İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (12): Tûsî’ye Göre Amelî (Pratik) Hikmet

İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (12): Tûsî’ye Göre Amelî (Pratik) Hikmet
Dünyadaki tüm bilimleri bir ağaca benzetecek olsak, bunların kökünün metafizik ve ilâhiyatta olduğunu söylememiz gerekecekti. Bu görüş, “ilâhiyâtın köklerinin nerede yer aldığı” gibi bir soru sorularak eleştirilmeye çalışılıyor. Bizim buna cevabımız şudur: İlâhiyâtın kökeni, Varlık’tadır. Vücûd ile mevcut [Varlık ile var olanlar] arasında bir fark vardır.

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programını daima samimiyetle takip eden sevgili seyircilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Hatırladığınız gibi, Tûsî’nin saf ve ebedî düşüncelerinin diyarında yolculuk ediyorduk. Bugünkü konumuz onun amelî hikmetidir. Tûsî kendi döneminin gerçek bir patoloğu idi. Onun bu tabipliği günümüzde de birçok sorunun çözümüne katkı sağlamaktadır.

Bir önceki programda da belirttiğimiz gibi Tûsî, hikmeti, nazarî ve amelî olmak üzere iki kısma ayırmış, bu kısımlardan her birinin de kendi içinde üç dala ayrıldığını belirtmiştir. Nazarî hikmetin üç dalı riyâziyât, tabîiyyât ve ilâhiyât idi. Üstadımız bunları bir önceki programda ayrıntılı bir şekilde açıklamıştı. Bu programımızda ise amelî hikmeti işleyeceğiz. Tûsî, amelî hikmeti de üç dala ayırmıştır: 1) Tehzîb-i Ahlâk, 2) Tedbîr-i menzil, 3) Siyâset-i müdün. Aynı zamanda o, amelî hikmet sahasında, mezkûr üç kolu açıklayan çok güzel eserler kaleme almıştır.

Eğer izin verirseniz, bu kısımların ilki olan tehzîb-i ahlâkı bir açıklayalım. Burada ayrıca şunu da belirtmeden geçmemek gerekir: Tûsî, amelî hikmetin bu kısmını Ahlâk-ı Nâsırî adlı eserine dayanarak açıklamaktadır. İsterseniz önce bu kısmı açıklığa kavuşturalım, sonra diğer bölümlere de sırasıyla geçeriz.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Sizin aktardığınız bu sınıflandırmayı daha önce başka hakîmlerimiz de yapmışlardı. Tûsî de onlara tâbi olarak aynı sınıflandırmayı yapmış. Öteden beri hikmet, nazarî hikmet ve amelî hikmet olmak üzere iki gruba taksim edilmekteydi. Nazarî hikmette geçen üç kol (riyâziyât, tabiîyyât ve ilâhiyât) nazarla ilişkilidir. Yani bunlar sadece nazarla anlaşılabilecek ilimlerdir. Örneğin ilâhiyâtı sadece nazarla anlayabilir ve açıklayabilirsiniz. İlâhiyât fizikötesi âlem, mücerredât, Hakk Tebârek ve Teâlâ’ya ilişkin mevzular, melekler gibi konuları içine alır. Matematiksel bilimler aritmetik ve geometriden müteşekkildir. Tabîiyyât ise, doğa ve cisimle ilgili konuları inceler. Diğer bir ifadeyle, evrenin fiziği… Mezkûr üç alan, nazarın meydanıdır.

Lârîcânî: Size göre modern bilimlerin yaptıkları sınıflandırmalar bu kadim sınıflandırmanın neresinde?

Dînânî: Bu kadim sınıflandırmanın günümüzün modern sınıflandırmasından farklı olduğu gayet açık tabii ki. Son dönemlerde yapılmış olan bu sınıflandırmalar, geçmişte yapılanların geçersizliğini ya da tedavülden kalktığını göstermez; aksine onlar kendi yerinde muteberdir. Sadece günümüzde bu bilimlerin dalları daha da genişlemiştir.

Örneğin pozitivistler yani duyu ve deneyi önceleyenler, ilâhiyâta hiçbir değer vermeyenler ve onun sahasını nazarın dışına itmeye çalışanlar açısından baktığımızda, ilâhiyâtın bu alanlardan (nazar alanından) silinmek istediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü bu kimseler duyu ve deney mertebesinde kalmışlardır. Aslında pozitivistlere deney ve duyunun, itibarını nereden aldığı sorulmalıdır öncelikle. Onlara göre laboratuvarın doğrulamadığı şeyler değersiz ve itibarsızdır; tüm bilimlerde aslolan deneydir. Peki, bu deney, itibarını nereden almaktadır? Deney mi kendi kendini muteber ilan ediyor? Hayır. O halde bu kimselerin, deneye itibar bahşeden tek şeyin akıl ve aklın saf yargıları olduğunu kabul etmeleri gerekir. Bunlara daha önce değindiğimizden, tekrarlamayı gerekli görmüyoruz. Burada söylemek istediğim şey sadece şu: Kadim sınıflandırmaya günümüzdeki sınıflandırmalar tarafından birtakım eklemeler yapılmış olsa da, o hâlâ kendi itibarını ve gücünü korumaya devam etmektedir.

Bazıları bilimlerin kökenlerinin ilâhiyâtta yer aldığına inanıyordu. Yani bilim ağacının kökleri ilâhiyâttadır. Bu, Descartes’ın sözüdür. Eğer dünyadaki tüm bilimleri ya da genel olarak marifeti bir ağaca benzetecek olsak, bunların kökünün metafizik ve ilâhiyatta olduğunu söylememiz gerekecekti. Bu görüş, “ilâhiyâtın köklerinin nerede yer aldığı” gibi bir soru sorularak eleştirilmeye çalışılıyor. Bizim buna cevabımız şudur: İlâhiyâtın kökeni, Varlık’tadır. Vücûd ile mevcut [Varlık ile var olanlar] arasında bir fark vardır. Bilim tarihinin en önemli sorunu, vücûd ile mevcut arasında hiçbir zaman bir ayrıma gitmek istememesiydi. Oysa meselenin zarif noktası tam da burasıdır. Bazen mevcuttan söz ederiz, bazen de vücûddan… Sayın Lârîcânî, vücûddan gaflet ederek mevcuttan söz edilebilir mi? Tabii ki hayır. Ancak ne yazık ki bazıları ya da bazı disiplinler sadece mevcuttan söz ediyor.

Lârîcânî: Descartes’ın metafiziği de bu şekilde… O da bu açıdan problemli. “Düşünüyorum, o halde varım” argümanı mesela…

Dînânî: Evet, mevcudu önceliyorlar. Mevcudu incelemek sonuçta yerilecek bir durum değildir; incelenebilir elbette. Problem teşkil eden şey, bunu vücûdu dikkate almadan yapmaktır. Vücûdu tanımakla mevcudu tanımak birbirinden farklı şeylerdir. İlâhiyâtın tüm yaptığı, vücûdu tanımaktır. Bilimler ise mevcudu tanımaya çalışırlar. Örneğin matematik, varlığın matematiksel taayyünüyle ilgilenir. Bir varlık matematiksel bir taayyüne sahip olduğunda o artık matematiğin alanına girer. Matematiksel taayyün nedir? Ölçü ve miktardır. Bir kimse ölçü ve miktarı bilmeden matematikçi olabilir mi? Hayır. Tâbiîyyâta gelince burada da yine aynı durum söz konusudur. Yani varlık öncelikle tabiî (ya da tabiatta) bir taayyüne sahip olmalı, zaman ve mekânla kayıtlanmalıdır. Cisim boyut kazanmalı, onun bir hacmi ve derinliği vd. olmalıdır. Bunun akabinde doğa bilimleri de tüm kısımlarıyla oluşmuş olur.

Son olarak ilâhiyâta geldiğimizde ise, şunu söylemek gerekir: Varlık, tüm taayyünlerden arındırıldığında, artık ilâhiyâtın konusu olur [ilk iki kısımdaki (riyâziyât ve tabîiyyât) taayyün kaydının aksine]. Tüm bunları, marifet ağacının kökeninin aslında ilâhiyâtta yani metafizikte olduğunu delillendirmek için söyledim. Aynı zamanda ilâhiyâtın neye dayandığını soranlara da bir cevaptır bu: Onun kaynağı varlıktadır. “Varlık olması bakımından varlık…” Ve varlığın sonsuz sayıda taayyünlerinin olması mümkündür.

Varlığın ilk taayyünü nedir? Akıl mı, zaman mı, mekân mı? Bu konulara şimdilik girmek istemiyorum. Bazı filozoflar zamandan söz ediyorlar. Onlar varlığın ilk taayyününün zamanda, yani tarihte olduğuna inanmaktalar. Onların görüşüne göre varlık tarihte cereyan bulmaktadır. Bu nedenle aslolanın tarih olduğunu düşünmüşlerdir. Başka bir grup, varlığın asıl taayyününün dilde zuhur ettiğini söylemiştir. O halde aslolan zaman mıdır, yoksa dil mi? Varlığın ilk taayyününün zamanda cari olması mantıklı bir çıkarımdır ve kabul edilebilirdir. Zaman gerçekten de varlığın taayyünlerinin cereyan ettiği bir mecradır ve tarih de burada ortaya çıkmaktadır; elbette tarihi bilmek kaydıyla; yoksa tarihi bilmeyenin bir tarihi de yoktur; o, tarihin ya kenarındadır ya da dışında…

Diğer bir görüşe göre ise bu taayyünler dildedir. Eğer zaman ile dili kıyaslayacak olursak: Bizler zamanı mı dille anlarız, yoksa zamanla mı dili anlarız? Zamanı dille anlarız. Dil, yalnızca seslendirilmiş harfler ve konuşulan kelimelerden ibaret değildir. O, düşünce demektir. Dil, düşüncenin zuhurudur. İnsan dil ile insan olur. Yani insan öncesinden insandı da dil ona sonradan ârız olmuş değildir. Dil zatî midir, ârızî mi?

Lârîcânî: Zatîdir.

Dînânî: Bebeklerin sonradan öğrenip konuşmaya başladıkları dil, zâhirî bir telaffuzdan ibarettir. İnsan hiçbir zaman dilden yoksun olmamıştır. Bildiğiniz gibi insan hakkında pek çok tarifler yapılageldi: İktisâdî hayvan, teknik hayvan, alet yapan hayvan vd. Ancak bana kalırsa insan hakkındaki en güzel tanım, “İnsan konuşan hayvandır” tanımıdır. İnsanın dil ile insan olduğunu ne de güzel açıklayan bir tarif. İnsan dili olduğu için insandır; hayvanların dili yoktur.

Lârîcânî: Bahsettiğiniz bu dil, konuşmamıza yarayan organı da kapsıyor mu?

Dînânî: Ağzımızdaki dil, onun zuhurudur. Dilin hakikati düşünce ve akıldır. Eğer aklımız olmasaydı, dilimiz de olmazdı.

Lârîcânî: “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder[1] âyeti de konuşanın aslında uzuv (dil) değil de düşünce olduğunu göstermiyor mu?

Dînânî: O dil, bu kez ağız yerine bedenin diğer azalarında tezahür eder. Yani siz bu durumda dili olan bir elle de konuşabilirsiniz. Dilsiz bir müzisyeni düşünün… Onun sahneye çıktığını, elindeki müzik aletleriyle veya pek çok jest ve mimikle birtakım anlamları dinleyiciye aktarmaya çalıştığını varsayın. Şimdi bu kimsenin dilsiz olduğunu söyleyebilir miyiz?

Lârîcânî: Hayır. Neticede dil, anlamları aktarmaya yarar ve o da bunu – başka şekilde de olsa – bir şekilde icra edebiliyor.

Dînânî: İster elleriyle ve gözleriyle ister birtakım jest ve mimiklerle yapmış olsun, fark etmez… Hatta bakışıyla bile… Bu aktarım bazen ağzımızdaki organla gerçekleştirilirken, bazen de bakışlarla ve sair organlarla gerçekleştirilir. Bunları da geçelim…

Bazen sükût bile bir dildir. Çoğu kez bir nedenden dolayı susmayı tercih edebilirsiniz, ancak bu susmanızla birlikte aslında ciltlerce kitaba sığacak bir mesaj verebilirsiniz. Elbette bu her zaman geçerli değildir. Susmayı gerektiren yerlerde yaparsanız, bir anlam kazanır bu. Bunun yerini de iyi teşhis etmelisiniz. Dolayısıyla dilin kapsamı oldukça geniştir. Aslında o bir mucizedir. Eğer insan tüm duyulara sahip olsaydı, ancak aklı olmasaydı, bilin ki onun dili de olmazdı. Hayâl kuvvesine bile sahip olsanız, akıl olmadıkça konuşamazsınız. Bakınız, hayvanların duyuları bizlerden daha keskin ve güçlüdür. Örneğin görme ve işitme duyuları bizlerden kat kat daha güçlüdür. Metrelerce yükseklikteki bir kartal, yerdeki küçücük sineği görebiliyor. Köpekler yıkıcı etkileri henüz ortaya çıkmazdan önce depremi dakikalar öncesinden hissedebiliyor. Dolayısıyla hayvanlar, duyuları itibariyle bizden daha kuvvetlidirler; hatta belki hayâl kuvveleri itibariyle de… Ancak ne var ki, akılları olmadığından dilleri de yoktur. Bu nedenledir ki, dil aklın zuhuru olarak kabul görmüştür.

Biraz önceki konumuza dönecek olursak; varlığın taayyünlerinin zamanda mı yoksa dilde mi ortaya çıktığı meselesinde, ben bu tezahürün dilde ortaya çıktığı kanaatindeyim. Dil (söz) varsa her şey vardır. Nitekim bu hakikat Eski Ahit ve Yeni Ahit’te de dile getirilmiştir.

Lârîcânî: Vücûdî “kun: ol” da böyle bir şey değil midir zaten?

Dînânî: Evet, kesinlikle. Olmak, “ol” emrinin bir sonucudur. Kitâb-ı Mukaddes’te, “Önce kelime (söz) vardı” ibaresi geçmektedir. Buradaki kelime, Allahu Teâlâ’nın her şeyden önce var olduğuna bir atıftır. Allah kelimede zâhir olmuştu. “Kun” sözcüğüne bir bakalım: Eğer O, “kun” demeseydi, herhangi bir şey vücûda gelebilir miydi?

Kısacası kudemânın yaptığı sınıflandırma, genelliği hasebiyle muteberliğini korumaktadır. İlâhiyât nazardır; nazar olmadan ilâhiyât da olmaz; keza diğer iki alan da (riyâziyât, tabîiyyât)…

Hikmet-i amelî idi sizin asıl sorunuz. Hikmet-i amelî hakkında farklı sınıflandırmalar yapılmıştır. Ancak, sınıflandırmanın belkemiği, Tûsî’nin benimsemiş olduğu ve biraz önce sizin de dallarını saydığınız sınıflandırmadır. İnsanın kendi kendisiyle irtibatının da hikmet-i amelîyi şamil olan bir boyutu vardır. Kişinin kendi kendisiyle olan irtibatı tehzîb-i ahlâkın şahsî boyutunu oluşturur. İnsanın ailesiyle ve etrafıyla olan ilişkileri, bu ilişkilerde sergilediği davranışlar ve son olarak toplumla kurduğu etkileşimler bu alanın kapsamında yer alır. Bana kalırsa bu sınıflandırma câmi‘u’l-efrâddır. Sınıflandırmanın siyâset-i müdün ile ilgili kısmına pek çok filozof eklemeler yapmıştır. Zira günümüzde de dünya sahnesinde pek çok yönetim biçimlerinin olduğunu görüyoruz.

Bu sınıflandırmada bazıları hikmet-i nazarî ve hikmet-i amelî ifadeleri yerine akl-ı nazarî ve akl-ı amelî gibi ifadeleri de kullanmayı tercih etmişlerdir ki, bunların her ikisi de doğrudur. Bazıları ikinci kullanıma dayanarak, bizim iki aklımız olduğunu sanmaktadır. Bu kimseler bilmeliler ki, akıl tek bir hakikatten fazlası değildir. Onun mahiyeti birdir. Peki, o halde niçin böyle bir sınıflandırma var? Çünkü bu sınıflandırmada dikkate alınan şey, aklın mahiyeti değil, ilişkili olduğu şeydir (müteallik). Burada sınıflandırdığımız şey, aklın mahiyeti değildir. Aksine bu sınıflandırmada aklın her zaman bir şeye taalluk ettiği gerçeği ön plana tutulmuştur. Bu ne demektir? Onun her zaman makûlleri talep etmesidir. Tıpkı ilmin, daima malûmu, görenin daima görüleni vd. talep etmesi gibi… Bu durumu en güzel şekilde nitelendirebilecek şey, hays-i iltifâtî ibaresidir: Yani “kendisine yönelinen ve odaklanılan şey bakımından”… Bu, ilmin/bilginin daima bir şeye dönük ve yönelik olması anlamına gelir. Keza akıl da böyledir. O, mutlaka “bir şey hakkında”dır. Makûlsüz bir akıl yoktur.

Lârîcânî: Yani daima bir şeye işaret etmekte…

Dînânî: Örneğin karşınıza biri gelip “Ben âlimim” dediğinde, ona neyi bildiğini sormaz mısınız? Eğer olumsuz bir cevap verirse, bu kimsenin bir şey bildiği iddia edilebilir mi? Yine bir kimse “Ben taakkul ediyorum” dediğinde, ona bu taakkulün müteallikini sorar da olumsuz cevap alırsanız, bu kimsenin âkil olduğunu onaylayabilir misiniz? Bu durum için ıstılahî olarak “kasd”, “iltifat” ve “teveccüh” gibi ifadeler kullanılmıştır ki, genel olarak ilim dünyasında oldukça önem taşıyan kavramlardır. Dolayısıyla akıl birden fazla değildir; ancak onun makûlü (mütealliki) iki kısımdır: Aklın makûlü bazen nazarîdir (teoriktir) veya nazar cinsinden bir şeydir. Örneğin 2+2=4… Bu, makûlün nazar cinsinden oluşuna bir örnektir; dış dünyada mısdağı olsun veya olmasın, fark etmez. Siz bu hükme mısdak bulamadınız diye, o geçersiz olacak değildir. “Her malûl illete ihtiyaç duyar” önermesine bakalım: Eğer bu hükme ait bir mısdak bulamazsanız, o çürütülmüş mü olur? Kesinlikle hayır. Bu salt ve mutlak nazardır (nazar-ı mahz) ve makûldür.

Diğer taraftan akıl bazen, amelde görünür olan şeye teveccüh etmektedir (onun mütealliki o amel olmaktadır). Burada makûl, doğası itibariyle amelle ilişkilidir. Örneğin “Doğru sözlülük iyidir” veya “Zulüm kötüdür” dediğinizi varsayalım. Bu yargılar sadece nazar için midir, yoksa aynı zamanda bunları yapıp yapmamamız gerektiğine de mi bir işarettir? Yapmamız veya yapmamamız gerektiğine bir işarettir… Eğer bu önermelerden amelî (pratik) yönleri soyutlansa ve sadece nazarda “Doğru sözlülük iyidir” veya “Zulüm kötüdür” dense, bunun bir faydası [ya da pratik bir boyutu] kalır mı? Hayır. Bir şeyi de ispatlamaz ki bu şekliyle… Zulüm yapılması gereken bir kötü müdür, yoksa yapılmaması gereken bir kötü mü? İşte bu önermedeki “yapılmaması gereken kötü” alt metni, “o şeyi yapmamamız gerektiği”ni, yani önermenin pratik boyutunu gözler önüne sermekte, onun bir parçasını teşkil etmektedir. Peki, 2+2=4 önermesinden böyle bir gereklilik ve pratik boyut çıkarsanabilir mi? Evet, ondan pek çok netice elde edilebilir. Ancak bu önermenin, kendisiyle amel etmememizin bir sonucu olarak bize dönecek pratik bir yaptırımı olmadığı gibi, söz konusu durum onun doğruluğuna da bir halel getirmez. Buna mukabil, eğer “Zulüm kötüdür” dediğim halde sürekli zulmetmişsem ya söylediğime – aslında ilk önce kendim – inanmamışımdır ya da tutarsız davranmışımdır. Dünyada birçok insan bunu dillendirmekte, ancak bir yandan da zulmüne devam etmektedir. Gerçekte böyleleri neyi ispatlayabilir ki?

Her halükârda hikmet-i amelîde de başrolde olan yine akıldır; sadece onun mütealliki değişmektedir. Ayrıca işin içinde artık bir “gereklilik kipi” ve “kast, müteallik” de bulunmaktadır. “-dır, -dir” önermeleri ile “-malı, -meli” önermeleri arasındaki farklılıklar işte buradan kaynaklanmaktadır. Bazen önermeleriniz “–dır, -dir” ya da “değildir”li bir önermedir. Örneğin “İki çelişiğin bir arada olması muhaldir”, “Vâcibu’l-Vücûd mevcuttur” önermeleri

Bazen ise “Adalete riayet edilmesi gerekir” ve “Zulmetmemek gerekir” deriz. Bu son iki önermenin yapısı ilk iki önermeden farklıdır. İkincisinde durum tamamen amelle (eylem, davranış) ilişkilidir.

Yeniden, Tûsî’nin sınıflandırmış olduğu amelî hikmete dönelim: Bu dalların ilki ahlâk idi. Tehzîb-i ahlâk ya da bir boyutuyla şahsî ahlâk… Bizim mühezzep olmamız gerekir. Mühezzep olmak, yapılması ve yapılmaması gerekenlere riayet etmektir. Burası “-malı, -meli”lerin yeridir. Bizler hepimiz, olduğumuz şeyleriz. Mühezzep olmada bir gereklilik kipi vardır ve böyle olabilmek için nelere riayet edip nelerden sakınmamız gerektiğini bilmemiz gerekir. Tehzîb-i ahlâkın “gereklilik”leri vardır; yani gereklilik kipiyle ifade edilen şartları. Ahlâkın tehzibi, bu gerekliliklere riayetin sonucunda hâsıl olur. Dolayısıyla bu makama erişmek için, yapmamız gerekenleri pratiğe dökmemiz gerekir. Diğer bir deyişle, bu gereklilikler silsilesi, İslâm şeriatında ve ahlâk ilminde detaylıca açıklanmıştır. Bunlara riayet ettiğimiz takdirde bizde bir meleke (yeti) meydana gelecek ve bu meleke bize nüfûz edecektir. Bu melekeye erişebilirsek, bu durum bizim için son derece güzel ve yapıcı olacaktır. Yani o ilkeler bizde o kadar meleke haline gelmiştir ki, örneğin hiçbir zaman hiçbir şekilde zulmetmeyiz. Elbette ki eylemlerin, meleke halini alması oldukça zahmetli ve zor bir süreçtir ve deyim yerindeyse bir tür riyazeti gerektirir. Ancak kişi bunun sonucunda öyle bir merhaleye erişir ki, artık orada kendi nefsine malik ve hâkim olmuştur. İnsan kendi kendisine malik olabilir mi? Bakınız, burada önemli bir şey söyleyeceğim: İnsanlar genellikle eşyalara, mallara, evlere vd. malik olurlar. Envai çeşit malikiyet türünün olduğunu biliyoruz. Biraz önce söylediğim anlamdaki malikiyet türünü de herkes bilir. Tüm bunların yanında insan kendi kendine de malik olabilir mi peki? Evet, olabilir. Ama bu oldukça zordur. İnsanın kendisi de hem mâlik hem de memlûktür. İnsan kendine malik olduğunda mı daha kabiliyetlidir yoksa birkaç metrekare araziye sahip olduğunda mı?

Lârîcânî: Kendine malik olduğunda…

Dînânî: Eğer bir kimse onlarca ülkeyi, bölgeyi, hatta kıtaları fetheder ama kendi kendine malik olmazsa, onu malik olarak adlandırabilir miyiz? Bu kimse gerçekte memlûktür (sahip olunan). Böyle olduğu halde de kendini malik sanmaktadır. İnsan sadece kendine malik olduğunda ahlâkını tehzip edebilir. O, birtakım isteklere sahip olsa da tehzîb-i ahlâk ve “gereklilik”ler – kişi ebedî saadetin bunlarda gizli olduğunu bilir – bu nefsânî isteklerin önüne bir set çekmektedir. İstekleri ona değil, o isteklerine emretmeye başlar. Kişi kendi kendine emreder yani… Hem emreden hem de emre uyan olur. Bu söylediklerim çok önemli Sayın Lârîcânî. Bir efendi kime emreder? Kölesine… Komutan kime emreder? Askere… Bir başkan kime emreder? Tebaasındaki kimselere… Bir de kişinin kendi kendine emretmesi vardır. Kişi kendi kendine emredemez mi? Emredebilir. Gerçek kumandan, önce kendisine emredebilendir. İnsan içgüdü mahiyetindeki birtakım nefsânî isteklere sahiptir ve bunlar onu sürekli olarak bir yöne çeker. Eğer belli bir ölçüye kadar akıl içgüdüleri onaylamaz ve onlara sınır çizmezse – ki içgüdüler belli bir sınırı aşmadıkça yerine getirilebilirdir; hatta yerine getirilmeleri vaciptir – bunlar her zaman daha fazlasını isterler. Eğer içgüdüler dur durak bilmez ve sınır tanımazsa, burada artık ona kimin emretmesi gerekir? İnsanın… Neye emreder? Kendi şuûnuna (işlerine, eylemlerine)… Dolayısıyla akıl, diğer insanî şuûnun ve nefsânî kuvvelerin komutanıdır. İnsanın hem malik hem de memlûk olduğu yer burasıdır. Gerçek malikiyet de yine buradadır. Kendisine malik olan, tüm dünyaya malik olmuştur. Hatta hem dünyaya hem de âhirete... Bu aşamadan sonra onun hükümranlığı altında olmayan hiçbir şey yoktur. Buna mukabil, kendine malik olmayan bir kimse tüm dünyaya sahip olsa yine de memlûktür. Çünkü o, nefsâniyâtına tâbi olmuştur ve bunlar onu istedikleri yere sürüklemektedirler. Bizler mi nefsânî isteklerin peşinden koşmalıyız, yoksa nefsânî istekler mi akılcılığımıza itaat etmeli? Doğru olan hangisi? İşte gerçek malikiyetin kime ait olduğunun cevabı, bu soruya vereceğiniz cevapta gizlidir.

Lârîcânî: Kendimizi kendimize itaat ettirdiğimiz takdirde başkaları da bize itaat edecektir.

Dînânî: Kaldı ki bu tebaiyetler de bir vehimden ötesi değil ki! İnsan sahip olduğu tüm makam ve servetlere rağmen nefsine esirse, yani şehvetlerine kulluk ediyorsa, gerçekte kölenin ta kendisidir. Bu kimse arzularının ve içgüdülerinin esiri olmuştur. Tek bir içgüdü onu istediği her vadiye sürükleyebilmektedir. Bu kimseye malik diyebilir miyiz?

Ahlâkî temizlenmenin, yani kişisel ahlâkın işlevi işte buradadır: Sizi kendi kendinize malik kılmak. Bazıları kişinin kendi kendine malik olabilmesini anlayamayabilirler. Sonuçta onlara göre insan, yine kendi kendisidir. Evet, insan bir yönüyle hem kendisidir hem de kendisi değildir. Her şey, yine kendi kendisidir. Taş taştır, deniz de deniz… İnsan “kendi kendisi” olan bir varlık olmakla birlikte, aynı zamanda kendi kendisi olamayan tek varlıktır. “Yabancılaşma” denen şey budur. İnsan bazen kendi kendisine yabancılaşır. Özellikle günümüzde bu hal ziyadesiyle artmış ve yaygınlaşmıştır… Kişi, kendi kendisi olduğunu sanmaktadır; oysa kendi kendisi değildir. Pek çok şeyin esiri olmuştur. Dolayısıyla kişi ya kendi kendidir (hüve-hüve) ya da kendi kendisi değildir (hüve-gayrı hüve). İnsan çok karmaşık bir varlıktır. Her varlık sadece kendisidir. Karınca sadece karıncadır; o, arı değildir. İnsan hem kendisidir hem de yırtıcı bir hayvandır. Dolayısıyla yabancılaşmanın pek çok mısdağı vardır. Ahlâk ilminin dallarından biri olan tehzîb-i ahlâk, kişiye bu yabancılaşmaya kapılmaması için izlemesi gereken yolları (“gereklilikler”) bildirmektedir.

Lârîcânî: Tûsî aynı zamanda matematikçi bir filozof olduğundan, ahlâkî meselelerde bir mühendislik de yürütmüş adeta. Bana göre Tûsî’nin bu tutumu eşsiz... Onun bu yönünü ön plana çıkaralım istiyorum: Ebû Mansûr Muhteşem, Tûsî’den İbn Miskeveyh’in ahlâk alanında yazmış olduğu bir eseri çevirmesini istiyor. Sonuçta bu emir Tûsî’ye üst düzey birinden gelmişti. Fakat o, bu şahısla hiçbir etkileşime girmiyor, bir anlaşma yapmıyor. Kısacası Tûsî, o fikrî fezasının hürriyetine hiçbir şeyin ve kimsenin müdahil olmasına izin vermiyor. Bazıları onun İsmâilîlerin ve Moğolların esareti altında yaşadığını iddia ediyor. Oysa gerçek olan, hiç kimsenin onun düşünceleri üzerinde bir hâkimiyet kuramadığıdır. Tûsî o kadar büyük bir şahsiyet ki, gerçekten de onun [eserleri vasıtasıyla] rahle-i tedrisatından geçmemiz gerekiyor…

Tûsî bu hadise üzerine Ahlâk-ı Nâsırî’yi kaleme alıyor. Bu kitapta tehzîb-i ahlâka dair tüm meselelere değinmiş, bunlara âyet, hadis ve Ehlibeyt’in (a.s.) rivayetleriyle de zinet bahşetmiştir. Özellikle de Emîru’l-mü’minîn Ali’nin (a.s.) sözlerine o kadar çok atıfta bulunmuştur ki… Bir anlamda Nehcu’l-Belâğa’yı da İslâmî müdüriyetin (idarenin) bir mihenk taşı olarak tarif etmiştir. Şu ana dek hiç kimsenin böylesine bir imar projesine kalkıştığına şahit olmadım. İzlediği bu yol ve yöntemler, onun felsefî ve matematiksel yönünden kaynaklanmaktadır. O bu yönlerini, sözünü ettiğim alanlarda yetkin bir şekilde kullanabilmiştir.

Tûsî, insanın tehzîb-i ahlâkâ vahiy öğretilerinden istifade ettiği takdirde erişebileceğini söylüyor. Akla, hikmete ve hakîmlere sonsuz bir ihtiramın yanında, bir taraftan bu alanların hepsini aşmış, deyim yerindeyse bu konudaki gerçek cevher ve hazinenin vahiyde olduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda şeriatı oldukça güzel bir şekilde tarif etmiş, onun ahlâk ilmindeki yerini altını kalın çizgilerle çizerek göstermiştir. Bu bağlamda “O (Allah), ümmîler içinde, kendilerinden olan, onlara âyetlerini okuyan, onları arındırıp temizleyen ve onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderendir[2] âyetini onun kadar güzel yorumlayanına rastlamadım. Burada Kitab’ı “şeriat” olarak alırken, hikmet konusunda da kendi amelî hikmetini referans gösteriyor. Kur’ânî öğretilerden faydalanmanın yolunu bile, ince bir mühendislikle göstermiş oluyor bizlere.

Konumuz zaman zaman Tûsî’nin amelî hikmetinin dışına çıkmakta… Henüz vaktimiz de varken, bu konuda onun amelî hikmetinden aktarılması gerekenler üzerinde durursak çok daha iyi olacaktır diye düşünüyorum. Diyalog Filozofu kitabını kaleme aldığınızda bu ilkelere zamanımızda da ihtiyaç duyduğumuz sonucuna ulaştınız mı? Yani daha önce de belirttiğiniz gibi, “kendine malik olma” konusu örneğin… Kişinin henüz kendi içinde bunu başarmadan, aile kurmaya kalkması ya da toplum ve siyaset sahnesine atılması... Bu gerçekten de zamanımızın en büyük sorunlarından biri… Aksi takdirde insanoğlu, iddiasını ettiği her şeye ihanet etmiş sayılıyor. O halde kişi ne yapmalı da kendisinin sahibi olmalı?

Dînânî: Seçkin hakîm Tûsî, gerçekten de insanlık tarihinin belki de en kötü dönemlerinden biri olarak adlandırılabilecek bir zaman diliminin içinde yaşamıştı. Tüm bu zor koşullara rağmen o daima kendi hikmetinden faydalanmış, karşı tarafı da buna boyun eğdirmiştir. Ahlâk-ı Nâsırî‘yi kaleme alarak Ebû Mansûr Muhteşem’i de kendisine ram ettirmiştir. Onun yazdığı bu kitap, İbn Miskeveyh’inkinden çok daha güzeldir. Üstelik sizin de belirttiğiniz gibi, Tûsî burada âyet ve rivayetlere de yer vermiştir. Hülâgü’yü de Tûsî adam etmiştir resmen. Onu insan yapan oydu. Çünkü Tûsî tedbir sahibi bir kimse ve hatta seyyâs idi…

Onun ahlâk alanında yapmış olduğu en iyi hizmetlerden biri, Ahlâk-ı Nâsırî’yi kaleme almaktı. Bu, günümüzün en güzel ahlâkî kitaplarından biridir. Elbette genel itibariyle bu alandaki kitapların sayısı fazla değildir. Mi‘râcu’s-Sa‘âde, Câmi‘u’s-Sa‘âde ve Ahlâk-ı Celâlî gibi birkaç eser daha bu alana dahil edilebilir. Ancak Tûsî’nin Ahlâk-ı Nâsırî’sinin ayrı bir özgünlüğü ve mahiyeti vardır. Onun sadece bu eserle yetinmediğini de belirtmek gerekir. Nitekim kitabımın bir yerinde de, onun yazdığı bu eserin kâfi olmadığını belirtmiştim. Daha önce de bu programda değindiğimiz üzere, onun bu alanda yazdığı çok önemli bir başka eseri daha var ki, belki de sayfa sayısı bakımından onun en ince eserlerinden biridir bu. Eserin adı Evsâfu’l-Eşrâf… İsmine bakılarak bu kitabın, zengin kimseler için yazıldığı düşünülmesin sakın. “Eşrâf”, şerif (şerefli) ve yüce kimseler demektir. Yani mühezzep, kâmil veya veli kimseler… Bu eserde o, genel bir ahlâk kitabı olan ve avam için kaleme alınan Ahlâk-ı Nâsırî’nin de üstüne çıkıyor. İnsanın, sülûk yolunu adım adım katetmesinden söz ediyor. Ve sonrasında irfânî meselelere de yer veriyor. Ben onun bu eserini hiçbir irfânî eserden aşağı görmüyorum. Âriflerin tüm sözlerinin özü burada yer almaktadır. O bu kitapta kişinin, kendisine tehzîb-i ahlâk ile malik olmak suretiyle Hakk’ın memlûkü olabileceğine işaret ediyor. Âmme için yazdığı ilk ahlâk kitabının ardından, adım adım irfânî meselelere girmeye başlıyor. Burada daha çok irfânî ahlâk işlenmiştir. Yani sülûk ve tehzibin en kâmil boyutundan söz edilmiştir. Ve tabii ki nefse malikiyetten de… İşte bu iki ahlâk kitabını, kendi zamanının aynı zamanda önde gelen bir matematikçisi ve hakîmi kaleme almıştır. O, zevk ve şiirde de eşsiz bir şahsiyetti. Kendisinden günümüze ulaşan rubaîler, onun bu alandaki yetkinliğinin ayrı bir delilidir. Aynı zamanda bunlar kendisinin sanatsal ve edebî yönünü de ortaya koymaktadır. Sanat öyle bir perspektiftir ki, buradan tüm kültürleri birbirine yaklaştırmanız mümkündür. Tüm kültürlere hitap eden ve herkesi kucaklayıp bir araya getiren tek şeyin sanat olduğunu söylesek, abartmış olmayız sanırım. Bildiğiniz gibi sanatın da pek çok dalı mevcut. Tûsî de bu yönünü onun dallarından biri olan şiir ve edebiyatta tezahür ettirmiştir. Ne yazık ki onun şiirlerine de tıpkı eserlerine olduğu gibi, pek az ilgi gösterilmiştir.

Lârîcânî: Programımızın ne yazık ki sonuna geldik, üstat. Sizin de belirttiğiniz gibi o bu alanda güncelliğini ve tazeliğini hâlâ korumaya devam eden şeyler paylaşmış. Tûsî’nin eserlerine ilgi duyan herkesin – ki sizin de belirttiğiniz gibi, bunlar tarih boyunca ne yazık ki pek az ilgi görmüştür – bu kitaplara ulaşmalarını ve bunları incelemelerini tavsiye ediyoruz. Çünkü günümüzde bunlara duyulan ihtiyaç, tarihin diğer tüm dönemlerinde duyulan ihtiyaçtan çok daha fazladır. Çünkü bizler kendimize malik olduğumuz zaman topluma hizmet edebileceğiz. Aksi takdirde hıyanet etmemiz, işten bile değildir. Nitekim öncelikle kendine malik ve hâkim olamayan kimselerin milyonlar üzerinde hükümet etmeye çalışması günümüz siyaset dünyasının en büyük sorunudur. Bu gibi kimselerin yaptığı da hizmet etmekten çok, şerleri zerk etmektir. Eğer üstadımızın da muvafakati olursa, Tûsî’nin şairliği üzerine de bir program yapmamızı isterim.

Dînânî: Olur tabii ki… Aynı zamanda siyâset-i müdün konularına da daha ayrıntılı bir şekilde değinelim mümkünse.

Lârîcânî: Başüstüne, mutlaka…

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a ısmarlıyoruz.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://youtu.be/8BI7ONQxyso?si=ed2JTPc1Lq)A2ylh

 

 



[1] Yâ-Sîn Sûresi, 65. âyet.

[2] Cum‘a Sûresi, 2. âyet.