İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (10): “Âbid”, “Zâhid” ve “Ârif” kavramlarının anlamı

İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (10): “Âbid”, “Zâhid” ve “Ârif” kavramlarının anlamı
Düşüncenin kendisi dahi Rabbânî bir aydınlanmadır, Hakk’ın katından gelir. Ne yazık ki onu bozup, doğasından saptıran bizleriz… Maddeden fikir türemez ki! Fikir maddenin (hacim, hareket, ısı,…) bir mahsulü değildir; en büyük yanlışlardan birisi de budur ne yazık ki… Düşüncenin tek bir kaynağı vardır, o da melekûttur.

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, güzel dostlarımızı ve Marifet programını daima içtenlikle takip eden sevgili seyircilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Hatırladığınız gibi Tûsî’nin düşüncelerinin ucu bucağı olmayan fezasında gezinmeye devam ediyorduk. Kıymetli üstadımızın huzurunda, onun yazmış olduğu Diyalog Filozofu adlı eseri esas alarak ilerliyor ve kendisinin kıymetli bilgilerinden istifade ediyoruz.

Üstad, Tûsî’nin irfânî ve hikemî yönünü de ele almak ve onun bu alanlardaki hakkını eda edebilmek adına Şeyhü’r-Reîs’in El-İşârât’ının dokuzuncu namatında yer alan Makâmâtu’l-Ârifîn’in bazı pasajlarına ve Tûsî’nin bunlara yazmış olduğu şerhe değinmeyi uygun buldum. Hem onların arasında geçen bu diyalog oldukça güzel hem de metnin zahirinden ortaya çıkan zarafete bakıldığında – ilk olarak - her ikisinin de bihakkın ârif oldukları gerçeğinin ortaya çıkması çok şaşırtıcı. Onlar filozoftan önce âriftirler. Veya en azından onlar için bu iki ifadenin birbirlerinden ayrılması oldukça zordur. Yani burhan ile irfânın gerçekte birbirinden ayrı olmadıklarını bu diyaloglarda hissetmek mümkün. Eğer izniniz olursa, konuyla ilgili bir pasajı okumak istiyorum:

Tûsî’nin o güzel şerhlerinden biri de, “âbid”, “zâhid” ve “ârif” kavramları üzerinedir. İbn Sînâ’nın yazdıkları şu şekilde:

 “Dünya metaından ve onun güzelliklerinden yüz çeviren kimse, zâhiddir. Kıyâmdan (namazdan) oruca kadar tüm ibadetlerini koruyan kimse “âbid” olarak adlandırılır. Hakk’ın nurunun kendi sırrında ışıması için daimî olarak aklını/düşüncesini kuds-i Ceberût’a yönlendiren kimse ise “ârif” olarak isimlendirilir.

Şimdiye dek “ârif” hakkında böyle bir tanıma hiç denk gelmedim, doğrusu.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Şeyh’in biraz önce okuduğunuz bu güzel ifadelerde – ki Tûsî de bunları şerh etmiştir – “âbid”, “zâhid” ve “ârif” gibi üç önemli kavram öne çıkmaktadır. İnsaflıca söylemek gerekirse, bu kavramlar hakkındaki en güzel tanımı Şeyh yapmıştır. Belki de bizlerin Şeyh’in yapmış olduğu bu tanımlardan daha iyisini yapmamız mümkün değil. Tam da burada Eş‘arî Fahrüddîn Râzî’den söz etmeden geçmemek gerekir: O, felsefe ve hikmetle pek de uyuşmamasına rağmen, İbn Sînâ’nın El-İşârât’ının dokuzuncu namatının şerhinde, şu ifadeleri dile getirmekten kendini alamamıştır: “Şimdiye dek Makâmâtu’l-Ârifîn’i İbn Sînâ’nın açıkladığı şekilde açıklayabilen kimse çıkmamıştır.” Bu, Fahrüddîn Râzî’nin şahitlik ettiği gerçeklik. Bana kalırsa oldukça da önemli bir tespit.

Lârîcânî: “İmâmu’l-müşekkikîn” olarak adlandırılan bir kimse bir de…

Dînânî: Onun gibi hiçbir şeye kolay kolay teslim olmayan birinin, âriflerin makamını şimdiye dek hiç kimsenin İbn Sînâ kadar güzel açıklayamadığını söylemesi…

“Zâhid” nedir? İbn Sînâ, onun dünya metaından ve güzelliklerinden (tayyibât) yüz çeviren kimse olduğunu söylüyor. “Metâ” ne demektir? Bu dünyanın hoşa giden her şeyidir. “Tayyibât” ise bu âlemde “güzel, alımlı” olarak tabir edilen her nimeti imlemektedir. Zâhid, bunları terk eden kimsedir. Bu, mutlak anlamda bir odaya kapanıp her şeyden elini eteğini çekmek olarak anlaşılmamalıdır. Güzellikleri terk eden kimse, bir odaya kapanmasa da zâhiddir. Şeyh’in tanımı çok güzel bir tanım… Bir de zâhid görünümlüler vardır ki, onlar şu an bizim konumuz değil. Gerçek zâhid, Şeyh’in dediği gibi olandır.

“Âbid” kimdir? İbadetleri ve müstehapları koruyan kimsedir. Yalnızca vacipleri değil, müstehapları da tüm hususiyetleriyle gözeten ve bunlara riayet eden kimse… O daimî olarak kendisini gözetir ve ibadetlerini yerine getirmeye son derece özen gösterir. Vacipleri ve müstehapları daima koruyan bu kimse de “âbid” olarak adlandırılmıştır.

Lârîcânî: Metinde geçen “nefl” sözcüğü, “nafile” demek öyle değil mi?

Dînânî: Evet. Yine “zâhid”de olduğu gibi “âbid”in de bunları yapmak için kendini bir odaya kapatıp her şeyden inzivaya çekilmesi gerekmez. İbadetlerini dikkatlice gözeten bir kimse, vacipleri terk etmemekle kalmaz; müstehapları ve nafileleri de yerine getirir. Buraya kadar, açıklamalar gayet güzel; fakat fazla şaşırtıcı değil. Oysa sıra “ârif”e geldiğinde, o kadar ilginç bir tanım yapıyor ki… Keşke irfânâ muhalif olanlar ya da onu tefekkür dışı bir şey olarak görenler – ki irfân daima bu iki grupla karşı karşıyaydı; bazıları ona bütünüyle karşıydı, bazıları ise onun düşünce ile hiçbir alâkasının olmadığını sanmaktaydı – Şeyh’in bu tanımını bir okusalardı! Bakınız, Şeyh ne söylüyor? Ârif, düşüncelerinin tüm odağını nereye yönlendiriyor? Kişi ticaret veya siyaset hakkında ya da bir bahçe veya otomobil hakkında da düşünebilir. Bunların hepsi bir düşünce… Ancak bunlar “irfân” değildir. Düşünce her yerde var. Düşüncenin olmadığı bir yer var mı? İnsan düşünceyle yaşar. Düşünce sahibi kimseler, en küçük şeylerden en büyük şeylere kadar düşünceleriyle yaşarlar. Yaşadıkları hayat, kendi düşüncelerinin bir sonucudur.

Oysa Şeyh’in tanımında vurgulanan şey neydi? Kişinin, düşüncelerini bu bayağı şeylerden uzaklaştırması ve Kuds-i Ceberût’a yönlendirmesi idi… Niçin? Hakk’ın nurunun daima kendi sırrında ışıması için…

Lârîcânî: Evet. Metinde bir de “daima” ifadesi var üstad.

Dînânî: Demek ki, düşünceleri sadece Ceberût âlemine yönlendirmek kâfi değil… Öncesinde başka şeylerden de vazgeçmek gerekir. Sonrasında ise Ceberût’a –yani madde ötesi bir âleme– tam bir yöneliş… Ve henüz dahi, bir şeyler yeterli değil. “Daimî olarak”… Bu düşünceler o kadar pak ve saftır ki, Hakk’ın nurunun ışımasıyla aydınlanmaktadır. Burada kimsenin düşüncesiz olmasını kastetmiyoruz. Zira düşünmemek kişiyi hiçbir yere götürmez. Ancak Ceberût’a odaklanmış ve Rabbânî işraklardan nasiplenmiş bir düşüncedir insana gereken… Düşüncenin kendisi dahi Rabbânî bir aydınlanmadır, Hakk’ın katından gelir. Ne yazık ki onu bozup, doğasından saptıran bizleriz… Maddeden fikir türemez ki! Fikir maddenin (hacim, hareket, ısı,…) bir mahsulü değildir; en büyük yanlışlardan birisi de budur ne yazık ki… Düşüncenin tek bir kaynağı vardır, o da melekûttur. Her düşünce melekûtîdir. Onu mecraından siz saptırırsınız ve nâsût âlemine kurban edersiniz. Bu bizim bozgunculuğumuzdur. Düşünce melekûttan tulû etmekte, doğmaktadır.

“Nurûn daimî olarak yansıması” hayli önemlidir. Düşüncenin geldiği bu kaynağı çok iyi tanımalı ve duyumsamalıyız. Düşüncemizin odağı sürekli melekûta dönük olmalıdır. Bu kıymetli hediyeyi geçici şeylere feda etmemeli kısacası… İşte ârifin tanımı budur. Dolayısıyla birinci aşamada fikrin bir şeylerden uzaklaştırılmasından söz ediliyor. Eş-Şeyhü’r-Reîs’e göre düşüncesi olmayan kimse ârif olamaz. Tefekkür ehli olmayan bir ârif nasıl bir âriftir ki? İstediği kadar irfân iddiasında bulunsun, fark etmez.

Lârîcânî: Gerçekte sülûk, aklın işidir.

Dînânî: Bu bizim dikkat etmemiz gereken bir ayrım. Bazıları düşünce ve akletme konusunda oldukça tembeldirler; hatta onların akıl ve akılcı şeylerle hiçbir şekilde işleri olmaz. Bu tarz kimseler bile kendisini irfâna nispet edebiliyor. Bunların problemi irfânı bir tür düşünce tembelliği olarak telâkki etmeleridir. İrfânda tembellik diye bir şey yoktur ki! Düşüncesiz olmanın kendisi bir tembelliktir. Burada bazı şeyleri açıklamam icap ediyor: Bazıları sadece çalışkan olmayan kimselerin tembel olduğunu düşünür. Tembellik bazen bedenin tembelliğidir – neticede böyle bir durum da vardır ve kişi böyle zamanlarda hiçbir şey yapmak istemez – bazen de düşüncenin tembelliğidir. Bunlardan hangisi daha tehlikeli? Düşüncenin tembelliği daha tehlikelidir. Böylelerinin düşünmeye takati bile yoktur ve bu onlara oldukça zor gelir. Bedensel takatsizlik o kadar da zor bir şey değil, aşılabilir; bir süre istirahat edersiniz ve geçer.

Burada yeri gelmişken şunu hatırlatmak istiyorum: Batı’da çok meşhur bir düşünce var. Baktığımızda bu sözün bir haklılık payı da bulunmakta… Ayrıca insanlar arasında da çok yaygın: “Herkes istediği düşünce ve inanca sahip olmakta özgürdür.” Bu söz demokrasiyi imliyor, öyle değil mi? Görünürde güzel bir söz gibi… Evet, bizler de insanların istedikleri gibi düşünmelerine bir şey söylemiyoruz. Olabilir, düşünebilirler. Ancak bu sözde korkunç bir tembellik de gizlidir. Bazıları burada gizlenmiş tembelliğin farkında değil. Herkes istediğini düşünsün… Çok güzel! Peki, bu kimseler, inandıkları şeyler üzerinde hiç düşünmemeli mi? Bu söz kişiye tembelliği telkin etmiyor mu? Nihayetinde insanlar annelerinden, babalarından, doğup büyüdükleri çevreden bir şeyler öğrenirler ve bu öğretiler üzerinde ömürlerinin sonuna kadar diretirler. Bu durumda dünyadaki herkesin – kendi iddiasınca – hak üzere olması gerekir, öyle değil mi? Bu aforizmaya göre, hiç kimse düşünmemeli ve inandığı şeyleri dogmatik bir şekilde ve üzerinde hiç düşünmeden savunmalı! İnanın bu, düşünce tembelliğinden başka bir şey değil! Evet, kişinin böyle bir hakkı vardır; ancak bir taraftan da mevcut düşüncelerini niçin daha ileriye taşımasın ki? Sizce de düşüncelere seviye atlatmak gerekmiyor mu? Yoksa kişi hep yerinde mi saymalı?

Lârîcânî: Aslında üzerinde düşünülmeyen şey, düşünce veya akide değildir ki!

Dînânî: Gerçekte düşünce, doğası itibariyle sürekli yükselmeyi ve yücelmeyi talep eder. İçinde yücelmeye yer bırakmayan hiçbir düşünce, özü itibariyle düşünce değildir. Düşünce kendi içinde sürekli kaynar ve coşar. Ben tüm bunları, Eş-Şeyhü’r-Reîs’in sözlerini daha iyi anlamamız için anlatıyorum: Tüm bunlardan çıkan sonuç, ârifin bile tefekkür etme mecburiyetinde olmasıdır. O, sürekli akletmelidir. Akletmeyen kimse ârif değildir ve onun âriflik iddiası bir yalandan ibarettir. İçinde aklın olmadığı bir irfân nasıl bir irfân olabilir ki? Aklî dayanağı olmayan bir şeyin ne değeri olabilir? Akıldan daha üstün bir şey var mıdır?

Lârîcânî: Tûsî de aynı şeyi söylüyor: “İtikâdı meydana getiren şey, akıldır.

Dînânî: Çok güzel. Zaten aklî dayanağı olmayan bir itikâdın ne değeri olabilir ki? Dünyada var olan pek çok bâtıl itikâdın ne değeri var? Dolayısıyla Şeyh, bu derin açıklamalarıyla, irfânın gerçekte ne olduğunu ortaya koymuş oluyor. Âriflik iddiasında olan veya bir şekilde ârif olarak bilinen kimseler bu tanıma dikkat etmeliler. Kaldı ki Şeyh’in kendisi de hiçbir âriften aşağı değildir. Onun salt Meşşâî olduğunu söyleyenler, asılsız bir iddiada bulunduklarını bilmeliler. O hem büyük bir filozof hem de büyük bir âriftir. Bunu yalnızca bendeniz değil, ârifler dahi itiraf etmiştir. Örneğin büyük ârif Ebû Saîd Ebu’l-Hayr dahi İbn Sînâ hakkında güzel sözler söylemiştir. O, İbn Sînâ’nın irfânî yönünün kendisinden daha kuvvetli olduğunu itiraf etmiştir. Çok ilginç bir şey söylemiş gerçekten. Dileyenler, Ebû Saîd’in kitaplarına müracaat edebilirler. Ben burada onun sözlerini naklediyorum.

Kısacası taakkul, en küçük şeylerden en büyük şeylere kadar her şeyde gereklidir. İrfân zaten azim bir şeydir. Dolayısıyla irfânda da doğru bir şekilde düşünmek ve akletmek son derece önemlidir. Aslolan “Kuds-i Ceberût’u düşünmek”tir; bayağı, cüz’î (tikel) ve değersiz şeyleri değil… Bunları herkes düşünebilir. Düşünce kendini cüz’î ve bayağı şeylerden kopardığında ve Kuds-i Ceberût’un semtine yol aldığında, bu irfân olmuş olur.

Lârîcânî: Bu güzel tanımlara bir de Tûsî’nin katmış olduğu o letâfet düşünüldüğünde… Tûsî, şerhinde bu tanımları yapan Şeyh’i öylesine övüyor ki… Zira bunlar gerçekten de câmi‘ (kapsayıcı) ve mâni‘ (dışlayıcı) tarifler.

Tüm bunların yanında o, bu tanımları bir de Mevlâ Emîru’l-mü’minîn Ali’nin (a.s.) sözleriyle süslüyor: “Bu sözlerin her biri, Emîru’l-mü’minîn’in hikmetine bir atıftır.” Burada Ali’nin (a.s) şu hadisine de işaret ediyor: “Kim aklını ihyâ eder, nefsini öldürürse…

Dînânî: “Aklı ihya etmek”… Ne yazık ki bazı insanların aklı ölmüş vaziyette. Elbette ki akıl, hiçbir zaman ölmez; ölen, şahıslardır. Onlar hayatlarında hiçbir zaman aklı ve makûlleri öncelememişlerdir; bu nedenle akıl, bu kimselerde faal değildir. İmam Ali’nin (a.s.) bu kelâmında nasıl bir sıralama yaptığını iyi inceleyin. Akıl ihya edildiğinde gılzetler de latifleşecek; yani tüm katılıklar yumuşaklığa evrilecektir. Gılzet, haşinlik ve sertliktir. Mantıksızlık da bir tür gılzettir. Bu tip kimseler aynı zamanda akılsızdırlar. Akıllı insanlar kaba ve sert değildirler. Gılzet nedir, katılık ve donukluktur. Esnek olamamak, mutaassıp olmak, cehâlet, anlayışsızlık… Bunların hepsi gılzettir. Gılzetin letafete dönüşmesi neyin sonucudur? Aklı ihyâ etmenin… Aklı canlanmış ve kemâle ermiş birinin bir letâfeti vardır. Aynı zamanda zatı da pak ve saftır. İmamımız ne de güzel beyan etmiş… Âkil olmayan bir kimse latif değildir; o ancak bir hayvan olabilir. Hayvanın letafeti var mıdır? Görünürde latiftirler… Ancak kurt vd. gibi yırtıcı hayvanların zahirde ne kadar güzel tüyleri vd. olsa da onlar tabiatları itibariyle vahşi ve yırtıcıdırlar. Böylesi bir yırtıcılığın içinde letâfet olabilir mi?

Burada ayrıca düşüncelerin katılığına bir atıf var. Kişinin düşünceleri arınır, saflaşır, donukluktan kurtulur, canlanır ve düzenli bir hale gelir; kısacası o daha iyi düşünür. Aynı zamanda daha iyi görür ve işitir. Düşünce letafet kazandığında, Hakk’ın nuru da onda parıldamaya başlar. Bizler Hakk’ın nurunun bazen var bazen ise yok olduğunu düşünürüz. Oysa bu, yanlış bir algıdır. Hakikatin güneşi her zaman parıldar. Hakikatin güneşinin batması diye bir şey söz konusu değildir, Sayın Lârîcânî. Hakikatin gurûb ettiği (battığı) yerde aslında biz gurûb etmişizdir. Yoksa hakikatin güneşi ezelden ebede dek daima parıldar. Eğer hakikatin güneşini görememişsek, gözlerimiz yok demektir.

Bir hakîmin çok sevdiğim bir sözü var ve bunu burada hatırlatmamın yerinde olacağını düşünüyorum. O şöyle diyor: Güneşe doğru tuttuğunuz ayna, dile gelebilseydi, onun (güneşin) kendisinde olduğunu söylerdi. Aynanın bizim gibi gözleri olsaydı, muhakkak ki bunu söylerdi. Buradaki örneğe dikkat ediniz. O, gözleri olmadığı için bir şey söyleyemez. Güneş her zaman vardır; bunu dile getiremeyen, aynadır. Hakikatin güneşi her zaman doğar ve bir an dahi gurûb etmez. Biz o güneşin ışınlarını göremiyorsak, problemi kendimizde aramalıyız. İşte hakikatin güneşi böyle bir şeydir.

Lârîcânî: Tûsî’nin üzerinde durduğu şeylerden biri de, İbn Sînâ’nın “ârif”i tanımlarken kullanmış olduğu “munsarif” sözcüğüdür. O burada geçen “fikrihi: fikrini” ifadesini “aklî sülûk” olarak açıklamaktadır. Ona göre bu aklî sülûkun sınırları Kuds-i Ceberût’a kadar uzanmaktadır. Tûsî, bu yolu aydınlatan, cazibeli hale getiren ve sâlikin sırrında daima parıldayan şeyin Hakk’ın nuru olduğunu belirtiyor. Bu nedenle göre buradaki “munsarif” kelimesi, onun açısından oldukça anlamlıdır. Eğer ibadet ve zühd olmazsa, kişi bayağı şeylerden yüz çeviremez. Dolayısıyla burada ibadet ve zühde çok yüce bir makam atfediyor. Ona göre insan, âbid ve zâhid olmalı ki, âriflik makamına erişebilsin… Ârif hem zâhid hem de âbid kimsedir.

Dînânî: Çok güzeldi bu sorunuz. Buradan, Tûsî’yi çok iyi idrak ettiğiniz de ortaya çıkıyor. Ancak bununla birlikte dikkatinizi çekmek istediğim bir konu var: Tûsî’ye göre düşünce, dünyevî ve cüz’î şeylere yönelik olmamalıdır. Elbette burada hemen şu hususa da açıklık getirelim: Bu dünya hayatını düşünce olmadan sürdürebilmek tabii ki mümkün değildir. Bizlerin dünya hayatıyla ilgili konularda gerektiği ölçüde düşünmemiz elzemdir tabii ki… Örneğin siz sürücülük yaptığınızda, bunu belli bir düşünce ve hedefle yaparsınız. Buradaki püf nokta, kişinin kendisini bu merhaleye hapsetmemesidir. Yani o, düşünceyi daha yüce mertebelere yönlendirmeyi becerebilmelidir. Aynı zamanda bunlardan bir parça uzak durmayı ve yüz çevirmeyi de bilmeli ki, böylece fikri yüce mertebelere yol bulabilsin…

Siz biraz önce, düşünceyi Kuds-i Ceberût’a yönlendirmenin zühd ve ibâdetle gerçekleşebileceğini söylemiştiniz. Şeyhü’r-Reîs ve Tûsî, ibadet ve zühde oldukça önem vermişlerdir. Buraya kadar tüm söylediklerinizde haklısınız. Ancak onlar zühd ve ibadete bunca önem atfetmenin yanında, Tûsî’nin sözlerinden de anlaşılacağı üzere, aynı zamanda şunu da önemli bulmuşlardır: Bunların hepsi, düşüncenin ancak ön şartı ve ilk adımı (mukaddimesi) olabilirler… Bu durumda size şunu sormak istiyorum: Mukaddime mi daha üstündür, zi’l-mukaddime mi?

Lârîcânî: Zi’l-mukaddime…

Dînânî: Evet. Bunların hepsi, daha iyi düşünebilmeniz içindir. Gereğince düşünemediğiniz takdirde, bunlar ne işe yarar?

Velhâsıl o, nihayetinde düşünmenin önemli olduğunu söylüyor. Bunlar sizin bu dünyada cüz’î şeylere saplanıp kalmamanız içindir ve de yolunuzu açmak için… Zühd ve ibadet, dünyaya tutkun olmamanız konusunda size yardımcı olmaktadır. Yani düşünceyi, Kuds-i Ceberût’a yönlendirmenin taşlarını döşemek için… Burada zi’l-mukaddime, Ceberût âlemine yönelmek ve odaklanmaktır.

Lârîcânî: Tûsî’nin bu derin irfânî yönü şimdi okuyacağım pasajda da kendini göstermektedir:

Bir şeye talip olan, kendisini talip olduğu şeyden uzaklaştıran her şeyden yüz çevirir; matlûba yaklaştıracak olana yönelir… Hakk’a talip olanın da ilk olarak mâsivâdan (Hakk’tan gayrısından) yüz çevirmesi gerekir. Bununla dünya metaını ve onun güzelliklerini kastediyorum.

Dînânî: Bakınız, ne kadar güzel açıklamış… İzin verirseniz bu cümleleri açıklayayım: Burada yine o zi’l-mukaddimeye dönüyoruz: Aslolan akıldır… Sâlik ve hakikate talip kimsenin ilk olarak bir muhasebe yapması gerekir. O muhasebe nedir? Kendisini o hedefe ulaşmaktan alıkoyan şeyleri tespit etmektir. Eğer bu muhasebeyi yapmazsa nasıl ilerleyeceğini bilemez. İlk olarak sizi, hedefinize ulaşmaktan alıkoyan şeyleri tanımanız gerekir. Hedefe ulaşmanıza mani olan şeyler neler? İşte bunları birer birer ortaya koymalısınız. İkinci olarak, sizi hedefinize yaklaştıracak şeylerin neler olduğunu tespit etmeniz ve son olarak da hedefe ulaşmanızı daha da hızlandıracak şeyleri bilmeniz gerekir. Eğer bu iki şeyi bilmezseniz, ilerleyemez ve hedefe ulaşamazsınız; engeller içinde bocalayıp kalırsınız. Engeli tanımadıkça onu ortadan kaldırmanız mümkün olabilir mi? Dolayısıyla, ilk adımda, yolunuzdaki engelleri tanımanız, ikinci olarak da, hedefe hızlıca varmanızı sağlayacak yolları bilmeniz gerekir. Bunları tanıdıktan sonra, maksûda doğru hareket etmeye başlarsınız.

Lârîcânî: İşte bu, zühd oluyor öyle değil mi?

Dînânî: Evet… Ancak zühdde bile marifet gerekir. Marifetin kendisi de bir tür yüz çevirmektir. Benim buradaki tüm gayem, bilginin ve marifetin asıl olduğunu ortaya koymaktır ve bu söylediklerimin birilerinin hoşuna gitmemesi de doğaldır. Eğer zühde, bir bilgi ve marifet eşlik etmezse o zühd, zühd değildir. Yine ibadetin içinde de marifet yoksa o ibadet, ibadet değildir. Zühd ve ibadetteki marifeti keşfetmek bile, daha yüce bir marifeti keşfetmek içindir. Dolayısıyla yapılması gereken; hedeften uzaklaştıran şeylerden uzak durmak ve hedefe ulaşmayı hızlandıran şeyleri uygulamaktır. Bunların hepsi marifetle gerçekleşir. Bilgi bile, daha çok bilgiye ulaşmak içindir. Kısacası hedef, “daha fazla marifet kesbetmek” ve “Hakk’ın nurunun ışıması”dır. Bunun kendisi de ayrı bir marifettir. Daha aşağı mertebedeki bir marifetten daha üst mertebedeki bir marifete erişmek… Bunun adı, “aklın hareketi”dir ki ben çoğu kez bunu “aklın sülûku” olarak da adlandırıyorum.

Aslında aklın kendisi dahi sâliktir. Bedenin nasıl bir sülûku vardır? Eğer beden, akıl olmadan sülûk ederse, bunun ne gibi bir faydası olur ki? Akılsız bir beden ya da sürücüsüz bir otomobil nereye varır? Bir uçurumun kenarına… Dolayısıyla gerçek sülûk, aklın işidir. Peki, bazı insanlar niçin akla düşmanlar? Tarih boyunca en büyük problemimiz buydu. Eşâirîliğin de tüm problemi burada düğümlenmişti. Eşâire hep “irade”ye vurgu yaptı. Evet, iradenin önemli olduğundan hiçbirimiz kuşku duymuyoruz. Ancak cevabı bir türlü verilmeyen soru şu: Eğer iradenin dayanağı akıl olmazsa o irade ne yapabilir? Bu problem Batı’da da var. Nietzsche, kudreti imleyen bir iradeden söz etti. Aslolanın irade olduğunu düşündü. Onun sözleri, bizdeki Eşâire’nin sözlerine o kadar benziyor ki! Yeni Çağ’ın en etkili filozoflardan biri olan Kant dahi, aklın alanını sınırlandırmış ve onun, doğaüstü konulara yöneldiği takdirde şaşkınlığa kapılacağını, cedele ve paradoksa saplanacağını söylemiştir. Ona göre akıl sadece tabiat âlemi üzerine düşünmeli, tabiat ötesini değillemelidir. Bu doğrultuda o, aslolanın irade, eylem ve ahlâk olduğunu söylemiştir. Tahmin edeceğiniz üzere, bunların dayanağı akıl değildir. Böyle bir düşünce şeklinden ne beklenebilir ki?! Ben bu felsefî bahislerin ayrıntılarına girmek istemiyorum şu an. Söylemek istediğim, bu düşüncenin Batı’da da farklı şekillerde tezahür ettiğidir. İradeyi ne kadar önemli bulursak bulalım – ki elbette ben de belli bir ölçüye kadar onun önemli olduğuna katılıyorum – eğer onun arkasında örneğin şehvet ve gazap varsa, o iradeden ne beklenebilir? Sahip olduğu tüm bu ehemmiyete rağmen, eğer iradeye akıl eşlik etmiyorsa, o ancak yıkıcı ve darmadağın edici bir şey olur. Ayrıca bunda bir özgürlük de yoktur. Akılla buluşmayan bir iradenin, özgürlük anlamına gelmesi mümkün değildir. Bazıları özgürlüğün, iradeyle ilişkili olduğunu söylüyor. Özgür olan irade midir, akıl mıdır? Akıldır. İrade ve ihtiyârın özgürlük demek olduğu doğru, peki onlar bu özgürlüğü nereden almaktalar? Akıldan. Doğası ve zatı itibariyle özgür olan tek şey, akıldır.

Lârîcânî: Batı felsefesinin yanılgılarından biri de, bâtınî ve gizli bir boyutu olan her şeye zâhirî bir nitelik katmalarıdır.

Dînânî: Çok doğru bir tespit. Batı felsefesinin ve Eşâire’nin bu noktaya çekilmesinin en büyük nedeni, gizli ve bâtınî şeylere ilgi göstermemeleridir. İradenin eserlerini görüyorlar, ama aklın eserlerini görmüyor veya görmek istemiyorlar. Oysaki irade, akıldan doğmuştur. Bu, zâhirciliğin ta kendisidir. Bu meseleyi olması gerektiği gibi teşhis eden İbn Sînâ ve Tûsî, aslolanın akıl olduğuna doğru bir şekilde vurgu yapmış ve her şeyin kaynağını akıl olarak görmüşlerdir.

Lârîcânî: Gerçekten de Tûsî, “munsarif” sözcüğünün anlamını çok güzel bir şekilde anlamış ve açıklamış. Ona göre kişinin hedefe ulaşmayı imkânsızlaştıracak şeylerden uzaklaşıp, ona ulaşmayı hızlandırıcı şeylere yönelmesi bir “insirâf”ı meydana getirmektedir. Bu insirâf, o akılcı zühd ve ibadetlerin bir mahsulüdür. Dolayısıyla zâhid ârif şahsiyetlerin olması (her iki vasfı da birlikte taşıyan) mümkündür; ancak her zâhid, ârif olmayabilir.

Dînânî: Evet, çok doğru. Ârif olmayan pek çok zâhid ve âbid vardır. Ancak zâhid ve âbid olmayan bir ârif yoktur. Her ârif hem zâhid hem de âbiddir.

Lârîcânî: “Sonra kendisini Hakk’a ulaştıracağına inandığı şeyleri kabul eder ki bunlar, çoğunluğun nezdinde ‘özel ameller’ olarak bilinen ibadetlerdir.” Burada, ‘özel ameller” ibaresini zikretmek suretiyle “ibadet”in kapsamını ne kadar da genişletmiş oldu…

Dînânî: Özel ameller olan bu ibadetler, hepimizin bildiği şeylerdir ve asırlar boyunca da fakihlerimiz ve âlimlerimiz tarafından tüm ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Peki, en büyük ibadet nedir gerçekte? Düşünmektir. En hâlis ibadet, Hakk yolunda tefekkür etmektir. Buna hiç kuşku yok. Zâhirî ibadetlere çoğu kez riya karışır, öyle değil mi? Burada “her âbidin aynı zamanda riyâkâr olduğu”nu söylemeye çalışıyor değilim. Sakın böyle anlaşılmasın… Bununla birlikte gerçek bir tefekkürde, riyâ söz konusu olabilir mi? Dolayısıyla en ihlâslı ibadet nedir? Doğru bir şekilde tefekkür etmektir.

Lârîcânî:

Gerçek ibadet, ne orucu ne de namazı artırmaktır.

Gerçek ibadet sadece Allah’ın emri hakkında tefekkür etmektir.

Tûsî’nin vurgulamaya çalıştığı bir diğer husus da, “zühd ve ibadet”in tevellî ve teberrî” ile anlam kazanmasıdır.

Dînânî: Bu ifade, Şiîliğin zirve noktasıdır. Siz bu cümleden Tûsî’nin gelmiş geçmiş en ihlâslı Şiîlerden biri olduğunu anlayın. Bakınız, zühd ve ibadeti hangi noktalara taşıyor? Bazıları “tevellâ” ve “teberrâ” olarak okuyor ama mezkûr ifadelerin doğrusu, “tevellî” ve “teberrî”dir. Yani Hakk’ın dostlarıyla dost olmak ve O’nun düşmanlarına düşman olmak… Doğru yolu bulan kimse, düşmanla dost olmaya kalkmaz ki? Düşmanla dost mu olmak gerekir? Kesinlikle hayır. Hakikate düşman olanla niçin dost olalım? Hakk’ın düşmanı ile dost olmak, Hakk’a dostluk olabilir mi artık?

Lârîcânî: Bu, velâyetin kendisi değil midir zaten?

Dînânî: Şiîliğin kendisidir. Tûsî’nin Şiîliğindeki ihlâsın bir göstergesidir.

Lârîcânî: Kendisi, İmâmî tefekkürü kelâma, felsefeye ve hikmete ne kadar da güzel sirayet ettirmiş! Örneğin Tecrîdu’l-İ‘tikâd’a bakın, o, İmâmî tefekkür esas alınarak telif edilmiştir. Ammâ ne zarafetle! Risâletu’l-İmâmet’i de yine aynı ölçüde güzel.

Dînânî: Tûsî’yi okumamakla, ona gereken önemi vermemekle çok şey kaybediyoruz. Bana kalırsa İbn Sînâ’nın Şiîliğinden de – en az Tûsî kadar – şüphe edilmemelidir. İbn Sînâ’nın Şiîliğinden şüphe edenler – bazıları etmiştir – ona haksızlık etmişlerdir. Ben ona ait bir cümleyi nakledeyim, sonrasında hükmü siz verin: O, İmam Ali’nin (a.s), diğerleri karşısındaki konumunu, makûlün mahsûsa olan konumu gibi bilmiştir. Mahsûsun makûlün yanında ne değeri vardır ki? İşte bu, İbn Sînâ’nın sözleridir. Şimdi onun Şiîliğinden şüphe etmek olur mu hiç? O halde bazıları niçin şüphe duyuyor? Bu ikisi, yani Tûsî ve İbn Sînâ her ne kadar özgür düşünceli iki filozof olsalar da gerçekte Şiîlikten beslenmişlerdir.

Lârîcânî: O halde tevellî ve teberrînin de tıpkı zühd ve ibâdet gibi, ârifin onu Hakk’a götüren iki kanadı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Dînânî: Tabii ki… Ancak burada da yine akıl onlara eşlik etmeli ve onun ışığıyla ilerlenmelidir.

Lârîcânî: Evet, elbette…

Sonra Hakk’ı bulduğunda, O’na ulaşmanın ilk derecesinin ‘marifet’ olduğunu görürsün.

Dînânî: Evet, kişi nereye, kime ulaştığına bir bakmalı. Buradaki kelimelerin her biri üzerinde dikkatle düşünmek gerekir. Herkes Hakk’a ulaştığından dem vurmakta. Oysa Hakk’a ulaşmanın ölçütü nedir? Hakk’a ulaşmanın ilk derecesi marifettir. Nihayetinde siz marifete ulaşmalısınız. Burada “benim marifetim var” deyip geçemezsiniz; zira onun da dereceleri vardır. Vuslatın hem ilk hem de sonuncu derecesi marifettir. Marifet makamı işte budur; yani kişinin nereye ulaştığını bilmesidir.

Lârîcânî: Tûsî, zihinlerimize nasıl ufuklar açmakta böyle?

Hakk taliplerinin halleri, şu üç halin dışında değildir.

Dînânî: Bunlara daha önce değinmiştik. “Ârif, âbid ve zâhid” sıfatları bazen bir kişide toplu olarak bir araya gelmiştir. Bazen de sunâîdir: yani bir kimsenin örneğin âbid olup, zâhid olmaması… Bazen de kişilerde tek bir vasıf olarak bulunurlar: Örneğin kişi sadece âbiddir veya sadece zâhid. Ârifte bu vasıfların her üçü de bulunur. Bunlar kişilerin durumlarına göre değişir. Çünkü insanların bu konulardaki dereceleri birbirinden farklıdır.

Lârîcânî: O halde ârifin zâhid ve âbid olmaması mümkün değildir, öyle değil mi?

Dînânî: Âbid ve zâhid olmayan bir ârif yoktur ki… Ârif, Hakk’tan gayrısından yüz çevirmiş kimsedir. Hakk’tan gayrısından yüz çevirmeyen, ârif değildir. Hakk’ın marifetine ulaşan ârif, artık Hakk’tan gayrısından yüz çevirmiştir. Bu, zühdden başka nedir ki zaten? Mâsivâdan yüz çevirmedikçe Hakk’ın marifetine ulaşılabilir mi? Dolayısıyla ârifin Hakk’ın marifetine ulaşıp, geriye kalan her şeyden yüz çevirmesi, zühddür. Doğal olarak onun bu yolda ona yardımcı olabilecek ibadetleri de vardır. İbadet olmadan bu yol kat edilemez ki. Çünkü Hakk’ın yolunda ilerliyor ve bu yüzden de Hakk’a ibadet etmesi gerekir.

Lârîcânî: Asıl güzel yerler buradan sonra geliyor üstad:

“Ârif olmayanın nezdinde zühd, âhiret metaını dünya metaıyla satın almaktır.

Ârifin nezdinde, kendisini Hakk’ın sırrından alıkoyacak şeyden arınmaktır.

Ârif olmayanın nezdinde ibadet, dünyada bir ücret karşılığında amel edip (çalışıp) âhireti satın almaktır.”

Dînânî: Çok ilginç ifadeler…

Lârîcânî: Bizler çoğu kez ahlâkî ve değersel konuları tanımlanamaz addediyoruz veya bu alanlarda yaptığımız tanımlar makûl değil. Aynı zamanda kavramlara ait sınıflandırılmalarımız da akla dayanmamaktadır. İnşallah bir sonraki programımızda bunlara değinme fırsatı buluruz.

Böylece İbn Sînâ’nın ve onun kıymetli eseri El-İşârât’ın şârihi Tûsî’nin nezdinde “ârif”, “âbid” ve “zâhid” gibi kavramların ne anlama geldiği açıklığa kavuşmuş oldu.

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz.

Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

https://youtu.be/iKLhk7wv-us?si=ydfbB4MB1_QYqgD9