İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (19): Zât, sıfatların aynasında zâhir olur / Tüm âlem O'nun sıfatlarının aynasıdır

İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (19): Zât, sıfatların aynasında zâhir olur / Tüm âlem O'nun sıfatlarının aynasıdır
Keza İmam Ali de (a.s.), ‘Ben hiçbir şey görmedim ki kendisinden önce, kendisinden sonra ve kendisiyle birlikte Allah’ı görmemiş olayım!’ buyurmuştur.

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, sevgili seyircilerimizi ve Marifet programını daima samimiyetle takip eden izleyicilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Feyz-i Kâşânî, El-Kelimâtu’l-Meknûne’sinde şöyle yazmış:

Allahu Teâlâ’nın, Esmâsı (İsimleri) hasebiyle bir çehresi ve her âyinede bir cilvesi (tecellisi) vardır: ‘Nereye dönerseniz, Allah’ın veçhi oradadır.’[1] Bu, her şeyde Allah’ı gören insân-ı kâmilin câmi‘ (kapsamlı) bakışıdır. Keza İmam Ali de (a.s.), ‘Ben hiçbir şey görmedim ki kendisinden önce, kendisinden sonra ve kendisiyle birlikte Allah’ı görmemiş olayım!’ buyurmuştur.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Çok güzel bir pasaj seçtiniz. Feyz, Hakk’ın Zât’ından, Sıfatlarından ve bunların âlemin âyinelerindeki tecellilerinden söz ediyor. Öncelikle şunu sormak istiyorum: Biz betimleme (tavsif) yapmadan bir şeyi anlatabiliyor, söyleyebiliyor ya da yazabiliyor muyuz? Gördüğümüz, işittiğimiz, anlattığımız, dinlediğimiz ve yazdığımız her şey bir tür vasıftır. Zât’tan doğrudan ve hiçbir tavsif yapılmadan söz edilebilir mi? Bunu bu âlemdeki mahsûsât için bile yapamayız. Âlemden söz ettiğimizde onun zâtı hakkında mı konuşuruz, yoksa sıfatları hakkında mı? Ne derseniz deyin, diyecekleriniz sıfattır. Dağ (sarp, yüksek…), deniz (dalgalı, mavi, serinletici…), ağaç (asırlık, yeşil…) kısacası ne hakkında konuşursanız konuşun, bu değişmez. Hakkında bir şeyler söyleyeceğimiz Hakk Tebârek ve Teâlâ için de durum bu şekildedir. O’nun hakkında duyduğunuz, okuduğunuz, söylediğiniz, anladığınız şeyler sıfattan başka şeyler midir? Hayır. Hakk’ın Zât’ı da Sıfatlarında zahir olur. Hakk’ın Sıfatları, Zât’ın aynasıdır. Bu âlemin Hakk Teâlâ ile nasıl bir ilişkisi vardır? Âlem, âlemin içindekiler ve hatta âhiret âlemi dahi O’nun sıfatlarının aynasıdır. Ayna içinde ayna… Âlemde gördüğünüz her şey, O’nun tecellileridir. Mir’ât… Yani ayna. Arapça olan bu sözcük, “rüyet” sözcüğünün “mif‘al” (ism-i âlet) veznindeki halidir. Ve girmiş olduğu vezin itibariyle “görmeye yarayan araç” olarak tercüme edilir. Her halükârda bizler âlemde sürekli olarak tecelli içinde tecelli görürüz. Her şeyin O’nun cilveleri olduklarını bilmemiz, oldukça önemlidir. Zât’tan, O’nun aynası olan Sıfatlardan ve bunların tecelli ettiği âlemden –ki O’nun tüm sıfatları âlemde tecelli etmektedir ve biz onlarda Hakk’ın veçhini görürüz– söz ettiğimizde, mezkûr sıfatlara diğer tüm varlıklardan daha güzel bir şekilde ayna tutan varlık hangisidir? Deniz midir, çöl müdür mesela? Ya da diğer varlıklar? Evet, bu saydıklarım da bir şekilde O’nun sıfatlarını gösterirler, bunu kabul ediyorum. Fakat Allah’ın tüm sıfatlarını kapsamlı bir şekilde gösterebilen tek varlık insandır. O’nun tüm sıfatları insanda zuhur etmiştir. O tek başına, Hakk Teâlâ’nın tüm sıfatlarının mazharıdır. İnsan mı sıfatları daha çok gösterebilecek mahiyettedir, yoksa âlem mi?

Lârîcânî: İnsan.

Dînânî: İnsan, Hakk Teâlâ’nın sıfatlarını göstermekle kalmaz, aynı zamanda âlemi de gösterir. Eğer insan olmasaydı, âlemi tam manasıyla anlayabilecek başka bir varlık olabilir miydi? Hayvanlar, âlemi anlayabilir miydi örneğin? Hayır, onlar âlemi hayvanlıkları kadar anlayabilirlerdi, hiç kuşkusuz. İnsan nedir? İnsan çok ilginç bir varlıktır. Varlık ve imkân âlemindeki en şaşırtıcı varlık insandır. Diğer tüm varlıkları rahatlıkla tanıyabilirsiniz. Örneğin Cebrail’i ve Mikâil’i tanıyabilir ve tanımlayabilirsiniz. Yeri, göğü, bitkileri ve hayvanları da aynı şekilde tanıyabilirsiniz. Peki, insanı nasıl tanıyabiliriz? Onun mahiyetini kolaylıkla bilebilir miyiz? Bu konuyu daha iyi açıklayabilmek adına bir sınıflandırma yapmak istiyorum. İnsan hem kendindedir hem de kendisi içindir. Bu iki ifadeye dikkatinizi çekmek istiyorum. İnsan kendinde bir varlıktır; X şahıs, doğumdan ölümüne kadar X şahıstır. O, kendinde olmanın yanında aynı zamanda kendisi içindir. Bu iki durum arasındaki fark nedir? Kendinde olmanız için yapmanız gereken ekstra bir şey yok; fakat kendisi içinde, sürekli kendinize katmanız gerekir. Kendinizi ihata etmeniz ve kendinize sürekli olarak eklemeniz… Kendinde olmanız, kim olduğunuzdur; kendisi içininiz ise, kendinize sürekli olarak eklemenizdir. Kendimize nasıl ekleriz? İlim tahsiliyle, faziletle, ahlâkla, kemâllerle, maneviyatla… Bu açıklamalarla birlikte kendinde olmakla kendisi için olmak arasındaki farkları kavramış olduk. İzin verirseniz bu konuyu bir de örneklendirerek açıklamak istiyorum: İnsan dünyaya bir bedenle gelmiştir. Çocukluk dönemini geride bıraktığında artık zihinsel gelişimini de tamamlamış olur. Elbette ki doğduğu andan itibaren bir zihni vardı; ancak bu bilkuvve halindeydi. Büyüdükçe zihni de fiiliyete kavuşmuş oldu. Dolayısıyla insan beden ve zihinden müteşekkil bir varlıktır. Bu beden kendi kendine mi büyümüş ve gelişmiş oluyor? Eğer doğal şartlar elveriyor ve kişi düzenli besleniyorsa bu beden büyür mü, büyümez mi? Tıpkı bir bitki gibi kendi kendine büyür. Peki, zihnin durumu da tıpkı beden gibi midir? Yani kendi kendine mi büyüyüp gelişir, yoksa onu geliştirmek mi gerekir?

Lârîcânî: Geliştirmemiz ve yönetmemiz gerekir.

Dînânî: Evet, beden kendi kendine gelişiyor. Fakat zihin için bizim de çabalamamız gerekir.

Lârîcânî: Günümüzde gafil olduğumuz bir diğer konu, zihnimizi yönetebilme becerisidir.

Dînânî: Çok güzel bir ifade. Hem insan, zihnini yönetebiliyor hem de zihin insanı… Burada bir devir (döngü) meydana gelmiş olmuyor. Hem biz zihnimizin yöneticisiyiz hem de zihin bizim yöneticimiz… Beden bu gelişimi –elbette ki ona da yeterince iyi bakmalı, hastalıklardan vd. korumalı ve sağlıklı yiyeceklerle beslemeliyiz– çoğu kez bizim irademiz dışında da gerçekleştirebilirken, zihnin bu şekilde gelişebileceğini iddia edebilir miyiz? Örneğin zihnini hiçbir şekilde geliştirmeyen birini düşünün. Ne ilim öğreniyor ne bir kitap okuyor ne de kendisini geliştirecek toplantılara, meclislere katılıyor… Böyle bir zihin ne kadar gelişebilir? O halde zihnimizi geliştirmek için bir şeyler yapmamız gerekir. Burada başka bir şeyden daha söz etmemiz gerekir: İnsanın bir iç bir de dış boyutu vardır. Dış boyutu onun bedenidir. Tabii ki bedenin de katmanları vardır. Bugün anatomi biliminde insan bedeni mercek altına alınmakta, hücrelerine kadar incelenmektedir. Genel itibariyle beden, bir hücreler bütünüdür. Çok girift bir yapıdadır. Bilahare beden anlaşılabilir, incelenebilir ve yorumlanabilirdir. Bu, bedenin tanınabileceğini gösterir. İnsanın bir de derunî bir boyutu vardır. Bu bâtının katmanları kaç tanedir? Yüzlerce mi, binlerce mi? Kendisine ulaştıktan sonra, “bu son katmandı” diyebileceğiniz bir katmanı var mı? Hayır. Katman içinde katman…

Lârîcânî: Attâr da, “Kendi denizime gark oldum” diyor.

Dînânî: Bu, sonsuz bir deniz. Onun bir sahili, kıyısı yok. Beden tanınabilir; tıp ve anatomi gibi pek çok bilim zaten bunun için var. Peki, ya insanın derûnu? Onu nasıl keşfedeceksiniz? Psikologlar bu alanda kendilerince birtakım çözümlemeler ve tahliller yapıyorlar, buna bir diyeceğim yok. Ancak ne kadar araştırma yaparlarsa yapsınlar, onun tamamına erişebilirler mi? Hayır. Sadece bir yere kadar teşhis edebilirler bir şeyleri. Oysa insanın iç dünyası, birbiriyle iç içe geçmiş pek çok katmandan meydana gelmiştir. Üstelik bunlar epey karmaşıktır da. Ne kadar derine inerseniz inin, başka katmanlarla karşılaşmaya devam edersiniz. Derûnun katmanlarının ne kadar karmaşık ve iç içe olduğunu anlatabilmek için, basit bir örnek vermek istiyorum. Örneğin konuşmak fiilini ele alalım: Kişi konuştuğu zaman hücreleriyle mi konuşur, yoksa konuştukları düşüncelerinden mi süzülüp gelir? Elbette ki bu esnada hücrelerin de kendi çapında birtakım faaliyetleri var; bunlara bir şey demiyoruz. Örneğin bunun için kişinin beyni sağlıklı olmalı… Bunların konuşabilmek için gerekli faktörlerden olduklarını biliyoruz. Burada sormak istediğim, sözler organik bir yapı olan bedenden mi dökülür, kişinin iç dünyasından mı? Bunun menşei, kişinin iç dünyasıdır. İnsanların söyledikleri sözler birbiriyle aynı mıdır, yoksa birbirinden farklı mıdır?

Lârîcânî: Birbirinden farklıdır.

Dînânî: Örneğin İbn Sînâ ya da herhangi biri konuştuğunda bunların söylediklerini aynı seviyede görebilmemiz mümkün mü? İbn Sînâ’nın sözleri tek boyutlu mudur, yoksa çok boyutlu mu?

Lârîcânî: Kesinlikle çok boyutludur.

Dînânî: Peki… Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın sözlerine gelelim: Kur’ân, Hakk’ın sözü değil midir? Onun zahirî boyutunun bile pek çok katmanı vardır, nerede kaldı bâtınî boyutu... Onun, “bu, Kur’ân’ın son katmanı” diyebileceğimiz bir katmanı var mıdır? Hayır. Bu da bir sözdür işte, öyle değil mi?

Peki, söz yumuşak mıdır, sert midir? Her gün işittiğimiz sözleri bir düşünelim. Bunlar sert midir, yoksa yumuşak ve latif midir?

Lârîcânî: Yumuşak…

Dînânî: Şimdiye kadar hiç ağır kelimeler işitmediniz mi?

Lârîcânî: İşittim tabii ki… O halde cevabımı şöyle düzelteyim: Hem yumuşak hem de sertler (ağırlar).

Dînânî: Evet, ilk başta yumuşak demiştiniz. Çünkü bu sizin meyliniz; yani gönlünüz sözlerin böyle olmasını arzuluyor. İlk etapta böyle düşünmeniz de gayet güzel bir şey.

Âlemde yumuşak bir sözden daha yumuşak ve etkili bir şey var mıdır? İpek? Pamuk?

Lârîcânî: “Ona yumuşak söz söyleyin.[2]

Dînânî: Hiçbir yumuşak şey, yumuşak bir sözden daha yumuşak değildir. O, sabah melteminden ya da bir yaprağın üzerindeki çiğ tanelerinden bile daha latiftir. Diğer taraftan, sert ve ağır bir sözden daha katı bir şey var mıdır? Dağ mı daha ağırdır, yoksa ağır ve sert bir söz mü? – İnşallah hiçbir zaman işitmezsiniz – ağır bir söz gerçekten dünyadaki diğer tüm şeylerden daha ağırdır. Kısacası yumuşak söz dünyanın en yumuşak şeyi, sert ve ağır bir söz de dünyanın en ağır şeyidir. İşte insanın sözü… Bu söz nereden geliyor? İnsanın iç dünyasından… Yumuşaklığı ve sertliği insanın sözlerinde müşahede edebiliyorsak, iç dünyasında da müşahede edebiliriz demektir. İnsan dünyanın en yumuşak varlığı olabilirken, lüzumlu yerlerde dünyanın en sert varlığı da olabilmektedir. O sadece sert ya da sadece yumuşak mı olmalıdır, yoksa gereken yerde sert de olabilmeli midir?

Lârîcânî: Hem yumuşak hem de sert olmalıdır.

Dînânî: Evet, her şey yerli yerinde gerekli ve güzel. Programımızın başında da insanın Allah’ın tüm cemâl ve celâl sıfatlarının bir mazharı olduğunu belirtmiştik zaten, öyle değil mi? O aynı zamanda âlemin de bir mazharı. Hakk Teâlâ, Lâtif’tir, değil mi?

Lârîcânî: “O Lâtif’tir, Habîr’dir.[3]

Dînânî: Varlık âleminde, Allah’tan daha lâtif bir varlık yoktur. O bunca Lâtif iken, bildiğiniz üzere, aynı zamanda Kahhâr’dır da…

Lârîcânî: “O Vâhid’dir, Kahhâr’dır.[4]

Dînânî: “Kahhâr” ile “kâhir” arasında nasıl bir fark vardır?

Lârîcânî: İlki, mübalağa veznindedir.

Dînânî: Âlemde kahrı Allah’tan daha fazla olabilen bir varlık var mıdır? Eğer kahrı müşahede etmemiz gerekseydi, bunu bir ateşte, doğal afette ya da bir dağın azametinde mi görmemiz gerekirdi, yoksa Allahu Teâlâ’da mı?

Lârîcânî: O rahmetiyle de şiddetlidir, kahrıyla da…

Dînânî: Bu iki sıfat Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın aynası olan insana da yansımıştır. Bu âlemde insandan daha latif bir varlık bulamazsınız. Eğer letafeti bir insanda müşahede etmek isterseniz, kesinlikle latif bir insana rast gelmelisiniz. Şiddet, salabet, husumet ve huşuneti müşahede etmek isterseniz, aslana mı bakmalısınız, yoksa insana mı? Tabii ki insana… Aslanın huşuneti insanınkiyle boy ölçüşemez. İnsandaki bu tezatlık, aynı zamanda saydığımız iki uç sıfatın mesafesini de ortaya koymaktadır. İnsanın bir vücûd (varlık) olduğu doğrudur; ancak saydığımız sıfatlar arasındaki fark, Doğu ile Batı arasındaki farka eşdeğerdir.

Lârîcânî: İnsan gerçekten de iki denizin birleştiği yerdir (mülteka’l-bahreyn). Allah’ın cemâl ve celâl sıfatlarının birleşimi aynı zamanda.

Dînânî:  Aynen öyle, evet.

Lârîcânî: Üstat, Mollâ Sadrâ, “Nereye dönerseniz Allah’ın veçhi oradadır” âyetinin tefsirinde çok latif ifadeler kullanmıştır. Ona göre vech (yüz), tüm güzelliklerin merkezidir. Dolayısıyla güzellikler onda, olabilecek en üst düzeyde bir araya gelmiştir. Bu bilgi benim için çok ilginç bir bilgiydi.

Dînânî: Evet, o gerçekten çok güzel söylemiş. Vech, sözlükte “yüz” anlamına geliyor. Bir insanı tanımak istediğinizde – onun yüzünü görmediğinizi varsayın – elinden, ayağından vd. tanımanız mümkün mü? Evet, kısmen tanımanız mümkün olabilir. Ancak bu her zaman isabetli olabilir mi? Mesela bir kişinin sadece elini gördüğünüzü varsayalım. Elinden kim olduğunu teşhis edebilir misiniz? Başı hariç tüm bedenini gösterseler, onu bunlardan tanıyabilir misiniz? Yine hayır. İnsanları bedenleriyle değil, yüzleriyle tanırsınız. Peki, Allah’ı neyle tanıyalım? Zât’ıyla mı, veçhiyle mi?

Lârîcânî: Veçhiyle.

Dînânî: O’nun veçhi nedir? Bir şeyin yüzü ne kadar önemli, öyle değil mi? Bizim künhe ulaşabilmemiz mümkün değildir. Ancak veçh üzerinden birtakım çıkarımlara varabiliriz. Bizler daima yüzü görürüz. Biraz önce de belirttiğim gibi, bizler şeyleri tanırken ve tanımlarken daima sıfatlardan faydalanırız. Sıfattan mı mevsufa gidersiniz, mevsuftan sıfata mı?

Lârîcânî: Sıfattan mevsufa gideriz.

Dînânî: Bir şeyi sıfat olmaksızın tanıyabilir miyiz? Veçh gerçekte bir tür sıfattır. Bizim işimiz her zaman sıfatlarladır. Sıfatların en önemlisi de veçhtir. Dolayısıyla Hakk Teâlâ’yı da veçhiyle tanımalıyız. O’nun veçhi, insân-ı kâmildir. Diğer varlıklar böyle bir liyakate sahip değildirler. Eğer Allah’ı veçhiyle tanımak isterseniz –ki zaten bundan başka bir çareniz de yoktur– insân-ı kâmili incelemelisiniz. Burada şöyle bir haklı soru da gündeme gelmekte: Bu insân-ı kâmil kimdir? İnsanın kemâli neyle ölçülür?

Lârîcânî: İnsân-ı kâmil, tüm İlâhî Sıfatlar’ı kendisinde toplayan kişidir.

Dînânî: Tüm insanlar, İlâhî Sıfatlar’a bilkuvve sahiptir. Bu mazhariyetin tam anlamıyla fiiliyete eriştiği yer neresidir/kimdir?

Lârîcânî: İnsân-ı kâmildir.

Dînânî: İnsan kemâle nasıl erişebilir? Yürümekle, yiyip içmekle, işitmekle filan mı? Onu kemâle eriştirecek olan bunlardan hangisidir?

Lârîcânî: Akılcı bir sülûk ile erişebilir.

Dînânî: İnsan pek çok uzva sahiptir, öyle değil mi? Ancak tüm bunlarla birlikte, siz onda akıldan daha üstün bir şey biliyor musunuz?

Lârîcânî: Akıl sultandır.

Dînânî: Hiçbir zaman makamından azledilemeyen bir sultan… Sultan azledilmez mi? Tarihte örneklerine hiç rastlamadık mı? Peki, aklı makamından azledebilecek bir güç var mıdır?

Lârîcânî: Kendisi dışında hiçbir şey.

Dînânî: O bir sultandır ve diğer her şeyden üstündür. İnsanın vücûdî hasletidir. Tam da burada bir şey söylemek istiyorum. Bazıları şahsım için –ki bunlar pek çok kez kulağıma geldi– “o felsefe uyduruyor” diyor. Onlara şunu sormak istiyorum: Felsefe bir kurmaca mıdır, yoksa akılla yürütülen bir faaliyet midir?

Lârîcânî: Kesinlikle akılla yürütülen bir faaliyettir… Diğer türlüsü safsata olurdu.

Dînânî: Burada “filozof” sözcüğünü çok da yüceltmek istemiyorum; zira ateist filozoflar da var, yersiz ve boş iddialarda bulunanlar da… Benim söyleyeceklerim, “filozof” sözcüğüyle ilgili değil… Tam aksine felsefeyi dikkate alarak söylüyorum bunları. Felsefenin çabası nasıl bir çabadır?

Lârîcânî: Akılcı bir çaba.

Dînânî: Size burada bir örnek vereyim. Bazıları birtakım mahsulleri hazır ve emek harcamaksızın bulur. Filozof/felsefe ise mahsul toplamak için öncelikle ekmek-dikmek gerektiğini bilir. Ekip biçmeden dane devşirebilir, mahsul toplayabilir misiniz? Hayır. Kaldı ki burada ekip dikmekle de bitmiyor işiniz. Onu sulamanız da gerek… Bu işlemleri yaptığınızda sonuçta onun meyvesine ulaşır mısınız, ulaşmaz mısınız? Muhakkak ulaşırsınız. Felsefenin yaptığı da budur.

Lârîcânî: Filozof bir bahçıvan, bir çiftçi gibi gerçekten…

Dînânî: Evet. Sonucundan da hem kendisi hem de başkaları faydalanıyor. Bunun için belli zahmetlere de katlanmakta üstelik. Neticede bunları yapmasaydı, meyveleri devşiremezdi. Burada meyveyi hazırdan yemek yok. Armut piş, ağzıma düş yok… Bu çaba nefsanî midir, aklânî midir? Kesinlikle aklânîdir. Felsefenin akılcı bir çaba olduğunu söylersek, yanlış bir şey mi söylemiş oluruz? Hayır.

Lârîcânî: Onlar toplumun hizmetkârlarıdırlar.

Dînânî: O zaman neden kötü olsunlar ki? Birileri gibi meyveyi hazırdan mı beklesinler?

Lârîcânî: Böyle düşünenler hiçbir zaman elini taşın altına koymazlar, ne hikmetse. Rahatlarına pek düşkündürler.

Dînânî: Yıllar önce medresede bir arkadaşım vardı. Çok da tatlı bir insandı. Bir gün yurtta yemek yapacaktık ve onu da aramıza dahil etmek istediğimizde –kendisi sağdır, bu sebeple kim olduğunu söylemek istemiyorum– “Aman, şimdi kim alışverişe gidecek, gitsek bile aldıklarımızı kim pişirecek?” diye sorar, dışarda yememizi teklif ederdi. Böyle zamanlarda hep o meşhur şakasını yapar, bizlere, “Ben sonuççuyum”[5] derdi. Bazıları böyledir. Sadece sonuçla ilgilenirler. O ürün meydana gelene kadar harcanan emekleri ve çabaları hep göz ardı ederler. Oysa hayatta her şey bir çaba ister. Meyveyi elbette ki yiyeceğiz, kimse “meyve yenmesin” demiyor. Sadece bunun için gereken çabayı göstermemiz gerektiğini düşünüyoruz. Toprağa bakıp, onu sulayacağız, süreceğiz, fazlalıklardan arındıracağız vs. Felsefe de belli nazariyelere erişmek için buna benzer çabalar sarf eder. Bazen bu çabalar –biraz önceki tarla ve toprak örneğinde olduğu gibi– fiziksel ve bedensel efor gerektiren çabalar olmak zorunda değildir, akılcı çabalar da olabilir pekâlâ… Akılcı olmayan bir çaba kişiyi hiçbir yere ulaştırmaz. Ne kadar çabalarsanız çabalayın, eğer bu çaba akılcı değilse, tüm uğraşılarınız ve zamanınız boşa gider… Bu akılcı çabanın adına ister felsefe deyin, ister hikmet… Yok, bazıları illa da hakaret etmek istiyorlarsa etsinler. Ne diyebiliriz ki?

Lârîcânî: Feyz, veçhullahın iki özelliğinin/boyutunun olduğunu söylüyor:

Birincisi, O her daim taze ve yenidir. İkincisi ise, diğerlerinin kalbini kendine celbeder.

Dînânî: Evet, veçhullah [Farsçadaki anlamıyla] bir dil-berdir, kalpleri kendine çeker. Çünkü çok güzeldir. İnsanın kalbi de çok latiftir; hemen kapılır gider. Kalp her zaman güzelliklerin peşinden gider. O hiçbir zaman çirkinliklerin peşinden gitmez, onlara gönül bağlamaz. Ancak burada insana düşen, güzelliği tanıyabilmektir. O halde güzellikleri tanıyıp da mı peşlerinden gitmeli, yoksa tanımadan mı? Güzellik sadece zâhirde göze hoş görünen midir, yoksa kalp ve bâtın güzelliği diye bir şey de var mıdır? Akıl mı güzellikleri daha çok teşhis eder, yoksa göz mü?

Lârîcânî: Akıl.

Dînânî: Burada gözlerin hakkını da yabana atmamalı elbette… O da güzellikleri tanır ve teşhis eder. Onun da –tıpkı akıl gibi– güzel olarak gördüğü şeyleri dikkate almalı, bu anlamda hakkını teslim etmelidir. Bu durum kulaklar için de geçerlidir. Kulaklar güzellikten anlamaz mı? Onlar da seslerin ve nağmelerin güzelliğini teşhis ederler. Dolayısıyla onların hakkını da bu konuda teslim etmemiz gerekir. Gözler güzel manzaraları, kulaklar güzel nağmeleri, burun hoş kokuları, dil leziz tatları ister. Bunların hepsinin üzerimizde hakları vardır ve bittabi bu hakların eda edilmesi gerekir. Duyu organlarının haklarını göz ardı etmemek gerekir. Biraz önce saydığım tüm duyular müteallik oldukları güzellikleri talep ederken, aklın talip olabileceği bir güzellik yok mudur? Akıl da tıpkı duyu organlarımız gibi, güzelliği talep eder. Onun talip olduğu güzellik nedir? Tek bir cümleyle özetleyecek olursak, makûle ulaşmaktır. Akıl makûle ulaştığında aklânî bir güzelliğe ulaşmış olur. O halde o, makulüne ulaşmalıdır, öyle değil mi? Ona hakkını vermeli miyiz, yoksa ulaşmak istediği bu güzellikten mahrum mu etmeliyiz? Akıl, güzelliği makulde, gözler zahirî güzelliklerde, kulak da güzel nağmelerde vd. bulmaktadır. Bunlar insanın nasibine düşen güzelliklerdir. O –imkânlar elverdiğince– makûl güzelliklere ulaşmak için çabalamalıdır. Duyu organlarımız bir şekilde güzellikleri algılamaktadır; ancak tek başlarına bırakıldıklarında yanılmaları muhtemeldir. Akıl hem duyu organlarının duyumsadığı güzelliklerden istifade eder hem de onlara bir ölçü ve sınır koyar. Örneğin güzel nağmeleri dinle, fakat şu sınırı aşma. Güzellikleri gör, ama birtakım şer‘î sınırlara muhalefet etme. Güzellikleri tat, ama belli sınırları çiğneme. Dolayısıyla duyu organlarının her biri, gerçekte belli bir sınırla mahdut kılınmıştır. Peki, tüm bunlara karşılık, makûlün bir sınırı var mıdır?

Lârîcânî: Hayır, onlar sonsuzdur.

Dînânî: Akıl bu konuda – biraz önce duyu organlarına belirlediği şekliyle – insana bir sınır çizmez. Akla bu konuda sınır çizebilecek, destur verebilecek bir şey var mıdır?

Lârîcânî: Burada sınırı yalnızca akıl belirler.

Dînânî: Evet.

Lârîcânî: Feyz’in burada işaret ettiği bir diğer latif nokta şu:

İnsân-ı kâmilde akıl ve kalp bir olur.

Yani hissettiğimiz şey, aynı zamanda aklettiğimiz şeydir, ya da tam tersi…

Dînânî: Bu, insan için kemâlin zirvesidir.

Lârîcânî: Sonrasında o şöyle devam ediyor:

Ben güzelliğin mısdağını İmam Hüseyin’in (a.s.) Arefe Duası’nda dilinden dökülen şu ifadelerden başka bir şeyde görmedim: Varlığında Sana muhtaç olan bir şey, senin varlığına nasıl delil gösterilebilir? Ve Senden başkası için bir zuhur var mıdır?”

Dînânî: Bu kelâmın üstünde bir kelâm yok. Akleden insanlar, Allah’ın varlığını bir dağın azametinden ya da bir gülün güzelliğinden vd. çıkarırlar. Oysa sorulması gereken şudur: Hakk Teâlâ mı daha zâhirdir, yoksa gülün güzelliği mi? Eğer baş gözüyle bakarsanız, gülü daha güzel ve daha zâhir bulursunuz. Ancak eğer aklın ve bâtının gözüyle bakarsanız, bu saydıklarımın Allah’tan daha zâhir olabileceğini düşünmezsiniz.

Lârîcânî: Allah zâhir olduğu için bunlar zâhirdir.

Dînânî: Eğer bir kimse, bunların Allah’ın bir tecellisi olduğuna inanıyorsa, sizce bu iki sonuçtan hangisine varacaktır: Bu varlıklar zâhir olduğu için mi Allah vardır, yoksa Allah var olduğu için mi bunlar zâhirdir? Cevap biraz önce söylediğinizdir. İmam Hüseyin’in (a.s.) kelâmının yüceliğine bir bakın. O, Allah’ı hiçbir zaman gaip görmemişti ki, arasın… Nihayet, “Seni görmeyen gözler kör olsun/olmalı” diyor İmam (a.s.)…

Lârîcânî: İçinde bulunduğumuz bu Muharrem ve Safer aylarında Ziyâret-i Âşûrâ’lara önem verdiğimiz kadar, Arefe Duası’na da önem vermeliyiz aslında. Bunun için illa ki Kurban Bayramı’nı beklemememiz gerekir.

Dînânî: İsminden de anlaşılacağı gibi, bu aslında bir “marifet” duasıdır. İmam Hüseyin’den (a.s.) naklettiğiniz tüm bu pasajlar, duanın azametini tescilliyor adeta.

Lârîcânî: Feyz’in ifadelerinin devamı şu şekilde:

Eğer bir kimse, ‘Nereye dönerseniz Allah’ın veçhi oradadır’ âyetinin anlamını kalbine nakşetmek istiyorsa, Arefe Duası’ndan hiçbir zaman gafil olmasın.

Ahbârî bir hakîm, ârif, muhaddis ve müfessir, İmâm Hüseyin’e (a.s.) olan muhabbet ve bağlılığını işte bu şekilde ortaya koyuyor!

Çok güzel bir anlatımdı üstat. Bilgilerinizden istifade ettik yine.

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

 

Medya Şafak

 

https://philosophyar.net/marefat/14-september-2019



[1] Bakara Sûresi, 116. âyet

[2] Tâ-Hâ Sûresi, 44. âyet

[3] Mülk Sûresi, 14. âyet

[4] Zümer Sûresi, 4. âyet

[5] “Sonuçsalcılık” olarak da geçer (ç.n.).