İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (3): Allah'ın Zât'ının tasavvuru niçin mümkün değildir?

İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (3): Allah'ın Zât'ının tasavvuru niçin mümkün değildir?
Esasında “Allahu Ekber” derken de O’nun neyden daha büyük olduğunu söylemiş oluyoruz? Dağlardan mı, yoksa galaksilerden mi daha büyük? Hayır, bunların hiçbiri kastedilmiyor. O, sizin tasavvurunuza gelen şeylerden daha büyük ve yücedir... Aksi takdirde, O’nun dağdan daha büyük olduğunu söylemek gülünç olurdu doğrusu. Bu ifadelerde hep tenzih vardır.

 

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Sevgili seyircilerimizi, güzel dostlarımızı ve Marifet programının samimi takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Bugünkü programımızda yine El-Kelimâtu’l-Meknûne’den bir pasaj seçtik. Akabinde üstadımızın bu pasajla ilgili açıklamaları olacak:

“Hakikati tasavvur etmeye talip olanlar, muhal olanı talep etmemeleri için ‘Allah sizi kendisi hakkında sakındırır’[1] buyruğuna muhatap olurlar. Hadiste de, Allah’ın yarattıkları hakkında tefekkür teşvik edilirken, Allah hakkında tefekkür nehyedilmiştir. Çünkü O’nun Zât’ı asla bilinemez: ‘Allah hakkında değil, O’nun nimetleri hakkında tefekkür edin. Çünkü O’nun azametini idrak edebilecek bir güce sahip değilsiniz.’ Kendisine vâsıl olmayı isteyenleri, hakku’l-yakînin halvetgâhında sükûnete erişsinler diye, ‘Dönüş/gidiş, ancak O’nadır’ makamına eriştirir.’[2]Allah’a kavuşmayı ümit eden bilsin ki, onun vakti bir gün gelecektir.’[3] Bir şeyin huzûru, o şeyin hakikatinin tasavvurundan başka bir şeydir.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Tüm “kelimeler”i güzel olan bir kitaptan, yine çok güzel bir pasaj seçtiniz. Bu kelimelerde bir sır vardır ve sanıldığı kadar açık ve anlaşılır değillerdir.

Okuduğunuz pasajda o ilk olarak âyetlerden faydalanarak çok ince bir hususa parmak basmıştır. “Hakikati tasavvur etmeyi talep edenler”… Öncelikle ibareleri anlamlandırmaya buradan başlamalıyız. Mutlak hakikati tasavvur etmek isteyenler… Daha önce de bu programda değindiğimiz gibi, hakikati herkes sevmektedir. Hakikati sevmediğini söyleyebilecek birine rastlayamazsınız. İnsanlar hakikatle amel etmeseler bile, yine de onu sevdiğini söyleyeceklerdir. Bu pasajda da hakikati sevenlerin onun ne olduğunu öğrenmek istemelerinden söz ediliyor. Kendilerini onun tasavvuru konusunda zorluyorlar hatta. Ama ne kadar zorlarlarsa zorlasınlar, hakikat tasavvur edilebilecek bir şey değildir. Hakikat o kadar azametli bir şeydir ki, tasavvurun kalıplarına sığamaz. Niçin tasavvur edilemiyor? Tasavvur zihinsel bir idrak olduğu için. Elbette ki her zihinsel idrak, tasavvur değildir ve onun da türleri vardır. Vehmî idrakler, hayâlî idrakler gibi…

Burada “tasavvur”un da anlamını açıklamamız gerekecektir. Bizler niçin bazı idraklerimizi “tasavvur”, diğer bazılarını “tasdik” olarak adlandırıyoruz? “Tasavvur” sözcüğü, “suret” sözcüğünün tefa‘‘ul bâbındaki mastarıdır. Dolayısıyla tasavvur, bir şekil ve suretin eşlik ettiği düşünce demektir. Siz bir şeyleri, oturduğunuz yerden suretleriyle tasavvur edebilirsiniz. Örneğin, yatak odanızda oturuyorsunuz, ama kitaplığınızın filan rafının filan sırasındaki kitabınızı düşünüyorsunuz ve ister istemez bu, sizin “gözünüzde canlanmış” oluyor. Veya bu programı yaparken, şu an evinizin bir yerini düşünüyorsunuz diyelim, o düşündüğünüz yerin bir sureti zihninizde canlanır. Gördüğünüz ve hafızanıza kaydettiğiniz her şeyin sureti sizin zihninizde kayıtlıdır. Şeylerin idrakine “tasavvur” denmesinin sebebi budur. Burada bir şeyi idrak etmek, onun suretini idrak etmeye eşitlenmiştir. Gittiğiniz her mekânın da zihninizde bir tasarrufu vardır. Örneğin Demâvend Dağı, Hazar Denizi veya İsfahan’daki Şeyh Lütfullah Camii… Bu mekânları gördüyseniz, zihninizde buralarla ilgili muhakkak bir tasavvur vardır.

Bu açıklamalar eşliğinde hakikatin tasavvur edilip edilemeyeceğini düşünün… Yani hakikati surete dönüştürebilmek… Hakikat suretin kalıbına girebilir mi? Aslında hem girebilir hem de giremez. Eğer hakikat suretin kalıbına asla giremez diye düşünüyorsak, bu durumda ona ulaşmayı imkânsızlaştırmış oluruz. Eğer suretin kalıbına girebileceğini savunursak, bu kez de onu o suretin kalıbında sınırlandırmış ve hapsetmiş oluruz. Sınırsız bir suret diye bir şey yoktur; her suret sınırlıdır. Dolayısıyla eğer tüm hakikat surete ve tasavvura indirgenirse, sınırlanmış olur. Sonsuz olan ve bir şekli olmayan o hakikat, tasavvurumuza sığdığı an sınırlanır. Bu nedenlerdir ki, mutlak hakikat tasavvurun kalıbına girmez. Ancak tüm bunlarla birlikte, ümitsizliğe de kapılmamak gerekir. Hakikatin tasavvurun kalıbına hem girebileceğini hem de giremeyeceğini söylerken çelişkiye mi düşmüş oluyorum? Hayır. Mutlak ve salt hakikat tasavvurun kalıbına giremez. Ne var ki, bir şekle girerek size görünür. Hakikat bizi her zaman kendisine muhatap kılar. Hakikati muhatap kılan bizler değiliz, tam tersine o bizi kendisine muhatap kılar. Bizler bu konuda da yanlış düşünüyoruz. Bizler kimiz ki hakikati kendimize muhatap kılabilecek güce sahip olalım? Böyle bir kudretimiz mi var? Hakikat sonsuz iken, bizler sonlu varlıklarız. Bizi kendisine muhatap kılan, hakikattir. Eğer kulaklarımız yeterince keskinse, onun sesini mutlaka duyarız. Hakikat bizi her zaman bilinçli kılar. O daima bize seslenir ve bir tecelliyle görünür olur. Biz onu ancak tecellilerde görebiliriz. Fakat mutlak ve salt hakikati göremeyiz. O bizim tasavvurumuza kesinlikle sığmaz. Ancak onun tezahürlerini ve tecelligâhlarını her zaman görebiliriz. St. Augustinus, “Tanrım, ne kadar kadimsin ve ne kadar da yeni…” diyor. Bu sözü, Hakk’ın tecellileri hakkında söylemiş. Hakk’ın hakikatini kimse müşahede edemez, fakat onun tecellilerini herkes görebilir. Allah, tecellilerinde görülebilirdir.

Lârîcânî: “Onlara âyetlerimizi hem âfâkta hem de kendi nefislerinde göstereceğiz.[4]

Dînânî: Onun tecellileri yeni midir, yoksa eski mi? Burada belki de yeniden çelişki sayılabilecek bir şey söyleyeceğim: Bu tecelliler hem en eski hem de en yenidirler. Bir şey aynı anda nasıl hem en yeni hem de en eski olabilir? Hakk ve hakikatin tecellisi, işte bu şekildedir. Hakikatten daha önce gelen hiçbir şey yoktur. Hakikatin öncesinde olduğu düşünülebilecek bir şey var mıdır? Hayır. Dolayısıyla o her şeyden daha kadimdir. Peki, hakikatin tezahürü hakkında ne söyleyebiliriz? Onun her şeyden daha yeni olduğunu… O her nefeste, her bakışta yenilenir. Her an tek bir tezahür ve tecelliden değil, sonsuz tecelli ve tezahürden söz ediyoruz. Merhum Feyz-i Kâşânî olağanüstü bir zevk ve neşat ile bunları âyetlerden çıkarsamıştır. O, hakikati tasavvur etmeyi talep edenleri, âyet yoluyla uyarıyor. “Allah, sizleri kendisi hakkında düşünmekten nehyediyor” diyor. O, bizleri haramlardan da sakındırmakta elbette… Bunlar kendi yerinde apayrı bir konu teşkil ederler. Pasajdaki âyetin kastettiği de bu konular (yani haramdan sakındırmak) değil. “Allah sizi kendisi hakkında sakındırıyor” âyetinin çok derin anlamları var. Yani muhal şey talep edilmemeli. O, bu yolla kullarına, kendi Zât’ını –isteseler de– tasavvur edemeyeceklerini bildirmek istiyor. Dolayısıyla kişi, bu alanda şansını zorlamamalı, muhali talep etmemelidir. Muhali talep etmek bir cahillik alâmetidir. Allah böyle bir izni hiç kimseye vermemiştir; dolayısıyla kişiye de bu talepte ısrar etmemek düşer. Oysa diğer taraftan ne yapıyor? Her ân ve her zaman kendisinin nimetleri ve tecellileri üzerinde tefekkür etmeye davet ediyor.

Lârîcânî: Feyz’in kendisi de, burada sükût etmemizi ve hiçbir şey söylemememizi salık veriyor. Çünkü O, ne nutka ne de tasavvura sığar…

Dînânî: Nutk bir yana, tasavvur etmek dahi muhal. Hakîmler ve mütekellimler bu konuyu “teşbih ve tenzih” başlığı altında incelemişler. Bunlara yalnızca Feyz değil, pek çok âlimimiz değinmiş. Tenzih, Hakk Teâlâ’nın ulaşılamayacak ve bilinemeyecek şeyleridir. Kişi O’nunla ilgili neyi tasavvur ederse etsin, O bu tasavvur edilenden münezzehtir. Münezzeh, pak ve uzak olmak demektir. Neyden? Tasavvurlardan… Esasında “Allahu Ekber” derken de O’nun neyden daha büyük olduğunu söylemiş oluyoruz? Dağlardan mı, yoksa galaksilerden mi daha büyük? Hayır, bunların hiçbiri kastedilmiyor. O, sizin tasavvurunuza gelen şeylerden daha büyük ve yücedir... Aksi takdirde, O’nun dağdan daha büyük olduğunu söylemek gülünç olurdu doğrusu. Bu ifadelerde hep tenzih vardır.

Diğer tarafta ise, teşbih diye bir durum da söz konusu. Sonuçta O’nun hakkında sürekli olarak mutlak bir tenzih tutumunu benimseyemeyiz. Eğer sürekli olarak tenzihi öncelersek, bu kez de O’ndan sonsuza dek uzak kalırız. Hâlbuki bir yandan da O’na yaklaşmak gerekir. Bunun yolu da O’nun tecellilerine nazar etmekten geçer. Bu tecelliler her çiçekte, her renkte, her nefeste ve her ânda görülebilir niteliktedir. Yani O bu bağlamda hem en yakın hem de en uzak varlıktır. Bazıları burada mantıksal olarak çelişkiye düştüğümüzü düşünebilir: Nasıl olur da bir şey aynı anda hem en yakın hem de en uzak olabilir? Bir taraftan O size şah damarınızdan daha yakın olduğunu söylüyor. Şah damarınızın size yakınlığı ne kadar? Yakınlık şöyle dursun, o sizin can damarınızdır ve tüm hayatınız ona bağlıdır. Bu ifadelerle size yakınlığını bildirirken, diğer taraftan da sizi kendisi hakkında uyarıyor. Ve Zât’ı bilmenin bir yolunun olmadığını söylüyor. Kişi, bir taraftan, Hakk’ın Zât’ı hakkında tefekkür etmekten sakındırılıyor, diğer taraftan ise ona, “Nereye dönerseniz, Hakk’ın veçhi oradadır[5] deniyor. Hem en yakın hem en uzak olmak kimin sıfatıdır? O’nun… O, Zât’ıyla uzak, nimetleri ve tecellileriyle yakındır. İşte, Feyz’in söylemek istediği bunlardı.

Lârîcânî: Hazret’e vâsıl olmayı isteyenleri, hakku’l-yakînin halvetgâhında sükûnete erişsinler diye, ‘Dönüş/gidiş, ancak O’nadır’ makamına eriştirir.”

Dînânî: Bu âyette geçen “mesir: gidiş, yol” ifadesi, “yolun sonu” anlamına gelmektedir. Yani sizin yolunuzun sonu, O’dur. Burada kuluna, “Bana mutlaka ulaşacaksın” diyor. Oysa bir önceki âyette, onu Zât’ı hakkında düşünmekten sakındırmıştı. Yani bir tarafta, “Benden uzaklaş” var, diğer tarafta ise, “Bana ulaşacaksın”… İşte, Feyz burada o dönüşün ve yolun sonunun ne olduğunu anlatıyor: Yolun sonu, hakku’l-yakîn’in halvetgâhıdır. Bu makamda artık Hakk’tan başka hiçbir şey yoktur. Bu ne demek? O’ndan başka hiç kimsenin olmaması demek. Burada yakîn’in her türü kastedilmiyor. Sadece hakku’l-yakîne erişenler bu ilâhî lütfa mazhar olurlar. Yakînin de mertebeleri vardır. Hakk’ın halvetgâhı sadece hakku’l-yakînin hediyesidir. Yakînin mertebeleri nelerdi? İlmu'l-yakîn, aynu’l-yakîn ve hakku’l-yakîn. Bunların hepsi neticede yakîn olsa da, her biri aynı mertebede değildir. Kime sorsanız herkesin bir şeylere dair yakîni vardır. Peki, bu kimselerin yakînleri hangi mertebede? Bu bilgiler bazen ilmu’l-yakîn mertebesinde olabilirler. İlmu’l-yakîn nedir? Bir şeyin kesin bilgisine ulaşmaktır. Örneğin, 2+2=4’tür, öyle değil mi? Evet. O halde bu matematiksel işlem hakkındaki bilginiz kesindir. Yakînin bu mertebesi, sadece bir şeyin kesin bilgisine sahip olmak düzeyindedir. Bu mertebede yakîniniz henüz ilmî bir mertebededir. Bundan sonra yakînin hangi türü geliyor? Aynu’l-yakîn… O, bir şeyi baş ve kalp gözüyle görerek bilmektir. Kendiniz kendinizi görür müsünüz, görmez misiniz? Evet, görürsünüz. Üstelik hem zâhir hem de bâtın gözüyle. Beden gözünüz kapalı olsa bile, yine de kendinizi görmeye devam edersiniz. İnsanlar her şeyden şüphe etseler bile, en azından kendi varlıklarından şüphe etmezler, öyle değil mi? Bu, Descartes’ın sözüydü. O, her şeyden şüphe etmişti. Kendisi hakkında bile… Ancak daha sonra bu düşüncesinden vazgeçti ve “kendi varlığımdan şüphelensem bile, şüphemden şüphe edemem” dedi. Eğer bizler her şeyden şüphe ediyorsak, bu şüpheyi eden, yine bizim ben’imiz değil mi? Bunun ismi, aynu’l-yakîndir. Descartes, aynu’l-yakînden başlamış ve hareket noktasını burası olarak belirlemişti. O, bu inceliklere dikkat edebilecek biri değildi, elbette. Ancak her halükârda onun –ama bilinçli ama bilinçsiz olarak– bu noktadan başladığını söyleyebiliriz. O, ilmu’l-yakînden başlamadı. Kendisini idrak edişi, aynu’l-yakîndir.

Geldik, son aşamaya… Bu ikisinden de daha üstün olanı hangisi? Hakku’l-yakîn… İşte, bu mertebeyi anlatmak, ilk ikisine nazaran daha zordur. Tıpkı, hakikatin tasavvuru gibi, zor… Dolayısıyla hakku’l-yakîn de tasavvura sığacak, dile dökülecek bir şey değildir. Burası, “tasavvur edilecek” değil, “ulaşılacak” makamdır. Burası artık sizin yakîninizin olabileceği bir yer değildir. Şöyle ki, örneğin ilk iki mertebede, sizin bir şeye yönelik bir yakîniniz vardı: İlk örnekte “2+2=4’e dair yakînîm var” ya da ikinci örnekte, “Kendime (ben’ime) dair yakînim var” diyebiliyordunuz. Hakku’l-yakînde artık, “ben-sen” diye bir şey yok. Burada “Benim yakînim var” demezsiniz; bilakis yakînin kendisi siz olursunuz. Yakîn edilen şey ile yakîn eden arasındaki fark, burada ortadan kalkar. İşte, bu mertebenin tasavvuru bu sebeple zordur. Bu mertebe neresidir? Feyz, bunun cevabını vermiştir: Hakk’ın halvetgâhı… Buraya hiçbir varlık ulaşamaz. Orada ikilik diye bir şey yoktur; ikiliğin kendisi bile yakîndir. “Benim …- e yakînîm var” dediğinizde, siz ve yakîn ettiğiniz şey, iki ayrı şeysiniz. Hakku’l-yakîn, vahdet-i mahz ve mutlak hakikattir. Bu makamı tasavvur etmeye çalışmamak gerekir; çünkü Allah bu makamı tasavvur etmekten sakındırmıştır.

Lârîcânî: Burası Allah’ın, ilâhlık ettiği yerdir.

Dînânî: Orası Hakk’ın hükümetidir. Orada Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın mutlak hükümetinden ve hükümranlığından başka hiçbir şey mevcut değildir. Hakku’l-yakîne pek az kişi erişebilir. Çünkü orası Hakk’ın halvetgâhıdır.

Lârîcânî: Hakku’l-yakîn hakkındaki açıklamalarınız çok değerliydi. Burada artık, “ben”imiz bile yakîndir. Burada bize yakîn eden artık Hakk’ın kendisidir. Çok yeni ve güzel bir tanımdı, gerçekten.

Burada Zeyd ile Peygamber’in (s.a.a.) arasında geçen bir diyaloğu aktarmadan geçmek olmaz. Allah Resûlü (s.a.a.) ona nasıl sabahladığını soruyor. Zeyd de “Mûkîn (yakîne ermiş) bir kul olarak” cevabını verince, Peygamber (s.a.a.) ona, “İman bağın yeşermiş ve çiçeklerin açmışsa nişanesi nerede?” diye soruyor. Zeyd de “Ey Allah Resûlü, dünyadakiler gökyüzünü nasıl görüyorsa, ben de Arş’ı ve Arş’takileri öyle seyrediyordum. Cennetin ve cehennemin kapıları bana apaçık göründü” diye cevap veriyor.

Dînânî: O hangi gözlerle mülk ve melekûtu görmüştü? Dünyadakilerin gökyüzünü görmesi gibi görmüştü melekûtu. Ona göre etrafındaki her şey artık put olmuştu ve o artık Hakk’tan başkasını görmüyordu.

Lârîcânî: Çoğu kez nefsin kendisi bile insan için bir puttur.

Dînânî: İşte, yakîn makamının ne olduğuna ve nasıl anlatılabileceğine bu kıssa bir örnek teşkil ediyor. Tabii, burada Zeyd’in tecrübe ettiği şeyin aynu’l-yakîn mi, yoksa hakku’l-yakîn mi olduğu konusunda şüphelerim var. Aynu’l-yakîn de çok değerli ve önemli bir mertebe elbette. Dolayısıyla aynu’l-yakîni sakın küçümsemeyin. Fakat hakku’l-yakîne pek az kimse erişir. Sizin aktardığınız bu hadis de bu bağlamda oldukça önemli. Aynı şekilde Feyz de hadisleri çok güzel bir şekilde derlemiş. Neticede o, irfânî bir zevke sahipti.

Lârîcânî: Üstad, biraz önce aktardığım hadisin, hakku’l-yakîni kastediyor olması kuvvetle muhtemel. Çünkü bu kıssayı Mevlânâ da şiire dökmüştü. Son beyitlerde, Peygamber’in (s.a.a.), Zeyd’e “sus” işareti yapması ve ondan, şahit olduklarını daha fazla anlatmamasını istemesi hakku’l-yakîne bir işaret olabilir mi?

Dînânî: Evet, bu söyledikleriniz de çok önemliydi. Yani, Peygamber’in (s.a.a.) ona “sus” işareti yapması… Artık konunun geri kalanına, diğerleri nâmahremdir ve onlara bir şey anlatılmaması gerekir. Çünkü insanların bunları duymaya takatleri yoktur. Kişi, bunları kendine saklamalıdır.

Perdelerin ortadan kalkması… Bu o kadar büyük bir şey ki… İnsan ile Allah arasındaki perdelerin sayısı kaçtır? Perde içinde perde. Bazen ilim bile perde olabilmekte… Sonsuz sayıdaki cehâlet perdesini geçseniz, bu kez de ilmin perdelerine takılırsınız. Dolayısıyla cehâlet perdelerinden kurtulduğunuzda, her şeyin bittiğini sanmayın. İlmin perdeleri, cehâletin perdelerinden daha kalındır. Cehâlet perdeleri daha kolay aşılır; çünkü çaresi vardır: İlim tahsil etmek… İlim tahsil edersiniz ve bu perdeleri aşarsınız. Buna karşılık, ilmin perdeleri nasıl yırtılır? İlmin perdeleri o kadar kalın ve ağırdır ki… Aslında ortada “Hakk’a götüren yol” diye bir şey yoktur, Hakk’a gidebilmek için ortadan kalkması gereken perdeler vardır. Bu perdeler ne zaman ortadan kalkarsa, Hakk da o zaman kâmil şekilde zuhur edecektir. Bu aşama, hakku’l-yakîne de ulaşma aşamasıdır.

Lârîcânî: İmam Hüseyin’in (a.s.) hakku’l-yakîni de, Arefe Duası’nın şu cümlelerinde tecessüm etmişti: “Ey Allah’ım, Seni tanımak için tek tek kudretinin eserlerine bakacak olsam, Sana ulaşmanın ve şuhûdunun yolu benden uzaklaşmış olacaktır.” Hani biraz önce perdelerden söz etmiştiniz ya, işte İmam Hüseyin (a.s.) için de bu eserler birer perdeydi.

Dînânî: Hakk’a giden yol, bizim trafikte kavşakları, virajları ve trafik lambalarını birer birer geride bırakarak ilerlediğimiz yollar gibi değildir. Hakk’ın yolu, perdelerin yırtılmasıyla kat edilebilecek bir yoldur. Perdeler nelerdi? Birinci aşamada, cehâlet, şekilsel bilginin/ilmin perdeleri, vd… Belki de burada ilmin neden perde olabileceği sorulabilir. İlim niçin perde olur? Buna felsefî bir cevap vermek gerekir: Çünkü ilimde, âlim [bilen, süje], her zaman malûmda [bilinen, obje] kalakalır. Bir şeyi bildiğinizde, sadece o bilinende kalırsınız. 2+2=4 dediğimizde, bilgimiz, bu eşitliği sağlayan bileşenlerin toplamından çıkan sonuçtur. Eğer bu sonuca sıkı sıkıya bağlı olursanız, yerinizde saydınız demektir. Peki, tüm varlık âlemi, sizin bu bilginizden mi ibarettir? Hayır, sizin malûmâtınızdan kesinlikle daha geniştir. Yeryüzünde böyle bir kimse yok, ama farz edin ki, bir şahıs, evrenin tüm sırlarına erişmiş diyelim… Eğer bu kimse de –edindiği bu bilgiler ne kadar geniş olursa olsun– aynı noktada kalakalırsa, o da yerinde saymış demektir. Peki, varlık âlemi, sadece içinde bulunduğumuz yeryüzünden mi ibarettir? Hayır. İlim, malûmun sınırlarında kaldığı için perde olur insana. Bir şeyi biliyor olabiliriz; ancak unutmayalım ki, her zaman o bildiğimizin de bir üst mertebesi vardır. Bu üst mertebeyi de anladınız, diyelim. Bu sefer bir başka mertebe karşınıza çıkacaktır. Nereye gittiğinizde, artık daha ötesine ulaşamayacağınız bir noktaya varmış olursunuz? “Fakat her bilgi sahibinin üstünde, her şeyi bilen Allah vardır.[6] Yani ilmimiz ne kadar genişlerse genişlesin, bunun da üstünde bir başka bilen vardır ki, O da Allah’tır. Burası tıpkı, Peygamber’in (s.a.a.) yaptığı gibi, “sus” işareti yapılacak ve sükût edilmesi tavsiye edilecek makamdır. Feyz ne de güzel konulara işaret etmiş!

Lârîcânî: Evet, üstad. Gerçekten de öyle. Onun âyet ve rivayetlerden faydalanma biçimi, insanı gerçekten de cezbetmekte. Hadisleri de çok iyi tahlil ettiğinin bir göstergesi bu, aynı zamanda.

Ayrıca pasajın son bölümünde geçen, “Allah’a kavuşmayı ümit eden bilsin ki, onun vakti bir gün gelecektir” âyetini, İmam Hüseyin de (a.s.) Âşûrâ gecesinde yakınlarına okumuştu.

Dînânî: Bendeniz bu âyette şimdiye dek hiçbir müfessirin değinmediği bir inceliğe dikkat çekmek istiyorum: Buradaki “likâ” ne demek? Kişinin Allah ile buluşması… Allah kendisine kavuşmayı dileyen enbiyâ, evliyâ ve ihlâslı mü’minleri ümitsiz bırakmıyor. Âyette geçen “ecel” kelimesi, “vakit” anlamına geliyor. Burada “vakit” anlamına gelen “ecel”in özel bir anlamı vardır. Bu vaktin dilbilgisi bakımından geçmişi, şimdisi, gelecek zamanı, gecesi, gündüzü, baharı, kışı var mı? Hayır. Bu, Allah’ın belirlediği bir zamandır ve geçmişte, şimdide vd. aranmaz. “Vakit” ne demektir? Burada kelimeyi Kur’ân’ın kullandığı şekilde kullanmaya çalışıyorum. Enbiyâ ve evliyânın vakti, bizim bildiğimiz vakitten farklıdır. Biz vakitten, geçip gitmekte olan şu zamanı anlıyoruz. Oysa Allah’ın indindeki vakit, bu zamansal ölçülerin dışındadır. Bu, ilâhî vakittir. Bu vakit, kimseye bahşedilmez. Hz. Hatmî Mertebet’e (s.a.a.) özgü kılınmıştır bu vakit: Bizim Allah ile bazı vakitlerimiz vardır. Bunu kesinlikle bizim anlayışımızdaki zaman ile karıştırmamamız gerekir. O’nun vakti hiçbir zaman son bulmaz. Ömür bir gün son bulur, ama O’nun vakti son bulmaz; ezelî ve ebedîdir. Allah’ın bu vakti kimler içindir? O’na kavuşmayı ümit edenler için. Feyz’in bu pasajı gerçekten de olağanüstü…

Bizlerin vakti, hep günlük uğraşılarla geçmekte. Günümüzde birçokları bu tür buluşmalar için “vuslat” gibi derinlikli sözler kullanabiliyorlar. Ancak bunların âşıkça olduğunu iddia edebilmek güç.

Kişi, hakkul-yakîne eriştiğinde, artık hiçbir şeyden korkmamaya başlar; yani korku duygusunu yitirir: “Allah’ın velilerine korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler de.[7] İnsanlara baktığımızda, bazılarının az bazılarının biraz fazla olmak üzere, birtakım korkularının olduğunu görürüz. Kimileri karanlıktan ve mezarlıklardan kimileri de bir başkası tarafından zarar görmekten, malını kaybetmekten, düşmanın saldırısından vd. korkar. Allah’ın velileri dışında pek az kimse korkar. Korku neticede insanî bir özelliktir. Elbette hayvanlar da korkar. Onların korkuları ile bizim korkularımız arasındaki farklılıklar derin bir konudur. İnsanın korkuları hayvanınkilerden daha geniş çaplıdır. Hayvanın korktuğu şeyler bellidir. Örneğin onlar, yaklaşan bir tehlikeden korkarlar. İnsandaki korkunun kaynağı hurafelerdir. İnsanlık kültüründe ortaya çıkan tüm hurafelerin kaynağı korkudur. Eğer korku olmasaydı, hurafeler de olmazdı. İnsan korkularını gidermek için sürekli hurafelere sarılmıştır. Geçmişte ve şimdide –belki gelecekte de olacaktır– bu kadar hurafenin meydana gelmiş olması tesadüf değildir. Kur’ân ise insanın korkularını aynu’l-yakîn ve hakku’l-yakîn ile tedavi etmektedir. İşte bu makamlarda artık bir korku yoktur. Burada korku olmadığından, hurafeler de var olma imkânı bulamazlar.

Lârîcânî: Âşûrâ sonrasında, Ubeydullah ibn Ziyâd’ın (l.a.) Hz. Zeynep’e (s.a.), “Allah’ın, kardeşine ne yaptığını gördün mü?” diye sorması ve Hz. Zeynep’in de (s.a.) ona, “Ben güzellikten başka bir şey görmedim” demesi, Hz. Zeynep’in (s.a.) hakku’l-yakîn makamıdır, öyle değil mi?

Dînânî: En azından aynu’l-yakîn olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. Ve belki de hakku’l-yakîn… Bu makamda, güzellikten başka bir şey görülmez.

Lârîcânî: Aynı zamanda hiçbir şeyden korku da duyulmaz.

Dînânî: Hz. Zeynep’in (s.a.) bu sözü üzerinde çok düşünülmelidir. Ne oldu da o, böylesi bir şehadeti güzel görebildi? Burada “güzellik” sözcüğü üzerinde de ayrıca durulmalı. Sanat ehli olanlar, bunun anlamını daha iyi bilirler. Güzelliğin tanımı konusunda birçokları farklı düşünmektedir. Bu bağlamda yüzlerce tanımın olduğu söylenebilir; ancak buna rağmen henüz dahi kapsamlı bir tanıma ulaşılabilmiş değildir. Ben bir filozofun[8], çok hoşuma giden bir güzellik tanımına rast gelmiştim. Sanatla uğraşanlar birazdan söyleyeceğim bu tanımı, can kulağıyla dinlesinler. Bazıları güzelliğin “ölçülü olmak” ve “her şeyin yerli yerinde olması” anlamlarına geldiğini söylemişlerdir. Bunların hepsi doğru, ancak henüz yetersiz. Örneğin iki ressamın yaptığı resme bakıyorsunuz. Bunların her ikisi de aynı malzemelerden ve tekniklerden faydalanmış. Ancak siz birini beğeniyor, diğerini beğenmiyorsunuz. Size birini beğendirip diğerini beğendirmeyen şey nedir? Doğaya baktığınızda bazı çiçekleri diğer bazılarından daha güzel bulmanız olasıdır. Bu çiçekler hakkındaki yargınızın farklı olmasının sebebi nedir? Bir filozof, güzelliğin varlığın büyümesi, gelişmesi (nümuvv) olduğunu söylüyor[9]. Ne kadar güzel bir tespit… Varlık güzellikte nasıl büyüyor? İşte bu filozof, yargılardaki bu farklılığı, varlığın [sanat eserlerindeki] büyüyüşünün somut olmamasına bağlıyor.

Lârîcânî: Bu büyüyüş, aynı zamanda yakînin tecellileri ve tezahürleri olabilir mi?

Dînânî: Böyle de diyebiliriz. Bu büyüyüş, öznel değil, nesneldir. Biz dış dünyada bir güzelliğin olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu, bir bitkinin veya hayvanın vd. büyümesi olmayıp, bundan daha yüce bir mertebeyi imlemektedir. Bu bağlamda manevî bir anlamı da vardır. Bu tanımda geçen ibare çok ilginçtir. Böyle bir tanıma ilk kez denk geldim. Daha önce hiçbir şekilde kulağıma çalınmamıştı açıkçası. Güzellik için yapılmış en güzel tanım bendenize göre.

Lârîcânî: Yakînin bir tecellisi olarak da görebileceğimiz bu “büyüme”, insanın dışsal bir gerçeklik karşısındaki bakış açısını, ufkunu ve yargısını diğerlerinden farklı kılmakta, öyle değil mi?

Dînânî: Evet, tam olarak böyle. Bizler bakış açımızı, görüş alanımızı geniş tutmalıyız. Güzelliği algılayabilmek için perspektifimizin düzeyini alabildiğine yüceltmeliyiz. Eğer bakış açımızda bir genişlik olmazsa, algılananın (müdrek) güzelliğini, olduğu şekliyle ve gerçekliğiyle görmüş sayılmayız.

Lârîcânî: Böyle olmalı ki, kişinin ufkunu varlığın da ötesine çekebilsin.

Dînânî: İşte “büyüme” bu idi.

Lârîcânî: Çok güzel bir çıkarım gerçekten.

Yeniden Feyz’in eserine dönecek olursam:

Uzakta olanları ‘Söz Allah’a ulaştığında, onu tutun’ uzaklaştırmasıyla korkutmuş, yakında olanları, ‘Kim nefsini bilirse, Rabbini bilmiştir’ yaklaştırmasıyla teşvik etmiştir."

Ne kadar güzel ifadeler…

Dînânî: Gerçekten muhteşem ifadeler. Burada Allah ilk grubu korkuturken, ikinci grubun ümitlerini artırıyor. Dolayısıyla insan, kendi konumunu çok iyi belirlemeli. Rabbine ilgi duyuyor mu? Yani tevhidî mi düşünüyor, yoksa düşüncelerine şirk karışmış bir vaziyette mi tefekkür ediyor? Hakikati seviyor mu, sevmiyor mu?

Lârîcânî: Eğer hakikate âşık ve ihlâslıysa, yol ona her türlü açıktır.

Şüşterî şöyle söylüyor: “Ben Âşûrâ sahrasını şuhûd ettim. İmam Hüseyin’in (a.s.) bedeninin kana boyandığını gördüğümde, orada bulunan bitkilerden, ağaçlardan, taşlardan, yerden, gökten, kısacası her şeyden tek bir sadâ yükseliyordu: ‘Ey nefs-i mutmainne! Razı olmuş ve razı olunmuş olarak artık Rabbine dön.’[10]

Hakikaten de İmam Hüseyin (a.s.), nefs-i mutmainnenin gerçek mısdağıdır. Feyz’in pasajında geçtiği gibi, “nefsini bilenlerin bildikleri o Rabb’e” doğru sürekli teşvik ediliyordu.

Dînânî: Hakk tarafından her zaman teşvik ediliyordu. O, nefs-i kâmil ve Allah’ın velisidir.

Lârîcânî: Hz. Zeynep’in (a.s.) kalbinin istikrar ve sükûnet kaynağı olan şey, belki de işittiği o sadâ idi.

Dînânî: Muhakkak öyle. Hz. Zeynep (s.a.), sekînetin kendisidir. Nitekim İmam Hüseyin’in de (a.s.), bu isimde bir kızı var. “Sekîne” mutmain olan, sükûnete eren demek…

Lârîcânî: “Böylece onların üzerine bir sükûnet ve güven duygusunu indirdi.[11]

Dînânî: Hz. Zeynep’in (s.a.) kalbinde de bu ilâhî sükûnet vardı.

Lârîcânî: Çok güzeldi, üstad. İstifade ettik. İnşallah bu pasajlarımıza ileriki programlarımızda da devam edeceğiz.

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak  

 

 

https://youtu.be.com/-tQhR-6ic20?si=4u2PVIT_EDEz5g2i

 



[1] Âl-i İmrân Sûresi, 30. âyet

[2] Nûr Sûresi, 42. âyet

[3] Ankebût Sûresi, 5. âyet

[4] Fussilet Sûresi, 53. âyet

[5] Bakara Sûresi, 116. âyet

[6] Yûsuf Sûresi, 76. âyet

[7] Yûnus Sûresi, 62. âyet

[8] Martin Heidegger (ç.n.)

[9] Bu tanım Martin Heidegger’a aittir. Burada Dînânî, güzelliği “varlığın büyümesi, gelişkinliği” olarak ifade etse de, tanımın Heidegger’daki aslı, “Güzellik, varlığın aydınlanmasıdır” şeklindedir. (ç.n.)

[10] Fecr Sûresi, 27.-30. âyetler

[11] Fetih Sûresi, 18. âyet