İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (13): Mutlak ve Mukayyed

İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (13): Mutlak ve Mukayyed
Bazıları, Allah’a mutlak tenzih makamı atfediyor ve O’nu, yarattıklarıyla (âlem, insan vd.) ilişkisi olmayan bir Tanrı olarak tasavvur ediyorlar. [Deistler; M.Ş.] Allah’a karşı yaklaşımımız ne mutlak tenzih ne de mutlak teşbih olmalıdır. O, tüm varlıklarla ilişkilidir. O’nun ilişkili olmadığı bir şey var mı? O’nun bir hücreyle ve küçücük bir sinekle bile ilişkili olduğuna inanıyoruz da, insan ile ilişkisini mi mümkün görmüyoruz?

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programını ilgiyle takip eden seyircilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Bugün de kıymetli üstadımızın şerh etmesi için El-Kelimâtu’l-Meknûne’den önemli bir pasaj seçtik.

“Mutlak, mukayyetsiz değildir; mukayyed de mutlaksız şekillenmez. Ancak mukayyed, mutlağa muhtaçtır; mutlak ise ondan müstağnidir. Dolayısıyla bu birliktelik iki taraftarlı olsa da, (aralarındaki) ihtiyaç tek taraflıdır. Nitekim elin hareketi, eldeki anahtarın hareketidir. Yine mutlak, mukayyedi gerektirir… Mutlağın bir bedeli olmadığından, tüm mukayyedlerin kıblesi odur.”

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

El-Kelimâtu’l-Meknûne’den seçtiğiniz bu pasaj, üzerinde belki de yıllarca konuşulabilecek bir konu. Hakikatte, âlemdeki tüm meselelerin esası desek, abartmış olmayız. Eğer insanoğlunun bu problemi çözülseydi, belki de tüm meseleleri çözülmüş olurdu. Burada izleyicilerimiz, mutlak ve mukayyed konusuna bunca önem atfetmemize şaşırabilirler. Lakin hakikat budur.

Öncelikle “mutlak” sözcüğünün anlamından başlayalım:

“Mutlak”, “ıtlak”tan türemiştir. “Itlak”, bir şeyi bırakmak, ondan özgürleşmek anlamlarına gelir. Mutlak şey, özgürdür; yani kayıtsız ve şartsızdır. Yani varlıkta hiçbir şey ona kayıt olamaz. “Mukayyed” sözcüğü ise “kayıt”tan türemiştir. Bu sözcük, bir “bağ, bent” ve “şartlanma” anlamlarına gelir. Dolayısıyla mukayyed şey bir taayyünü, bağı ve kaydı olan şeydir. Mutlak her türlü bağdan ve kayıttan özgürdür. Bazıları, kayıtlardan nasıl tamamen bağımsız olunduğuna şaşırabilir; hatta bunu belki de dilimizdeki “umursamazlık, kayıtsız kalmak” gibi anlamlarla karıştırabilirler. Çünkü umursamazlığı ve kayıtsızlığı da aşağı yukarı aynı sözcüklerle ifade ediyoruz. Varlık âleminde, kayıtlanmamış hiçbir şey yoktur. Mülkten melekûta, ezelden ebediyete, akl-ı evvelden heyûlâ-i ûlâya kadar her şey mukayyeddir. Bunlar her şeyden önce zamanın ve mekânın kaydındadır. Hiçbir şeyle ilişkisi olmayan bir varlık bulabilir misiniz? Kesinlikle bulamazsınız. Gördüğünüz her şeyin en azından bir zaman ve mekân kaydı vardır. Duyusallığı ön plana çıkaran ya da doğaötesi şeyleri reddeden pozitivist eğilimli kimseler, “mutlak” ve “mukayyed” gibi kavramların soyut olduğuna inanırlar. Bu kimselere “soyut” sözcüğünün anlamını sormak gerekir. İnsan, “mutlak” kavramını niçin soyutlar? Bunu nasıl ve niçin yapar? Soyutlamanın bir ölçütü var mıdır, yoksa herhangi bir ölçüt olmaksızın mı gerçekleşir? Bu zihinsel eylem, gücünü nereden alır? Kaynaksız ve bağlamsız mıdır? Pozitivistlerin bu sorulara cevap vermeleri gerekir. Eğer soyutlamanın bir ölçütü varsa, bu durumda gerçek bir şeyden söz ediyoruz demektir. Eğer bir ölçütü yoksa o zaman tüm insanlar kaynağı belirsiz hayâlî ve vehmî bir şeyden söz ediyorlardır(!). Burada tüm insanların yanıldıklarından söz edilebilir mi? Mutlak, mukayyedsiz değildir. Ancak bizler mukayyed varlıklarız.

Lârîcânî: “Mutlak, mukayyed değildir” ifadesinin kendisi bile bir kayıt değil midir?

Dînânî: Evet, bir kayıttır. Kayıtlanmış bir varlık olan bizler mutlağı anlıyoruz. Mutlak, mukayyed değildir. Ancak bizler gibi mukayyed varlıklar onu anlayabildiği için kayıtlanmış oluyor. Mutlak eğer mukayyed olmasaydı, kesinlikle zâhir olamazdı. O halde mutlağın mukayyedi vardır. Mutlak olması bakımından mutlak (mutlak bi-mâ hüve mutlak) kayıtlanmazsa, zâhir olamaz. Diğer taraftan, mukayyedin de mutlak olmaksızın bir anlamı yoktur. Mutlağın mukayyed olmaksızın bir anlamı vardır; fakat onsuz zâhir olmamaktadır. İşte aralarındaki fark budur. Bu iki yönlü ilişkinin bir tarafı zorunluluk ve ihtiyaç iken, diğer tarafı zuhurdur. Bir taraf sübûtî olarak, diğer taraf ise isbâtî olarak muhtaçtır. Mutlak sadece mukayyedde zâhir olur; kesinlikle bir mutlakta değil…

“Mutlak” nedir? Varlığın aslıdır. Siz varlığı her zaman bir taayyünde temaşa edersiniz. Örneğin yerin varlığı, göğün varlığı, ağacın varlığı, bitkilerin varlıkları, hayvanların varlıkları, meleğin varlığı gibi… Kısacası hep bir kayıtta görürsünüz. Ancak varlık olması bakımından varlık, tüm kayıtlar göz ardı edilerek nerede zâhir olabilir? Hiçbir yerde. Onun var olduğunu söyleyebilirsiniz, ama gösteremezsiniz. Eğer dünya bu meseleleri özümseseydi, tüm problemlerimiz hallolurdu. Günümüze damgasını vuran bilim dünyası, mukayyed bir dünyadır. Bilim bir şeyleri her zaman mukayyed olarak görür. İstese de mutlak olarak göremez. Bilim insanlarına, mukayyedin mutlak olmaksızın bir anlam ifade etmediğini söylersek, bize ne cevap verirler? Bu gibi konularda takındıkları tavır bellidir: Doğrudan bunların soyut şeyler olduklarını söylemek… Oysa biraz önce de belirttiğimiz gibi, soyutlamak dediğimiz şey, temelsiz ve ölçütsüz bir şey değildir. Eğer böyle bir şey mevcut olmasaydı, bizler bu eylemi nasıl gerçekleştirebilirdik ki? Yokluk (adem) dış dünyada mevcut değildir, öyle değil mi? Ama zihniniz bunu soyutlar. Adem (yokluk) mevcut değildir. Ancak sizin onun hakkındaki tasavvurunuza ve anlayışınıza göre o “mevcut”tur. Günümüz bilim dünyası, evreni anlamaya çalışmaktadır. Onlar geçmiştekilerin “gerçek dünya”yı yeterince anlayamadığını ve bunun kendilerine nasip olduğunu söylüyorlar. Gerçek dünya, gerçek insan olmaksızın anlaşılamaz.

Burada biraz kelime oyunu yapmamız, belki de birtakım hakikatlerin ortaya çıkmasına yardımcı olacaktır. Bizler bazen âlemi tabir eder, bazen ise değiştiririz. Pozitivistler ve Marksistler geçmişte böyle bir iddiada bulunmuşlardı. Bir programımızda Marx’tan bahsetmiştim. Onun çok meşhur bir sözü var: “Filozoflar ve düşünürler, dünyayı hep yorumlamaya/açıklamaya çalıştılar. Oysa asıl olan onu değiştirebilmektir.” Yani o, evreni açıklama aşamasını geçmiş ve artık onu değiştirmek istiyor. Eğer yaşasaydı, ona “Evreni anlayamayan, onu nasıl değiştirecek?” diye sormak isterdim. Tabir (yorum) olmaksızın tağyir (değişiklik) mümkün mü? Evreni ancak yorumlayabildiğinizde değiştirebilirsiniz. Tabir etmek, onu tanımak ve bilmek demektir. Evreni gerektiği gibi tanıdığınızda, değiştirebilirsiniz de… Ayrıca evreni, önce kendinizi değiştirmeden değiştiremezsiniz. Değişmiş bir evren, değişmiş bir insanla mümkün olur. Gerçek evren, gerçek insanın anlayışının bir eseridir. Âlemin tağyiri, onun [doğru bir şekilde] tabirine bağlıdır. Bizler ilk olarak âlemi anlamaya ve açıklamaya çalışır, ondan sonra değiştirebiliyorsak değiştiririz. Eğer evreni doğru bir şekilde anlamaz ve önce kendinizi değiştirmezseniz, onu değiştirmekten de söz edemezsiniz. Böyle bir kafayla yapacağınız bir değişiklik de dünyayı ancak tahrip etmek olur. Örneğin, bizler “cevher”i bilmeyiz, fakat onu açıklamaya çalışırız. Elbette ki burada felsefî konulara girmek istemiyorum.

Lârîcânî: Aslında cevherler değiştirilebilir de değiller, öyle değil mi?

Dînânî: Hayır, değişmezler. Onlar daima sabittir. Günümüz dünyası cevheri kabul etmiyor. Onların “zât” ve “cevher”le problemleri var. Tüm meşguliyeti arazlardır. Cevher olmadan arazların ne anlamı olabilir ki? Mevsufsuz bir sıfat olabilir mi? Feyz’in pasajıyla soracak olursak, bizim arazlarla mı işimiz olmalı, cevher ile mi? Mukayyed, mutlak olmadan var olabilir mi? Bu kadar basit bir konuyu anlayamıyorlar. Neye bakarsanız bakın, gördüğünüz her şey mukayyeddir. Mukayyed, mutlak olmadan var olmaz. Bildiğiniz üzere, mukayyed şeyler değişim ve dönüşüme açıktırlar; ancak mutlak, hiç değişmez. Sonsuz sayıda mukayyed şey vardır; buna karşılık mutlak, tektir. Mutlak kaç farklı kayıtta tezahür edebilir? Sonsuz sayıda. Mutlak, kayıtların sayısı kadar tezahür eder. O her zaman mutlaktır; sadece nikapları değişir. Ömrünüzün sonuna kadar kaç kez kıyafet değiştirebilirsiniz? Çok kez… Değişen sizin kıyafetlerinizdir, kendiniz değil… “Huve-huve” budur.

Buradan daha önemli bir konuya giriş yapılabilir: Bugün “fert” ve “şahıs” arasında bir farklılık gözetilmemektedir. İnsanlar fert midir, yoksa birer şahıs mı?

Lârîcânî: Şahıstırlar.

Dînânî: Ama aynı zamanda ferttirler. Fert ile şahıs arasındaki fark nedir? Bizlerin teşahhüs ile şahıs olduğumuz doğru. Fertlerin biri gider, diğeri gelir. Bunlar değişebilirdir. Güvercinlerin, şahısları değil, fertleri vardır. Bu fertlerin sayısı kaçtır? Sayılamayacak kadar çok. Bir güvercin olmasa, başka bir güvercin, başka bir güvercin… Biri sürekli diğerinin yerini tutar. Peki, bunlara karşılık şahsı değiştirebilir misiniz? Hayır. Çünkü şahıs değişmezdir. Teşahhüs ile teferrüd arasında fark vardır. İnsanlar şahıstırlar, hayvanlar ise ferttirler. İnsan da ferttir… Ancak onun fert oluşuyla yetinilmemeli, aynı zamanda şahıs da olduğu asla gözden kaçırılmamalıdır. Siz bir şahsı başka bir şahısla değiştiremezsiniz. Şahıs, tek iken, fertler değişebilirdir. Örneğin bir altını, onunla aynı gramda ve değerde başka bir altınla değiştirir ve bunların arasında bir fark görmezsiniz. Ancak bir şahsı, başka bir şahısla değiştiremezsiniz. Dolayısıyla burada ne kadar önemli bir şey söylediğime dikkat ediniz. “Şahıs” konusu, gerçekten de önemli. Şahıs ıtlağa (mutlak olmaya) uzanır. Bu konuda detaylandırılacak çok şey var. Şahsın bir iç dünyası, derûnu, sırr-ı süveydâsı vardır. Ferdin ise zorunlu olarak bunlara sahip olması gerekmez. Hayvanların iç dünyaları var mıdır? Evet, onların da bir dünyalarının olduğu inkâr edilemez. Ancak insanın iç dünyasıyla onlarınki bir midir? Hayvanın iç dünyası, aslında dışındaki dünyadır. Hayvanın iç dünyasına yansıyan dış dünya, o hayvanın derûnî dünyası olur. Onun içi, dışarıda yediği ot ve yiyecekten ibarettir. Onlar içgüdüleri neticesinde dış dünyada bir şeye yönelir ve bu yolla çeşitli ihtiyaçlarını giderirler. İç dünyaları, yedikleri ve vücutlarından çıkardıklarıdır. Buna karşılık insanın iç dünyası nasıldır? Dışarıdan bir şeyler alarak mı şekillenir, yoksa buna gerek yok mudur? Bu, hiçbir zaman dış dünyaya eşitlenemeyen ve (kaynağını) yalnızca dış dünyadan almayan bir derûndur (iç dünyadır). Elbette şunu da söylemeden geçmemek gerekir ki, insan, dışarıdan almadıkça, içindekini de açığa çıkaramaz. Yani öncesinde dış dünyayla da mutlaka irtibatlı olmalısınız. Dışarıdan alabildiğinizi alırsınız, bunda bir engel ve sakınca yok. Ancak insanın öyle bir derûnu vardır ki, bunun dışarıda bir eşi ve benzeri yoktur. Hayvanın iç dünyasının dışarıda bir karşılığı ve benzeri mevcuttur. Ancak sadece bir insanın değil, diğer tüm insanların iç dünyaları eşsizdir ve bunlardan hiçbirinin dış dünyada bir emsali yoktur. Bu, insanın sırr-ı süveydasıdır. İnsanın iç dünyası vardır, fakat hayvanın yoktur. İnsan iç dünyasıyla arasına bir mesafe koyabilir; fakat hayvan koyamaz.

Lârîcânî: Kendi iç dünyasında dilediği kadar derinlere gidebilir… Derun içre derun…

Dînânî: Allahu Teâlâ dışında hiç kimse bir başkasının iç dünyasını bilemez. Bugün telepati ya da parapsikoloji adı altında başkalarının içini okuyabildiğini söyleyenler olacaktır… Birtakım anlamsal çağrışımlarla bir şeylere ulaşabilirler belki… Ancak sizin sırr-ı süveydanızı Allâmu’l-Ğuyûb olan Allah’tan başka kimse bilemez.

Lârîcânî: Allah, göğüslerde (kalplerde) gizli olanı bilir.[1]

Üstad buraya kadar anlattıklarınızdan, mutlak ile mukayyed arasındaki istilzâmî ilişkinin iki taraflı olduğu sonucu çıkıyor: Mutlak, mukayyed olmaksızın zuhur etmiyor ve mukayyed de mutlak olmaksızın bir anlam ifade etmiyor. Çok güzeldi bu açıklamalarınız. Mevlânâ da burada bir “ayna” ilişkisinden söz ediyor.

Dînânî: Aynanın yaptığı, göstermektir. Olduğu gibi ve her nasılsa… Güzeli güzel gösterirken, çirkini yine çirkin gösterir. Aynanın sadakati buradadır. Şeffaftır yani… Mutlak, kuşatabileceğimiz bir şey değildir. Mutlak hiçbir şeyin esiri değildir. O kimseye av olmaz. Bunu kim yapabilir? Mukayyed mi yapacak? Mutlağı avlamak isteyenin kendisi mukayyeddir her şeyden önce... Mukayyed, mutlağı avlayamaz. Aksine o, mutlağa bağlıdır ve onun esiridir. İki tane mutlak da yoktur. Mutlak kendisinden başkasına alan açmaz. Yani istilzâm iki taraflı bir ilişkidir.

Lârîcânî: Mutlak ve mukayyed arasında gerçekten latif bir ilişki söz konusu. Mukayyed, muhtaçtır. Mutlak ise mukayyedin kalıbında zuhur etmeye müştaktır. Bu iştiyak ile ihtiyaç ilişkisini biraz açmamız gerekecek sanırım.

Dînânî: Büyük ârif ve rind Hâfız, bu meseleye değinmişti. O, bunu “Sen-ben” olarak işlese de gerçekte aynı şeye işaret etmiştir: “Biz O’na muhtaç idik, O ise bize müştak idi.” Mutlak ve mukayyed arasında da aynı ilişki söz konusudur. Mukayyed, mutlağa muhtaçtır. Mukayyed, mutlak olanın kayıtlanmasıdır. Burada kayıtlanan nedir? Başka bir kayıt mıdır? Kaydı yine başka bir kayıtla kayıtlamanın ne gibi bir anlamı ve faydası olabilir ki? Bir düğümün üstünü bir daha düğümlemek gibi gibidir bu ve hiçbir şeyin çözümüne de katkı sağlamamaktadır. Dolayısıyla kayıtlanan, sadece mutlaktır.

Burada belki de ihtiyaç ile iştiyak arasındaki farkı soracaksınız. Acaba iştiyak, ihtiyaç mıdır? Bunu birçokları sormuştur. Eğer iştiyak bir ihtiyaçsa, bu durumda ihtiyaç da iştiyak olacaktır. Hayır, durum bu şekilde değildir. İhtiyaç, muhtaç olunan şey olmadıkça tahakkuk etmemektir. İştiyakın ise salt ihtiyaç olması gerekmez ve müştak – isterse – iştiyakını kontrol edebilir. Muhtaç ise ihtiyacını kontrol edemez. O, kendi vücudunda o şeye muhtaçtır. Buradaki ihtiyaç, para vd. ihtiyacı değildir. Burada varlıksal bir ihtiyaçtan söz ediyoruz. Eğer Hakk Teâlâ olmasaydı, bizler var olabilir miydik? Dolayısıyla bizler vücûdda muhtacız. Bu, arazî bir ihtiyaç da değildir; “O olmasaydı, bizler de olmazdık” ihtiyacıdır. Buna karşılık müştak, kendisine müştak olduğu şey olmadan da var olmaya devam edebilir mi? Edebilir. Bu, önemli bir farktır. Bir diğer fark da, ihtiyacın fakr ve yokluktan (adem) kaynaklanmasıdır. Yani, o, “olmamak”tan kaynaklanır. Hiçbir şeyi olmayan varlık, muhtaçtır. İştiyak, kemâlin fazlalığından kaynaklanırken, ihtiyaç “olmamak”tan kaynaklanır. “Olmamak” ile “kemâlin fazlalığı” arasında sizce de bir fark yok mu? Müştak, dopdoludur; yayılmak ve feyiz vermek ister. Peki, muhtaç dışarıya ne verebilir? Hiçbir şey. O ancak alabilir. İştiyakta vermek, ihtiyaçta ise almak esastır. Görüldüğü gibi, her iki durumun da gerektirdiği şeyler birbirinden farklıdır. Eğer bu anlamları düzgün bir şekilde anlasaydık, mezkûr incelikler evreni tanıma iddiasında olan bizlere çok yol gösterirdi. Bir yandan âlemi tanımak isteyen, diğer taraftan ise kayıtları aşamayan kimseler, bu âlemdeki her şeyin kayıt üstüne kayıt olduğunu unutmamalılar. Bu kayıtlara eklenen sonsuz sayıda kayıt, sizi nereye ulaştırır? Yine mukayyede… Mukayyedlerin toplamı hiçbir zaman “mutlak” etmez. Mukayyedde kalarak mutlağa erişmek mümkün değildir. Oysa bilim dünyasına göre, ortada “mutlak” diye bir şey yoktur bile… Veya varsa da en azından soyuttur. Eğer her şey mukayyed ise, bunların her biri mutlak olmaksızın tahakkuk edebilir miydi? Akıl buna “hayır” cevabını vermektedir. Mutlak ve mukayyed, “vahid” (bir) ve “kesir” (çok) konusuna dönmektedir. Günümüz dünyası hep kesrete odaklıdır. Oysa kesretin de vahdet olmaksızın hiçbir anlamı yoktur. Bir olmasaydı, çok olabilir miydi? Bu dünya ve içindeki varlıklar mukayyed olduğuna ve evrende sürekli mukayyed üstüne mukayyed ile karşılaştığımıza göre, bu âlem de bir kesret âlemidir demektir bu. Ve mukayyedler, vahid değil, kesirdirler. Kesret, vahid olmaksızın vücûd bulamaz. Kesret vahidsiz olamayacağına göre, mukayyed de mutlaksız olamaz. O halde bu kimseler, bu denli önemli olan mutlağı niçin anlamak istemiyorlar? Bir de evreni anladıkları iddiasındalar! Gerçekte anlamak istemiyorlar, işin doğrusu bu… Dünyayı anlayan ve anlamlandırmak isteyen kimse, onun sadece bugünüyle değil, dünüyle de ilgilenir. Bu, bir… İkincisi; eğer evreni anlamak istiyorsanız, sadece geçmişten günümüze kadarki olgulara odaklanmaz, aynı zamanda yarınların olay ve olgularını da bilmek istersiniz.

Âlem şimdiye kadar olanlardan ibaret midir, yoksa gelecekteki olgular da âlemin bir parçası mıdır? Sorun şu ki: Bu kimseler, evreni laboratuvarda ve merceklerin altında gördükleri şeylerden ibaret sanıyorlar. Evrenin şimdiki vaziyeti, onun geçmişteki durumlarının bir sonucudur. Bir diğer husus ise, onların şu anda gördükleri her şeyin, gelecekte de sonsuz bir süreğenliğinin olacağıdır. Elinizdeki bu azıcık bilgiyle her şeyi bilebileceğinizi nasıl düşünürsünüz? “Mutlağı anlamadıkça mukayyed de anlaşılamaz”ın sırrı tam da buradadır. Mutlak ve mukayyedin birlikte anlaşılması gerekir.

Bizler tarihi de aynı şekilde açıklamaya çalışıyoruz. Acaba onu anlıyor muyuz, yoksa sadece betimliyor muyuz? Daha çok betimliyoruz. Mevsuf yerine daha çok sıfattan söz ediyoruz. Tarihin tümü, bu birkaç sıfattan ibaret olabilir mi? Geleceği nasıl anlayacağız peki? Dolayısıyla, eğer geçmişi ve geleceği bilmez ve sadece bu ikisi arasındaki zaman diliminde geçenlerle evreni tanımlamaya ya da “evren şu görülenlerden ibarettir” demeye kalkarsak, bu bakış açısı problemden başka bir şey doğurmayacaktır. O halde bakış açımızı nasıl genişletmeliyiz? Bu genişlik ve genelleme nereden gelir? Gördüğümüz ve incelediğimiz her şey mukayyed ise, bunu nasıl genelleyebiliriz? Âmm (genel) olan mutlaktır. Hatta o, genelin de ötesindedir. Mutlak ve âmm arasında da bir fark mevcuttur; aynı şekilde mukayyed ile hâss arasında da… Bu kavram çiftlerinin her biri, bir diğerinin karşısında yer alır (mutlak-mukayyed, âmm-hâss). Mutlak kapsamlıdır. Âmm mı (genel) daha kapsamlıdır, mutlak mı?  

Lârîcânî: Mutlak.

Dînânî: Evet. “İnsan” dediğimizde bu sözcüğün anlamı geneldir ve tüm insanları içine alır. Bu kavram ne kadar genel (âmm) olursa olsun, onu “mutlak” ile ölçebilir miyiz? Hayır. Dolayısıyla mutlağın dairesi, âmmdan çok daha geniştir.

Lârîcânî: Üstad, bazıları “Allah, Rahman ve Rahîm’dir. Eğer merhum (kendisine rahmet edilen) olmasa, Allah’ın Rahmaniyeti nerede tahakkuk edecekti?” diye soruyor. Bu örnekleri, O’nun Rezzâk ve Gafûr gibi isimleri için de çoğaltabiliriz. Bu gibi ifadeler yerine, “Gökte ve yerde ne varsa, O’ndan isterler. O her gün bir iştedir[2] demek daha doğru olacaktır. O her gün bir işte olduğu için mi gökte ve yerde olan her şey O’ndan istiyor, yoksa bu varlıklar istediği için mi O her gün bir işte oluyor?

Dînânî: Çok güzel ve önemli bir soru. Evet, rızık veren, rızık verileni arar. Eğer O, Rahîm ise, merhûmunu, Gafûr ise günahkârını ister. Ancak, demin de belirttiğimiz gibi, Allahu Teâlâ mutlaktır. Bu Mutlak, onları (merzuk, merhum,…) zuhurda ister, vücûdda değil… Allah bir günahkâra ya da merzuka muhtaç değildir. Allah, Zât’ını zuhur ettirmek istediğinde bunu neyle yapar? Sıfatlarıyla. Peki, sıfatlar nerede zuhur eder? Sıfatın mazharında. Bunun cevabı, programın başından beri söylediklerimizde gizli zaten. Allah mutlaktır ve bu nedenle zuhur etmeye müştaktır. O, zuhurda merzuka, merhuma, günahkâra vd. müştaktır. Ve bu saydıklarımın tümü O’na muhtaçtır. Günahkâr, Allah’ın mağfiretine, merhûm, Allah’ın rahmetine, merzûk da Allah’ın rızkına muhtaçtır. Allah rızıkta, rahmette, mağfirette, nazımda (düzende) vd., kısacası her şeyde zâhir olmaktadır. Bu âlemin nizamının hakikati, Hakk Tebârek ve Teâlâ’dadır. Nâzım-ı Mutlak, O’dur. O olmasaydı, âlem muntazam olamazdı. Nereye bakarsanız bakın muayyen (belirlenmiş) bir düzen göreceksiniz. Peki, Mutlak Düzen nerede? Gördükleriniz hep mukayyed nazımdır. Mutlak Nâzım nerede? Bu âlemdeki düzen, bir milim dahi bozulacak ya da aksayacak olsa, her şey alt üst olur. İnsanın dişleri otuz iki tanedir ve bunların her birinde bir ölçü ve düzen vardır. İnsan bu sayede gıdasını güzelce çiğneyebilmekte ve keskin dişleriyle parçalayabilmektedir. Eğer bu dişlerden bir tanesi, olduğundan biraz daha büyük olsaydı, ne olurdu?

Lârîcânî: Ağzı sonsuza dek açık kalırdı.

Dînânî: Kalan otuz bir tanesi, görevlerini yerine getirebilir miydi? Hayır. Sadece tek bir dişin ölçüsüzlüğü, diğer dişlerin de bulundukları yerlerdeki (köpek dişi, azı dişi vd.) işlevlerini yerine getirmelerine engel olabiliyor. Mutlak Nâzım, O’dur ve geriye kalan diğer şeyler de, kendi içinde düzenlidir. Yine O’nun rahmeti, merhumu talep etmektedir. Kısacası tüm bu örnekler halkın Hâlık’a nispetini ortaya koymaktadır. Hakk Teâlâ’nın yaratılmışlar (halk) ile irtibatı vardır. Bizler, yarattıklarıyla ilişki içinde olan bir Yaratıcı’ya inanıyoruz. Bazıları, Allah’a mutlak tenzih makamı atfediyor ve O’nu, yarattıklarıyla (âlem, insan vd.) ilişkisi olmayan bir Tanrı olarak tasavvur ediyorlar. [Deistler; M.Ş.] Bu, tenzih-i mahzdır. Onlara göre ne Allah’a ulaşmak mümkündür ne de O’nun, yarattıklarıyla bir ilişkisi vardır. Böyle bir Tanrı ne işe yarar ki?! Allah’a karşı yaklaşımımız ne mutlak tenzih ne de mutlak teşbih olmalıdır. O, tüm varlıklarla ilişkilidir. O’nun ilişkili olmadığı bir şey var mı? O’nun bir hücreyle ve küçücük bir sinekle bile ilişkili olduğuna inanıyoruz da, insan ile ilişkisini mi mümkün görmüyoruz? Mutlak Varlık, tüm varlıklarla ilişkilidir ve tabii ki tüm varlıklar da O’nunla... Peki, bu nasıl bir ilişkidir? Mutlak ve mukayyed, Muhît ve muhât, Hâlık ve mahlûk, Rezzâk ve merzûk… Allah’ın varlıkların her biriyle olan ilişkisi ihâtî ve kayyûmî bir ilişkidir. Mahlûkların, Hâlık’ları ile ilişkisi, mutlak-mukayyed ilişkisidir. Feyz de bu konu vasıtasıyla (mutlak- mukayyed konusu) gerçekte Allah’ın varlıklarla olan ilişkisine açıklık getiriyor. Allah’ın tüm varlıklarla olan ilişkisi ıtlakî bir ilişkidir. Bizler Allah’ın rızkına muhtaç mıyız, değil miyiz? Muhtacız. Allah’ın rızkı ise bize muhtaç değildir; fakat müştaktır. Bizim mi Allah’a iştiyakımız daha fazladır, yoksa O’nun mu? O’nunki daha fazladır. Bizim O’na iştiyakımız daha az, ihtiyacımız ise daha fazladır. Esasında rızık bizim peşimizden gelmektedir. Bizler rızkın peşinden koşmuyoruz, rızık bizim ardımızdan geliyor. Elbette ki, bizim de rızkımızın peşinden gittiğimiz doğrudur; ancak onun bizi aradığı da bir gerçektir. Eğer o rızık, birinin nasibi olmazsa, ne işe yarar? Dolayısıyla rızık da, nasip olacağı kişiye müştaktır. Susuz, suyu arar; ancak su da onu aramaktadır.

Lârîcânî: Mevlânâ’ya göre ihtiyaç da iştiyaktan bir cüzdür aslında.

Dînânî: O konulara girmeyelim, zira sözünü ettiğiniz bu durum gerçekte seneviyeti (ikiliği) ortadan kaldırmaktadır.

Lârîcânî: Yani kesretle birlikte vahdeti görmekten başka bir yol yok mu?

Dînânî: Kesreti de görmek gerekir. Salt vahdet olmaz…

Lârîcânî: Feyz-i Kâşânî konuyla ilgili olarak şu şiiri de terennüm etmiş. Okusak fena olmaz, üstad:

Ey şevkimin ve talebimin, kendisinin iyiliğinden olduğu Zât,

Senin matlûb olman (istenmen), benim talebimin bir parçasıdır

Eğer benim muhipliğimin âyinesi olmasaydı

Sen’in cemâlinin mahbupluğu zâhir olmazdı

Dînânî: Yani, “Her ne kadar muhip olmam senin mahbupluğunun bir sonucu ise de, Sen’i sevdiğim için Sen mahbupsun” diyor. İşte bu beyitler, mutlak-mukayyed konusunu çok güzel bir şekilde çözüme kavuşturmaktadır.

Lârîcânî: Bundan Ahmed Gazalî de söz etmişti. Daha önce sizinle işlemiştik.

Vaktimiz de yavaş yavaş sona eriyor. Gerçekten çok güzel bir söyleşi oldu. İlâhî ilimlerin bu inceliklerini anlamanın yolu, öncelikle mutlak-mukayyed konusunu anlamaktan geçiyor.

Mutlağın mukayyedden istiğnası, Zât itibariyledir. Aksi takdirde ulûhiyet Esmâ’sının zuhuru ve rubûbiyetin tahakkuku mukayyed olmaksızın tahakkuk etmez.

Bunlar da Feyz’in konuyu bağladığı sonuç…

Dînânî: Âlem olmasaydı, Hakk Teâlâ zuhur etmezdi. Zuhur, Hakk’ın tecellisi ve feyzidir.

Lârîcânî: Özellikle de vahdet-i vücûd perspektifinden bakacak olursak, konu hiç de anlaşılmaz değil.

Dînânî: Eğer vücûdun penceresinden bakmayı becerebilirsek, evet… Ne yazık ki pek çoğumuzun vücûdu önceleyen ya da diğer bir ifadeyle ontolojik bir bakış açısı yok.

Lârîcânî: Başına “vahdet” sözcüğünü eklemeyip, sadece “vücûdî” desek dahi, bu da fazlasıyla güzel.

Dînânî: “Vücûdî” sözcüğünde ısrarcıyım.

Günümüzde daha çok epistemoloji öncelikli tutuluyor. Oysa ontoloji olmadan, epistemolojiden söz etmek de mantıksız. Ontoloji bugün artık bir kenara itildi. Ne yapalım, günümüzün modern dünyası işte…

Değerli bilgilerinizden yine istifade ettik üstad. Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinize veda ediyoruz.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=HXM9fXxgSSw&list=PLnkv67jnIKP1oDyt__FI2rF7grvHUMnIw&index=13&t=2174s

 



[1] Fâtır Sûresi, 38. âyet

[2] Rahman Sûresi, 29. âyet