İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (8): Sadrüddîn Konevî’nin Tûsî’ye yazdığı mektup

İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (8): Sadrüddîn Konevî’nin Tûsî’ye yazdığı mektup
Batılı bir düşünürün çok güzel bir sözüne denk gelmiştim: “Şeytan daima tikellerdedir (cüz’iyât).” Şu sözün derinliğine bir bakın! Şeytan’ın var olmadığı bir yer düşünülebilir mi? O her yerde mevcut. Ancak o nerede bulunuyorsa, bulunduğu yer mutlaka bir tikelin yeridir. Bu ne anlama geliyor? Şeytan’ın tümellere ulaşamaması anlamına… Bu da onun akıl âlemine ulaşamadığını gösterir.

 

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Değerli izleyicilerimizi, güzel dostlarımızı ve Marifet programını daima içtenlikle takip eden sevgili seyircilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Hatırladığınız gibi, Nasîrüddîn Tûsî’nin felsefî, hikemî ve irfanî düşünceleri üzerine bir yolculuğa çıkmıştık. Bu büyük düşünürün gerçekleştirdiği diyalogları saygıdeğer üstadımızın nefis ve kıymetli kitabı Diyalog Filozofu Nasîrüddîn Tûsî’yi esas alarak açıklıyorduk. Sadrüddîn Konevî’nin Tûsî’ye yazdığı mektup da kitapta ele alınan konulardan biridir. Konevî bu mektupta Tûsî’ye düşüncelerinin eksenini oluşturan şeyleri sormuştur. Bu yazışma, üstadımızın kitabında “Sezgi ve Düşüncenin Görkemli Bir Diyalogdaki Uyumu” başlığıyla ele alınmıştır. Gerçekten de ismiyle müsemma bir başlık ve içerik…

Evet, üstad, sizin de belirttiğiniz gibi Sadrüddîn Konevî, Muhyiddîn ibn Arabî’nin seçkin öğrencilerinden ve kâmil halifelerinden idi. Asla sıradan bir şahsiyet değildi. İrfân alanında böylesine üstün bir şahsiyet, Tûsî’ye bir mektup yazıyor. İzin verirseniz bu mektubun bazı paragraflarını aktarmak istiyorum; sonrasında zât-ı âlinizin açıklamalarından istifade edelim:

Konevî, mektubunun ilk satırlarında Tûsî’yi çok güzel bir şekilde övüyor:

Azametli Hâce, yüce faziletlerin sahibi, ilklerin ve sonların iftiharı, asrın hakîmlerinin sultanı, dehrin (zamanın) ihsânı, halkların ve dinin yardımcısı…

Kısacası saydığı tüm sıfatlar, Tûsî ile özdeşleşmiş şeylerdir. Bu ifadelerde bir dalkavukluk veya abartı söz konusu değildir. Daha sonrasında Konevî, mektubun ana temasına bir giriş yapıyor. Bu bölüm oldukça uzun:

Vuslat kapısını açmak isteyen muhlisin hedefi o zatla gerçekleşmiştir. Bu buluşmaya (likâ) talip olmanın yollarından biri de yazışmaktır; zira onu buluşmanın iki yolundan biri olarak tanımlamışlardır. Bu nedenle mektubun bu giriş bölümünün “ilmin faydaları”ndan – ki bunlar nefislerin terakkisinin en yüce suretleridir – yoksun kalmasını ve o şerîf zatın düşüncelerinden ve bu düşüncelerden elde ettiği sonuçlarından nasipsiz olmasını istemedim.

Üstad, Tûsî’nin cevabına geçmeden önce, bu giriş bölümünde açıklanması gereken şeyler olduğuna inanıyorsanız, buyrunuz. Sonrasında yine mektubu okumaya devam edeceğim.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Evet, sizin de belirttiğiniz gibi Sadrüddîn Konevî marifet ehli büyük âriflerdendir. O İbn Arabî’nin yalnızca öğrencisi değil, aynı zamanda çocukluğundan beri kendisini onun eğitmenliğine teslim etmiş bir şahsiyettir.

Lârîcânî: Evet, aynı zamanda evlatlığı oluyor.

Dînânî: Evet, hem lafızda hem de manâda… Yani gerçekte, küçüklüğünden beri İbn Arabî’nin gözetiminde büyümüş ve yetiştirilmiştir. İnsaflıca söylemek gerekirse o, büyük kabiliyetlere sahipti. İbn Arabî’nin en iyi halifesi oydu. Bu tespitin ne kadar isabetli olduğu, kendisinden geriye kalan eserlerin derinliğinde de ortaya çıkmaktadır. Her hâlükârda onun eşsiz bir ârif olduğunu söylemek mümkündür. Bu büyük ârifin, çağdaşı olan Tûsî ile yazışmaları mevcuttur.

Sizin de okumuş olduğunuz bu mektubun giriş bölümünde, oldukça ilgi çekici cümleler ve ifadeler yer almaktadır. Onun Tûsî hakkındaki övgüleri kesinlikle bir abartı veya dalkavukluk içermez. Tûsî’yi zamanın (dehrin) iyiliklerinden biri olarak vasfetmiştir. Evet, zamanın bazen iyilikleri bazen de kötülükleri vardır. Zamanın tüm iyiliği bazen bir şahısta zuhur eder. Elbette ki, Konevî’nin kendisi de zamanının iyiliklerinden/güzelliklerinden biridir. Dehrin iyiliklerinden biri olan Konevî, Tûsî’yi de zamanın iyiliklerinden biri diye anıyor.

Burada benim üzerinde durmak istediğim en ilginç cümle, “yazışmanın, buluşmanın iki yolundan biri olduğu”nun söylendiği cümledir. Yani o, aslında Tûsî ile yüz yüze görüşmeyi arzulamıştı. Ancak Konevî, içinde bulunduğu birtakım koşullardan dolayı bu görüşmenin mümkün olmadığını biliyor… Bu nedenle bu buluşmanın mektup yoluyla da olabileceğini belirtiyor. Müvâsale (buluşma, bir araya gelme), mükâtebe (yazışma) yoluyla hâsıl olmaktadır. Yani yazışma bir tür buluşma ve kavuşmadır. Konevî bunu buluşmanın iki yolundan biri olarak adlandırıyor.

Bildiğiniz gibi bazı görüşmeler sözlü iken bazıları da kalemîdir. Gerçekte bu mektuplarda bir fikir alışverişi de suret bulmaktadır. Nihayetinde, sizin de vurguladığınız gibi, kitabımın ismi, Diyalog Filozofu’dur. İlk programlarımızda da ele aldığımız gibi, Tûsî zaten diyalog filozofu idi. Ârif olan bu büyük şahsiyet de (Konevî) diyalog ehli bir zat idi; zira mektubunun giriş bölümünden de anlaşılacağı gibi, diyalogdan ve bunun faydalarından söz ediyor. Eğer yüz yüze görüşme imkânı yoksa bilmeliyiz ki yazışmak da buluşmanın iki yolundan biridir. Bu yazışma ve diyalog, ilmî suretlerin bir tekmili mesabesindedir. İlmî suretlerin tekmili ne demektir? Diyalogda bir infitahın (açılmanın) gerçekleşmesi ve ilmî suretlerin tazelenip yenilenmesidir. Burada karşılıklı olarak sürekli bir şeyler söylenmekte ve düşünce de yükselişe geçmektedir. Eğer diyalog olmazsa, fikir donar. Diyaloğu olmayan bir düşünce, donuktur. Daha önce buna defalarca değinmiştik: Kişinin diyalog kurabilmesi için, mutlak anlamda bir başkasına ihtiyacı yoktur; bunu kendi kendisiyle de yapabilir. Yani monolog da bir tür diyalogdur. Bizler yalnız kaldığımızda kendi kendimizle konuşuruz. Bunun bir de iki âlim ve ârif arasında gerçekleştiğini bir düşünün… Birçokları Tûsî’nin mütekellim yönünü vurgularken ben onu hem büyük bir filozof hem de büyük bir ârif olarak görüyorum. O aynı zamanda ârif de olmasaydı, Sadrüddîn Konevî gibi büyük bir ârifle bu kadar rahat ve kolay bir şekilde yazışabilir miydi? Hiç şüphe yok ki bu, faydalı ve verimli bir diyalog idi.

Bu yazışmayı ilginç kılan bir diğer husus, Konevî’nin, İbn Arabî’nin halefi ve büyük bir ârif unvanıyla, aklî tekâmülden söz etmesidir. Pekâlâ, mükâşefe, müşâhede ve rüya gibi şeylerden de söz edebilirdi, öyle değil mi? Buradan, tekâmül etmesi gereken şeylerin akıl ve ilmî suretler olduğunu anlıyoruz. İnsanın aklı ne kadar kâmil olursa, vücûdî vüsatı (varlıksal genişliği, kapasitesi) da bir o kadar genişler. Bizler bu programda pek çok kez, âlemin aklın bir zuhuru olduğundan söz ettik. Aklın genişliği, tümellerin genişliğiyle doğru orantılıdır. Çünkü o, mürselât ve külliyât âlemidir.

Bundan uzun zaman önce, şu an ismini hatırlayamadığım Batılı bir düşünürün çok güzel bir sözüne denk gelmiştim: “Şeytan daima tikellerdedir (cüz’iyât).” Şu sözün derinliğine bir bakın! Şeytan’ın var olmadığı bir yer düşünülebilir mi? O her yerde mevcut. Ancak o nerede bulunuyorsa, bulunduğu yer mutlaka bir tikelin yeridir. Bu ne anlama geliyor? Şeytan’ın tümellere ulaşamaması anlamına… Bu da onun akıl âlemine ulaşamadığını gösterir. Eğer biraz önceki sözü yorumlayacak olursak, onun dolaylı olarak bu anlama geldiğini söyleyebiliriz. Tümelleri algılamak aklın işidir. Şeytan akıl âlemine ulaşamadığından, daima tikellerde zuhur eder. Dolayısıyla insanın tikeller konusunda her zaman dikkatli olması gerekir. İnsanın tümellere erişebilmesi ne demek? Saf akla ulaşması demek… Bu, aklî bir ilerleyiştir. Eğer insan aklen rüştüne erer ve mürselât (tümellerin bağımsızlığı) âlemine ulaşırsa, Şeytan’ın, kendisine erişemeyeceği bir makama erişmiş olur. Bu açıdan Şeytan’ın cirit attığı yerin tikeller ve hayâl âlemi olduğunu söyleyebiliriz. Şeytan, insana duyu ve hayâl âlemlerinden (Şeytanî tahayyüller) musallat olur. Yine duyu âleminde de insana galip gelip, onu aldatabilir. İster gözler ister kulaklar yoluyla aldatsın, fark etmez. Genel olarak Şeytan, duyusal menfezlerden nüfuz eder. Aynı durum vehim ve hayâl için de geçerlidir. Zira vehim de, cüz’î (tikel) manaların âlemi idi. İnsan külliyât ve mürselât – ki bunlar akıl âlemidir – âlemine ulaşır ulaşmaz Şeytan’ın yolu kapanır. Dolayısıyla Konevî’nin, zamanın iyiliklerinden biri olarak andığı Tûsî’ye yazdığı bu ifadeler, aynı zamanda onun Tûsî’yi akıl âlemine erişmiş bir kimse olarak gördüğünü de göstermektedir. Bu açıdan, Tûsî’yi iyi tanımış olan bazı büyüklerimizin, onu “on birinci akıl” (akl-ı hâdi-i aşer) olarak adlandırmaları boşuna/sebepsiz değildir. Bildiğiniz gibi önceki dönemlerde dokuz feleğin ve birinci akıldan onuncu akla kadar on aklın olduğuna inananlar mevcuttu. Ancak bu görüş, günümüzde artık terk edilmiştir. Akıl ondan ve binden fazladır; kısacası sonsuzdur. Fakat akılların on tane olduğuna inanan bu kimseler, Tûsî’nin on birinci akıl olduğunu söylemişlerdir. Bu tabir, bir mecaz ya da mübâlağa değildir. Tûsî âkil bir kimsenin aklının bir tezahürüdür. Onun tüm eserleri akılcıdır.

Lârîcânî: Üstad, bu ifadelerde geçen “buluşma” sözcüğü üzerinde de biraz duralım istiyorum. Mektupta “vuslat kapısının açılması” diye bir ifade geçiyordu. İnsan, bazen karşısında olan suretlerle iç içedir, bir aradadır; ancak buna rağmen onlarla arasında bir vuslat gerçekleşmez. Dolayısıyla bu vuslatın yazışma yoluyla tahakkuk etmesi veya farklı yolları icat etmesi olasıdır. Mevlânâ’nın da söylediği gibi, “nice vakitler bir Türk ile Hintli aynı dili konuşabilirken, iki Türk’ün birbirine yabancı olması” da mümkündür. O halde, “Mahremiyetin dili, başka bir dildir. Gönüldeş olabilmek, aynı dili konuşmaktan çok daha güzeldir.” Bu ittisal (birliktelik, buluşma) gönüllerin bir buluşması mıdır, yoksa düşüncelerin mi? Yani onun, suretleri de kapsadığı söylenebilir mi?

Dînânî: Çok önemli bir konuya işaret ettiniz. Zira düşünce tarihinin en köklü sorunlarından biridir bu. “İttisâl” sözcüğü, “müvâsele” ile aynı köktendir; sadece Arapçada girdiği bâbdan dolayı [“ittisâl” sözcüğü, ifti‘âl bâbındandır], “ittisâl” sözcüğünün kök harflerinden biri olan “vâv” bu bâbdâ düşmüştür. Dolayısıyla “ittisâl”in ne olduğuna bakmak gerekiyor. İttisâl sözcüğünün karşıtı, infisâldir. İnfisâl de dağınıklık ve parça parçalık anlamlarına gelir. Duyuların ötesine adım atamayan sensüalist (duyumcu), pozitivist düşünürler veya duyumcu ya da en fazla, “hayâlci” olarak adlandırılan kimseler, ittisal dendiği zaman, cisimsel bir ittisâli anlarlar. Elbette, cisim muttasıldır (bitişik ve sürekli) ve hakîmlerimiz de cismin tanımında bu ifadeye yer vermişlerdir: “Cisim haddizatında muttasıldır.” Evet, parçalarına ayrılmadığı sürece, cisim muttasıldır. Buraya kadar bir itirazımız yok. Peki, eğer cisim haddizatında muttasıl ise, bu durumda iki cismi yan yana koyduğumuzu bir düşünelim. Onlar bu birlikteliği anlarlar mı? Evet, zahirde bitişiktirler. Hatta muttasıl tek bir cismi ele alalım: Örneğin, önümüzdeki şu masanın da kendi içinde bir ittisâli söz konusudur. Masanın, ittisâli teşkil eden bir tarafı ile diğer tarafının birbirlerini anladığını söyleyebilir miyiz? Bu tarafların hiçbiri, bunun ayırdına varmaz. Bundan bir adım öteye geçecek olursak, örneğin atomlar… Onların da hiçbir bileşeni (proton, elektron vd.) bir diğerini anlamaz. Yine de onların bu birlikteliği (ittisâl), cismi meydana getirir. Bu cismânî ittisâl mevcuttur; ancak yeterli değildir. İçinde vahdet olan gerçek ittisâl – yani bir şeyin tüm taraflarının, birbirleriyle iç içe olması – ancak düşünce ve akıl âleminde tahakkuk eder. Ruhlar âlemindeki iki ruh, birbirleriyle birleşebilir ve bir olabilirler. İki ruh arasındaki birliktelik düşünce yoluyla gerçekleşir. O halde düşünce, iki ruh arasındaki bu birlikteliğin neresinde tezahür eder? Sözde, kelâmda, yazıda ve yazışmada… Hatta bakışlarda… İki düşünce birbiriyle ilişki kurduğunda, artık tek bir düşünce olurlar. Gerçek vuslat, iki düşünce arasında vuku bulur. İki düşünce birbiriyle buluştuğunda vahdet hâsıl olur ve bunlar tek bir düşünce oluverirler. Onlar birbirleridirler. Bakınız, Tûsî ile Konevî arasındaki coğrafî uzaklık hayli fazladır. Tûsî ya Merağa’da ya Alamut kalesinde ya da Horasan’da idi. Bilahare nerede olursa olsun, sonuçta buralar onun yaşadığı yerlerdi. Konevî ise Türkiye’deki Konya şehrinde idi. O dönemlerde uçak, telefon, SMS ve internet gibi ulaşım ve iletişim araçları yoktu. Buna rağmen aralarında ruhî bir birliktelik söz konusu idi. Bu yazışmalara baktığınızda sanki Tûsî’nin Konevî, Konevî’nin de Tûsî olduğunu görürsünüz. Düşünceler o kadar birleşmiştir ki… İşte mana âlemi, tek bir şeydir. Bunların bir şuûnu olsa da, nihayetinde tek bir şeydirler. Aralarında fersahlarca uzaklık olsa dahi, ruhen birliktedirler. İki ruh ve düşünce dünyanın bir ucunda da olsa birbirleriyle yine de irtibat kurabilir, birbirlerini anlayabilir ve bir olabilirler. Diğer taraftan, düşünce bakımından birbirine yakın olmayan iki beden, yan yana da olsa veya onları birbirlerine zincirlerle de bağlasanız, bunlar arasında bir ittisâl meydana getiremezsiniz. İşte birbirlerinden fersahlarca uzak olanlar bunlardır aslında. Hatta çoğu kez birbirlerine vâsıl olmamakla kalmaz, birbirlerinden nefret de edebilirler. Bir yabancı olup çıkarlar. Buna mukabil, onların fikirleri buluşacak, yani aralarında düşünsel bir birliktelik kurulacak olsa, biri Doğu’da diğeri Batı’da da olsa gerçekte bir olacaklardır. Eğer fiziksel olarak da yakın iseler nûrun alâ nûr! İnsanları birbirine yakınlaştıran şey, düşüncelerin birliği, uzaklaştıran şey ise düşüncelerin ayrıklığı ve parçalanmışlığıdır. Yani insanları birbirinden ayıran şey, onların düşünce biçimleridir. Uzaklık düşüncelerin uzaklığı, yakınlık ise düşüncelerin yakınlığıdır. Düşünce, ruhun ve nefsin şuûnundandır. Dolayısıyla yakınlık ve visal, ruhâniyât âlemindedir; cisimde visâl ve vuslat yoktur. Ulemânın ifadesiyle, cismin bir başka cisimle olan yakınlığı, insanın bir taşa yakınlığı gibidir. İki taşı bir araya getirirseniz ne olur? Hiçbir şey. İrtibat denen şey, aslında ruhsal bir irtibattır. Bu ruhsal irtibatın ne olduğunu açıklayacak olursam, onun, manevî şeylerde carî olan kâmil bir vahdet olduğunu söyleyebilirim. Hatta duyusal ve cinsî şeylerde dahi ruhsal ittihat yoksa bunların bir anlamı olmayacaktır. Bu konulara bir girersek bir daha çıkamayız, ne var ki ben de girmek istemiyorum zaten. Kısacası bu birliktelik oldukça önemlidir. Aksi takdirde bu şekildeki iki insanın birlikteliği, iki taşın birlikteliğinden farksız olmayacaktır. Bu konuyu en iyi özetleyecek şey, Mevlânâ’nın bir beytidir ve gerçekten de o bunu çok güzel bir şekilde ifade etmiştir. Nitekim kendisi de âriflerden biri değil miydi?

Kurtların ve köpeklerin ruhları birbirinden ayrıdır

Allah’ın aslanlarının ruhları ise müttehittir

Nihayetinde bizim, bir düşünce birliğinin peşinde olmamız gerekir. Yani şahıslarla düşünce vasıtasıyla yakınlaşmalı ve yine onun vasıtasıyla düşünsel bir ilerleme kaydetmeliyiz. Düşüncenin düzeyi ne kadar aşağılarda olursa, o kadar ayrık ve dağınık olur. Duyu âlemindeki her şey birbirinden ayrıdır. Kişi duyu âleminin ötesine (hayâl, akıl…) geçtikçe, düşünce de ilerlemiş olur ve vahdet meydana gelir. İnsanlar düşüncede birleşebilirlerse, hep birlikte vahdete erişebilirler. Böylece ihtilaflar ortadan kalkar. Bu, elbette bir arzu ve temenni… Bunun felsefî ve irfânî boyutta böyle olsa da pratikte bu şekilde olmadığını söyleyebilirsiniz. Ancak arzu etmekte ne sakınca vardır ki? Bu, neticede bir ümit… Böyle bir arzumuzun olması çok doğal… Veya buna “ütopya” da diyebiliriz. Her bir insan bir ütopyanın arzusuyla yaşar. İnsanlık daima mitoloji ile ütopya arasında gidip gelmiştir. Mitoloji geçmişe aitken, ütopya gelecekle ilişkilidir. İnsan geçmişteki mitolojilerden bir takım şeyleri alır, ütopyada ise geleceğe dair şeylere ümit besler. Bunları söylemekte ne gibi bir mahzur olabilir ki? Çağımızdaki insanların düşünsel bir birliğe ulaşmalarının önündeki engel nedir? Şiîler olarak büyük bir özlemle beklediğimiz evrensel barış örneğin… Başkaları da bu tarz beklentiler içindedir ama bizler birer Şiî olarak bunu beklediğimizi sarahatle ifade ediyoruz. Bizler bir bekleyiş içindeyiz. Bu barış ne zaman gerçekleşecek? Düşünceler birleştiği zaman… Düşüncelerin birliği ne zaman meydana gelir? Düşünceler seviye atladığı zaman… Düşünce ilerlemeksizin, bu âlemde bir barışın oluşabilmesi imkânsızdır. Bu yükseliş ile birlikte insanlar da birbirleriyle yakınlaşacaktır. O Hazret’in zuhuru, düşünceleri ilerletecek ve barış o zaman meydana gelecektir. Siz burada vuslatın ne olduğunu sormuştunuz ya – sizin biraz önceki sorunuz buydu -… İşte bu anlattıklarımızdan, vuslatın öncelikle düşüncede olması gerektiğini anlıyoruz. Konevî ile Tûsî’nin vuslatı (müvâsele), fikrî bir vuslattır. Yani onlar, gerçekte birdirler. Kitabımda da belirttiğim gibi, gerçekten de azametli ve görkemli bir diyalog onlarınkisi… İki hakîm ve ârif birbirleriyle ne kadar güzel konuşmuşlar! Bizler tıpkı bir şiirde geçtiği gibi, [bu âleme gelmezden önce] saf idik, ancak bu âleme geldikten sonra yozlaştık. Bu âlem, tefrika (ayrılık, farklılık, başkalık) âlemidir. Tefrikada kaldıkça sulh de gerçekleşmez. Bu tefrikaları azaltmamız gerekir. Bu da neyle mümkün olur? Aklın ilerleyişiyle. Aklî ilerleme olmadan tefrikalar ortadan kalkmaz.

Lârîcânî: Çok güzeldi üstad. “Vuslat” ve “müvâsele”den başlayarak çok güzel konulara girmiş olduk. Buna gerçekten ihtiyacımız da vardı.

Sadrüddîn Konevî Konya’da, Tûsî ise Alamut kalesinde… Ama ruhları birbiriyle sohbet ediyor. Gerçekte aralarındaki bu yazışmaların bir bahane olduğunu söyleyebiliriz. Zira eskiler hep böyle yaparlardı. Buradan yola çıkarak önemli bir şey sormak istiyorum. Çünkü Mevlânâ da Mesnevî’sinde buna ayrı bir ihtimam göstermiştir: O, iki arının aynı çiçekten beslendiğini, ancak birinin zehir diğerinin ise bal verdiğini söylüyor. Sonrasında bu şekildeki yüzbinlerce benzer arasındaki farkın yetmiş bin senelik farka denk olduğunu, yani zâhirde aynı gibi görünseler de iç dünyalarında aralarında büyük farklılıkların olduğunu vurguluyor.

Günümüz dünyasında çok revaçta olan kavramlardan biri, “evrenselleştirme” kavramıdır. Yani insanlar arasındaki farklılıkların ve ülkeler ve coğrafyalar arasındaki sınırların ortadan kaldırılmasının amaç edinilmesi… Bu iddiada bulunan pek çok filozof vardır. Sorum şu: Daha düşünce dünyasında sağlanamayan bu birliğin, dış dünyada “evrenselleşme” adı altında sağlanabilmesi mümkün müdür?

Dînânî: Bu sorunuzla konuya çok farklı bir perspektif katmış oldunuz. “Evrenselleşme, küreselleşme” bir arzudur. Bu kavram, günümüzde küçük bir çapta da olsa tahakkuk etmiştir. Bu alanlardan biri de hiç kuşkusuz kitle iletişim araçlarıdır. Daha önce de birçok kez belirttiğim gibi, içinde yaşadığımız bu çağ, bir iletişim çağı olması itibarıyla diğer tüm çağlardan farklıdır ve bunun bir benzeri daha önce tecrübe edilmiş değildir. Teknolojik açıdan kastediyorum bunu. Yani teknolojik anlamdaki “irtibat”ın çağımızda tahakkuk etmiş olduğunu, hatta belki de günden güne daha da kolaylaştığını söyleyebiliriz. Oturduğunuz yerden, dünyanın bir ucundaki tanıdıklarınızla sesli ya da görüntülü bir şekilde görüşebiliyorsunuz. Bu anlattıklarım, meselenin yalnızca teknolojik boyutudur. Tabii ki bu boyut da oldukça önemli. Bu söylediklerimden, mezkûr boyutu önemsemediğim ya da küçümsediğim anlaşılmasın lütfen… Bu, insanlığın nail olduğu büyük keşiflerden biridir. Ancak buna rağmen, gönüller henüz birbirine yakın değil. Bu teknolojik boyutun daha çok reklamsal bir boyutu vardır. Ve bir parça da dayatmacı bir boyutu… Yine de diğer başarıları göz ardı etmek olmaz. Velhasıl bir husus daha var ki, o da bu meselenin propaganda boyutudur. Daha önce programlarımızın birinde buna değinmiştik. Burada amaç teknoloji vasıtasıyla belli bir fikre ya da propaganda malzemesine bir cazibe katmaktır. Üstelik bunu nasıl sunacaklarını iyi biliyorlar ve oluşturabilecekleri duygusal etkileri iyi hesaplıyorlar. Burada görsel ve işitsel birçok unsurdan ve programdan faydalanıyorlar. Görselin etkisi her zaman daha fazladır. Doğal olarak, bu tekniğe daha çok vâkıf olan, propaganda savaşını kazanır. Bu, inkâr edilebilecek bir şey değildir. Peki, tüm bu gelişmelere rağmen, gönüller birleşebiliyor mu? Peki, bu mevcut irtibatlar – ki günümüzde teknoloji gerçekten de had safhada ve şaşırtıcı bir hızla ilerleme kaydetmiştir – eğer kendi içinde bir maneviyat taşımış olsaydı ve hali hazırdaki şekilsel, işitsel ve görsel irtibatları yönlendirebilseydi, bu ses ve görüntüler, renk ve şekiller bir anlam barındırabilirlerdi. Yani fikirlerde bir ilerlemenin, yücelmenin (teâlî) sağlanmasına katkıda bulunsaydı, belki bu yolla gönüllerimiz de birleşebilirdi. Söylediklerime dikkat ediniz, lütfen. İnsanların, duygularının tesiri altında kalmaları yeterli değildir; çünkü gönül henüz sükûnete kavuşmuş değildir. Eğer yüce bir düşünce var olsaydı veya mütefekkir şahıslar sahaya çıkmış olsaydı – ki bana kalırsa, dünyadaki tüm düşünürler, özellikle düşünsel açıdan kendine belli bir mesafe katettirmiş kimseler sahaya çıkmalıdır… Büyük düşünürler arasındaki düşünsel ilerleme… Tüm geçici menfaatler bir kenara bırakılarak… Bakınız, siyasî menfaatler geçicidir. Bunlar bir tür husumettir ve kişiler, kendi menfaatlerini gözeterek birbirlerine saldırırlar. Büyük mütefekkirler bunları aşıp bir araya gelmeli, insanlara aşkın (müteal) düşünceleri açıklamalı ve gönülleri sarsmalıdırlar. Böylelikle bu hissî ve hayalî aldatmacanın bir nebze de olsa önüne geçebilirler. Eğer fikirlere bu teknolojik ilerlemeler vasıtasıyla aşkınlık katabilirlerse, öyle sanıyorum ki, dünya, vahdete daha kolay ulaşacaktır. Ne yazık ki günümüzde bu çabalar oldukça az. Bu büyük düşünürlerin bir köşeye çekilmelerine anlam veremiyorum. Dünyanın her yerinde böyle düşünürler muhakkak vardır. İşte onlar sahaya çıkmalı ve fikirlerini dünyaya sunmalıdır. Doğu’dan ya da Batı’dan, hiç fark etmez… Büyük düşünürler sessiz kalmamalıdır. Eğer onlar insanları içinde bulundukları bu husumetlerden kurtarabilseler… Farz edin ki, bir savaşın içindeyiz… Hatta günümüzün teknolojik ifadesiyle, bir siber savaştayız. Bu, gerçekte sıcak bir savaş değil, bir tür soğuk savaştır. Kılıçla ya da top ve tüfekle yapılan türden değil… Bu, hayal mertebesinde ve şahsî menfaatler düzeyinde bir fikir savaşıdır. Şahsî veya ulusal menfaatler düzeyindeki bir fikir savaşı… Kısacası, bütünüyle bir husumet söz konusu… Eğer düşüncenin ufukları bir adım ileriye giderek insanî ve manevî olur ve bu bağlamda fikir alışverişleri gerçekleştirilirse, tüm bu husumetler ve keşmekeşler azalacak, hatta tedricî bir şekilde ortadan kalkacaktır. Bu sayede vahdete erişilebilecektir.

Lârîcânî: Üstad, teknolojinin, görünürde bir birliği meydana getirdiği doğrudur; ancak buna rağmen düşüncelerin öznelliği günden güne artmaya devam etmektedir. Bu çoğu kez iki ülke, bir toplumun üyeleri, hatta aile üyeleri arasında dahi meydana gelebilmektedir. Yani taraflar, bu teknolojik araçlarla, etrafındaki kimselerle olduğundan daha fazla irtibat kurmaktadır. Düşüncelerin bu ölçekte (aile, toplum, komşu ülkeler vd. ölçeğinde) birliğini sağlamak için neler yapılmalı sizce?

Dînânî: Bu da çok önemli bir diğer mesele… Bakınız, biraz önce de belirttiğim gibi, bizler şaşırtıcı hızla ilerleyen bu bilim ve teknolojinin azametini inkâr etmiyoruz. Ancak bu dünyanın hiçbir zaman değişmeyen bir özelliği vardır ki, o da onun iki boyutluluğudur. Teknolojinin ilerleyişi ve birçok şeye erişim imkânı günümüzde pek çok şeyi kolaylaşmıştır. Örneğin, internette online bir kütüphaneden faydalandığınızı varsayalım. Burada tüm kitaplar erişiminize açıktır ve siz de oturduğunuz yerden bunların tamamına ulaşabilirsiniz. Aradığınız her şey, o cadı kazanının (bilgisayar, internet) içindedir. Ne yazık ki bu ilerlemeler, birtakım şeyleri kolaylaştırmanın yanında, insan zihnini tembelliğe, kolaycılığa ve hazıra konmaya da alıştırmıştır. Erişimin bu denli kolaylaşması, bir anlamda sizi de daha gelişkin kılmış, aynı zamanda hızınıza da hız katmıştır. Örneğin eskilerin on yılda yazabileceği bir kitap, şimdi bir haftada yazılabilmektedir. Çünkü kaynaklara erişim hızı ve imkânı o dönemlere nazaran daha da artmıştır. Fakat tüm bu kolaylıkların bir de handikapı vardır ki, o da insan zihninin tembelleşmesidir. Buna daha önce de değinmiştik, teknoloji tıpkı bir fast-food gibidir; bir iki lokma bir şeyler yer, hemen kalkarsınız. Yani o, insandan tefekkür gücünü ve bunun derinliğini almıştır. Surete ve zâhire ne kadar yönelirseniz, bâtından da bir o kadar gafil kalırsınız. Geçmişteki büyüklerimiz, bu âlemin iki yönlülüğü hakkında çok güzel şeyler söylemişlerdir. Bizler bir kitabı ya da metni okuduğumuzda – ki bu âlem de bütünüyle bir kitaptır – onun, okuru karşısında iki durumunun olduğunu görürüz: Hem tanıdık hem de yabancı olma… Bu bilgisayar veya kitap size hem tanıdıktır hem de yabancı. Onu okumanız ve ondan bir şeyler öğrenmeniz hasebiyle size tanıdık gelir; başka bir açıdan ise size yabancıdır, çünkü onun derinliklerine inememişsinizdir. Yazılan bir metnin ya da örneğin bir mektubun arkasında hep bir soru vardır. Önce bu içsel soruyu keşfetmek gerekir. O soru da şudur: “Bu cümle hangi soruya bir cevap olarak yazılmıştır? Okuduğum kitabın bu sayfası, hangi sorunun cevabıydı?” Kitaplar ya da yazılı herhangi bir şey, cevabı verilemeyen bu gibi sorular hasebiyle, bizlere yabancıdır. Dolayısıyla sizin tüm çabanız bu yabancılığı ortadan kaldırmak olmalıdır. Hiçbir dili bilmeyen, okuma yazması olmayan kimseler için geçerli değildir bu durumlar. Ancak belli bir dili bilen, bilgisayarın diline aşina olan siz henüz önünüzdeki metnin diline ve muhtevasına yabancısınızdır. Yapmanız gereken ise metinle diyalog kurmaktır. Kitap da ne ki?! Evrenle bile konuşmak gerekir. Burada yine ister istemez Tûsî’nin diyaloglarına dönüyoruz. Evet, o, diyalogun filozofudur. Dolayısıyla diyalog kurulmalı ve bunda samimi ve doğru sözlü olunmalıdır. Metinle olan bu diyalogdaki yabancılıklar, yine aynı diyalogda hüküm süren samimiyet ilkesiyle giderilmelidir. Diyalog ne kadar nitelikli olursa bu yabancılıklar da aynı oranda ortadan kalkacak ve aşinalığa dönüşecektir. Aşinalık hâsıl olduğunda evrensel ve bütüncül bir sulh de hâsıl olmuş olur. Bunu yolu da, yabancılıkları ortadan kaldırmaktan geçer. Yabancılık kendi kendine ortadan kalkacak bir şey değildir elbette. Kısacası karşılaştığımız her metne bir açıdan yabancı, bir açıdan da aşinayız. Bizler yabancılık ile aşinalık arasında yaşamaktayız. Peki, bu ikilemde yapılması gereken nedir? Yabancılıkları ortadan kaldırmak… Bizim işimiz bu olmalı. Yabancılıklar ne kadar ortadan kalkarsa, birlik, birliktelik ve sulh de o oranda tahakkuk edebilecektir.

Lârîcânî: Üstad sizce de bizler, canın/ruhun cevherini yitirmedik mi?

Dînânî: Evet. Ruhun cevheri yitirildi. Açıkçası günümüz dünyası da bu cevhere susamış vaziyette. Ne yazık ki, bu susamışlık gereğince tatmin edilebilmiş değildir. İnsan hangi imkânlara sahip olursa olsun, yine de o susamışlığı hissetmektedir. Bu durum, fark etmeksizin, herkes için geçerlidir. Günümüz insanı, tüm bu bilgi kirliliğine ve iletişim araçlarının gelişmişliğine rağmen şaşkınlığından kurtulabilmiş değildir. Bunun sebebi de, onun, ruhun cevherine ulaşamamış olmasıdır. Bizler ruhun cevherinin yolunu açabilmek için, önce maneviyatın yolunu açmalı ve maneviyatın diliyle konuşmalıyız. İnsanlığın kulağı bu anlamda ne kadar açık olursa, manevî şeyleri de o nispette kolayca işitebilecektir. Bazı insanların dalâlete saplanması ve kalplerine bir perdenin inmesi mümkündür. Hakikate kulak tıkayan bu gibi insanlar vardır ne yazık ki… Ancak elbette ki herkes böyle değildir. Dolayısıyla kulakları evrene karşı açık olanlar bu kimseler – ne mutlu ki böyle insanlar hâlâ var – için manevî şeyler söylenmelidir. Hatta söylenmesi de yetmez, bunların doğru bir şekilde aktarılması da gerekir. Sonuç itibariyle bu nida, tüm âleme ulaşmalıdır. Manevî şahsiyetler sahaya çıkmalı ve manevî şeyler söylemelidirler. Böylece kulaklar, manevî şeyleri işitmeye hazır olurlar.

Lârîcânî: Mevlânâ’nın da söylediği gibi, “Yeni şeyler söylenmeli, böylece ruh da tazelenmiş olur.”

Dînânî: Evet. Yani tekrarî şeyler söylemekten uzak durmalı. Tekrar usandırıcıdır, Sayın Lârîcânî. Belki de burada, “yeni bir söz”ün ne demek olduğunu sorabilirsiniz. Yeni bir sözü, ancak yeni ve taze bir ruha sahip kimseler söyleyebilir. Kimler taze bir ruha sahiptir? Hakk’ın sonsuz kaynağına muttasıl olanlar… Hakk’ın membaına muttasıl olmayan bir kimsenin, taze bir ruhunun olabilmesi mümkün değildir. Yeni söz, Hakk’ın sözüdür. Eğer sizin hakkânî ve manevî yönünüz kuvvetli olursa, her an taze ve yenisiniz demektir. Böylece sözünüz de yeni olur. Dünya bir yeni sözle yenilenir; hatta bambaşka bir şekle bürünür. Dünya, sizin sözlerinizin anlamıdır; ya da sözlerin anlamı… Kişilerin dünyası, onların düşünce dünyalarıdır. Herkesin dünyası, kendisinin içinde yaşadığı dünyadır. Eğer insanlar manâ ehli olup, maneviyatın o sonsuz âlemine muttasıl olsalardı, onların taze bir ruhları olurdu. O ruh, maneviyatın sonsuzluğuna muttasıl ise, söyleyecekleri yeni olur, böylece kâinât da yenilenir. Bu ittisal olmazsa, sözler tekrardır. Mükerrer sözler ise bıktırır.

Lârîcânî: Gerçekten de Mevlânâ, evreni çok iyi tanımış. O, insanın varlığındaki ruhun tıpkı akan bir su gibi gaybdan geldiğini söylüyor. “Gaybdan daima yeni şeyler gelir, tenin dünyasından ise dışarıya atılacak şeyler gelir.

Dînânî: Gayb âleminden yeni şeyler geldikçe, insanın bedensel taalluklarından arınması da kolaylaşır.

Lârîcânî: Dini nasıl da durağanlık ve pasiflikle nitelendiriyorlar!

Dînânî: Çünkü irfâna tahammül ve takatleri yok. Hangi dinden olursa olsun dinin kabuğunda ve zâhirinde kalan kimse, gayb âleminden sürekli olarak gelen o yeni şeyleri idrak edemez. Oysa aslında evrenin kendisi dahi her an yenilenmektedir. Buna daha önce de değinmiştik. “Yeni” nereden gelir? Yeni olan bu âlem değildir; gaybdan gelenlerdir. Gaybın perdelerinin daima açık olması gerekir. Bu perdeler kapalı olursa, yeni şeyler ulaşamaz. Bir nehre bakın mesela. O daima yenidir. Eski nehir diye bir şey var mıdır? Kapalı bir alanda kalıp, bir denize ya da nehre ulaşmayan su eskir ve bir süre sonra kokar. Buna karşılık nehir ve deniz asla eskimez. Peki, havuz suyu bir müddet sonra ne olur? O da kokar. Nehrin eskimemesinin nedeni nedir? Çünkü onun suyu, sizin bilmediğiniz sonsuz bir kaynaktan gelir. Deniz niçin eskimez? Çünkü sonsuzdur. Siz sonsuzluğa ve ilâhî kaynağa ulaştığınızda, eskimediğinizi göreceksiniz. Sonsuz kaynak neresidir? Benim nereye vâsıl olmam gerekir? Hakk Teâlâ’ya… Aynı şekilde siz de sonsuzluğa ulaştığınızda artık bir derya olur, böylece hiç pörsümezsiniz! Çünkü denizin suyu hiçbir zaman eskimez ve kirlenmez. Daima yenidir, tıpkı nehir gibi… Sonsuz olan nerededir? Onun için Mars’a ya da galaksilere mi gitmem gerekir? Orası da sınırlıdır. Nereye giderseniz gidin her yer sınırlı ve sonludur. Sonsuzluk, kişinin kendi derununa, iç dünyasına gitmesidir. Bakınız, size sadece tek bir cümle söylemek istiyorum: Evvel ve âhir gibi kavramlarımız vardır ve bunlar zamanla ilişkilidir. Zaman olmaksızın ilk ve son kelimelerini kavrayabilmeniz mümkün müdür? Hayır. Çünkü bunlar, zamanın özelliğidir. Bir de zâhir ve bâtın gibi kavramlar vardır. Bunlar da mekâna aittir. Zâhir ile bâtının evvel ve âhirden bir farkı var mıdır? Hem zâhir hem bâtın, hem evvel hem de âhir sizin içinizdedir. Sizin bâtınınız sonsuzdur ve bir sonsuzluğa vâsıldır. Ama ne yazık ki, bizler o bâtına bir türlü gidemiyoruz. Zâhire geldiğimizde ise birtakım sınırlılıklara çarparız. Zâhire ne kadar yaklaşırsak, o kadar sınırlılıkla karşılaşırız. Bunun tersi olarak, ne kadar bâtına gidersek, o kadar sonsuzluğa gitmiş oluruz. Peki, bizler bâtına gidiyor muyuz, gitmiyor muyuz? Ne yazık ki gitmiyoruz. Bizim problemimiz bu.

Lârîcânî: Çok güzel bir konuydu üstad. Evet, bize ayrılan sürenin de sonuna gelmiş bulunuyoruz. Batı felsefesinin sorunu da bizim gayb ile ve kendimizle olan ilişkimizi kesmesidir. Bu konuda söyleyecek çok şey var. Bu söyledikleriniz bana Mevlânâ’nın şu beyitlerini hatırlattı:

İnsan bir cevherdir, çarkı da araz,

Cümle fer‘ ve [rütbece] aşağıdır, o ise garaz (hedef)…

Dînânî: Bizler zâhiri görüyor, ancak gizli olan o âlemi görmüyoruz. Niçin? Çünkü yüzümüz zâhire, sırtımız ise bâtına dönüktür.

Lârîcânî: Bir sonraki programımızda tekrar görüşmek dileğiyle, saygıdeğer üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a ısmarlıyoruz.

Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://youtu.be/RbHUTzkNZAQ?si=p_40s_8R8gDFZjvT