İslam Devrimi Muhafızları Ordusu’nun İlk Komutanının Dilinden Bugüne Dek Anlatılmayan Gerçekler

İslam Devrimi Muhafızları Ordusu’nun İlk Komutanının Dilinden Bugüne Dek Anlatılmayan Gerçekler
Aşağıda İslam Devrimi Muhafızları Ordusu’nun ilk komutanı Cevad Mansuri’nin Mukaddes Savunma Haftası dolayısıyla yaptığı konuşmanın metnini okuyacaksınız.

İslam İnkılâbı Muhafızları Ordusu'nun İlk Komutanının Dilinden Bugüne Dek Anlatılmayan Gerçekler

 

İran'ı 8 Bölgeye Ayırmak İstiyorlardı / Savaş Olmasaydı Beni Sadr İnkılâbı Ortadan Kaldırırdı


irdc.ir
 

“Ben, kazanımlarımızın daha fazla olduğunu söylüyorum. Savaş olmasaydı yüzde yüz ihtimalle İnkılâp yok olurdu, Beni Sadr İnkılâbı ortadan kaldırırdı. Beni Sadr'ı, İnkılâp karşıtlarını ve bölünme yanlılarını ortadan kaldıran savaş oldu. Memleketimizee yönetici ve uzman şahsiyetler kazandıran da bu savaştı.”

İslam İnkılâbı Muhafızları Ordusu'nun ilk genelkurmayı Cevad Mansuri'dir (doğumu: 1945). Mansuri ilkokulu Nuşiran'da, ortaokulu Alevi'de okudu. Lise diplomasını 1967 yılında cezaevinde aldı. 1980 yılında evlendi.

Cevad Mansuri, 55 kişilik grup olarak bilinen İslam Milletleri Partisi'ne üyeydi. Siyasi faaliyetlerinden dolayı ilk defa 1965 yılında tutuklandı ve beş yıla mahkûm edildi, fakat 1969 yılında salıverildi. Mansuri mücadelesine Hizbullah'ta devam etti ve 1972 yılında tekrar tutuklandı ve bu kez İslam İnkılâbı'na kadar hapiste kaldı.

Cevad Mansuri, İslam İnkılâbı Muhafızları Ordusu'nun ilk genelkurmayıdır. Nisan 1979 – Mart 1980 arasında üstlendiği bu göreve Şehid Ayetullah Beheşti tarafından atanmıştır. Mansuri, Mukaddes Savunma yıllarına dair birçok anıya sahiptir.

1981-1988 yılları arasında dönemin dışişleri bakanının Asya ve Okyanusya'dan sorumlu müşaviri olarak Mansuri, 1989 yılında İran İslam Cumhuriyeti'nin Pakistan büyükelçiliğine atandı ve 1993 yılına kadar bu görevde kaldı. 1989 yılında Azad Üniversitesi Kültür İşleri Müdürlüğü görevine getirilen Mansuri, 1995 yılında bu görevinden ayrıldı. 2006-2009 yılları arasında Pekin'de büyükelçi olan Mansuri hâlihazırda İslam İnkılâbı Arşiv Merkezi'nde çalışmaktadır.

Aşağıda İslam İnkılâbı Muhafızları Ordusu'nun ilk genelkurmayı Cevad Mansuri'nin Mukaddes Savunma Haftası dolayısıyla yaptığı konuşmanın metnini okuyacaksınız.

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. “Eğer siz Allah'a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar.” (Muhammed, 7)

Zoraki (tahmili) savaşın yıldönümünde ve Mukaddes Savunma Haftası'nda bir kez daha o günleri yâd etmek, özellikle gazetelerde yeterince yer verilmeyen bazı meseleler üzerinde durmak istiyorum. Bazı olayların tarihsel hafızamızdan silinmemesi için tekrarlanması elzemdir.

Malumunuz olduğu üzere İslam İnkılâbı dünya için tuhaf, bir o kadar da inanılmaz bir hadiseydi. Kimse bu inkılâbı kabullenecek durumda değildi. Dünya açısından bu kabullenmeyişin farklı nedenleri vardı:

1) Bu inkılâp, bağımsız olmak istiyordu.

2) İslamî olmak istiyordu.

3) Başka ülkelere örnek olmak istiyordu. Tabii ki bu bakımdan egemen güçler açısından tahammül edilemezdi. Bu bakımdan birbirine paralel iki faaliyet başlattılar:

1) İnkılâbı yenilgiye uğratmak

2) İnkılâbı yenilgiye uğratamazlarsa İran'ın varlığına son vermek, başka bir deyişle İran problemini sonsuza dek çözmek.

İran'ı 8 Bölgeye Ayırmak İstiyorlardı

İran'ı ortadan kaldırma düşüncesi yaklaşık 120 yıldır büyük devletlerin programında yer almaktadır. Şöyle ki, jeopolitik konumundan dolayı büyük devletler İran'ı egemenlikleri altına almak istemişlerdir. Bunu yapamadıkları takdirde, onlara göre, egemen olamıyorlarsa İran yok olmalıdır! Nitekim bu bağlamda ilk resmî belge 1907 tarihlidir. 1907 anlaşmasında İran problemini aştılar. Tabii burada 1911 ve 1919 anlaşmalarının 1907 anlaşmasının devamı olduğunu hatırlatmamız lazım gelir.

Rusya'da birtakım olaylar oldu ve İkinci Dünya Savaşı başladı. Bunun neticesinde de bu sözleşme hayata geçirilemedi. Bugün ben sizlerle bu anlaşmadan 105 yıl sonra konuşuyorum. Henüz mezkûr anlaşmanın niçin imzalanmadığı tam olarak bilinmemektedir. O tarihte anlaşmanın nasıl uygulanacağı ve Rusya'nın ve İngiltere'nin paylarına nelerin düşeceği konuşulmuş, bu konuda uzlaşılmıştı. Bunu Allah'ın istemediğini söylemem gerek. Gerçek şu ki bizim ne insicamlı bir devletimiz vardı, ne de milletimiz; güçlü bir lidere de sahip değildik. Öte yandan uslu bir düşmana da sahip değildik. Bu imkânlardan ve güçlerden hiçbirine sahip değildik. 1907 anlaşmasında İran kesinlikle bölünecekti. Bunun olmamasının sebebi biraz önce söylediğim gibi Allah'ın iradesidir. Bu konuda bir kıssa anlatılır, belki duymuşsunuzdur. Dönemin âlimlerinden biri anlaşmadan çok rahatsızdı. Ağlayarak İmam Rıza'ya (a.s) tevessül etti. İmam Rıza rüya âleminde o âlime şöyle buyurdu: “Biz, bunun olmasına izin vermeyiz.”

Bu projeyi İslam İnkılâbı sürecinde de uygulamak istediler. 18 Ağustos 1978'de Şah, İslam İnkılâbı'ndan altı ay önce, Nuşehr'deki yazlık köşkünde verdiği bir röportajda şöyle dedi: “Ben İran'dan gidersem İran, İranistan olur.” Bu sözleriyle, İran'ı ortadan kaldırma projesini ima ediyordu. İran'ın sekiz bölgeye ayrılması kararlaştırılmıştı.

Her halükarda İslam İnkılâbı'na engel olamadılar. İslam İnkılâbı zafer kazandı. Başarılı olamayınca 12 Şubat 1979 sabahı İran'ı ortadan kaldırma projesini hayata geçirmek için plan yapmaya koyuldular. (11 Şubat 1979'da İslam İnkılâbı zafer kazanmıştı –ç.n.) 12 Şubat 1979'da Şehid Keçuyi, rahmetli kardeşim Hacı Abdülvahhab ve bir grup arkadaş Refah Medresesi'nin bahçesinde şimdi ne yapmalıyız sorusu etrafında sohbet ediyorduk. O sırada Senendec ve Mehabad garnizonlarının basıldığı, Kürtlerin bağımsızlık ilan ettikleri haberleri dolaşıyordu. Bütün bunlar İslam İnkılâbı'nın zafer kazanmasından bir gün sonra, çok değil, sadece bir gün sonra yaşandı.

Projeyi hayata geçirmeye başladılar; öyle ki 1980 yılında beş cephede bağımsızlık isteyenlerle savaştık. Azerbaycan'da, Huzistan'da, Gonbed'de, Beluçistan'da, Kürdistan'da ve Tahran'ın sokaklarında inkılâp karşıtlarıyla çatışma halindeydik. Sağcısı, solcusu, fedaisi; İran Komünist Partisi, İran Komünist İttifakı, Milli Cephe vs ile çatışıyorduk. Başka bir deyişle altı cephede savaşıyorduk.

Yavaş yavaş İslam İnkılâbı ilerledi. Projenin bu ayağında başarılı olamadıklarını gördüler; biz onların planlarını suya düşürmüştük. 1980'de Azerbaycan'ın bağımsızlığı planı tamamen suya düştü; Şehid Medeni bölgeyi kontrol altına aldı ve Şeriatmedari sahneden çekildi. Huzistan meselesi halloldu ve Beluçistan problemi bertaraf edildi vesair…

1981 yılında İran'ı sekiz bölgeye ayırma planının başarısız olduğunu iyice anladılar ve bunun üzerine İslam İnkılâbı nizamına saldırmaya başladılar:

1) Amerika İran'la ilişkilerini askıya aldığını resmen ilan etti.

2) Mal varlıklarımız bloke edildi.

3) Aleyhimize propaganda savaşı başlatıldı.

4) Ambargo uygulandı.

Saydıklarım İran'ı bölme girişimin başarısızlığa uğramasından sonra alınan ilk tedbirlerdi. Tahran'daki Amerika büyükelçiliği baskını 1979'da olmuştu, ama İran'la ilişkilerin kesilmesi, mal varlıklarının bloke edilmesi, propaganda savaşı ve ambargo kararı 1980'de alındı. Bu dönemde Amerika'nın yardımına yetişen bir gelişme yaşandı. Neydi bu gelişme? Amerikan casusu bir cumhurbaşkanının seçimle işbaşına gelmesi Amerika'nın yardımına yetişti. Böylelikle planlarını uygulamak için mükemmel bir fırsat ele geçirmiş oldular. Aynı zamanda genelkurmayın vekili de olan bir cumhurbaşkanı göreve gelmişti!

İnkılâbın mucizelerine bir bakın! Hâlâ ayakta kalmayı başaran bu İnkılâp bir mucize değil midir? Çoğunluk olayların farkında değil, insaflı olsalar nelerin yaşandığını anlarlar! Düşündükçe bunun ilahî bir mucizeden başka bir şey olmadığını anlıyorum. 1981 yılında bizim hiçbir şeyimiz yoktu; ne petrol ihraç ediyorduk, ne de bir düzenimiz vardı. Cumhurbaşkanımız inkılâp karşıtıydı ve bütün inkılâp karşıtlarını bir araya getirmiş, Cumhurbaşkanlığı Ofisi İttifakı adı altında bir birlik kurmuştu. 5 Mart 1981'de kendi deyişleriyle güya İnkılâbın Fatiha'sını okumaya çıkmışlardı. Mezkûr tarihte meydana gelen Tahran Üniversitesi hadisesini bir düşünün!

Her halükarda İran'ı bölme planı suya düşmüştü, şimdi yeni plan İslam Cumhuriyeti'ni devirmekti. Bu amaca ulaşmak için üç proje geliştirdiler:

1) 25 Nisan 1980'de Tebes projesi

2) 1980 Temmuzundaki Nuje darbesi

3) İran İslam Cumhuriyeti'ne karşı Irak savaşı

Savaşın hangi şartlarda başladığını bilmek çok önemlidir. Irak'ın yüzde yüz zafer kazanacağı düşüncesiyle başladı savaş. Bu tamamıyla doğrudur. Yani dünya mantığına göre, sıradan ve maddi mantığa göre Irak, yüzde doksan dokuz değil, yüzde yüz kazanacaktı.

19 Eylül 1980 tarihinde Saddam bir basın toplantısı düzenledi. Basın toplantısına Iraklı ve yabancı gazeteciler katılmıştı. Konuşmasında, 1975 sözleşmesini zayıf olduğumuz dönemde Amerika'nın Şah aracılığıyla bize kabul ettirdiğini söyledi ve ekledi: “Şimdi biz güçlüyüz, ona karşı koyabiliriz. Çünkü 1975 sözleşmesinin bizim açımızdan bir kıymeti yoktur.” Ve sözleşmenin bir nüshasını gazetecilerin önünce yırttı. Saddam'ın bu çıkışından sonra gazetecilerden biri ona şöyle sordu: “İran'a ne cevap vereceksiniz? Yaptığınız bu şeyin anlamı nedir?”

Saddam şöyle konuştu: “Bir hafta sonra Tahran'a gelin ve cevabınızı alın!” Saddam her şeyi görmüştü, doğru da görmüştü. Olması gereken buydu, ama bir şeyi görmemişti, o da Allah'tı. Allah'ı görmemişti. İmam Humeyni ise sadece Allah'ı görüyordu, başka hiçbir şeyi görmüyordu. Dengeler değişti. Irak'ın niçin zafer kazanamadığını hâlâ anlamayanlar var. Askerî uzmanlar bu meseleye takılıp kaldı. Bizim ne füzemiz vardı, ne de silahımız. Askerî düzenimiz de yoktu. Gerçekten hiçbir şeyimiz yoktu.

Size ilginç bir şey söyleyeyim. Bizim dikenli telimiz yoktu. Dikenli teli ithal ediyorduk. Yugoslavya'dan bir miktar dikenli tel satın aldık. Bizi size silah satıyoruz diyerek minnet altına soktular. Satın aldığımız dikenli teli kara yoluyla İran'a getirmek istedik, Sovyetler Birliği engelledi, yol vermedi. İki tarafa da silah verilmeyeceğinden dikenli telin İran'a girmesine izin vermeyeceğiz, dediler. Dikenli tel ne zamandan beri silah sayılıyor, diye sorduk. Askerî mühimmat sayılır, dediler. Bilahare dikenli teli bize vermediler. Savaşın üzerinden iki yıl geçmişti, Sovyet sefiri bize ilgili makamların dikenli telin İran'a gönderilmesinde sakınca görmediklerini bildirdi. Hâlâ ne olduğunu anlamayanlar, işin aslının ne olduğunun bilincine varamayanlar var. Irak'a onar onar füze verdiler, bizse satın aldığımız dikenli teli kullanma hakkına sahip değildik!

Biraz önce de ifade ettiğim gibi savaş yabancı güçlerin maşası bir cumhurbaşkanı görevdeyken başladı. Aslında dönemin cumhurbaşkanı inkılâp karşıtı hareketlerin genel sekreteriydi, başkomutandı. Doğal olarak halkımız da askerlerimiz de hazırlıklı değildi. Gerekli mühimmata sahip değildik. Devletimiz de yoktu. Gerçek anlamda bir hükümet kurulmamıştı. Bütün bu söylediklerim Allah'ın birer mucizesidir; fakat bunları anlayacak akıl lazım! Daha önceki konuşmalarımda defalarca Aşura konusuna değindim. Allah'ın varlığını ispatlayacak başka bir delile ihtiyacımız olmadığını söylüyorum. Sadece Aşura hadisesi üzerinde düşünün! Kazanan kimdi? Yezid'in mezarı nerede şimdi? İmam Hüseyin'in türbesi nerede? Böyle bir sahneyi kim vücuda getirebilir? Sonsuz ilahî kudret dışında bir güç böyle bir sahneyi yaratabilir mi?

İnsan veya tabiat veyahut madde ya da tesadüf böyle bir şeye kadir olabilir mi? Asla! Sadece Allah buna kadirdir. Yani her şeyi düzene koyan güce sahip olan hâkim irade buna yapabilir. Yezid'in kaderi öyleydi, İmam Hüseyin'in (a.s) alınyazısı böyle! Bunlar bizi Allah'a ulaştıran somut, kesin delillerdir. Görmezden gelinemez ve inkâr edilemez. Ben savaştan söz ediyorum. İnsanlık tarihini tamamen değiştiren bir olaydır savaş. Şimdi siz bu konuyla savaşı nasıl bağdaştırdığıma şaşırıyor olabilirsiniz.

İmam Humeyni, savaş yoluyla inkılâbımızı ihraç ettik, derdi

Halen strateji uzmanları zoraki savaşı analiz etmekte zorlanıyorlar. Bu savaşın dünya dengelerini değiştiren bir başlangıç noktası olduğunu söylüyorlar. Yavaş yavaş, birden değil, birçok düşünce akımı tartışıldı, çok sayıda egemen güç sorgulandı, onlarca teori soru yağmuruna tutuldu. Sovyetler Birliği'nin sonu ne oldu? Doğu Bloğu ne oldu? Ya Irak? Mısır'da Sedat ve Mübarek'e ne oldu? Bunlar savaşın neticelerinin sadece bir kısmıdır, savaşın etkisi hâlâ devam etmektedir.

İmam Humeyni'nin bir sözü vardır, şöyle buyurur: “Biz inkılâbımızı ihraç etmek istiyorduk; savaş sürecinde inkılâbımız yayıldı.” İnkılâbın savaş yoluyla yayılması çok ilginç gerçekten.

Savaş hiçbir dünyevî ölçüte göre netice verebilecek bir hadise değildir. Savaşın başlamasıyla halk birlikleri (Besic) savaşa dâhil oldu; bir veya iki günlük veyahut bir haftalık askerî eğitimden sonra cepheye gittiler. Kısa süre eğitim alan bu askerî güçler uzun yıllar eğitim gören subayları yendiler. Iraklılar besicilerden gerçek manada korkuyorlardı. Bu bir slogan değil; besicilerin cin gibi bir varlık olduğunu söylüyorlardı. Tabii bunu tahkir amaçlı söylüyorlardı; cin, şeytan diyorlardı besicilere. Sinirle, öfkeyle söylüyorlardı bunu. Ellerine geçirdikleri besicilere vahşice muamelede bulunuyorlardı.

Her halükarda 23 Eylül 1980'de savaşın seyrini değiştiren üç tuhaf olay meydana geldi. Savaş 22 Eylül'de başlamıştı, ama 23 Eylül Irak'ın yenilgiye uğramaya başlamasının ilk günüydü. Bu üç olay neydi?

1) Bir grup üniversite öğrencisi kendiliğinden, asla programlı bir şekilde değil Tahran Üniversitesi'nden çıktı ve Amerikan elçiliğine yürüdü. Hamasî sloganlar atıyorlardı, bu sloganlar önceden öğretilmemişti. Memleketin bütün gençlerini etkilemişlerdi.

2) Şehid Fekurî (Allah makamını yüceltsin) 22 Eylül'den 23 Eylül sabahına kadar hava kuvvetlerinin imkânlarının neredeyse tamamını seferber etmiş, Irak'a saldırmıştı. Yani 140 uçak bir miktar füze ve bombayla Irak'ın hassas merkezlerini hedef aldı. Uçakların birçoğu düştü ama Iraklılar gafil avlandılar. Böyle bir şeyi hiç beklemiyorlardı. Çünkü İran ordusunun tamamı, özellikle hava kuvvetleri Amerika'nın elindeydi ve Amerika yalnızca iki yıl önce İran'dan çekilmişti. Uçakların uçurulabileceğine bile inanmıyorlardı. Çünkü uçak bakım ister, bir ay uçmadan kalırsa uçup uçamayacağı belli değildir. 23 Eylül sabahı bu uçakları nasıl uçurdular? Bu gerçekten hayret verici bir olaydır. Bilahare muvaffak oldular ve Iraklıları gafil avladılar.

3) Üçüncü olay İmam Humeyni'nin konuşmalarıydı. İmam, önemli bir olayın olmadığını, bir delilin bir kuyuya taş attığını, kırk akıllının taşı çıkarmaya çalıştığını söyledi. Savaşı olabildiğince küçümsedi. Her halükarda savaş devam etti. Daha önce de söylediğim gibi biz birkaç cephede savaştık. İran içinde cumhurbaşkanıyla ve inkılâp karşıtı unsurlarla savaştık. Öte yandan sınır boyunda savaşıyorduk. Dünya yekvücut olmuş bize karşı durmuştu. Yanımızda kimse yoktu, tabii bazı ülkeler, örneğin Libya ve Suriye görünüşte bizimle dosttular. Ama bize verebilecek bir şeyleri yoktu. Ziyaülhak ikircikli davranıyordu; hem onlarlaydı hem de bizimle… Türkiye NATO üyesiydi ve ülkede din karşıtı generaller egemendi. Durum çok vahimdi. Ama beklentilerin aksine İslam Cumhuriyeti'ne hiçbir şey olmadı.

İran'a karşı savaşı programlayan Carter'dı

İran'a karşı savaşı programlayan Carter savaşın on günde bitmesi gerektiğini söylüyordu. Niçin? Çünkü 6 Kasım 1980'de Amerika'da başkanlık seçimi vardı. 2 Kasım'da savaş bitmeli, İran yenilmeli, ben de seçim kampanyamda biz İran'ı devirdik diyebilmeliyim, diyordu. Saddam'ın bir hafta sonra Tahran'a gideceğim demesinin sırrını şimdi anladınız mı? Bunlar birbirinden bağımsız olaylar değildi. En kısa sürede savaşın neticelenmesi için plan yapılmıştı. Her halükarda bu olmadı. Carter rezil oldu ve ağladı. Bu olay üzerine, dört yıl sonraki başkanlık seçimlerinde Amerikan dergilerinden birinde bir karikatür yayınlandı. Karikatürde birkaç kişi bir masanın etrafında oturmuş, kimin başkan olacağını tartışıyorlardı. İçlerinden biri masadan kalkıyor ve dışarı çıkarken “Kimin başkan olacağını gidin Humeyni'ye sorun” diyor. Carter yenilmişti. Karikatürde bir sonraki seçimde İran'ın belirleyici olacağı ifade edilmek istenmişti. Güzel bir karikatürdü. Bütün bunları savaşın başında da sonunda da dünyevî ölçütlere uymayan olağanüstülükler yaşandığını söylemek için anlattım.

Burada önemli olan husus savaşın kazanımlarıdır. İnsan gücü açısından, bilgi açısından savaş bize ne kazandırdı? Ve güç açısından ne kazandırdı? İnsanlar genellikle unutkandır, öte yandan biraz hırslı ve dünyacıdır. Nitekim Bedr Savaşı'nda zafer kazanıldığını ama Uhud Savaşı'nda yenilgiye uğrandığını görüyoruz. Biz Bedr Savaşı'nda galip olduk, ama Uhud Savaşı'nda ki içinde bulunduğumuz durumla örtüşmektedir, sorunlarla karşılaştık. Siperleri terk ettiğimizden birbirimize kıymaya başladık veya dünya arzusu kapladı içimizi. Size bugüne kadar benim için açıklığa kavuşmayan bir meseleden söz edeceğim. Benim açımdan tuhaf bir meseledir. Şehid Bakiri, gerçekten olağanüstü bir askerdi, savaş başladıktan sonra kendini gösterdi, gündeme geldi ve savaştan iki, üç yıl sonra bir gün etrafında bir grup insanı topladı ve bir konuşma yaptı. Konuşmasında şöyle demiş: “Hepiniz işlerinizi bırakın cepheye gidin desem, bana ne diyeceğinizi biliyorum. Ama ben size Allah'tan cepheye gidebilmeyi ve orada şehid olabilmeyi, oradan sağ salim dönmemeyi isteyin; bu, dünyanız ve ahiretiniz için en hayırlı olanıdır, diyorum. Çünkü savaştan sonra üç grup ortaya çıkacak. İçinizden bir grup halkla uğraşacak, bir başka grup muzdarip olacak, son gruptakiler ise ticarete yönelecek.” Ne yazık ki dedikleri çıktı. Öngörüsü nasıl da gerçekleşti. Ben bunun ona ilahî ilhamla bildirildiği kanısındayım.

Savaşın düşünülenin aksine bereketleri oldu. Tabii telafisi imkânsız zararları da oldu. 250 bin şehid verdik. Belki de içlerinden elli bini emsalsiz insanlardı. Birçoğu sıradan insanlar değildi. Onlar makamlarına erken kavuştular ama biz zarar ettik.

Savaş dünyevî ölçütlerin, düşüncelerin ve değerlerin birçoğunun sorgulanmasına vesile oldu. Egemen güçler yavaş yavaş devrildi, değişti. Örneğin Sovyetler Birliği yıkıldı, Komünizm tarih oldu. Sovyetler Birliği'nin yıkılması, Komünizm'in tarih olması üzerinde ne kadar düşündünüz, konuyu ne kadar önemsiyorsunuz, bilmiyorum. Her halükarda bu hadise yaşandı.

Romen elçinin Batı'nın İslam İnkılâbı'na bakışını eleştirmesi

Yabancı bir elçiyle Tahran'daki son günlerinde görüşme fırsatım oldum. Romanya elçisi 1985'te vedalaşmak üzere yanıma geldi. Farklı konular üzerine konuştuk. Kendisi yedi, sekiz yıl İran'da kalmıştı ve oldukça memnundu. Sohbet esnasında inkılâbı kendi gözleriyle görme, İran halkını yakından tanıma fırsatı bulduğunu söyledi. Kendisine bir soru sordum: “Siz burada bulunduğunuz süre içerisinde ülkenizdeki ilgili makamlara birtakım raporlar gönderdiniz. Sonuçta elçinin bir görevi de bulunduğu ülkenin sosyoekonomik ve siyasî yapısını araştırmak, gözlemlemek, analiz etmek ve edindiği bilgileri ülkesindeki yetkililerle paylaşmaktır. Acaba yazdığınız raporları tekrar okudunuz mu? Yetkililerinizi nasıl bilgilendirdiğinizi biliyor musunuz?” Güldü ve şöyle dedi: “Ne demek istediğinizi anladım. Gönderdiğim raporların neredeyse tamamı yanlışlarla doluydu. Çünkü ben her şeyi Marksist bakış açısıyla değerlendirdim, oysa İran'daki gelişmelerin Marksizm'le uzaktan yakından ilgisi yok.”

Elçi üniversite hocasıydı, branşı da ziraattı. Çavuşesku'nun arkadaşları sayesinde elçi olmuştu. Sohbetimizin devamında şunları söyledi: “Elçiliğim süresince edindiğim bilgileri üniversite öğrencileri ve hocalarıyla paylaşacağım, onlardan İran üzerinde durmalarını isteyeceğim. Marksist analizlerin faydası olmadığını da ekleyeceğim.” Benzeri sözleri Sovyetler Birliği'nden bir akademisyen de söylemişti. “İran üzerinde yaptığımız analizlerin her defasında hatalı çıktığını görüyorduk. Sonunda da Marksizm'e olan inancımızı kaybettik” demişti.

1980 yılında savaştan sonra ne olacağını bilmiyorduk tabii. Savaşın sonucunun ne olacağını bilmiyorduk. Ama kimileri savaşı İslam Cumhuriyeti kazanırsa sonradan ona karşı koyamayız, diyorlardı. Ben o zaman niçin böyle düşündüklerini anlayamıyordum. Sonraki gelişmeler onların yargılarının doğru olduğunu gösterdi. Bir devleti bir savaşta yenerseniz ne ala, ama yenemezseniz savaştan sonra çok daha güçlenecektir. Onlar bu düşünceye sahiptiler, nitekim haklı da çıktılar. Bizim lehimize olacak bir sözleşme imzalamıyor, bildiri yayınlamıyorlardı. Bizim hakkımızı savunacak kanunlar icra edilmiyordu. İran bu savaştan galip çıkmamalıdır, diyorlardı. Şimdi savaşın niçin sekiz yıl sürdüğünü anlıyor musunuz?

Savaş kesinlikle güzel bir şey değil; ama mevcut durumun değişmesi için bazen savaş kaçınılmazdır. Bu bakımdan ben, Avrupa'daki sosyoekonomik durum şimdiki halinde seyretmeye devam ederse iki, üç yıl sonra savaşın kaçınılmaz hale geleceği öngörüsünde bulunuyorum. Çünkü çıkmaza girdiler ve çıkmazdan kurtulmaları gerekiyor. Bunun için de savaşa sarılacaklar. Savaş İran'dan da başlayabilir Avrupa'dan da, ya da Uzak Doğu'dan. Çin ve Japonya arasında bir dizi tehdit unsurları var. Amerika ve Çin, hatta Çin ve Avustralya arasında da. Kuzey ve Güney Kore'nin arası iyice gerilebilir ve bir patlama olabilir. Tabii Ortadoğu ihtimali daha yüksek. Allah'tan savaşın olmamasını, kesinlikle bir savaş çıkmamasını isteyin. Biz dualarımızda daima Allah'ın rızası ne ise onun olmasını istiyoruz. Karar merci biz değiliz. Birinci ve ikinci dünya savaşlarını kimse istemedi, ama oldu. Kimse nasıl bir dünya savaşı çıkarabilirim diye düşünmedi. Örneğin İsrail konusunda şunu söylüyorum: Ortadoğu'daki durum bu şekilde devam ederse İsrail yok olur. Bu beş veya on yıl sürebilir. Peki, İsrail böyle bir şeyi kabullenir mi? Ben yok olacaksam başkaları da yok olsun diye düşünür. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından kimsenin haberi oldu mu? Kimse anlamadı, Gorbaçov bir bildiri okudu ve bitti… Bu Allah'ın bir mucizesiydi. İsrail böyle yok olur mu? Sovyetler Birliği'nin dağılması hikâyesi gerçekten çok ilginçti. İnanılmazdı. Bir anda bir süper güç on beş ayrı ülkeye ayrıldı. Rusya da yedi ülkeye ayrılacaktı, Rusya'daki kimi yetkililer birtakım tedbirlere başvurmasaydı Rusya parçalanırdı.

Savaş olmasaydı Beni Sadr İnkılâb'ı ortadan kaldırırdı

Cevad Mansuri konuşmasının sonunda soruları cevaplandırdı. Aşağıda bu sorulardan bir tanesine yer veriyoruz.

Sizce zoraki savaş bir nimet miydi? Oysa savaş bizatihi bir şerdir. İslam İnkılâbı açısından bir nimete mi dönüştü?

Önemli olan bizim ne kazandığımız ve ne kaybettiğimizdir, bunu çok iyi değerlendirmemiz gerekir. Sonra kazandıklarımızın mı, kaybettiklerimizin mi fazla olduğunu hesaplamalıyız. Ben, kazanımlarımızın daha fazla olduğunu söylüyorum. Savaş olmasaydı yüzde yüz ihtimalle İnkılâp yok olurdu, Beni Sadr İnkılâb'ı ortadan kaldırırdı. Beni Sadr'ı, İnkılâp karşıtlarını ve bölünme yanlılarını ortadan kaldıran savaş oldu. Memleketimizde müdür ve uzman yetiştiren de bu savaştı. Mesela Şehid Bakiri hakkında ne biliyorsunuz? Ben kendisini 1979'da tanıdım, o zaman Cumhuri-yi İslamî gazetesinde çalışan bir muhabirdi. Ama 1983'de operasyon planları hazırlayan, komutanları hayrete düşüren birine dönüştü. Şehid Bakiri cephede yetişti, üniversite görmedi. Kalibaf, ben 19 yaşında bir gençtim, orduya katıldım ve Kalibaf oldum, der. Ben, kazanımlarımızı ve kaybettiklerimizi iyi değerlendirmemiz gerektiğini söylemek istiyorum. Karşılaştırma yapalım, o zaman kazandıklarımızın çok daha fazla olduğunun farkına varırız.


medyaşafak