Ahmed el-Kâtib'e reddiye (39) (SON): Müellif ile Ahmed el-Kâtib arasındaki mektuplaşmalar

Ahmed el-Kâtib'e reddiye (39) (SON): Müellif ile Ahmed el-Kâtib arasındaki mektuplaşmalar
Birinci, ikinci ve üçüncü ciltte tüm bu iddialarınızı ele alıp irdeledim ve bu konularda yanıldığınızı kanıtladım. Siz de bundan sonra kalkıp bütün bu meselelerin ikincil, ayrıntı mesabesinde şeyler olduğunu söylediniz. Her şeyden önce sizin bu meseleleri ikincil ve önemsiz görme hakkınız bulunmuyor. Zira On İki İmam Şiası’na ve temel ilkelerine karşı olumsuz bir tasavvur doğurmak için tüm bu meseleleri ardı ardına toplayıp önümüze döken sizsiniz!

 

 

 

Birinci Mektup

 

Şubuhât ve Rudûd adlı eserin üçüncü cildinin yayımlanması sonrasında Ahmed el-Kâtib’in mektubu ve el-Cezire TV’deki yanıtı

 

Saygıdeğer Seyyid Sâmî el-Bedrî, es-selâmu aleykum ve rahmetullah!

 

Üçüncü ciltte, önceki ciltlerde cevaplandırmadığınız temel soruları ele alacağınızı belirtmişsiniz. Önceki ciltlerde ise sürekli ikincil konular çerçevesinde dönüp dolaşıyor ve bizim asli meselelerimizi yanıtlamıyorsunuz. Öyle ki On İkinci İmam’ın dünyaya gelişi konusuna, varlığına hiç girmemişsiniz. İmamet konusunu ele almadığınız gibi bu konudan da kaçmışsınız.

 

Artık şu soruya cevap verirsiniz diye ümit ediyorum. Günümüz Şiası imametin şartlarından olan masumiyet, nass ve Alevî-Hüseynî sülaleden olma özellikleri gibi konulara niçin açıklık getirmiyor ve bunu göz ardı ediyor da Zeydîler gibi imamın fakih ve adil olması, seçim ve şûrâ esasına dayalı olarak belirlenmesi gibi şartları kabul ediyor? Nitekim günümüz İran İslam Cumhuriyeti’nde de durum bu şekildedir. Ben de sizin imamet ile hilafeti birbirinden ayırdığınızı, birincisini hükümet ve hilafetten farklı bir manada yorumlaya çalıştığınızı biliyorum. Acaba “Tatavvuru’l-Fikri’s-Siyâsiyyi mine’ş-Şûrâ ile Vilâyeti’l-fakîh” adlı eseri ele almaya başlayacak mısınız? Bazı mollaların size yaptığı ölçüsüz övgülerle mağrur olmamanızı ümit ediyorum!

 

Ayrıca ben sizin İran’ın Kültür ve İrşâd bakanının Şeyh Nasır Mekârim eş-Şîrâzî’ye ve Havza’ya yazdığı mektubu ve bir hafta kadar önce İran gazetelerinde yayımlanan el-Kâtib’e reddiye yazmanın zorunluluğunu belirten yazıyı okuduğunuza da inanıyorum. Acaba Kültür ve İrşad bakanı bu yazdıklarınızı okumadı mı, yoksa bunları ciddî ve derde deva mı bulmadı?

 

Es-selâmu aleykum ve rahmetullah

 

Ahmed el-Kâtib / 9.10.1999

 

Ahmed el-Kâtib, “Serbest Kürsü” adlı programdan sonra yukarıdaki mektubu zımnen içeren bir yazıyı Londra’da yayımlanan el-Kuds el-Arabî dergisine de yollamıştı. Biz burada kişisel olarak bizimle bağlantılı olan bölümü sunuyoruz.

 

El-Kuds el-Arabî: Hiç kuşkusuz bu araştırmanız son derece önemli olmakla birlikte çok tehlikeli bir konuyu da içeriyor. Bunu Şiî ulema ile tartışmak için mi ortaya attınız? Onların size yaklaşımları ve tutumları nasıl oldu?

 

Ahmed el-Kâtib: Evet, bu konuyu İran’daki ilmî havzada on yıl önce ortaya attım ve dinî merciler, üstatlar ve değerli arkadaşlardan müteşekkil büyük bir grup ile meseleyi tartıştım. Onların büyük bir kısmı da benim vardığım sonuca ulaştılar, buna çok şaşırdım. Bunlar arasında, Şeyh Nâsır Mekârim eş-Şîrâzî gibi bazıları Mehdî: es-Sevrâtü’l-Kübrâ kitabında Mehdî’nin varlığına dair en önemli delili -ki bu delil felsefi delildir- inkâr etti. Ancak bunu halka açıklamanın zamanının gelmediğine inanıyor. Öte yandan pek çok âlim de bu araştırmaların sonuçları karşısında hayrete kapıldı. Bunun nedeni ilmî havzaların programlarında İslam Tarihi veya Şia Tarihi dersinin olmayışıdır. Havzaların ders programları fıkıh, usûl, Arapça ve felsefe gibi derslere dayanmaktadır. Dinî ilimler okuyan öğrencilerin pek çoğu akaid ve tarih sahasında nazar sahibi değil mukallittir. Bundan birkaç yıl önce konunun bilimsel açıdan incelenmesi için Necef ve Kum’daki ilim havzalarının üstatlarına bir çağrıda bulundum. Bana yeterli bilimsel delilleri takdim etmeleri halinde, İmam Mehdî’nin varlığını tasdik edeceğimi söyledim; konu hakkındaki görüşümden dönmeye hazır olduğumu ve incelememi yayımlamayacağımı kendilerine açıkça ilan ettim. Ancak öyle görünüyor ki bu mesele hakkında havzalarda hâkim olan anlayış içtihada ve araştırmaya dayanmıyor. İslam akaidinin bir cüzü olduğu iddiasıyla, konuyu münakaşa etmeye yanaşmıyorlar. 4.8.1999 tarihli el-Cezire Televizyonu yayını “Serbest Kürsü” programına Kum Havzası’ndan katılan Seyyid Sami el-Bedrî bu tutumunu açık bir şekilde ifade etmiştir.[1] Ben bu duruma çok şaşırdım zira bu vaziyet Şia’nın tarih boyunca sürdürdüğü icmâsıyla, yani imanın temel esaslarında taklidin caiz olmadığı şeklindeki inançla çelişmektedir. Buna göre ilim iddiasında bulunan bir kişi nasıl olur da taklidi nasıl caiz görebilir ve diğerlerini içtihatta bulunmaktan alıkoyar?[2]

 

İlk mektuba cevabımız

 

Üstad Ahmed el-Kâtib! Allah bize de size de hidayet bağışlasın, hepimizi sevdiği ve razı olduğu şeylere iletsin!

 

Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuhu

 

Londra’da yayımlanan el-Kuds el-Arabî’nin 27 Cemadiye’l-Ula 1420 Cuma tarihli sayısında bana göndermiş olduğunuz mesajınız ve bu mektubunuzdaki sorularınız için size teşekkür ediyorum. Yolculukta olmam nedeniyle cevap vermekte geciktiğim için de özür diliyorum.

 

Birinci olarak: Önceki mektubunuzda (Şûrâ Dergisi’nin 12. sayısında yayımladığınız) size verdiğim yanıtlardaki metodu benimsemediğinizi söylemiş, benim ayrıntılara yöneldiğimi belirterek temel esaslar (usûl) çerçevesindeki konular hakkında ilmî bir bahse çağırmıştınız. Ayrıca takip edeceğimiz metodun Kitap, Sünnet ve Ehl-i Beyt’in siretine uygun olması gerektiğini belirtmiştiniz. Ben de bu teklifinizi gönül hoşnutluğu ile kabul etmiş ve size 14 Receb 1418 yılında yayımlanan cevabî mektubu yazmıştım.

 

O mektubumda şunu vurgulamıştım: “Diyaloğa şu konu ile başlamaya ne dersiniz? Hz. Rasûlullah’tan (s.a.a.) sonra, insanlar üzerindeki şehadetleri Hz. Rasûlullah’ın (s.a.a.) şehadeti gibi olan; söz, fiil ve takrirleri Rasûlullah’ınkiler gibi esas sayılan, halkın kendilerine sımsıkı tutunması, iktida ve itaat etmesi gereken, risaleti korumakla yükümlü ve hidayet imamları diye nitelendireceğimiz şahitler mevcut mudur?

 

İlk olarak bu konuya delalet eden Kur’ân-ı Kerim ayetlerine bakalım. Ardından da Hz. Peygamber’in (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s.) rivayetlerini inceleyelim.

 

Eğer bu konuda benimle aynı fikirdeyseniz bunu bana bildirmenizi ümit ediyorum. Bundan önce de muteber saydığınız hadis kaynaklarınızı açıklamanız yerinde olacaktır.”

 

Bu isteğin üzerinden iki yıl geçmiş olmasına rağmen maalesef herhangi bir cevabınızı almış değilim.

 

Size cevabımı da içeren üçüncü cildin basılması üzerine internet üzerinden yayımladığınız mektubunuzda bana şu soruyu sormuşsunuz: “Günümüz Şiası imametin şartlarından olan masumiyet, nass ve Alevî-Hüseynî sülaleden olma özellikleri gibi konulara niçin açıklık getirmiyor ve bunu göz ardı ediyor da Zeydîler gibi imamın fakih ve adil olması, seçim ve şûrâ esasına dayalı olarak belirlenmesi gibi şartları kabul ediyor?”

 

Buna yanıtımız şöyledir: İmamet kavramı iki anlamda kullanılmaktadır:

 

İlki özel anlamıdır. Bununla imamet makamındaki zatın ister hayattaki ister vefatından sonraki söz, fiil ve takrirlerinin hüccet olması kastedilmektedir. Şia imametin bu anlamının Hz. Peygamber’in (s.a.a.) vefatından sonra, O’nun vasiyeti ve Allahu Teâlâ’nın emriyle Ehl-i Beyt-i Nebevî’den on iki kişiyle devam ettiği görüşündedir. Onlar imametin bu anlamında masumiyeti ve nassı şart koşmakta, İmamları da İmam Ali, İmam Hasan, İmam Hüseyin (a.s.) ve Hz. Hüseyin neslinden gelen dokuz kişi ile sınırlandırmaktadırlar. Nitekim Hz. İbrâhîm’den sonraki imamet de Hz. İbrâhim’in (a.s.) zürriyeti olan İsmâîl (a.s.) İshak ve Yakub’a ve ardından da Yakub’un zürriyetine geçmiştir.

 

Allahu Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

 

وَإِذِ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي قَالَ لَا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ

 

“Vaktiyle rabbi İbrâhim’i bazı sözlerle sınayıp da İbrâhim onları eksiksiz yerine getirince, ‘Ben seni insanlara imam yapacağım’ buyurmuştu. İbrâhim, ‘soyumdan da’ deyince rabbi, ‘Vaadim zalimleri kapsamaz’ buyurdu.” (Bakara/124)

 

وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ نَافِلَةً وَكُلًّا جَعَلْنَا صَالِحِينَ (72) وَجَعَلْنَاهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِمْ فِعْلَ الْخَيْرَاتِ وَإِقَامَ الصَّلَاةِ وَإِيتَاءَ الزَّكَاةِ وَكَانُوا لَنَا عَابِدِينَ

 

“Ona (İbrahim´e), İshak´ı ve fazladan bir bağış olmak üzere Yakub´u lütfettik; herbirini sâlih insanlar yaptık. Onları, emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren imamlar kıldık ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar, bize hep kulluk ettiler.” (Enbiyâ/72-73)

 

أَمْ تَقُولُونَ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطَ كَانُوا هُودًا أَوْ نَصَارَى قُلْ أَأَنْتُمْ أَعْلَمُ أَمِ اللَّهُ وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ كَتَمَ شَهَادَةً عِنْدَهُ مِنَ اللَّهِ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

 

“Yoksa siz İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yakûb ve torunların Yahudi yahut Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah katından gelmiş olup kendinde bulunan bilgiyi gizleyenden daha zalim kim vardır? Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Bakara/140)

 

Ayette geçen “esbat” (torunlar) kelimesiyle ile kastedilen Hz. Yûsuf ile onun masum neslidir.

 

Hz. İsmail, Hz. İshak ve Hz. Yakûb (a.s.), insanları Allah’ın emriyle Hz. İbrâhîm’in (a.s.) sünnetine iletmekteydiler. Hz. Peygamber’den (s.a.a.) sonraki imametin Ehl-i Beyt’e özgü olduğunun ve onlardan birinin dünyanın sonuna kadar hayatta olacağının delili ise Menzilet Hadisi, Sekaleyn Hadisi, Tathir Ayeti, Kisa Hadisi, On İki İmam Hadisi vs. ile bir önceki imamın sonraki imam hakkındaki açık beyanıdır.

 

Çağdaş Şiîler de bu konuda önceki Şiîler gibi düşünmektedirler. Onlar asla masumiyet, nass, Alevî-Hüseynî sülaleden gelme, imametin on iki kişiye has olması gibi şartlardan el çekmiş değillerdir.

 

İmametin ikinci manası ise genel anlamıdır. Bu manasıyla imametten anlaşılan yönetim makamı ve hadleri uygulayacak mercidir. Şia’ya göre bu makam da Hz. Peygamber ve O’ndan sonraki On İki İmam’a aittir. Aksi iddia ancak Şia’nın temel inançlarına karşı çıkanlarca dillendirilebilir. Ancak Gaybet-i Kübra dönemine gelince ise Şiî âlimler bu konuda iki gruba ayrılmıştır. Bir bölük, ilahî ahkâmın sadece Masum İmamlar tarafından uygulanabileceğini ileri sürerek hadlerin tatil edildiğine inanmıştır. Diğer görüşü benimseyenler ise hadlerin, güçlerinin yetmesi durumunda fakihler tarafından da uygulanabileceğini söylemiştir. Ve bu görüşü benimseyenlerin hiçbiri hadleri uygulayacak kimsenin Alevî-Hüseynî olmasını, masumluğunu ve hakkında nass bulunmasını şart koşmamıştır. Bu görüş Şeyh el-Müfîd (v. h. 413) ile başlamış, İmam Humeynî ile Şehid es-Sadr ve onların haleflerince sürdürülmüştür. Bu açıklama ışığında şu husus vuzuha kavuşuyor: Bize yöneltilen bu soru esastan yanlıştır ve yazar iki meseleyi birbirine karıştırmıştır. Zira “İmam” lafzı iki şeyi ifade eder. Bunlar:

 

a) Hz. Peygamber’den (s.a.a.) sonra, tüm yaratılanlar üzerinde ilahî hüccetlerin olup olmaması ve insanlar üzerindeki şehadeti Hz. Peygamber’in şehadeti konumunda insanların mevcudiyeti meselesi. Nitekim şu ayette geçtiği üzere Hz. Peygamber (s.a.a.) onların üzerinde şahittir.

 

وَجَاهِدُوا فِي اللّٰهِ حَقَّ جِهَادِه۪ۜ هُوَ اجْتَبٰيكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدّ۪ينِ مِنْ حَرَجٍۜ مِلَّةَ اَب۪يكُمْ اِبْرٰه۪يمَۜ هُوَ سَمّٰيكُمُ الْمُسْلِم۪ينَ مِنْ قَبْلُ وَف۪ي هٰذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَه۪يداً عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِۚ

 

Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. Sizi o seçmiş, babanız İbrâhîm'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kur'ân'da, Peygamberin size şâhid olması, sizin de insanlara şâhid olmanız için, size Müslüman adını veren O'dur.” (Hacc/78)

 

b) İslam’da yönetim hakkına sahip olan kimse anlamında. Bu da ayrı bir mesele olup şu ayet bu konuyu ele almaktadır.

 

إِنَّا أَنْزَلْنَا التَّوْرَاةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُوا لِلَّذِينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللَّهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَاءَ فَلَا تَخْشَوُا النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلَا تَشْتَرُوا بِآَيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلًا وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ

 

“Kendilerini Allah’a teslim etmiş peygamberlerin ve -Allah’ın Kitabını korumaları kendilerinden istendiği için- Rablerine teslim olmuş zâhidlerin, bilginlerin Yahudiler arasında kendisiyle hükmettikleri, içinde hidayet ve nur bulunan Tevrat’ı elbette biz indirdik. Hepsi onun (hak olduğunun) şahitleri idi. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun da âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Mâide/44)

 

Hz. Rasûlullah ve On İki İmam döneminde her iki anlamın da haricî karşılığı birdi [yani onlar hem ilahi hüccet hem de meşru yönetici idiler]. İmam sözcüğünün iki anlamı da onların şahıslarında bir arada bulunmaktaydı. Bundan dolayı Şiîler nezdinde bu lafzın her iki anlamının aynı anda murat edildiği üçüncü bir mana oluştu ve Hz. Peygamber’den sonra bunun mısdakları yalnızca Masum İmamlar idiler.

 

İlk Şiî mütekellimler de imametin bu iki manasının yalnızca On İki İmam için geçerli olduğunu ispat etmeyi amaçlıyorlardı ve yönetim meselesine hiçbir zaman bağımsız bir konu olarak bakmamışlardı.

 

Ahmed el-Kâtib’in bu iki anlamı birbirine karıştırmada niçin bu kadar ısrarcı olduğunu anlayamıyorum! Bilimsel ve akademik bir inceleme her iki mananın da ayrı şekilde değerlendirilmesini gerektirir, zira bu iki anlam birbirinden farklı iki meseleye işaret etmektedir.

 

İlk mesele: Hz. Peygamber’den (s.a.a.) sonra ümmet arasında, Sünnet-i Nebevî’nin ve Kur’ân-ı Kerîm’in beyanındaki sözleri Rasûlullah gibi hüccet sayılacak kimseler mevcut mudur? Varsa bunlar kimlerdir ve kaç kişidirler?

 

İkinci mesele: Hz. Peygamber’den (s.a.a.) sonra yönetim ve hadleri uygulama hakkı kime aittir? Her ne özelliğe sahip olursa olsun her Müslüman bunun altından kalkabilir mi yoksa bu hak bazı özel niteliklere sahip belirli bir topluluğa mı aittir? Hükümet etme liyakati bulunanlar her ne yolla olursa olsun iktidara gelebilirler mi yoksa bunun özel bir yolu mu vardır?

 

Hiç kuşkusuz ilk mesele, ikinci meseleye takdim edilmelidir ve ondan daha önemlidir.

 

Biz ikinci cildin birinci bölümünde sorularınıza cevap verirken bu iki meseleyi incelemiştik. İkinci cildin farklı yerlerinde de bunu değinmiştik. Buralara müracaat edilmesi ümit olunur.

 

Üçüncü mesele: Muhterem İrşad Bakanı (Allah onu korusun) benim size verdiğim cevaplarıma muttali değildi ve bunlar eline yeni geçti. Söz konusu ettiğiniz övgüye gelince aslında bu övgü de değildi, ilmî kimlikleriyle ve sorumluluk duygularıyla tanınmış olan âlimlerin yazdıklarımı teyidi mesabesindeydi. Bu ise bende gurur değil sevinç doğurmuştur. Yazdıklarımızın yararını vurgulayan değerli okuyucuların duygularını ortaya koydukları sözler için de aynı şey geçerlidir ve hepsine teşekkürlerimizi sunuyoruz.

 

Dördüncü mesele: “Ancak öyle görünüyor ki bu mesele hakkında havzalarda hâkim olan anlayış içtihada ve araştırmaya dayanmıyor. İslam akaidinin bir cüzü olduğu iddiasıyla konuyu münakaşa etmeye yanaşmıyorlar. 4.8.1999 tarihli el-Cezire Televizyonu yayını ‘Serbest Kürsü’ programına Kum Havzası’ndan katılan Seyyid Sami el-Bedrî bu tutumunu açık bir şekilde ifade etmiştir.  Ben bu duruma çok şaşırdım zira bu vaziyet Şia’nın tarih boyunca sürdürdüğü icmâsıyla, yani imanın temel esaslarında taklidin caiz olmadığı şeklindeki inançla çelişmektedir. Buna göre ilim iddiasında bulunan bir kişi nasıl olur da taklidi nasıl caiz görebilir ve diğerlerini içtihatta bulunmaktan alıkoyar?” şeklindeki sözüne gelince…

 

Ben derim ki: Üstâd el-Kâtib ses kaydını dinleseydi ve konuşanın sesine dikkat etseydi Seyyid Sâmî el-Bedrî adıyla konuşan kişinin benden başka bir şahıs olduğunu anlardı. Sesimi tanıyan pek çok arkadaş da çok şaşırdı. Bir müddet sonra o konuşmayı yapanın Seyyid Hüseyin el-Keşmirî[3] olduğunu öğrendim. Emin olmak için kendisiyle bağlantıya geçtim. Siz de emin olmak isterseniz onunla bağlantıya geçip konuyu teyit edebilirsiniz. Programa bağlanan şahsı da, ismim anons edilir edilmez yanlışı düzeltmemesi veya konuşmasının sonunda isim karışıklığına dikkat çekmemesi nedeniyle eleştirdim. Dalgınlığına geldiğini söyledi ve bunu kasıtlı yapmadığını belirterek özür diledi.

 

Ertesi gün Serbest Kürsü programının sunucusuna bu karışıklığı haber verdim ve kendisine bununla ilgili bir faks gönderdim. Ona ayrıca size yazmış olduğum üç cildi de yollamıştım. Bu konuda tarafsız olan birisi olarak söz konusu yanılgıya işaret etmesi gerekirdi.

 

Şiî ulemanın akaidin temel esaslarına ilişkin tutumuna gelince, durum belirttiğiniz gibidir ve inançsal ilkelerde taklidin caiz olmadığına dair icmâları berdevamdır. Ve bu husus onların kadim ve çağdaş âlimlerinin ve öğrencilerinin iftihar vesilelerindendir.

 

Mektubunuz için tekrar teşekkür ediyorum. Es-selamu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

 

Sami el-Bedrî / 5 Şaban1420

 

 

İkinci Mektup:

 

Üstad Ahmed el-Kâtib’in yukarıda geçen mektubumuza cevabı:

 

Çok muhterem Seyyid Sâmî el-Bedri,

 

Es-selamu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuhu,

 

6 Şaban 1420 tarihli, internet aracılığı gönderdiğiniz mektubunuzda Hz. Peygamber’den (s.a.a.) sonra şehadetleri; söz, fiil ve takrirleri Rasûlullah’ınki gibi olan hüccetlerin var olup olmadığını sormuş, araştırmamıza bu konu çerçevesindeki ayetler ve hadisleri incelemekle başlayalım demişsiniz. Benden, söz ve eylemi hüccet olan, hakkında nass bulunan ve Alevî-Hüseynî sülaleden gelen on iki masum kişi ile sınırlı olan imametin özel manası ile yönetim ve hadlerin uygulanması anlamındaki imametin genel manasını birbirine karıştırmamamı istemişsiniz.

 

Hz. Peygamber’den (s.a.a.) sonraki imametin Ehl-i Beyt’e ait olduğunu ve On İkinci İmam’ın hayatta olduğuna dair delillerin bulunduğunu söylemiş, bu delilleri de Menzile, Sekaleyn, Kisa ve On İki İmam hadisleri, Tathir Ayeti ve bir önceki imamın sonraki imama yönelik açıklaması olarak sıralamışsınız. Bununla birlikte Şiîler nezdinde imam kavramının iki anlamını içinde barındıran üçüncü bir kullanımın daha olduğuna vurgu yapmışsınız ve bunun karşılığının Hz. Peygamber’den (s.a.a.) sonraki on iki kişi ile sınırlı olduğunu belirtmişsiniz. İmâmiyye Şîası’nın örfüne ve uygulamalarına aykırı bir şekilde zorlamaya başvurarak imametin anlamları arasında tefrike gitmeye çalışmışsınız. Hâlbuki ben ikisini birbirine karıştırmış değilim, herhangi bir zaruret olmaksızın imam lafzının birbirinden ayrı iki manasının olduğunu belirtmekle bu ikisini birbirinden ayıran sizsiniz!

 

Her halükarda On İki İmam fırkasının reyine göre teşriî ve tekvinî şubeleri olan ilahî imamet nazariyesinde imamet On İki İmam ile sınırlıdır. Ancak şu var ki İsmâîliyye veya Vâkıfiyye Şiası imamların on iki kişiyle sınırlı olduğuna inanmamakta, bu sayıyı daraltmakta veya sınırsız bir şekilde genişletmektedirler. İster on iki kişiyle sınırlandıralım ister sınırlamayalım bir şey fark etmez, zira imamet nazariyesinin varlığı ve bekası İmam el-Hasan Askerî’nin oğlunun dünyaya gelişinin ve varlığının ispatına ihtiyaç duyar. Bu durumda belirtmiş olduğunuz Menzile, Sekâleyn, Kisâ ve On İki İmam hadislerinin ve Tathir Ayeti’nin senetlerinin sıhhatini ve delaletlerini tartışmaya gerek kalmaz. Eğer On İkinci İmam’ın doğumunu ve varlığını bilimsel ve tarihî bir şekilde ispat etmeye güç yetiriyorsanız imamet inancı veya On İki İmam nazariyesi sahihtir demektir. Ama yok bunu ispat edemezseniz gerçek âlemde mevcut olmayan biri hakkında konuşmak abestir.

 

Bundan birkaç yıl önce, eserinizin ilk iki cildinin yayımlanmasından ve bana vermiş olduğunuz cevaplardan sonra size yazmış olduğum mektubumda ikincil ve ayrıntı hükmündeki konulara dalmak yerine temel meseleleri araştırıp incelemenizi istemiştim sizden. Ben hâlâ imametin manasını incelemenin, itaat edilmesi farz olan On İkinci İmam’ın varlığının ispatına kıyasla ikincil bir konu olduğuna inanıyorum. Hani şöyle denmiş ya, ilk önce atı bul nalların peşine sonra düşersin!

 

Bana, On İkinci İmam’ın (Muhammed b. el-Hasan el-Askerî) mevcudiyeti varsayımı için bazı küllî nazariyeler terkip etmek suretiyle bu önemli mevzudan kaçmaya çalışıyorsunuz gibi geliyor! İmam Hasan el-Askerî’nin çocuğu olmayışı gerçeği karşısında çarpılmışa dönen sizden önceki hicrî üçüncü asır kelâmcılarının yaptığı da tam buydu.  Hakka teslim olmak, hayalî nazariyelerini, zorlama yorumlarını ve düzmece hadislerini tekrar gözden geçirmek yerine bâtılda ısrar ettiler ve İmam Hasan el-Askerî’nin bir çocuğunun olduğunu varsaydılar. Hem de İmam’ın bizzat bir oğlunun olmadığını belirtmesine, mallarının Hadis adındaki annesi ve erkek kardeşi arasında taksimini vasiyet etmesine ve kendisinden sonra hiç kimseyi imamet makamına atamamasına rağmen!

 

İmamet nazariyesi konusunu metin ya da senetlerinde zayıflık bulunan hadislere havale etmeniz sizi mecbur İsmâîliliğe ya da Bohra mezhebine itecek! İnancınıza bakışınızı yenilemek istiyorsanız siz de şûrâ nazariyesini seçebilirsiniz ki bana göre Ehl-i Beyt’in siyasi görüşü de buydu ve onların hiçbiri ismet ve nass iddiasında bulunmamış, hilafet ve imameti kendi nesilleriyle sınırlamamıştı.

 

Ben, sizin probleminizin Ehl-i Beyt (a.s.) tarafından yerilen kıyas uygulamasına başvurmak ve İsrâîloğulları arasında geçen hadiseleri İslam’a uyarlamaya çalışmak olduğuna inanmaktayım. Mesela on iki Yahudî kabilesi anlamındaki el-Esbât kelimesini Hz. Mûsâ’nın (a.s.) vasileri olarak tefsir etmektesiniz. Herhangi bir delil olmaksızın onların on iki kişi olduğunu söylüyor, sonra da buna bağlı olarak Hz. Rasûlullah’ın (s.a.a.) vasilerinin de Ehl-i Beyt’inden on iki kişi olduğu sonucuna varıyorsunuz.

 

Ben sizin, bu düşünceyi Yahudilikten İslam’a dâhil ettiği ve Hz. Yûşâ’nın (a.s.) Hz. Mûsâ’nın vasisi olduğu gibi İmam Ali’nin (a.s.) de Hz. Peygamber’in vasisi olduğunu söylediği iddia edilen Abdullah b. Sebe’ye tâbi olduğunuzu belirtmeye ihtiyaç duymuyorum. Siz İsrâîliyât’ı araştırabilirsiniz, zaten İbranice de öğrenmişsiniz. Nazariyenizi desteklemek amacıyla Yahudîlerin kadim kitaplarını incelemek için Londra’ya geldiniz. İslam ile Yahudiliği karşılaştıran ilk Yahudilerin de birden fazla vasi bulunduğunu söylemediklerini bilmelisiniz. O dönemde zaten On İki İmam nazariyesinden eser yoktu. İmâmiyye ancak hicrî dördüncü asrın ilk çeyreğinden sonra İmamları belirli bir sayı ile sınırlandırmıştır. Sizden defalarca kez On İki İmam hadislerinin sıhhatini doğrulamanızı, bunların İsrâiliyat tarafından teyidinden önce Ehl-i Beyt’e nispetlerinin sahihliğini kanıtlamanızı istemiştim.

 

Aslında ben sizi şiddetli bir şekilde ayıplamakta ve Allah’a şikâyet etmekteyim. Çünkü ben, benimle diyalogda doğru yoldan ayrıldığınızı ve siyasî, propagandif amaçlar güttüğünüzü görüyorum. Bunu Allah biliyor. Çünkü ben kitabımın yayım tarihi olan 1992’den önce Hz. Mehdî mevzusu çerçevesinde sizinle diyalog çağrısında bulundum. 1995 yılında Londra’ya gelmenizi bekledim ve sizinle buluşmak için ısrar ettim. Siz ise benden kaçtınız ve imametin özel ve genel anlamları arasındaki ayrımın kabulünü şart koştunuz. Ben gel oturalım ve birlikte konuşalım dedim, siz ise görüşmeyi reddettiniz. Kitabımdaki hatalı yerleri göstermenizi istediğimde ise “Ben basılmamış bir kitaba cevap vermem” dediniz. Buna rağmen kitap basılmadan önce cevaplarınızı yayımladınız. Bununla birlikte İmâmiyye Şiası’nın köşe taşı mesabesindeki On İkinci İmam’ın doğumu ve varlığı konusunu belirsiz bırakarak ele almadınız. Önceki mektubumda bu noktaya dikkat çekmiştim. Üçüncü ciltte bu konuya eğileceğinize dair de söz verdiniz ama henüz bunu yapmış değilsinsiniz. Sürekli ikincil konular etrafında dönüp duruyor ve asıl mevzudan kaçıyorsunuz.

 

Aziz kardeşim! Hem kendinizin hem de değerli okuyucuların vaktini neden zayi ediyorsunuz? Aşağıdaki sorulara cevap vermenizi ümit ediyorum.

 

1) On İkinci İmam’ın (Muhammed b. el-Hasan el-Askerî) varlığına nasıl iman ettiniz?

 

2) Acaba bu inancınız bilimsel tarihî deliller ile mi hâsıl oldu?

 

3) Bu tarihsel deliller hangileridir?

 

4) Konu çerçevesinde aktarılan çeşitli rivayetleri araştırıp incelediniz mi ve bunları birbiriyle karşılaştırabildiniz mi?

 

5) Sizce bu rivayetler muteber midir? Bu rivayetlerin ricâline güveniyor musunuz? Bu nakiller müsned midir? Yoksa zayıf ahad haberler derecesine dahi yükselemeyen gülünç efsane ve söylentilerden mi ibaretler?

 

Bildiğiniz üzere “Tatavvuru’l-Fikri’s-Siyâsiyyi’ş-Şiiyi mine’ş-şurâ ilâ Velâyeti’l-fekîh” adlı eserimde bütün bu konuları etraflıca inceledim. Eğer buna ilişkin bir cevabınız varsa buyurun sunun! Yok, eğer sözlerimi kabul ediyor ve kadim ulema gibi On İkinci İmam’ın varlığını ispatta aciz olduğunu itiraf ediyorsanız hiçbir derde deva olmayan ikincil konuları araştırıp münakaşa etmekle vaktinizi zayi etmeyin!

 

Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu

 

Ahmed el-Kâtib, Londra / 7 Şaban 1420 (15/Kasım/1999)

 

 

İkinci mektubun eki

 

Sayın Seyyid Samî el-Bedrî

 

Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu,

 

Mektubunuzda el-Cezire kanalında konuşanın siz değil Seyyid Hasan Keşmîrî olduğunu söylemektesiniz. Ben programın kasetine de baktım ve sesinizi iyi tanıdığımdan konuşanın siz olduğunuzu anladım. Ayrıca Londra’da bulunan yakın dostlarınıza da durumu doğrulattım ki onlar programda da sizin tarafınızı tutmaktaydılar.

 

Programın yapımcısının, bir kişi ile önceden bağlantıya geçmeksizin ismini anması veya yayına bağlanan şahıs yerine başka birinin ismini söylemesi mantıklı mıdır? Keşmîrî, programın yapımcısına sizin isminizi nasıl verebilir? Ayrıca duyduklarım konuşma üslubunuz ve aksanınız ile de uyumluydu. Şöyle ki “Şubuhât ve Rudûd” adlı eserinizde yaptığınız gibi ismimi açıkça anmaksızın “kitabın yazarı” diyordunuz. Programın sunucusu da size birkaç kez “Sâmî Bey” diye hitap etti ve beni tanıdığınıza da değindi. Programdan önce onunla bağlantıya geçmiştiniz. Bildiğiniz üzere program sizinle, Şeyh Numânî ve Şeyh Âsıfî ile bağlantıya geçilerek gerçekleşti. Tüm bunlara rağmen konuşanın başka birisi olduğunu nasıl söylüyorsunuz?

 

Ben şüphe edecek olsaydım asıl bu mektubunuzdan şüphe ederdim. Bu mektubu sizden başkası yazmış olabilir zira ne de olsa burada âşinâ sesiniz veya görüntünüz yok!

 

Belki de cevabınızın uygun olmadığını düşündüğünüzden konuşanın başkası olduğunu söyleyerek kaçmak istiyorsunuz. Bu sözleriniz ise dinleyicileri güldürmektedir. Eğer görüşünüzü değiştirmişseniz de bunu açıkça ilan etmenizi ümit ediyorum. Zira böylesi daha erdemli bir davranıştır, inançsal ve tarihsel konularda ictihad ettiğinizi de söyleyebilirsin ki buna engel de yoktur.

 

Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu

 

Kardeşiniz Ahmed el-Kâtib

 

 

İkinci mektuba cevabımız

 

“6 Şaban 1420 tarihli, internet aracılığı gönderdiğiniz mektubunuzda Hz. Peygamber’den (s.a.a.) sonra şehadetleri; söz, fiil ve takrirleri Rasûlullah’ınki gibi olan hüccetlerin var olup olmadığını sormuş, araştırmamıza bu konu çerçevesindeki ayetler ve hadisleri incelemekle başlayalım demişsiniz” şeklindeki sözünüze gelince…

 

Ben h. 1418 tarihinde size bu konu etrafında tartışmayı teklif ettim ve “Şübühât ve Rudûd” adlı eserimin üçüncü cildinde de bundan bahsettim. Siz ise bana bunun üzerinden iki yıl geçtiği halde bir cevap vermediniz. Ardından iki yıl sonra yani 1420’de konuyu size tekrar hatırlattım. Bu sırada ben ilk mektubunuzun cevabını internet üzerinden vermiştim fakat buna da bir yanıt yollamadınız ve konuyu İmam Mehdî’nin doğumu döndürerek bu meselenin daha önemli olduğunu söylediniz.

 

“İmamların sayısını ister on iki kişiyle sınırlandıralım ister sınırlamayalım bir şey fark etmez, zira imamet nazariyesinin varlığı ve bekası İmam el-Hasan Askerî’nin oğlunun dünyaya gelişinin ve varlığının ispatına ihtiyaç duyar. Bu durumda belirtmiş olduğunuz Menzile, Sekâleyn, Kisâ ve On İki İmam hadislerinin ve Tathir Ayeti’nin senetlerinin sıhhatini ve delaletlerini tartışmaya gerek kalmaz. Eğer On İkinci İmam’ın doğumunu ve varlığını bilimsel ve tarihî bir şekilde ispat etmeye güç yetiriyorsanız imamet inancı veya On İki İmam nazariyesi sahihtir demektir. Ama yok bunu ispat edemezseniz gerçek âlemde mevcut olmayan biri hakkında konuşmak abestir.” şeklindeki sözlerinize gelince, buna cevabım da şöyledir:

 

a) İlahî imametin Ali’ye (a.s.) ait olduğunu mütevatir Menzile Hadisi ve mütevatir Gadir Hadisi ile diğer pek çok hadis ortaya koymaktadır.

 

b) İlahî imametin genel bir şekilde Ehl-i Beyt’e ait olduğu ise Sekaleyn Hadisi ve diğer hadislerle ve Tathir Ayeti ile kanıtlanmaktadır.

 

c) İmamların on iki kişi ile sınırlı olduğu ise Hz. Peygamber’den sadır olduğu kesin bir sözdür. Biz bunlardan bazılarının geliş kanallarını ve kaynaklarını Şübuhât ve Rudûd adlı eserimizin ilk cildinde ortaya koyduk.

 

d) On İkinci İmam’ın imametine gelince ise bu konu atalarının imameti meselesinin bir dalıdır. Atalarının imametinin ispatı durumunda O’nun da imameti kanıtlanmış olur. İmam Mehdî’nin doğumu konusu ise İmam Hasan Askerî’nin ashabının mütevatir nakliyle sabit olup bunun bahsi daha önce geçmişti.

 

Yazarın “Ben hâlâ imametin manasını incelemenin, itaat edilmesi farz olan On İkinci İmam’ın varlığının ispatına kıyasla ikincil bir konu olduğuna inanıyorum. Hani şöyle denmiş ya, ilk önce atı bul nalların peşine sonra düşersin!” şeklindeki sözlerine gelince, buna cevabım şudur: imamet ıstılahının iki veya üç anlamda kullanıldığına dikkatinizi çekmiştim. Ancak siz ısrarla bu lafzın tek bir anlamda kullanıldığını ve onun da yönetimden ibaret olduğunu söylüyorsunuz. Bu ısrarın arkasında ise, “Şia, yönetici için masumiyet, nass ve Alevî-Hüseynî sülaleden gelmiş olmayı şart koşmaktadır. Oysa Şiîlerin İran’da tesis ettikleri devletlerinin idarecileri bu şartları taşımamaktadır” diyebilmektir. Hâlbuki Şia bu şartları Hz. Ali (a.s.), Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile Hz. Hüseyin’in zürriyetinden dokuz kişiye tahsis etmektedir. Bu imamet, sadece onlara mahsus olan özel imamettir ve Hz. Rasûlullah’ın imametinin aynısıdır. Şöyle ki ister yönetici olsunlar ister olmasınlar onların söz, fiil ve takrirleri kanıttır (hüccettir). On iki kişiye ait olan bu imametin bir benzeri Kur’ân-ı Kerîm’de geçen Hz. İsmâîl, Hz. İshâk, Hz. Yakûb, Hz. Yûsuf ve Hz. Mûsâ’dan (a.s.) önceki Yusuf’un zürriyetinden gelen masum şahısların imameti ile Hz. Mûsâ’dan sonra gelen Hz. Hârûn’un Ailesi’nin imametidir.

 

Yönetim ise yaşadıkları dönemlerde bu şahıslara özgüdür onlardan sonra da salih fakihlerle devam eder. Bu fakihler ister Hz. Hârun’un ister başkalarının neslinden gelsinler fark etmez. Gaybet Dönemi’nin yönetim olgusu da bu şekildedir, zira bu asırlardaki yönetim hakkı da Hâşimî olsun olmasın Ümmet’in kendilerine güvendiği, gerekli şartları haiz adil fakihlere aittir.

 

Öte yandan Velâyet-i Fakih düşüncesini benimseyen hiç kimse de On İki İmam inancından el çekmiş değildir. Zira bu İmamların imametinin özel anlamda olduğu açıktır. Ayrıca yönetim onların imamet dairelerinin çok küçük bir parçasını teşkil etmektedir. Hâkimde aranan şartlar arasında ise masumiyet, hakkında nass bulunması ve Alevî-Hüseynî sülaleden gelme yoktur.

 

“İmamet nazariyesi konusunu metin ya da senetlerinde zayıflık bulunan hadislere havale etmeniz sizi mecbur İsmâîliliğe ya da Bohra mezhebine itecek! İnancınıza bakışınızı yenilemek istiyorsanız siz de şûrâ nazariyesini seçebilirsiniz ki bana göre Ehl-i Beyt’in siyasi görüşü de buydu ve onların hiçbiri ismet ve nass iddiasında bulunmamış, hilafet ve imameti kendi nesilleriyle sınırlamamıştı” sözlerinize gelince ben derim ki:

 

Zikrettiğim bu rivayetlerin zayıf noktalarını açıklamamışsınız. Biz ise Şübühât ve Rudûd adlı eserimizin ilk cildinde On iki İmam nazariyesi çerçevesinde ortaya atmış olduğunuz tüm itiraz ve eleştirilerinizi ele aldık. On İki İmam hadisinin sened ve delalet yönündeki kuvveti ve itibarı sabit oldu. Aynı şekilde kitabımızın ikinci ve üçüncü ciltlerinde ve internet üzerinden göndermiş olduğum ilk cevabî mektubumda açıkladığım üzere, Hz. Peygamber’den sonra yönetim hakkı kendilerine mahsus, nass ile insanlar üzerinde hüccet olacak On İki İmam inancıyla, ikinci ciltte (37-38 sayfalarda) detaylı olarak anlattığımız şekliyle yönetimde şûrânın geçerli oluşu arasında herhangi bir çelişki yoktur.

 

“Ehl-i Beyt’in hiçbiri ismet ve nass iddiasında bulunmamış, hilafet ve imameti kendi nesilleriyle sınırlamamıştı” şeklindeki sözünüz de kadim ve çağdaş Sünnî âlimlerin ortaya attıkları bir iddiadır. Bu konunun ispatı şu iki meselenin araştırılıp ortaya konulmasına bağlıdır.

 

İlki: Masumların varlığına ilişkin Kur’anî ve nebevî nassların delaletleri.

 

İkincisi: Şia’nın İmamlarından aktardıkları hususların doğruluğu. Önce ilk mesele incelenmeli ve çözüme kavuşturulmalı, ardından da ikinci meseleye geçilmelidir.

 

Şimdi de şu sözlerinizi ele alalım: “Ben, sizin probleminizin Ehl-i Beyt (a.s.) tarafından yerilen kıyas uygulamasına başvurmak ve İsrâîloğulları arasında geçen hadiseleri İslam’a uyarlamaya çalışmak olduğuna inanmaktayım. Mesela on iki Yahudî kabilesi anlamındaki el-Esbât kelimesini Hz. Mûsâ’nın (a.s.) vasileri olarak tefsir etmektesiniz. Herhangi bir delil olmaksızın onların on iki kişi olduğunu söylüyor, sonra da buna bağlı olarak Hz. Rasûlullah’ın (s.a.a.) vasilerinin de Ehl-i Beyt’inden on iki kişi olduğu sonucuna varıyorsunuz.”

 

Ben derim ki: İsrâîloğulları arasında gerçekleşen olaylar ile Hz. Muhammed’in ümmetinin yaşayacakları hadiselerin mukayesesinin gerekliliğine her şeyden önce Kur’ân ve sahih Sünnet vurgu yapmaktadır. Ayrıca Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s.) reddettiği kıyas da ahkâm sahasındakidir. Biz bu meseleyi Şübuhât ve Rudûd’un ilk cildinde (s. 123-133), Şûrâ dergisinin 3. sayısında yayımlanan makalenize cevap verirken açıklamıştık.

 

Ayette geçen ve bizim de cevabımızda belirttiğimiz “esbât” kelimesine gelince, bunun Hz. Mûsâ’nın vasileriyle bir ilgisi yoktur. Aksine bu kelime Hz. İbrâhîm’in vasileri ile bağlantılıdır. Bu konuyu bir kez daha incelemenizi ümit ediyorum.

 

Ayrıca Hz. Mûsâ’nın (a.s.) vasilerinin on iki kişi olduğu bilgisini Kur’ân-ı Kerim vermiş ve bu konuda şöyle buyurmuştur: “اثنا عشر نقيبا /on iki nakîb”. Bu ise Tevrât’taki 15 hâkim bilgisi ile çelişmektedir.[i]

 

Ayrıca “Ben sizin, bu düşünceyi Yahudilikten İslam’a dâhil ettiği ve Hz. Yûşâ’nın (a.s.) Hz. Mûsâ’nın vasisi olduğu gibi İmam Ali’nin (a.s.) de Hz. Peygamber’in vasisi olduğunu söylediği iddia edilen Abdullah b. Sebe’ye tâbi olduğunuzu belirtmeye ihtiyaç duymuyorum. Siz İsrâîliyât’ı araştırabilirsiniz, zaten İbranice de öğrenmişsiniz. Nazariyenizi desteklemek amacıyla Yahudîlerin kadim kitaplarını incelemek için Londra’ya geldiniz.” diyorsunuz.

 

Ben derim ki: Kur’ân-ı Kerîm Hz. Peygamber’in geleceğine ilişkin haberin Tevrât ve İncîl’de zikredildiğini açıkça belirtmektedir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

 

الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ

 

“Onlar, ellerindeki Tevrât’ta ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyarlar.” (Arâf/157)

 

Kur’ân-ı Kerîm ayrıca Hz. Peygamber’in beraberindeki seçkin Müslümanların O’ndan sonra insanlar üzerinde şahitler kılındığı bilgisinin önceki semavî kitaplarda geçtiğini açıkça belirtir. Bu hususta şöyle buyurmaktadır:

 

وَجَاهِدُوا فِي اللّٰهِ حَقَّ جِهَادِه۪ۜ هُوَ اجْتَبٰيكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدّ۪ينِ مِنْ حَرَجٍۜ مِلَّةَ اَب۪يكُمْ اِبْرٰه۪يمَۜ هُوَ سَمّٰيكُمُ الْمُسْلِم۪ينَ مِنْ قَبْلُ وَف۪ي هٰذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَه۪يداً عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِۚ

 

“Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. Sizi o seçmiş, babanız İbrâhîm'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kur'ân'da, Peygamberin size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için, size Müslüman adını veren O'dur.” (Hacc/78)

 

Bu ayet-i kerime insanlar üzerinde Müslüman şahitlerin olduğunu açıkça belirtmektedir. Allahu Teâlâ onları şahitler olarak vasfetmiş ve önceden bu makama atamıştır. Yani önceki kitaplarda onları şahitler olarak anmıştır. Geriye bunların kim oldukları meselesi kalıyor. Acaba bunlar Müslümanların tamamı mıdır? Oysa bütün Müslümanlar Hz. İbrâhîm’in (a.s.) zürriyetinden değildir. Yoksa İmam Sâdık’ın (a.s.) belirttiği gibi onlar Hz. Peygamber’in (s.a.a.) Âl’i midirler?

 

İster sonuncu görüşü benimseyelim ister diğerlerini, Kur’ân’ın Hz. Peygamber ve insanlar üzerindeki hüccetler hakkındaki sözüne vâkıf olmak için önceki semavi kitapları incelemek itham nedeni olabilir mi?

 

Allah’a hamdolsun ki bu ayetleri ilk inceleyen ve önceki kitaplardaki izlerinin peşine düşen ilk kişi de ben değilim. Benden önce Ehl-i Sünnet’ten ve Şia’dan pek çok âlim bu konuyu araştırmıştır. İbn Kesîr ve İbn Teymiyye de bu konuda incelemelerde bulunmuşlardır. Onlardan önce el-Beyhakî ve el-Mâverdî, daha önce de İbn Hişâm ile İbn İshâk bu konunun peşine düşmüştü.

 

Modern dönemli pek çok âlim de bu konuyu ele almıştır. Şeyh Rahmetullâh el-Kîrânevî (Hindî) bunlar arasındadır ve o, bu konuda yüz yıl önce basılan İzhârü’l-Hak adlı eseri kaleme almıştır. Bu eseri Doktor Ömer ed-Dusûkî 1980 yılında ikinci defa basmıştır. Ahmed el-Hicâzî es-Sekâ da bu alanda araştırma yapanlardan birisidir. O bu konu çerçevesinde birkaç eser kaleme almıştır ve doktora tezi bunlar arasındadır. Bu sahanın araştırmacılarından Kays el-Kelbî ise Muhammed Âhirü’r-Rüsül fi’t-Tevrâtî ve’l-İncîl adlı eserin yazarıdır. Bu eser Amerika’da İngilizce ve Arapça olarak basılmıştır.

 

Bahsi geçen âlimlerin benzerleri Şia içerinde de mevcuttur. Kadim ulemadan, el-Gaybet adlı eserin müellifi en-Numânî ve İlâmü’l-Verâ’nın yazarı et-Tabersî (Tabresî) bunlardandır. İbrânîceyi öğrenen ve pek çok kitabında Yahudiler ile tartışan Allâme el-Belâğî, Meâlimü’l-Medreseteyn yazarı Allâme el-Askerî ve Beşâirü’l-Esfâr’ı kaleme alan Tâmîr Mîr Mustafâ bu alandaki çağdaş âlimlerden bir kaçıdır. Sizin mantığınıza göre bunların hepsi Sebeîlikle itham edilmelidir.  Öyle anlaşılıyor ki  bu sözünüzle önceki semavî ilahî kitaplarda Hz. Peygamber (s.a.a.) ile birlikte On İki İmam’ın da müjdelendiğini söyleyen Şiî araştırmacıları kastetmektesiniz. Bu mesele sizi oldukça öfkelendirmiş gibi. Durum böyle ise niçin diyalog çağrısında bulunuyorsunuz?

 

“İmâmiyye ancak hicrî dördüncü asrın ilk çeyreğinden sonra İmamları belirli bir sayı ile sınırlandırmıştır. Sizden defalarca kez On İki İmam hadislerinin sıhhatini doğrulamanızı, bunların İsrâiliyat tarafından teyidinden önce Ehl-i Beyt’e nispetlerinin sahihliğini kanıtlamanızı istemiştim” şeklindeki itirazınıza gelince…

 

Biz, “Dördüncü hicrî asırdan önce Şiîlerin On İki İmam’dan haberi yoktu” şeklindeki iddianızı h. 1417’de basılan eserimizin birinci cildinde incelemiştik. On İki İmam çerçevesinde ortaya atmış olduğunuz tüm şüphelerini cevapladığımız bir kitapçık kaleme aldık. Ayrıca bundan önce On İki İmam hadislerinin Hz. Peygamber’e (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt İmamları’na nispetlerinin sahihliğini de size kanıtlamıştık. Yayımlanan bu reddiyelerin üzerinden yaklaşık dört yıl geçmesine rağmen bunlara cevap yazmadınız.

 

Şimdi de şu sözlerinize gelelim:  “Aslında ben sizi şiddetli bir şekilde ayıplamakta ve Allah’a şikâyet etmekteyim. Çünkü ben, benimle diyalogda doğru yoldan ayrıldığınızı ve siyasî, propagandif amaçlar güttüğünüzü görüyorum. Bunu Allah biliyor. Çünkü ben kitabımın yayım tarihi olan 1992’den önce Hz. Mehdî mevzusu çerçevesinde sizinle diyalog çağrısında bulundum. 1995 yılında Londra’ya gelmenizi bekledim ve sizinle buluşmak için ısrar ettim. Siz ise benden kaçtınız ve imametin özel ve genel anlamları arasındaki ayrımın kabulünü şart koştunuz. Ben ise gelin oturalım ve birlikte konuşalım dedim siz ise görüşmeyi reddettiniz. Sizden kitabımdaki hatalı yerleri göstermenizi istediğimde ise ‘Ben basılmamış bir kitaba cevap vermem’ dediniz. Buna rağmen kitap basılmadan önce cevaplarınızı yayımladınız. Bununla birlikte İmâmiyye Şîası’nın köşe taşı mesabesindeki On İkinci İmam’ın doğumu ve varlığı konusunu belirsiz bıraktınız ve ele almadınız. Önceki mektubumda bu noktaya dikkat çekmiştim. Üçüncü ciltte bu konuya eğileceğinize dair de söz verdiniz ama henüz bunu yapmış değilsiniz. Sürekli ikincil konular etrafında dönüp duruyor ve asıl mevzudan kaçıyorsunuz.” Buna yanıtım şu şekildedir:

 

1- Düşüncelerinize yönelik ilk üç ciltteki ve bu dördüncü ciltteki eleştirilerim açık ve sağlamdır. Şöyle ki ben bu reddiyede bütünüyle akademik bir metodu takip ettim. Önce derginizde ve kitabınızda yayımlanan ve düşüncenizi tam bir şekilde ifade eden sözlerinizi takdim ettim, bu cümlelerin nerede geçtiğine işaret ettim. Ardından da cevaplarınızı verdim ki hedefim açıktı ve orada (birinci cilt, s. 15) şu notu düşmüştüm: “Ben bu sayfalarda reddiyeyi özet tutmaya ve hakikati arzulayanlar için en kolay yolu sunmaya çalıştım. Özellikle de onların pek çoğunun vaktinin, kapsamlı kitapları okumaya elvermediğini göz önüne aldığımızda...” Siz de benim bu reddiyemdeki yanlışlıkları bulup onları çürütebilirdiniz. Nitekim üzerinden de bayağı uzun zaman geçti.

 

2- “Benden kaçıyordunuz” şeklindeki sözünüz de yaslı anneleri ağlatacak türden! Hatırlıyorsunuzdur, Üstâd Doktor Sa’d Cevâd 1995 yılında sizi Londra’daki evine davet etmişti. Bu benim Londra’daki ilk serbest tartışma ve konuşmam idi. Siz ise ancak toplantı ve münakaşa bittikten, davet edilenlerin çoğu çıktıktan sonra gelebildiniz. İçeri girdiğinizde biz artık oturmuyorduk ve öylece ayakta kalakaldık. Yaklaşık yirmi dakika konuştuk. O süre zarfında benimle baş başa kalarak konuşmak istediğinizi belirttiniz. Ben ise bu teklifinizi kabul etmekten kaçındım, herkesin gözü önünde tartışmada ısrarcı oldum. Buna cevabınız ise “İnsanlar düşüncelerime tahammül etmezler ve onların beni küçümsemelerinden endişe ediyorum.” şeklinde oldu. Ben de size “Siz zaten düşüncelerinizi açıkça ilan etmektesiniz, ayrıca kitaplarınız ve diskleri de halk arasında yayılmış durumda. Öyleyse siz de düşüncelerinizin eleştirilmesine tahammül edebilmelisiniz.” demiştim. Londra’da bulunduğum iki aylık süreçte bu isteğimi sürdürdüm. Siz az sayıda kişinin huzurunda, bense herkesin önünde tartışılmasında ısrar ediyordun. Ben sizinle münakaşanın yarar sağlamayacağını seziyordum. Öte yandan tartışmanın cemaat huzurunda gerçekleşmesini istememin nedeni herkesin bundan faydalanması ve duruma tanıklık etmesiydi, başka bir amaç güdüyor değildim. Ayrıca Ramazan ayında Hecer es-Sekafiyye internet sitesinde sohbetin devamını getirme çağrısını, vaktinizin olmadığını söyleyerek -kendiniz diyalog talebinde bulunmanıza rağmen- reddetmekle bizim zannımızı da doğrulamış oldunuz.

 

Bilemiyorum artık ben sizden nasıl kaçıyormuşum? Size karşı açıkça ilk reddiyeyi yazan ve bunu yayımlayan ben oldum. Buna rağmen bununla övünmüyorum.

 

3- İmametin iki manasını birbirinden ayırmayı şart koşmama gelince; ben o vakit size her üç kitabınızda da akademik/ilmî bir sorun olduğunu haber vermiştim. Çünkü siz Ehl-i Beyt’in imametine sadece siyasî bir mesele olarak bakıyorsunuz. Hâlbuki konunun iki boyutu var. İlki, Ehl-i Beyt’in, Hz. Peygamber’den (s.a.a.) sonra masum ilahî hüccetler olmaları… Onların insanlar üzerindeki şehadetlerinin Hz. Peygamber’in şehadeti gibi olması; onları terk edenin zillete düşmesi, onların sözlerine tutunanın kurtuluşa ermesi meselesiydi.

 

İkinci mesele ise Hz. Peygamber’den sonra onların, ümmeti yönetmeye tafdil evleviyeti ile değil de ihtisas evleviyeti ile layık olmalarıdır (yani bu hak sadece onlarındır). Bu konu da önceden geçmişti. Sizinle yaptığımız bir telefon konuşmamızda size neden söz konusu ayrımı kabul etmiyorsunuz diye sorduğumda ‘Eğer bunu kabul edecek olursam üç kitabım da çöker’ demiştiniz. Mesele son derece açık, siz kitaplarınızın binasını bozuk bir temel üzerine kurmuşsunuz!

 

Ben ise aramızda geçen diyalogdaki sözlerime hâlâ sımsıkı bir şekilde bağlıyım. Size o zaman şöyle demiştim: Ben yayınlanmamış olan bir kitaba reddiyede bulunmuyorum. Şubuhât ve Rudûd adlı eserimin birinci ve ikinci ciltlerine bakarsanız bunların sizin Şûrâ Dergisi’ndeki yazılarınızın eleştirisi mahiyetinde olduğunu görürsünüz. Yoksa eserlerim, o esnada basılmamış olan kitabınıza reddiye mahiyetinde değildir. Üçüncü cilde gelince, bu da siz kitabınızı yayımladıktan sonra yazıldı. Maalesef o kitabınızda cevaplarımın hiçbirine işaret etmemişsiniz.

 

4- Garip olan şu ki siz, vasiyet görüşünü benimseyen ilk Şiîlerin bu düşünceyi Abdullah b. Sebe’den aldıklarını söyledikten sonra, benim İbn Sebe’nin gerçekte yaşayıp yaşamadığını sizinle tartışmamı da ikincil konulara sapmakla niteliyorsunuz!

Yine hicrî üçüncü asırdaki Şiîlerin On İki İmam inancından haberdar olmadıklarını iddia ediyor, ben size bu sözünüzün hatalı olduğunu ispat edince bu defa da bu meselenin size göre ikincil ve önemsiz bir konu olduğunu söylüyorsunuz!

 

Şiî kaynaklarda geçen pek çok rivayete göre İmamların kendilerinden sonraki imamın kimliğini sadece vefatlarına yakın bir zamanda öğrendiklerini söylemişsiniz. Ben ise sizin rivayetleri yanlış anladığınızı kanıtlayınca bunun da size göre cüzî bir mesele olduğunu belirtiyorsunuz! 

 

Şeyh Muhammed b. Ali b. Babeveyh es-Sadûk’un İmamların on iki kişi olduğu hususunda kuşku içinde olduğunu iddia ettiniz. Ben ise ona yönelik bu iddianın yanlışlığını size ispat ettim. Siz de bu meseleyi de diğerleri gibi önemsiz ve cüzî bir konu saydığınızı belirttiniz.

 

Birinci, ikinci ve üçüncü ciltte tüm bu iddialarınızı ele alıp irdeledim ve bu konularda yanıldığınızı kanıtladım. Siz de bundan sonra kalkıp bütün bu meselelerin ikincil, ayrıntı mesabesinde şeyler olduğunu söylediniz.

 

Her şeyden önce sizin bu meseleleri ikincil ve önemsiz görme hakkınız bulunmuyor. Zira On İki İmam Şiası’na ve temel ilkelerine karşı olumsuz bir tasavvur doğurmak için tüm bu meseleleri ardı ardına toplayıp önümüze döken sizsiniz!

 

Şimdi önünüzde dördüncü cilt var. Ben burada da sizin “Hasan el-Askerî’nin Şiîleri 14 fırkaya ayrılmıştı ve onların içinde oğlu Mehdî’nin varlığına kail olanlar azınlık bir gruptu” şeklindeki iddianızın yanlışlığını kanıtlıyorum. Muhtemelen bu mesele de nezdinizde artık ikincil ve önemsiz bir konuya dönüşecektir! Aslında bu konuların tamamının Hz. Peygamber’den sonraki ilahî imamet meselesinin bir alt dalı olmaları hasebiyle ikincil oldukları doğrudur. Hz. Mehdî’nin mevcudiyeti meselesinden önce ilk olarak ilahî imamet meselesi araştırılmalı ve bu konu halledilmelidir, bu noktada siz haklısınız. İlk olarak imamet meselesini araştırmalıyız, buna girişmeden önce de “imamet” lafzıyla neyi kastettiğimiz üzerinde ittifak etmeliyiz. 1995 (h. 1416) yılının Ramazan ayında bunu size söyledik ve Şübuhât ve Rudûd adlı eserimizin ikinci ve üçüncü ciltlerinde de ilahî imamet meselesini inceledik.

 

 

Kardeşim Ahmed el-Kâtib

 

Size açıkça şunu söylemek isterim, benim sizin şüphelerinizi cevaplandırma gayretim -ve diğer kardeşlerin de yakında basılacak kitaplarında görecekleriniz, Allah onları en hayırlı bir şekilde mükâfatlandırsın- asla Ehl-i Beyt’in imametine ilişkin hatalı tasavvurunuzu değiştirmek amacını güdüyor değildir. Çünkü bu konuda hakikate ulaşmak sizin için kolaydır,  zira Şia’nın kaynaklarının ve kültürel mirasının içinde yaşıyorsunuz. Dolayısıyla da sizin bu bahislere ihtiyacınız yoktur. Bu hakikate ulaşabilmek Ehl-i Sünnet kaynaklarına ulaşabilen ve bu kültür havzasında yaşayan insanlar için de kolaydır. Bunca çabamın sırrı şudur: Şiî kültürden önce bizzat Allah’ın Kitabı buna davet ediyor. Hatta Şiî kültürden önce Ehl-i Sünnet’in rivayet ettiği hadisler de buna davet etmektedir.

 

Yaşadığımız bu çağda pek çok insan bu hakikate yönelmiş ve Şia mezhebini seçmiştir. Bunların önemli bir bölümü de başka birinin delaleti ile değil de kendi kavrayış güçleri ve özgür düşünceleri ile bu hakikate gönüllerini açmıştır. Eğer siz de hakikatin peşindeyseniz herkesten çok tanıdığınız kendi vicdanınıza müracaat etmeniz size kâfidir. Benimle birlikte şu ayeti bir defa daha okuyun:

 

بَلِ الْإِنْسَانُ عَلَى نَفْسِهِ بَصِيرَةٌ (14) وَلَوْ أَلْقَى مَعَاذِيرَهُ

 

“Artık insan, mazeretlerini sayıp dökse de kendi nefsine tanıktır.” (Kıyâmet/17)

 

Bu bağlamda Kur’ân-ı Kerim’de geçen Hz. Nûh’un (a.s.) sözlerine de kulak verin:

 

قَالَ يَا قَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِنْ كُنتُ عَلَى بَيِّنَة مِنْ رَبِّي وَآتَانِي رَحْمَةً مِنْ عِنْدِهِ فَعُمِّيَتْ عَلَيْكُمْ أَنُلْزِمُكُمُوهَا وَأَنْتُمْ لَهَا كَارِهُونَ

 

“Nûh şöyle dedi: Nuh: Ey kavmim, ne dersiniz? Eğer ben Rabbimden açık bir delil üzerinde isem ve O, bana katından bir rahmet vermiş de size onu görecek göz verilmemişse, onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?” (Hûd/28)

 

Bu ayette geçen “Size onu görecek göz verilmemişse, onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?” ifadesi bunun kanıtıdır. Yani önyargılarınız nedeniyle bu mesele size gizlenmiş ise artık hakikati göremezsiniz. Gelin Müminlerin Emiri İmam Ali’den (a.s.) aktarılan şu hadisi birlikte okuyalım:

 

عباد الله ، زنوا أنفسكم من قبل أن توزنوا ، وحاسبوها من قبل أن تحاسبوا ، وتنفسوا قبل ضيق الخناق ، وانقادوا قبل عنف السياق ، واعلموا أنه من لم يعن على نفسه حتى يكون له منها واعظ وزاجر ، لم يكن له من غيرها لا زاجر ولا واعظ

 

“Ey Allah’ın kulları! (Başkalarınca) Tartılmadan kendinizi tartın! Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekin! Boğazınız sıkılmadan nefes alın! Zorla sürülüp götürülmeden râm olun! Bilin ki kendisine yardım etmeyen, nefsini sakındırıp öğüt vermeyen kimseye, başka bir kimsenin öğüdü ve sakındırması fayda etmez!”

 

Allah sizi ehl-i haktan eylesin ve size hidayet bağışlasın!

 

Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuhu.

 

 

Bir hatırlatma:

 

Ben bu mektubu diyalog adabının dışına çıkması yüzünden kendisine göndermemiştim. Adab-ı muaşeretin en basit kurallarından biri tarafların kendi aralarındaki mahrem konularda karşılıklı güveni korumalarıdır. Ben Üstâd Ahmed el-Kâtib’e şöyle diyorum: “İsmimi kullanarak programa bağlanan kişi ben değildim. O konuşmayı yapan Seyyid Hüseyin el-Keşmîrî idi. Dönün ve konuşanın sesini tekrar dinleyin. Üstelik Seyyid Hüseyin el-Keşmîrî’ye ulaşma ve durumu ondan öğrenme imkânına da sahipsiniz. Ancak o bana şu sözlerle cevap veriyor: “Hayır, konuşan siz idiniz… Belki de cevabınızı uygunsuz bulduğunuz için kaçmak istiyor, konuşan ben değildim diyorsunuz.”

 

Üstad Ahmed el-Kâtib acele etmiş, böyle basit bir meselede hadiseyi tüm boyutlarıyla göz önüne almadan hüküm vermiş. Oysa Kum’da yaşayan ve meşhur bir zat olan Seyyid Hüseyin el-Keşmîrî ile doğrudan bağlantıya geçebilirdi. Bu konuyu ona sorabilir veya Londra’daki bazı arkadaşların yanında bulunan konuşmalarımın kasetlerini dinleyerek seslerimizi karşılaştırabilirdi. O sadece hafızasındaki sesimle yetinmiştir ki bu da hüküm vermek için oldukça yetersiz bir araçtır. Zira onunla eskiye dayanan bir arkadaşlığımız olmadı. Tüm konuşmalarımızın müddeti iki saati dahi bulmaz. Onunla üç kez telefonda konuştuk, bir defasında da Londra’daki arkadaşlardan birisinin evinde buluştuk. Biz tam kalkmak üzereyken gelmişti ve yaklaşık on beş dakika ayaküstü konuşmuştuk. Bir kez de 1995 yılında Londra’daki konferansımı dinledi.

 

Tüm bunlardan beş yıl sonra da bir programa adımla bağlanan birinin konuşmasını dinlemişsiniz. Aslında benim konuşmam gerekiyordu ama bir karışıklık yüzünden bir şekilde başkası konuşmuş. Söz konusu bağlantıda konuşan kimsenin ben olmadığımı size mektupla iletmeme rağmen beni tasdik etmiyorsunuz!

 

Birkaç dakikada veya bir saatte halledilebilecek bu kadar basit bir meseledeki ruh haliniz ve takip ettiğiniz yöntem bu ise çok daha karışık, bin yılı aşan bir konudaki tavrınız nasıl olabilir ki? Sizin bu aynı ruh haliniz değil miydi dört naibe yalancılık nispet eden ve onların İmam Hasan el-Askerî’nin bir çocuğunun olduğunu uydurarak onun on ikinci imam olduğunu iddia ettiklerini söyleyen? Bunu diyerek bu dört naibi fiziki olarak gören, onların istikamet ve emanet üzere olduklarına birebir şahitlik eden ve dahası önceki İmamların onlar hakkındaki olumlu tanıklıklarını aktaran Şia’nın cumhurunu da yalancılıkla suçlamadınız mı?

 

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 

 

 

 



[1] İleride bahsi geçeceği üzere o konuşmayı yapan ben (Seyyid Sâmî) değildim.

[2] El-Kuds el-Arabî, sayı: 3205, 15 Cemadiye’l-Ula 1420 / 15 Nisan.

[3] Kum şehrinden ilim ehli bir zat.



[i] “Esbât” kavramının anlamı hakkında yazarın görüşünden farklı bir yorum için bkz. Tevrat ve Kur’an Işığında Esbât, Ali Hasan Galum, çev. Zehra Güney, Mir Yayınları; s. 39-40’dan nakille: “Tevrat’taki Yeşu Kitabı’nın hemen ardından Hakimler Kitabı gelmektedir. Hakimler, on bir erkek ve bir kadından oluşan on iki kişilik askeri ve dini fonksiyonu olan insanlardır. Zira onlar İlahi Ruh tarafından seçilerek desteklenmiş karizmatik liderlerdir. Aralarında bir kadının da olması dikkat çekicidir. Bu benzerlik bize İslam Tarihindeki On İki İmamı hatırlatmaktadır. Hz. Musa’nın Hz. Muhammed’e, Yeşu b. Nun’un Hz. Ali’ye, Debora adlı kadının Hz. Fatıma’ya, diğer Hakimlerin de kalan İmamlara tekabül ediyor olması ilginç bir tarihsel benzerlik oluşturmaktadır. Yahudilikteki bu gelenek adeta kendini Hz. Muhammed’in ardından tekerrür ettirmiştir.”