler, daima ânda yaşamaktayız. Geçmişte mi yaşarsınız, yoksa gelecekte mi? Hiçbirinde… Sadece şu ânda yaşarsınız.

Lârîcânî: O halde metinde geçen “bir yurttan diğer yurda” ifadesi bu anlama mı geliyor?

Dînânî: Evet. Sürekli olarak bir ândan diğer bir âna… İnsan daima ândadır.

Lârîcânî: Tûsî ne kadar güzel söylemiş! Bu aynı zamanda ölüm ile hayatın, iniş ile çıkışın ebedî dairesinde gark olmaktır.

Dînânî: Evet, öyle.

Lârîcânî: İmam Hüseyin (a.s.) Âşûrâ gecesi, yakınlarına, “Ölüm, sizi zorluk ve belâlardan geçirip geniş cennete ve ebedî nimetlere ulaştıracak bir köprüdür” buyuruyor.

Dînânî: Ölümün kendisi de bir ândır; tıpkı doğumun da bir ân olduğu gibi…

Lârîcânî: İmam Hüseyin (a.s.) gibi kâmil bir insan için galip olan şey, ebediyettir.

Dînânî: Evet. Ânın kendisine bir giriş kapısı olduğu ebediyet… Onun ebediyeti, ânında zâhir olur. Ebediyet, yine ebediyet şeklinde değil, her zaman ânda zuhur eder. Ve bu ân her zaman mevcuttur.

Lârîcânî: Çok güzeldi, üstad. Yine kıymetli bilgilerinizden istifade ettiğimiz çok güzel bir program oldu. Bana kalırsa Tûsî aslında bizlere kendi vücûdî/varlıksal ufuklarının genişliğini gösterebilmek için El-İşârât’a bir şerh yazmayı istemiş sanki… Ayrıca felsefe, irfân ve ahlâk alanlarında gerçekten de hepimizi bugün dahi efsunlamaktadır. “Bir diyardan diğerine geçmek ve bekâya kavuşmak” hedefi, onun varlığında tahakkuk etmiştir. Allah bunu hepimize nasip eylesin.

Aslında bir gün, onun “insân-ı kâmil” hakkındaki o lâtif ve güzel tanımını da işlememizi çok isterim. Diğer âriflerin tanımları da çok güzel elbette; ancak Tûsî’nin bakış açısından bu konuyu incelemek, eminim bizlere çok şey katacaktır.

O halde üstad, son olarak şunu sormak istiyorum: Bu makama erişmek için neler yapmamız gerektiğini birkaç cümleyle özetleyebilir misiniz?

Dînânî: Yapmamız gereken şey, bunun için çabalamak… İstemek ve gayret etmek…

Lârîcânî: “Her şeye çabalayarak erişirsin.”

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, saygıdeğer üstadımızla birlikte, hepinize ‘Allah’a ısmarladık’ diyoruz.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=FA9rGYcG6Uk&list=PLnkv67jnIKP3d9ky6YFcCX76MF1z8M9r0&index=5



[1] Necm Sûresi, 9. âyet.

[2] Târık Sûresi, 5. âyet.

[3] Abese Sûresi, 24. âyet.