İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (4): Hakk Kendisiyle Var Olan Varlığın Kendisidir

İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (4): Hakk Kendisiyle Var Olan Varlığın Kendisidir
Burada gözleriniz “görme” görevini yerine getirmiştir, evet. Fakat o, gördüğünün sandalye olduğunu bilmemektedir. Gözün ardında, onun sandalye olduğuna hükmettiren bir şey var. İşte o, akıldır. Akıl, tüm duyuların ötesindedir. Eğer gözlerin ardındaki akıl olmasaydı, göz sadece görmüş olacaktı. Göz sadece görür, anlamları (me‘ânî) idrak etmez.

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Sevgili seyircilerimizi, güzel dostlarımızı ve Marifet programının samimi takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Bugün de yine El-Kelimâtu’l-Meknûne’den bir pasaj okuyacak ve saygıdeğer üstadımızdan bu pasajdaki sırları yorumlamasını rica edeceğiz:

“Varlıktan başka her şeyin, var olmada ve mevcut olarak kalmada varlığa muhtaç olduğuna şüphe yoktur. Varlık, başka bir şeyin varlığıyla değil, kendisiyle vardır. Muhtaç olan hiçbir şey Hakk değildir. Dolayısıyla Hakk, kendisiyle var olan varlığın ta kendisidir. Her şey O’nunla vardır. Çünkü nur, başka bir şeyin aydınlığıyla değil, kendi zâtıyla aydınlıktır. Her şeyin aydınlığı, O’nun aydınlığıyladır. Bu durumda her şey Hakk’a muhtaçken, O her şeyden Ganiyy’dir. ‘Çünkü Allah zengin, siz ise fakirsiniz (muhtaçsınız).’[1] Burada Hakk’ın eşyâ ile ma‘iyyetinin (birlikteliğinin) sırrı aşikâr olmaktadır. Eğer bu birliktelik olmasaydı, hiçbir şey var olamazdı. Yine buradan, Varlığın, kendisiyle var olan ve kendi Zât’ında müteayyin olan Vâcibu’l-Vücûd olduğu anlaşılmaktadır.”

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Feyz-i Kâşânî’den okuduğunuz bu satırlar, Ehlibeyt’in (a.s.) muhaddisinden sâdır olmuştur bir yönüyle. O bunları rivayetlere dayanarak söylemiştir. Felsefe ve irfân tarihinin tüm maarifi, okuduğunuz şu birkaç satırda dürülüdür.

Pasajı yorumlamaya geçecek olursak; burada değinmemiz gereken ilk şey, vücûd ile mevcut arasındaki farktır. Bu ikisinin farkına pek az kişi dikkat etmiştir. Eğer bu ikisinin birbirinden farklı olduğuna yeterince dikkat edilmiş olsaydı, tüm bu problematikler ve karmaşalar meydana gelmemiş olurdu. Gerçekte vücûd, gaflete kurban edildi. Bizler daha çok mevcudu görüyoruz. Kâşânî de burada “vücûd” sözcüğünü ön plana çıkarıyor. Sizce vücûd ile mevcut arasında bir fark yok mu? Zorunlu olarak vardır. Bizler etrafımızdaki şeylere baktığımızda vücûdu mu görüyoruz, mevcudu mu? Gördüğümüz her şey mevcuttur. Peki, tüm bunların içinde, vücûdu görebiliyor muyuz?

Burada merhum Feyz’in açıklamalarına bir şey eklemek istiyorum: Bizler mevcut ile her an karşılaşabilirken, vücûd ile karşılaşabiliyor muyuz? Dış dünyada görmüş olduğunuz her şey, sizin gözlerinizin ve bakışlarınızın kuşatmasındadır. Bu ne demek? Onlarla karşı karşıya olmanız demek. Peki, varlığın aslıyla da aynı şekilde karşı karşıya olabiliyor muyuz? Hayır. Niçin? Vücûddan başka onunla karşı karşıya gelebilecek bir şey olmadığı için. Vücûd ile karşı karşıya gelmek isteyen siz, mevcut musunuz, değil misiniz? Mevcutsunuz. Varlıktan başka bir şey mi vardır ki, varlıkla karşı karşıya gelebilsin? O halde buradan çıkan sonuç, vücûd ile karşı karşıya olunamayacağıdır. Fakat mevcut ile karşı karşıya gelinebilir. Dolayısıyla karşı karşıya olduğunuz her şey mevcuttur. Peki, vücûd nasıl idrak edilebilir? Gerçek şu ki, onu husûlî (dolayımlı) bilgi ile idrak edemeyiz. Çünkü karşı karşıya olmak, husûlî bilginin gereklerindendir. Karşı karşıya olduğunuz her bir varlığın zihninizde bir sureti vardır. Vücûd ile karşı karşıya olamayacağımızdan, zihnimizde onunla ilgili bir suret de oluşmaz. Gerçekte, şöyle söylersek daha doğru olacak: Biz kimiz ve zihnimiz ne ki, vücûd bizim zihnimizin kalıplarına sığabilsin? Bizim zihnimiz dahi vücûda bağlı değil midir? Vücûdun ışığında var olmuş bir şey, vücûdu kendi kalıplarına sığdırabilir mi? O halde vücûda ulaşmak yalnızca huzûr âleminde mümkündür. Vücûd, huzûr ile idrak edilir. Bugün zamanımızın olacağını sanmıyorum, ama eğer bir gün fırsat bulursak huzûr âleminden söz etmek isterim. Çünkü birçokları onu yanlış anlamıştır. Çoğumuzun bilgisi aslında suretler veya kavramlar yoluyla husûle gelen dolayımlı (husûlî) bilgidir. Kavram da henüz huzûr değildir. Ne zihnimizdeki anlamlar (me‘ânî) huzurdur ne de biraz önce sözünü ettiğimiz suretler… Huzûrun bir şekli yoktur. Bizim bildiğimiz şeyler ya suret ya kavram ya hayâl ya da makuldür. İşte, Feyz-i Kâşânî burada vücûd ile mevcut arasındaki farka dikkat çekmiş, sonrasında ise tüm varlıkların (mevcut), vücûddan olduğunu söylemiştir. Evet, tüm mevcutlar, vücûd ile mevcutturlar. Vücûd olmasaydı, mevcut olabilir miydi? Hayır. Günümüz dünyasının tüm problemi, bu meselede düğümlenmektedir. Mevcutlar mı vücûddan meydana gelmişlerdir, yoksa mevcutlardan mı vücûdu soyutlamaktayız?

Lârîcânî: Mevcutlar, vücûddan meydana gelir.

Dînânî: Evet, işte bu husus iyi anlaşılsaydı, tüm meseleler çözülürdü. Bazıları önce varlıkları gördüğümüzü, sonra bunlara bakarak “vücûd” kavramını soyutladığımızı zannediyor. Tüm bu problemleri doğuran şey, işte bu soyutlamadır. Neyi soyutluyorsunuz ki? Tüm varlıklar, vücûddandırlar, işte bu kadar basit.

Lârîcânî: Üstad, mevcut, vücûdun bir şekli değil mi?

Dînânî: Hayır, vücûdun bir taayyünüdür (belirlenim). Bu, bazen surî (şekilseldir), bazen de manevîdir. Taayyün suret ve manâdan daha geneldir. Örneğin, Birinci Akıl (Akl-ı Evvel) da bir taayyündür; ancak onun bir şekli yoktur. Yine nefs-i nâtıka da bir taayyündür, ancak onun da bir şekli yoktur. “Şekil” dediğimizde genelde surî bir şey kastedilir. Surî bir şekil de taayyündür; ancak bazen taayyün olduğu halde bir şekli olmayan şeyler de vardır. Biraz önce belirttiğim Akl-ı Evvel, buna güzel bir örnektir. Aklın kendisini de örnek verebiliriz hatta. O da vücûdun bir taayyünüdür; fakat şekli yoktur. Kısacası tüm manevî şeyleri buna dahil edebiliriz; hepsi bir taayyündür, ancak şekilleri yoktur. Bundan dolayı, “Her mevcut, vücûdun bir şeklidir” yerine “Her mevcut, vücûdun bir taayyünüdür” dememiz daha doğru olacaktır. Taayyün, bir şeyin belli bir hadle sınırlanmasıdır. Taayyünü olan şey, sınırlanmıştır. Müteayyin, mahdut demektir. Buradan her mevcudun sınırlı olduğu sonucunu çıkarırız. Siz bu âlemde sınırsız bir mevcudun olduğuna inanıyor musunuz? Hayır. Çünkü tüm varlıkların (mevcut) bir mahiyeti vardır. Mahiyet, vücûdun haddi demektir. O halde sınırsız olan şey nedir? Bizatihi vücûd sınırsız mıdır, değil midir? Sınırsızdır. Vücûdun kendisinin bir haddi yoktur. Ancak aynı vücûd taayyün ve tecelli yoluyla mahdut olur. Kaldı ki bu haddin kendisini de yine vücûd [mevcuda] vermektedir. Yani bu had, dışarıdan gelmiş değildir. Bazıları, bu haddin vücûdun dışından geldiğini sanmakta. Oysa had de onundur. Ve gerçekte vuku bulan şey, vücûdun müteayyin ve mütecelli olmasıdır.

Yine başka bir ârif de Feyz’in söylediklerine benzer çok güzel ifadeler kullanmıştır: “Hakk Tebârek ve Teâlâ mütecelli bi’z-zât ve aynı zamanda mestûr bi’z-zât’tır.” Buradaki “bi’z-zât” ifadesine de dinleyicilerimiz dikkat kesilsinler; yani “ârızî olmayan” anlamında… “Gerçekte, nefsu’l-emr ve hakikat hasebiyle” demektir bu. Hakk’ın mestûr (gizli) olması… İşte O, Zât’ı ile gizlidir, bi’z-zât mesturdur. Ancak bi’z-zât mestûr olduğu gibi, yine bi’z-zât mütecellidir de. Tecelli ne demektir? Aşikâr ve zâhir olmaktır. O’nun mestûr olması, kendisi dışındaki bir şeyden değil, Zât’ındandır. Hiçbir şey ona setr (örtü) olamaz. Yine hiçbir şey, O’nun tecellisine de mani olamaz. O’nu engelleyebilecek hiçbir şey yoktur.

O halde Feyz’in ne dediğine tekrar bakalım: Her şey vücûd ile mevcut olduğuna ve vücûd ile mevcut arasında bir fark olduğuna göre, “O sizinledir: Huve ma‘akum”un sırrı işte budur, diyor. Kur’ân ne buyuruyor: “Nerede olursanız, O sizinle beraberdir.[2] Sadece bizimle değil, yarattığı her şeyle birliktedir. Bazıları bu ma‘iyyeti (birliktelik) yanlış yorumlamaktadırlar. Bu kimseler bu birlikteliğin somut ve fiziksel olduğunu düşünüyor. Tıpkı, iki dostun bir araya gelip, yan yana oturmasında olduğu gibi… Bu söz, bir küfürdür.

Lârîcânî: Bu, kayyûmî bir birlikteliktir.

Dînânî: Peki, “kayyûmî” ne demek? Her varlığın zuhurunun Hakk Tebârek ve Teâlâ ile olmasıdır. Feyz’in, bu meseleyi nasıl anlamlandırdığına dikkat edin, lütfen. Yani eğer Hakk olmasaydı, hiçbir mevcut var olamazdı. Örneğin Birinci Akıl ve galaksiler de olmazdı. O’nun birlikteliği, sizin zuhurunuzdadır. Bu, O’nun sizden uzak bir yerde size varlık bahşetmesi değildir, bilakis bundan da daha kuvvetlidir. Bunun anlamı, “Eğer O olmazsa, siz yoksunuz”dur. Örneğin size nimetler bahşetmesi… Bu bahşediş de sizinle O’nun arasındaki bir ilişkidir ve “vermek, bağışlamak” (=i‘tâ) merkezlidir. Oysa size bir ân inâyette bulunmasa, siz varlığınızı sürdüremezsiniz, âlem de sürdüremez. Feyz’in bahsettiği ma‘iyyet bu ikinci anlamı esas alıyor. Eğer Hakk Teâlâ zâhir olmasaydı, hiçbir şey zâhir olamazdı. Bu, bağışlamaktan ve vermekten daha yücesidir. Bu ma‘iyyet, siz ile O’nun birlikteliği değil, O olmazsa sizin olamayacağınız anlamına gelir. Gerçekte âlemde O’ndan başka bir şey yoktur. Zâhir olanlar ise O’nun tecellileridir. Buradan Feyz, vücûdun değil, mevcûdun muhtaç olduğu sonucuna ulaşıyor. Vücûdun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Mevcut, mevcut olmada vücûda muhtaçtır. Vücûd, vücûd oluşunda hiçbir şeye muhtaç değildir. Muhtaç olmadığı için de, ne zaman vücûda geldiğini sormanın anlamı yoktur. Çünkü vücûda gelmeye hiçbir zaman ihtiyaç duymamıştı ki… Vücûd her zaman ve her koşulda vücûddur.

Lârîcânî: Çok güzel bir delildi.

Dînânî: En büyük delil, deminden beri şu söylediklerimizdir. Sıddîkîn Burhanı da böyle değil mi? Eğer vücûd (varlığında) hiçbir şeye muhtaç olmuyorsa, “o her zaman vücûddur” demektir bu. Eğer vücûd her zaman vücûd ise ve onun olmaması tasavvur edilemiyorsa, bu durumda o Hakk’ın kendisidir. Hakk’ın anlamının ve tanımının ne olduğuna dikkat edin burada. Hakk, muhtaç olmayan demektir. Muhtaç olan, Hakk değildir. Bu durumda Hakk mı Hakk’tır, yoksa âlem mi Hakk’tır? Hakk Hakk’tır; âlem ise O’na muhtaçtır.

Allah zengin, siz ise fakirsiniz” âyetinde “fakr” (yoksulluk) ile “fakir” (yoksul) arasında da tıpkı vücûd ile mevcut arasında olduğu gibi bir fark mevcuttur. Fakir, muhtaç olan kimsedir. Fakr ise salt ihtiyaçtır. Âlem fakr mıdır, yoksa fakir mi? Âlem, fakrın kendisidir.

Lârîcânî: Bu, imkânî bir ihtiyaç… Ve onu vücûda getiren de yine Hakk’tır.

Dînânî: Bu O’nun zuhur edebilmesi içindir. Bu ihtiyaç müteayyin ve mahdut olmakla vücûda gelir. İmkânî varlıklar da böyledirler. Eğer Allah tecelli etmeseydi, ihtiyaç diye bir şey de olmazdı. O tecelli eder, O’nun tecellisiyle birlikte taayyün meydana gelir, taayyün bir sınırlılık vücûda getirir, sınırlanmada da ihtiyaç var olur. Gördüğünüz gibi, ihtiyaca ulaşmak için kaç merhalenin geçilmesi gerekiyor…

Lârîcânî: Fakr ve vücûdî ihtiyaç hakkında çok güzel açıklamalar yaptınız.

Mevlânâ da bir beytinde, “Biz tıpkı bir dağ gibiyiz ve bizdeki sadâ Sen’dendir” diyor. Buradaki “dağ” ve “seda” eş zamanlı bir tecelli ile mi vücûda gelmekte? Buradaki öncelik sırası ne şekildedir?

Dînânî: Burada “eş zamanlı” gibi bir ifade kullanamayız. Çünkü zaman da Allah’ın bir tecellisidir. Allah zamanda mı tecelli eder, yoksa zaman mı O’nun tecellisidir?

Lârîcânî: Zaman O’nun tecellisidir.

Dînânî: Zihnimiz çoğunlukla duyusal ve zamansal çalıştığından (faaliyette bulunduğundan), her şeyi zamanda anlamaya çalışır. Ayrıca bu zihin, duyusala da mahkûmdur. Hâlbuki Allah hakkında konuştuğumuzda, zihinsel boyutların artık bir kenara çekilmesi gerekir. Burada eş zamanlılığın bir anlamı yoktur. Çünkü O, zamanda değildir; zaman O’nun tecellisidir. Zaman, Allah’ın fiilinin tecellisidir.

İnsan zihni, bilim ve teknoloji çağı olarak anılan bu dönemde, somut ve duyumsanabilene odaklı bir idraki önceler hale geldi ne yazık ki… Günümüz modern bilimleri de deneye dayanmakta. Deney aslında duyulara dayanmakta. Burada konumuz içsel deneyimler değil. Bunlar bilimsel değillerdir. Benim kastettiğim, onun bilimsel anlamı. Bilimsel deney, bugün teleskop, mikroskop gibi cihazlarla icra edilen şeydir. Bizler her şeye duyusal düzlemde ve zaman ile mekânın kaydında bakarsak, zamanla duyu ötesinden gafil kalmaya başlarız. Eğer biz duyu merhalesinde kalır, her şeyi somut ve duyusal olarak telakki eder, her şeyi zaman ve mekânın kayıtlarına mahkûm bilirsek – bu yalnızca bilim dünyasının değil, pek çok dînî-zâhirci ekolün de yaklaşım tarzıdır; bu kimseler zaman ve mekânın ötesindeki hiçbir şeyi kavrayamazlar; çünkü ufukları duyuya hapsolmuştur – duyu ötesi artık bizim için bir anlam taşımaz. Veya bir şeyin duyu ötesi hakikati hakkında en ufak bir fikrimiz olmaksızın, onu dilimize pelesenk ederiz. Duyu ötesi unutulmaya yüz tuttuğunda, duyu ötesine, diğer bir deyişle metafiziğe kapılar kapatıldığında, Allah da unutulmuş olur. Sanırım, Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözü, bu bakış açısına bir tepkiydi. Yoksa O, ölebilecek bir varlık değildir ki… Allah lâ-yezâldir; ezelî ve ebedîdir. Bu sözle kastedilen, belki de, insanın duyu ötesini unuttuğunda, geride artık Allah’a bir yer kalmayacağıydı. Bu aşamada artık her şey zaman, mekân, hareket ve doğal-duyusal koşulların kıskacına hapsedilir. O halde bizler kalkıp, Allah’ı zamanda, mekânda, harekette ve duyusal koşullarda mı arayalım? O’nun, duyuları da kuşattığı doğrudur. Kuşattığı için duyu ötesidir zaten. Duyu mu duyuyu kuşatabilir, duyunun ötesinde olan mı? Duyunun ötesinde olan… O, âlemi kuşatmış mıdır, kuşatmamış mıdır? “Allah onları arkalarından kuşatmıştır.[3] O halde bizler duyu ötesini hiçbir zaman göz ardı etmeyelim.

Lârîcânî: Sadece bilimler değil, birçok felsefe ve ekol de bu hastalığa yakalandı.

Dînânî: Katı pozitivizm… Bunlar sadece duyu ve deney aşamasında kalmak istiyorlar. Onlara duyu ötesinden söz ettiğinizde, bunların soyut ve kurgu olduklarını söylüyorlar. Kurgu da ne demek? Eğer O, duyu ötesinde olmasaydı, bu kimseler duyularını dahi kullanamazlardı. Duyuya anlam veren de duyu ötesidir; yoksa duyunun ne anlamı olabilirdi ki? Bunu daha önce de söylemiştim: Örneğin gözlerimizin, karşımızdaki sandalyeyi gördüğünü varsayalım. Burada gözleriniz “görme” görevini yerine getirmiştir, evet. Fakat o, gördüğünün sandalye olduğunu bilmemektedir. Gözün ardında, onun sandalye olduğuna hükmettiren bir şey var. İşte o, akıldır. Akıl, tüm duyuların ötesindedir. Eğer gözlerin ardındaki akıl olmasaydı, göz sadece görmüş olacaktı. Göz sadece görür, anlamları (me‘ânî) idrak etmez.

Biraz önceki ifadelerimizde, Allah’ın bizimle olduğunu söylediysek, bununla kastettiğimiz O’nun duyu âleminde sınırlanmış olduğu değildi. O, akıl âleminde ve kavramlarda bile mahdut değildir; O tüm şeyleri arkalarından kuşatır. Ancak her halükârda, duyunun ötesindedir. Duyuların ötesinde olduğu için onları kuşatmıştır. Kavramların ardında olduğu için onları kuşatır. Akıllarımızın da ardında olduğundan, akıllarımızı da kuşatmıştır.

Lârîcânî: İnsana duyunun ötesine geçme kabiliyeti de verilmiştir.

Dînânî: Duyu ötesine geçebilen tek varlık insandır; bu dünyadaki diğer varlıklar duyunun ötesine geçemezler. Aynı zamanda insan, duyularının ötesine geçip, onları anlamlandırabilen tek varlıktır. O, tıpkı ağaç, çiçek, deniz, taş vd. varlıklar gibi bu âlemde olup, bir yandan da bu âlemin mukabilinde durabilen tek varlıktır. Biz âlemde miyiz, yoksa âlemin karşısında mı? Âlemin içinde olmakla birlikte, onun mukabilindeyiz. Testideki su, onun içinde midir, karşısında mı? Su, tıpkı insanın âlemin karşısında yer alabildiği gibi, testinin karşısında yer alamaz; o sadece testinin içinde olabilir. Biz duyu ötesi boyutumuzla âlemin karşısında olabiliriz. İnsan tıpkı testideki o su gibi, âlemin içindedir; ama aynı ânda da karşısındadır. Çünkü âlemi anlamaktadır. Anladığınız zaman o şeyin içinde değil, karşısında yer almış olursunuz.

İnsan hem kaderine mahkûmdur hem de özgürdür. Cemâdâtın, bitkilerin ve hayvanların “kader”leri vardır. Onlar özgür değildirler. İnsan da kaderine mahkûm olmakla birlikte, özgür bir doğaya da sahiptir. O halde özgürlük ne demek olabilir? Günümüzde birçoklarının dem vurduğu kavram… Günümüz dünyası da büyük ölçüde özgürlüğün yanında durduğunu iddia ediyor, öyle değil mi? İnsanın en yüce değerini, onun özgürlüğü belirler. Eğer insan özgür değilse, onun insanî bir değeri de yoktur. Peki, özgürlük şehvetlerimizin ve nefsanî isteklerimizin peşinden gitmemiz anlamına mı geliyor?  Eğer bu demekse, o zaman bizlerin hayvanlardan bir farkı kalır mı? Onlar da istedikleri her yere gidiyorlar. Bu durumda özgürlüğün tanımı, yapabildiklerimizde değil, nefsanî isteklerimizin önünü alabilmemizde şekillenir. Dolayısıyla biz hem zorbalık, adaletsizlik ve baskı karşısında direnebiliriz hem de nefsimizin haksız istekleri karşısında… Bunu yapabiliriz, öyle değil mi? Eğer haksız isteklerimiz var ise, bunların karşısında durabiliriz. Bu mu özgürlük olur, yoksa nefsanî isteklerimizin peşinden gitmemiz mi? İsteklerin peşinden gitmek bir marifet değil ki… Bunu herkes yapıyor. İsteklerin karşısında direnmek ve makûl olmayan şeyleri bir kenara itmek mi özgürlüktür, yoksa sadece isteklerin ardında sürüklenmek mi?

Eğer insan, aklını kullanırsa hürdür; akıl sahibi olmayan, hür de değildir. Özgürlüğün varlığı akla bağlıdır ve akıl iledir. Aklın olmadığı yerde özgürlükten söz edilmez. Akıl sizden doğruyu ve yanlışı ayırt etmenizi ister. Bunlardan yanlış olanı mı seçmenizi ister, doğru olanı mı? Doğru olanı.

Lârîcânî: Eğer aksine hüküm verirse, o da tutkularına esir olmuş demektir.

Dînânî: Esir olduğu yerde, bu mesele de sâkıt olur artık. Burası onun mağlup olduğu yerdir.

Lârîcânî: Buna değinmemiz çok iyi oldu. O halde bu, tutkulara esir olmamış bir aklın harcıdır.

Dînânî: Böyle bir akıl, tutsaktır. Burada kişinin şehveti, aklına galip gelmiştir. Oysa aklı rüştüne ermiş ve aklına değer vermiş bir kimse, mağlup olamaz. Hevâsına yenilen, akıl ehli olmaktan çok hevâ ehli olmuştur.

Lârîcânî: Bu, tevhidî aklın kendisidir. Kısacası nerede akıldan söz ediyorsanız, kastettiğiniz hep kudsî ve tevhidî akıl.

Dînânî: Aksini kastedebilmem mümkün değil. Akıldan söz ettiğimizde bazıları bizi rasyonalist, deneyci vd. sanabiliyor. Bizim kastettiğimiz, her zaman Akl-ı Küll’dür. Elbette bendeniz, buna sahip olduğumu iddia etmiyorum; fakat neticede hepimizin ondan bir nasibi vardır. Bizler daima Akl-ı Küll’e yaklaşmaya çalışmalı, ondan olan her şeye kendi değerini vermeliyiz.

Lârîcânî: Üstad, konu açılmışken şunu sormak istiyordum: İnsan kendi ihtiyârında/özgürlüğünde de mahdut değil midir?

Dînânî: Evet, öyle. Hiç kuşkusuz ki, bizler muhtâr (irade sahibi) varlıklarız. Peki, bu ihtiyârımız nereden geldi?

Lârîcânî: Akıl onu tanımlıyor.

Dînânî: Akıl nereden geldi?

Lârîcânî: Hz. Hakk’tan…

Dînânî: İşte, bu kadar…

Bazıları buna, özgürlüklerinin kendilerinden olduğu cevabını verebilirler. Eğer onun menşei kendiniz iseniz, bunu da ihtiyârınızla mı yaparsınız, yoksa ihtiyârınızın dışında mı?

Lârîcânî: Kendi ihtiyârımızla.

Dînânî: Peki, o nereden geliyor?

Lârîcânî: Yine Hz. Hakk’tan…

Dînânî: Aksi takdirde burada teselsül meydana gelir. O halde bu ihtiyârın, kaderi tayin edene ulaşması gerekiyor. Evet, bununla birlikte muhtâr olduğumuza kesinlikle kuşku yoktur. Neyde tereddüt edersek edelim, muhtâr oluşumuzda tereddüt etmeyelim. İşte, insanların afalladığı yer burası. Bu ihtiyârın nereden ve kimden geldiğini sorgulamıyorlar. Eğer bu ihtiyârı kendi ihtiyârlarına dayandırıyorlarsa, bu durumda onlara, dayandıkları o ihtiyârın da nereden geldiği sorulmalı. Bu, sonsuz bir teselsülü gerektirir ki, aklın hükmünce o, bâtıldır. Dolayısıyla geriye, onun Hakk Teâlâ’dan geldiğini kabul etmekten başka bir seçenek kalmıyor.

Lârîcânî: Hâfız da, “Eğer Senin zincirinde tutsak isem, özgürüm” diyor.

Dînânî: Yani ilâhî akılda tutsak olmaktır bu. İlâhî aklın zincirlerinde olan biri özgür müdür, mecbur mudur? Aklın zincirlerinde tutsak olmak mı özgürlüktür, şehvetlerin zincirinde tutsak olmak mı? “Sen’in zincirin” demek, “ilâhî aklın zinciri” demek. Peki, bu özgürlük değil midir?

Lârîcânî: O halde bağlılıklardan ve tutsaklıklardan kurtulmak, özgür olmaktan da daha yüce bir şey.

Dînânî: Bunların kaynağı akıldır. Aklın kaynağı da ilâhî bir cevherdir. Aklın özelliği, özgürlüktür. Özgürlüğü zincire vurmak mümkün değildir. Akla “akletme” denmesinin mümkün olmayışı gibi.

Lârîcânî: Mevlânâ da Hz. Ali’yi (a.s.) “ilâhî aklın” zuhuru kabul ediyor.

Dînânî: Evet. Hz. Peygamber de (s.a.a.) insanlığı özgürlüğe davet ve hidayet ediyor. Özgürlük aklın sonucu olduğundan, akla da davet ediyor aynı zamanda.

Lârîcânî: Kesinlikle öyle.

Yeniden Feyz-i Kâşânî’ye geri dönecek olursak, bu kadar derin anlatımların yanında, aynı zamanda çok akıcı bir dil de kullanmış kendisi. Şöyle devam ediyor konuya:

Buraya kadar söylediklerimizden, varlığın tüm yönlerden basit (yalın) olduğu anlaşılmaktadır.

Dînânî: Ne güzel bir ifade… “Basit” sözcüğünün hem sözlük hem de ıstılahî anlamı mevcuttur: Sözlük anlamı, “geniş, engin ve yayılmış”.  Yani varlık, nihayetsiz geniştir. Onun yine sözlük anlamından yola çıkılarak oluşturulan ıstılahî anlamı, “sınırsızlık”tır. Yani varlığın bir haddi yoktur. Eğer onun bir haddi olursa, artık basit değil mürekkep (birleşik) olmuş olur. Basît-i mahzın bir mahiyeti yoktur. Çünkü mahiyetinin olması da onu sınırlandırmış olur. Ve aynı zamanda mümkün bir varlığa dönüşür. Kural gereği her mümkün varlık da vücûd ve mahiyet olmak üzere iki şeyden mürekkepir. Kısacası varlık, sonsuz bir genişliktedir. Vücûdda bir terkip yoktur ve tabii ki Hakk Teâlâ’da da. Allah’ta niçin bir terkip yoktur? Hatta sorumuzu şu şekilde soralım: Terkip niçin bir noksanlıktır? Her mürekkep, cüzlerden (parçalardan) teşkil olur. Mürekkep şey, kendi parçalarına muhtaç mıdır, değil midir? Muhtaçtır. Dolayısıyla terkibin olduğu her yerde, muhtaçlık vardır. Gınâ-i Mahz (Mutlak Zenginlik) olan Hakk Tebârek ve Teâlâ’da terkibe yer yoktur. O’ndan başka her varlığın taallukları vardır. Siz şu an üzerinde oturduğunuz sandalyeye mütealliksiniz, ben de öyle. Soluduğumuz havaya dahi taallukumuz söz konusudur. Eğer hava olmasaydı, nefes alabilir miydik? Ve daha sayamayacağımız binlerce şeye taallukumuz mevcut. Bu, diğer varlıklar için de geçerlidir: Yeryüzü, yıldızlar, galaksiler… Bu âlemde taalluku olmayan bir varlık bulabilmeniz mümkün mü? Taalluk, bağlılık ve bağımlılığın kendisidir. Ve aynı zamanda şartlara bağlılığın… Bizler hepimiz meşrut varlıklarız. Ancak diğer varlıklardan farklı olarak, insanın şarta bağlı olmayan bir taallukunun olması mümkündür. Her şeyimiz birtakım şartlarla çevrelenmiştir. Bendeniz canlı olmam şartıyla şu sandalyeye oturabilirim. Eğer ölürsem, oturamam. Canlı isem havayı teneffüs etmeye ihtiyaç duyarım. Eğer toprağın altına girersem, artık oranın koşulları beni nefes almaya mecbur etmez. Biraz önce sorduğum sorunun cevabını verecek olursam; tek şartsız bağlılık, Hakk Tebârek ve Teâlâ’ya olan bağlılıktır. İnsan Hakk’a taalluk ettiğinde – ki istese de istemese de O’na mütealliktir – ve bu bağlılığının bilincine vardığında onun buradaki bağlılığı koşulsuz bir bağlılık olacaktır. Bunun bir şartının olmasına da gerek yok. Çünkü insanın Rabbine olan taalluku, taallukun bizzat kendisi demektir. Bizim her fiilimiz belli şeylere bağlıdır. Örneğin yazı yazacaksınız diyelim; kâğıt ve kaleme ihtiyaç duyarsınız.

Lârîcânî: O halde tekeyyüfsüz ve kıyassız (niteliksiz ve benzersiz) ittisalin kendisidir bu… Hiçbir şart olmaksızın…

Dînânî: Kesinlikle, öyle.

Lârîcânî: Devamında da Feyz, sizin biraz önce söylediklerinize değinmiş:

Eğer vücûd mürekkep olsaydı, muhtaç olurdu. O, parçalarına, parçaları da ona ihtiyaç duyardı. Ayrıca bu durum bir şeyin kendine öncelikli olmasını da gerektirirdi. Bir şeyin, kendisinden önce gelmesi ise muhaldir.

Dînânî: “Bir şeyin kendisinden önce gelmesi” Batılılar tarafından da hermeneutik döngü veya parça-bütün döngüsü olarak tanımlanıyor. Feyz dört yüz yıl öncesinden ve keza ondan önceki filozoflarımız da asırlar öncesinden bu meseleden söz ediyorlar. Batılılar ise henüz yeni yeni dillendirmeye başladılar. Feyz’in sözünü ettiği duruma bir bakalım: Hem parça bütüne hem de bütün parçaya muhtaçtır ve bu da döngüyü (devr) gerektirir. Bugün Batılılar bu döngünün içinden çıkmak için çırpınıyorlar. Bakalım, Feyz nasıl bu döngüden nasıl çıkmış?

Lârîcânî: “Bu durumda ‘vücûd’un anlamının, onun zihinsel-mastar anlamları olan ‘kevn, husûl ve tahakkuk’ olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü bu, var olmayan itibarî bir olgu olup, ancak zihinde mevcuttur.”

Dînânî: Yani “vücûd” kavramı, itibarîdir. Biz varlıktan, ancak onun kavramını anlıyoruz. Bu da sadece bizim zihnimizdedir ve önem arz etmeyen bir şeydir. Biz varlıktan onun kavramını mı anlıyoruz, kendisini mi? Bizim elimizde sadece onun kavramı vardır. Onun mastar anlamıyla kastettiği şey, bu. “Vücûd” sözcüğü de mastar-anlamdır. Ancak daha önce, vücûdun, kavramlardan da daha öte olduğunu söylemiştik. Burada anlamamız gereken şey, “vücûd”a onun kavramıyla ulaşamayacağımızdır. Keza Hakk Teâlâ’ya da tasavvurla ulaşamayız. Bunu anlamak, deyim yerindeyse düşünsel bir riyazeti gerektirir ve bu, sanıldığı kadar kolay değildir. Nasıl ki beden birtakım egzersizlere ihtiyaç duyuyorsa, düşünce de egzersizlere ihtiyaç duyar. Egzersiz yapmayan bir düşünce bunları kavrayamaz.

Lârîcânî: Evet, Üstad. Buna Feyz de değiniyor: Yani bunları anlamak için nefsin sülûkuna ihtiyaç duyulduğundan söz ediyor.

Dînânî: Evet, bir yönüyle düşünce egzersizi.

Lârîcânî: Yani her durumda Yüce Allah’a yönelmek, tevekkül etmek ve O’nu bilmek (marifetullah) varlığın bu gizli sırlarının çözülmesinde kişiye yardımcı olacaktır.

Dînânî: Evet. Düşünceye idrakle erişilir ve diğer taraftan düşünce de idrak etmeyi sağlar. Kişinin hiç tefekkür etmeksizin bir şeyleri idrak etmesindense, tefekkür ederek bir şeyleri idrak etmesi çok daha güzeldir.

Lârîcânî: Sizin varlık hakkındaki bu derin bilginiz de, bunları kendi içinizde sürekli düşünmenizden ileri geliyor Üstad. Bendenize programla ilgili olarak mesajlar gönderen birçok dostum, sizin konuları şeffaf bir şekilde anlatıp netleştirmenizden mutluluk duyduklarını belirtiyorlar. Bu açıdan felsefe ve irfânın ne demek olduğunu bu programlarla anladığını söyleyen nice kimselerin mesajlarına tanık oluyorum. Bendeniz daha önce bu program hakkında hiç böyle övgüler ve iltifatlar almamıştım. Bugün de yine anlattıklarınızdan istifade ettik.

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle aziz üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://youtu.be/tNXWbkT1_A4?si=4IYgD88ucLB-RLIR



[1] Muhammed Sûresi, 38. âyet

[2] Hadîd Sûresi, 4. âyet

[3] Burûc Sûresi, 20. âyet