"YENİ YÖNELİM" (REDIRECTION)

"YENİ YÖNELİM" (REDIRECTION)
Ünlü gazeteci Seymour Hersh'in 2007 yılında yazdığı ve içeriği itibariyle, günümüzdeki ABD-Suud politikalarına ışık tutarak bölgemizdeki mezhepçi ayrışmayı anlamamızı kolaylaştıracak , ses getiren uzun makalesi. Türkçe'de ilk kez medyasafak.com'da...

Seymour Hersh
 

Newyorker


Son aylarda Irak'ta durumlar kötüye giderken Bush yönetiminin kamu diplomasisi ve örtülü operasyonları, onun Ortadoğu stratejisini gözle görülür şekilde değiştirdi. Beyaz Saray içindeki birilerinin yeni strateji adını verdikleri değişim, aynı zamanda Washington yönetimini İran'la daha açık bir şekilde karşı karşıya getirmiş ve kendisini Şiilerle Sünniler arasında giderek genişleyen bir mezhep çatışması içine sürüklemiştir.


Bush yönetimi, ağırlıklı olarak Şii İran'ı köşeye sıkıştırmak için Ortadoğu'daki önceliklerini yeniden belirlemeye karar verdi. Yönetim, Lübnan'da İran'ın desteklediği Şii Hizbullah'ı zayıflatmak için örtülü operasyonlarda Sünni Suudi Arabistan hükümetiyle işbirliği yapmaya başladı. ABD aynı zamanda İran ve Suriye'yi hedefleyen örtülü operasyonlarda da aktif olarak yer aldı. Bu faaliyetlerin yan ürünü, İslam'ın militan bir yorumunu benimseyen, ABD'ye muhalif, el Kaide'ye sempati besleyen aşırılıkçı Sünni grupları desteklemekti.


Bu yeni stratejinin çelişkili bir boyutu ise Irak'ta Amerikan ordusuna yönelik saldırıların büyük bir bölümünün Şiilerden değil Sünni güçlerden gelmiş olmasıdır. Ancak Bush yönetiminin perspektifinden Irak Savaşı'nın derin ve gayr-ı kasdi stratejik sonucu, İran'ın güçlendirilmesi oldu. İran lideri Ahmedinejad, İsrail'in yok edilmesine ve ülkesinin nükleer programı sürdürmesine hakkı bulunduğuna ilişkin sert açıklamalarda bulundu. Geçen hafta ise İran'ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, devlet televizyonunda “bölgedeki realiteler, ABD ve müttefiklerinin açtığı küstah bir cephenin bölgenin ilk kaybedenleri olacağını gösteriyor.” ifadelerini kullandı.
 



1979'daki devrim, İran'da dini bir yönetimi iktidara getirince ABD, İran'la ilişkilerini askıya alarak Ürdün, Mısır ve S. Arabistan gibi Sünni Arap devletlerinin liderleriyle yakın ilişkiler kurdu. Bu yaklaşım, özellikle de Suudilere yönelik olarak 11 Eylül saldırılarından itibaren daha da kompleks bir hal aldı. El Kaide Sünni bir hareket olup eylemcilerinin çoğu S. Arabistan'daki aşırılık yanlısı dini yapıdan gelmektedir. 2003 yılında Irak'ın işgalinden önce neo-muhafazakârların etkisi altında kalmış devlet yetkilileri, Şii grupların Saddam Hüseyin'in yönetimi altında yıllar boyu baskı altında kalmaları nedeniyle Sünni aşırılıkçıların dengelenmesinde Amerika lehine bir rol oynayabileceklerini düşündü. İstihbarat yetkililerinin Irak'taki Şii liderlerin onlarca yıl sürgün yaşadıkları İran'la bağlarına dair uyarıları göz ardı ettiler. Şimdi ise Beyaz Saray'ı endişelendirecek şekilde İran, Başbakan Maliki'nin hükümetinde dominant bir konumda olan Şiilerle yakın ilişkiler kurdu. Yeni Amerikan politikası, ana hatlarıyla açıkça tartışılmakta. Ocak ayında Dışişleri Bakanı Condolezza Rice, Senato Yabancı İlişkiler Komitesindeki tanıklığından önce, “Ortadoğu'da reformistlerle aşırılıkçıları birinden ayıran stratejik bir ittifak oluşturulduğunu” söyledi. Rice, Sünni ülkelere ılımlılığın merkezi muamelesi yaparken İran, Suriye ve Hizbullah'ın bölünmenin diğer tarafından yer aldığını kaydetti. (Suriye'nin Sünni çoğunluğu, Alevi mezhebi tarafından domine edilmiştir). Söylediğine göre “İran ve Suriye, kendi seçimlerini yaptı ve istikrarsızlaşmayı tercih ettiler.”
 

Yine de bu yönelimin merkezinde yer alan taktikler, kamuya henüz açıklanmamıştır. Sabık yetkililerle halen görevi başında bulunan yönetime yakın bürokratlar, örtülü operasyonların gizli tutulduğunu, bazı durumlarda kanuni uygulamaların bir kenara bırakıldığını, finansmanın Suudiler tarafından sağlandığını, bazen Kongreye ilişkin normal prosedürün etrafından dolaşıldığını dile getiriyorlar.



Ödenek Komitesi'nin üyelerinden biri bana yeni stratejiyi işittiğini ancak kendisinin ve arkadaşlarının yeterince bu konuda bilgilendirilmedikleri hissine kapıldıklarını kaydetti. “Bunların hiçbirini anlamadık” dedi. “Biz uygulamaya konan her şeyi sorduk, onlar neredeyse hiçbir şey söylemediler. Ben spesifik sorular sorduğumda bana sana döneceğiz, ifadelerini kullandılar. Çok asap bozucu.”


Bu yeni yönlendirmenin arkasında Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Ulusal Güvenlik Danışmanı Elliott Abrams, ABD Irak Büyükelçisi (ve BM büyükelçi adayı) Zalmay Halilzad ve S. Arabistan Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Prens Bender bin Sultan yer alıyor. Rice, yeni devlet politikalarını şekillendirmem konusuna kendisini aşırı şekilde kaptırırken eski ve yeni bürokratlar, işin örtülü operasyon boyutunun Cheney tarafından yürütüldüğünü belirtiyor. (Cheney'in ofisi ve Beyaz Saray, buna ilişkin bir yorum yapmayı reddetti. Pentagon, spesifik sorulara yanıt vermedi ama şunları söyledi: “ABD, İran'la savaşa girmeyi planlamıyor.”)


Politika değişikliği, S. Arabistan'la İsrail'i yeni stratejik yakınlığın eşiğine getirdi, zira her iki ülke de İran'ı kendi varlıklarına tehdit olarak görüyorlar. Her iki taraf da doğrudan görüşmelere katılırken İsrail ve Filistin'de geniş ölçekli bir istikrarın İran'ın manevra kabiliyetini azaltacağını düşünen Suudiler, kendilerini Arap-İsrail görüşmelerine daha fazla kaptırdılar.


İsrail yönetimine oldukça yakın, Amerikan yönetiminde danışmanlık görevini üslenmiş bir yetkili, yeni strateji için “Amerikan politikalarında büyük ölçekli bir değişiklik-devasa bir dönüşüm anlamına geliyor” şeklinde konuştu. “Sünni devletleri, ‘Şii canlanma'yla birlikte donakaldılar. Ve Irak'ta ılımlı Şiiler üzerinde oynadığımız kumara ilişkin giderek artan bir memnuniyetsizlik var” diyen uzman “biz Şiilerin Irak'taki kazanımlarını geri alamayız, ancak bunu kuşatabiliriz” şeklinde konuştu.


Dış İlişkiler Komitesi'nin önde gelen isimlerinden, Şiiler, İran ve Irak üzerine makaleler kaleme alan Veli Nasr, bana, “Hükümet içerisinde en büyük tehlikeyi İran'ın mı yoksa Sünni radikallerin mi temsil ettiğine ilişkin bir tartışma var gibi görünüyor” dedi.” Nasr sözlerini şöyle sürdürdü: “Suudiler ve ABD yönetiminde görev alan bazı yetkililer, en büyük tehlikenin İran'dan geldiğini ifade ederken Sünni radikallerin daha az tehlikeli bir düşman olduğunu söylüyor. Bu, Suudi çizgisinin zaferidir.”


Aynı zamanda İsrail'de uzun yıllar büyükelçilik yapmış olan Clinton yönetiminin Dışişleri Bakanlığı'nda üst düzey görevler almış önemli bir isim Martin Indyk ise şunları söyledi: “Ortadoğu, ciddi şekilde Şiilerle Sünniler arasında gerçekleşecek bir soğuk savaşa doğru gidiyor.” Halihazırda Brooklyn Enstitüsü Saban Merkezi Ortadoğu Masası yöneticiliğini yapan Indyk, Beyaz Saray'ın bu yeni politikanın stratejik implikasyonlarının (anlamının) tam olarak farkında olup olmadığının net olmadığını söylüyor. Beyaz Saray, bahsi sadece Irak'ta iki katına çıkarmıyor, aynı şeyi bölgede de yapıyor. Bu işleri daha da karışıklaştırabilir. Şu an her şey alt üst olmuş durumda” şeklinde konuştu.



Amerikan yönetiminin İran'ı kuşatma politikası, Irak'ta savaşı kazanma stratejisini daha da karmaşık hale getirmiş görünüyor. İran uzmanı ve Washington Institute for Near East Policy (Washington Yakın Doğu Enstitüsü) Başkan Yardımcısı Patrick Clawson, ABD ile ılımlı ya da radikal Sünniler arasındaki yakı bağların Irak Başbakanı Maliki'yi endişelendirebileceğini ve ülkedeki iç savaşın Sünniler tarafından kazanılması kaygısına yol açacağını söylüyor. Clawson, bunun Maliki'yi, Mukteda Sadr'ın Mehdi Ordusu gibi radikal Şii militanlara baskıda bulunması için ABD'yle işbirliğine sevk edebileceğini kaydetti.
 



Yine de şu an için ABD, Irak'taki Şii liderlerle koordinasyonunu sürdürecek. Mehdi Ordusu, açıkça Amerikan çıkarlarına karşı çıkabilir, ancak diğer Şii militanlar ABD müttefiki olarak görülüyor. Mukteda Sadr ve Beyaz Saray destekli Maliki… Son olarak Ulusal Güvenlik danışmanı Stephen Hadley arafından kaleme alınan bir bildiride ABD'ye, karargâhını Sünniler ve Kürtler arasında kurmasını sağlayarak, Maliki'yi radikal Şii müttefiklerinden ayırma öğüdünü veriyordu. Ancak şu ana kadar eğilimler aksi yönde ilerliyor. Irak ordusu, halen direnişçilerle mücadeleyle boğuşurken Şii militanların gücü giderek artıyor.


Bush Yönetimi'nin Ulusal Güvenlik Konseyi yetkilisi Flynt Leverett, Irak'la ilgili yeni stratejide hiçbir şeyin tesadüfi olmadığını söyledi. Leverett, “Amerikan yönetimi, Sünni direnişçilerin ABD'ye verdirdiği kayıplara bakıldığında, İran'ın ABD'nin Irak'taki çıkarlarına Sünni direnişçilerden çok daha büyük bir tehdit teşkil ettiğini ve daha provakatif olduğunu öne sürüyor” şeklinde konuştu. Leverett sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu kampanyayla ABD, İran'a yönelik tahrik edici adımlar atarak İran üzerinde baskıyı sürdürmeyi planlıyor. Buradaki temel düşünce, bir noktada İran'ın bu adımlara yanıt vermesi ve ABD'nin ona saldırmaya kapı açması.”


Başkan George Bush, 10 Ocak'ta yaptığı konuşmada, bu yaklaşıma kısmen değinmişti. Konuşmasında Bush şu ifadeleri kullanmıştı: “Bu iki rejim, -Suriye ve İran- teröristlere ve isyancılara, Irak'ın içine girme ve eylemlerini yaptıktan sonra ülkeden çıkmaları için kendi ülkelerini kullandırıyor. İran, bu gruplara Amerikan birliklerine saldırmaları için malzeme takviyesi yapıyor. Birliklerimize yönelik saldırıları püskürtecek, İran ve Suriye'den gelen desteği kesecek ve Irak'taki düşmanlarımıza gelişmiş silahlar ve eğitim imkânları sunan bu şebekeleri arayıp bulacak ve çökerteceğiz.”


İlerleyen haftalarda Bush yönetiminden İranlıların Irak'taki olaylara müdahalesine ilişkin ardı ardına suçlamalar geldi. 11 Şubat'ta basın mensuplarına, Irak'a İran'dan geldiği iddia edilen, ABD askerlerinin ele geçirdiği karmaşık patlayıcı cihazlar gösterildi. ABD yönetiminin mesajı, Irak'taki başarısızlıklarının arkasında yatan nedenin kendi yönetiminin planlama ve uygulamadaki hataları değil, İran'ın buraya müdahaleleri olduğuydu.


Amerikan ordusu, Irak'ta yüzlerce İranlıyı yakaladı ve sorguladı. Eski bir istihbarat yetkilisini “geçtiğimiz yıl ABD ordu yetkililerine Irak'ta yakalayabildikleri kadar İranlı yakalamaları söylendi” dedi. “Bir keresinde beş yüz kişi birden hapse tıkmışlardı. Bu adamları sorguluyor ve onlardan bilgi almaya çalışıyorduk. Beyaz Saray'ın amacı İranlıların direnişçileri kışkırttığına ve Amerikalıların öldürülmesini desteklediklerine dair bulgulara ulaşmaktı.” Pentagon danışmanı, yüzlerce İranlının son aylarda Amerikalılar tarafından yakalandığını teyit ediyor. Ancak o bana, tamamının tutuklanmalarından sonra “yakalanan ve kısa sürede serbest bırakılan” yardım derneği çalışanları ve İranlı insani yardım amaçlı gönüllülerin de bulunduğunu söylüyor.


Yeni Savunma Bakanı Robert Gates, 2 Şubat'ta “İran'la bir savaş planlamıyoruz” dediğinde çatışma atmosferi daha da derinleşmişti. Eski ve görev başındaki istihbarat ve ordu yetkililerine göre Lübnan'daki gizli operasyonlar, burada İran'ı hedef alan operasyonlara eşlik etmekteydi. Pentagonun terör danışmanı ve eski bir istihbarat yetkilisine göre Amerikan ordu ve özel operasyonlar birimleri, İran'da istihbarat elde etmeye yönelik faaliyetlerini artırmışlar ve Irak'ta operasyonlar düzenleyen İran birimlerini takip için sınırı geçerek İran içlerine dalmışlardı.


Rice Ocak ayında Senato'ya ifade vermek üzere geldiğinde, Demokrat Parti'nin Delaware Senatörü Joseph Biden ona ABD'nin takip amaçlı olarak Suriye ya da İran sınırını geçip göçmediklerini sordu. Bu soru üzerine Rice, “Başkan birliklerimizi korumak için hiçbir şeyi inkâr etmeyecek, ancak plan, söz konusu ağları Irak'ta çökertmeyi amaçlıyordu” dedi ve sözünü şöyle sürdürdü: “Herkes Amerikan halkının ve benim, Kongre'nin Başkan'dan, güçlerimizi korumak için ne gerekiyorsa onu yapacağını beklediğini varsayar.”


Rice'ın cevabındaki belirsizlik (veya iki anlamlılık) Cumhuriyetçi Parti'nin Nebraska Senatörü ve aynı zamanda Bush Yönetimi'ne eleştiri getiren isimlerden Chuck Hagel'in şu soruyu sormasına neden oldu:


“Sayın Bakan, bazılarımız 1970 yılında Kamboçya'da olan bitenleri hatırlar. Hükümetimiz o dönemde Amerikan halkına yalan söyleyerek ‘Biz kesinlikle sınırı geçerek Kamboçya'ya girmedik' dediğinde aslında buraya girmişti.


Bunun hakkında bir şeyler biliyorum, bu komitede başka bazı kişilerin bildiği gibi. Öyleyse, Sayın Bakan, Başkan'ın ifade ettiği tarzda bir politikayı uyguluyorsanız bu son derece tehlikeli bir durum.”


ABD yönetiminin İran'ın Irak'taki rolüne ilişkin ilgisi, İran'ın nükleer programına ilişkin kadim alarm haliyle ikiye katlandı. 14 Ocak'ta Fox haber kanalında Cheney “İran'ın birkaç yıl içerisinde nükleer silaha sahip olarak dünya petrol kaynaklarının üstüne oturacağını, bu sayede küresel ekonomiyi ters etkileyeceğini, komşularını ve dünyadaki diğer ulusları tehdit etmek için terörist örgütlerin nükleer silahlarını kullanmasına izin vereceği”ni söyleyerek uyardı. O ayrıca şunları da söyledi: “Gider de Körfez ülkeleriyle konuşursanız ya da gidip İsraillilerle, Ürdünlüler veya Suudilerle konuştuğunuzda bütün bölgenin oldukça kaygılı olduğunu görürsünüz… İran tehdidi giderek büyüyor.”


ABD yönetimi şimdi, İran'ın silah programına ilişkin kendilerine gelen istihbarat yığınını elden geçiriyor. Eski ve yeni Amerikan yetkilileri, İran'dan gelen İsrail ajanlarının küçük savaş başlıklarının takılabildiği her biri sınırlı isabet oranına sahip üç aşamalı, katı yakıtlı kıtalararası menzile sahip, Avrupa'yı vuracak güçte bir füze geliştirdiğini iddia ediyor. İnsanların elde ettiği bu istihbaratın doğruluğu halen tartışılıyor.


Benzer bir yakın tehdide ilişkin iddia da, kitle imha silahları hakkında ortaya atılmış ve bu durumu meydana getirmek için elde edilen istihbarata ilişkin sorular Irak işgaline bahane oluşturması için formüle edilmişti. Kongre üyelerin çoğu İran hakkındaki iddiaları ihtiyatla ele alırken Hillary Clinton, 14 Şubat'ta Senato'da şunları söylemişti: “Irak'taki çatışmalardan çok dersler çıkardık. Dolayısıyla İran hakkında ileri sürülen suçlamalara ilişkin bu derslerden faydalanmalı ve bunu deneyimlerimize uygulamalıyız. Zira Bay Başkan, işittiklerimiz bize çok tanıdık geliyor, yanlış olma ihtimali olan istihbarata dayanarak kararlar alma hatasına bir kez daha düşmemeliyiz.”


Pentagon halen İran'a yönelik muhtemel bir saldırıyla ilgili yoğun bir plan yapmaya devam ediyor. Bu süreç, geçtiğimiz sene Başkan'ın talimatı üzerine başladı. Son aylarda eski istihbarat yetkilileri, bana özel bir planlama grubunun Genelkurmay ofisinde kurulduğunu ve Başkan'ın talimatı üzerine 24 saat içerisinde İran hakkında uygulanabilir muhtemel bir saldırı planı yapmakla görevlendirildiklerini söyledi.


Geçen ay, bir hava kuvvetleri danışmanı ve Pentagon müsteşarı bana İran Planlama Grubu'nun yeni görevlerle donatılarak tayin edildiğini aktardı: Irak'taki militanlara yardım ve destek verme konusunda aktif rol alan İran hedeflerinin belirlenmesi. Öncelikli olarak İran'ın nükleer programı ve rejim değişikliği üzerinde yoğunlaşılacaktı.
 



İki uçak gemisi -Eisenhower ve Stennis- şu an Arap denizinde. Bir plana göre önümüzdeki bahar aylarının başında buradan ayrılması öngörülüyor. Ancak birkaç kaynağın bildirdiğine göre orduda yeni uçak gemilerinin gelmesinin ardından bu gemilerin bölgede kalabileceklerine dair kaygı var. Diğer durumların yanı sıra savaş oyunları, İranlıların geçmişte deneyimledikleri bir taktik olarak uçak gemilerinin çok miktarda botlarla birlikte bulunması durumunda saldırıya maruz kalabileceklerini göstermiştir. Uçak gemileri İran'ın güney kıyılarındaki dar Hürmüz Boğazı'nda son derece sınırlı manevraya sahip olacaklar. Eski bir istihbarat yetkilisi, şu an üzerinde çalışılan planların önümüzdeki baharda saldırı emrini öngördüğünü söylüyor. O ayrıca, Genelkurmay'daki yetkililerin Beyaz Saray'ın Irak'a karşı bunu yapacak kadar aptal olmadığına güvendiklerini söylüyor.


ABD yönetiminin İran'ın Ortadoğu'daki gücünü azaltma yönündeki çabaları, ağırlıklı olarak S. Arabistan ve onun Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Bender bin Sultan'a dayanıyor. Bender bin Sultan 2005 yılına kadar S. Arabistan'ın Amerika büyükelçisi olarak görev yaptı ve gerek Başkan Bush gerekse yardımcısı Cheney'le son derece sıkı ilişkiler geliştirdi. Sultan, yeni görevinde de onlarla olan özel ilişkisini sürdürdü. Önde gelen Beyaz Saray yetkilileri, son dönemlerde defalarca S. Arabistan'a gittiler, bu ziyaretlerin bir kısmı ise basına yansımadı.


Geçen Kasım ayında Cheney, S. Arabistan'a uçarak Kral Abdullah ve Bender'le sürpriz bir görüşme yaptı. The Times gazetesi, Kral'ın Cheney'i uyararak ona S. Arabistan'ın, ABD'nin çekilmesi durumunda Irak'taki Sünnileri destekleyeceğini söylediğini aktardı. Avrupalı bir istihbarat yetkilisi bana buluşmanın ana temasının S. Arabistan'ın Şiilerin yükselişi hakkındaki endişeleri olduğunu belirterek Suudilerin para baskısını kullanmaya başladıklarını söyledi.


Kraliyet ilesi arasındaki çekişmede Bender yıllar boyu, Suudiler açısından hayati öneme sahip olan, ABD ile yakın ilişkileri üzerine inşa ettiği bir güç kurdu. Bender'in ardından büyükelçi olarak Türki el Faysal geldi. Aradan geçen 18 aydan sonra Türki istifa etti ve yerine Bender'le çalışmış bir bürokrat olan Adil el Jübeyr geldi. Eski bir Suudi diplomat bana Türki'nin görevi sırasında, Bender'in Cheney ve Abrams'ın içinde bulunduğu Beyaz Saray yetkilileriyle bir araya gelmesinin öneminin farkına vardığını söyledi. “Türki, bundan mutlu olmadı” diye ekledi. Suudi diplomat, “Türki, Bender'i sevmemesine rağmen Ortadoğu'da yükselen Şii dalgasına karşı mücadele edilmesinin gerekliliği düşüncesini paylaşıyordu” dedi.


Ortadoğu konusunda uzman olan emekli ordu görevlisi Frederic Hof, “Suudiler, dünyayı halen Osmanlı İmparatorluğu'nda Sünni Müslümanların Müslüman ülkeleri yönettiği Şiilerin ise en aşağı sınıf olarak görüldüğü dönem gibi görüyor.” diyor ve ekliyor: “Bender, ABD politikalarında Sünnilerin lehine bir değişiklik yapabildiği takdirde kraliyet ailesi içerisindeki konumunu da güçlendirmiş olacaktı.”


Suudiler, İran'ın sadece bölgede değil aynı zamanda S.Arabistan'da da güçler dengesini bozacağı korkusundan endişe ediyorlar. S. Arabistan'ın petrolün yoğun olarak bulunduğu Doğu eyaletlerinde ciddi bir Şii nüfus bulunuyor. Veli Nasr'a göre burada da mezhebi gerilimler her daim mevcuttu. Kraliyet ailesi, ülkede gerçekleştirilen terörist saldırıların arkasında yerel Şiilerle paslaşan İranlı ajanların bulunduğuna inanıyor. “Bugün İran ordusuna karşı durabilecek tek ordu Irak ordusuydu, bu da bizzat Amerikan yönetimi tarafından yok edildi. Siz şimdi nükleer güce sahip olan bir İran'la yüzleşmek zorundasınız ve bu ülke 450 bin kişilik bir orduya sahip.” ( S. Arabistan'ın ise yetmiş bin kişilik bir ordusu var.)


Nasr devam ediyor: “Suudiler hatırı sayılır finansal enstrümanlara sahipler, Müslüman Kardeşler'le ve Şiileri yoldan sapmış bir grup olarak gören aşırılık yanlısı Selefilerle derin ilişkileri var. İran tehdit olduğunda Suudiler, İslamcı radikallerin en kötülerini mobilize edebildiler. Ancak bir kez kutuyu açtığınızda onları tekrar kutuya sokmak imkânsızdır.”


Suudi Kraliyet ailesi, sırasıyla, hem bu Sünni aşırılıkçıların sponsoru hem de hedefi oldu. Zira bunlar aile içerisindeki sayısız prensin içinde bulunduğu çöküş ve yozlaşmaya itiraz ediyorlardı. Prensler aşırılıkçı gruplarla bağlantılı medrese ve okullara yardım ettikleri sürece kendilerinin devrilmeyeceğini düşünerek aslında büyük bir kumar oynuyorlar. Yönetimin yeni stratejisi işte bu pazarlığa dayanıyor.


Nasr, mevcut durumu el Kaide'nin ilk ortaya çıktığı dönemle karşılaştırıyor. Seksenli yıllarda ve doksanların başında Suudi Hükümeti, Afganistan'da Sovyetler Birliği'ne karşı örtülü vekâlet savaşı veren Amerika'ya finansal yardımda bulundu. Yüzlerce Suudi genci, dini okullar kurdukları, eğitim üsleri ve askere alma merkezleri inşa ettikleri Pakistan sınırına gönderildiler. Tıpkı şimdiki gibi Suudi Arabistan tarafından fonlanan unsurların büyük bölümü Selefilerdi. Aralarında tabii ki Üsame bin Ladin ve el Kaide'yi 1988 yılında kuran yardımcıları vardı.


Bu kez ABD yönetimindeki danışman dostum bana Bender ve diğer Suudilerin Beyaz Saray'ı gözlerinin dini fundamentalistlerin üzerinde olacağı konusunda temin ettiklerini, Amerikalılara ‘bu hareketi biz yarattık, onu kontrol edebiliriz' dediklerini söylüyor ve şöyle devem ediyorlar: “Biz Selefilerin bomba atmalarını istemiyoruz. Bizim istediğimiz bu bombaları Hizbullah'ın, Mukteda Sadr'ın, İran ve tabii Hizbullah ve İran'la çalışmaya devam ederlerse Suriyelilerin üzerine atmaları.”

 

Suudi diplomat, kendi ülkesinin bakış açısını şöyle aktardı: “S. Arabistan, ABD'yi İran'a karşı meydan okuma işine kattığı için risk almaktaydı. Bender halen Arap dünyasında Bush yönetimine oldukça yakın kişilerden biri olarak görülmekteydi. “Bizim iki kâbusumuz var” diyordu eski Suudi diplomat: “Birincisi İran'ın nükleer silah elde etmesi, ikincisi ise ABD'nin İran'a saldırması. Ben şahsen İran'ı ABD'nin değil İsrail'in vurmasını tercih ederim, zira İsraillileri suçlayabiliriz. Şayet ABD bombalarsa bizi suçlarlar.”


Geçen yıl, Suudiler ve Bush yönetimi yeni stratejik yönelime ilişkin enformel bir kavrayış geliştirdi. ABD yönetiminde danışmanlık yapan isim, bana bunda dört unsurun dahlinin bulunduğunu söyledi. Birincisi İsrail güvenliğinin sağlanmasının en yüce ilke olduğu konusunda temin edilecek ve Washington, S. Arabistan ve diğer Sünni devletlerin, onun İran hakkındaki endişelerini paylaştığına dair tatmin edilecek.


İkincisi, Suudiler, İran'dan destek alan Filistinli İslamcı Parti Hamas'ı İsrail karşıtı saldırılarını kesmeye ve yönetimi daha seküler bir Filistinli grup olan el Fetih'le paylaşmaya zorlayabilir. Şubat ayında Suudiler, Mekke'de iki hareket arasında anlaşma konusunda arabuluculuk yapmışlardı. Bununla birlikte İsrail ve ABD, anlaşmanın maddelerine ilişkin memnuniyetsizliklerini dile getirmişlerdi.


Üçüncü unsur ise Bush yönetiminin, bölgedeki Şii yükselişi etkisiz hale getirmek için doğrudan Sünni ülkelerle çalışacağıydı.


Dördüncüsü, Suudi Yönetimi, Washington'un da onayıyla Suriye'deki Beşşar Esad yönetimini zayıflatmak için fonlar ve lojistik yardım sağlayabilirdi. İsrailliler Esad yönetimi üzerinde bu tarz bir baskıda bulunmanın onu daha uzlaşmacı ve görüşmelere daha açık hale getireceğine inanıyorlardı. Suriye, Hizbullah'ın silah kanalıydı. Suudi yönetimi ise eski Lübnan başbakanı Refik Hariri'nin Beyrut'ta öldürülmesinden dolayı Suriye yönetimini sorumlu tutuyor ve bu nedenle de ona kızgınlık duyuyordu. Milyarder bir Sünni olan Hariri, Suudi yönetimiyle ve Prens Bender'le yakın ilişkileri olan biriydi. ( Bir BM soruşturması, Suriyelilerin işe karıştığını belirtmekle birlikte bu konuda doğrudan bir kanıtın bulunmadığını ifade ediyor. Bu meselenin uluslararası bir mahkeme tarafından ele alınmasına ilişkin başka bir plan var.)


Washington Yakındoğu Politikaları Enstitüsü yöneticisi Patrick Clawson, Suudilerin Beyaz Saray'la yaptığı işbirliğini önemli bir buluş olarak tasvir ediyor. “Suudiler, şunu anladılar: Şayet ABD yönetiminin Filistinlilere daha cömert bir teklifte bulunmasını istiyorlarsa, onların Arap yönetimlerini İsraillilere daha cömert bir teklifte bulunmaya ikna etmesi gerekir.” O sözlerini şöyle sürdürdü: “Yeni diplomatik yaklaşım, sarf edilen çabaların gerçek seviyesini ve ne kadar sofistike olduğunu gösterdiği gibi iletişim becerisinin ABD yönetiminin her zaman ortaya koyduğu bir beceri olmadığını da gösterir. Kim daha büyük risk alıyor, Suudiler mi biz mi? Ortadoğu'da Amerika'nın durumu son derece düşük profilde seyrederken Suudiler bizi kucaklıyor. Ne kadar sevildiğimizi bilmeliyiz.”


Pentagon danışmanının farklı bir bakış açısı var. Amerikan yönetiminin Bender'e son çare olarak döndüğünü zira Irak savaşındaki başarısızlığın Ortadoğu'yu başka aktörler tarafından doldurulacak açık bir alan hale getireceğini fark ettiğini söylüyor.


Lübnan'daki Cihatçılar


ABD-Suudi ilişkilerinin İran'dan sonraki odak noktası Lübnan'dı. Burası, Suudilerin Lübnan hükümetini desteklemek için ABD yönetiminin de katkılarıyla ciddi bir çaba içine girerek odaklandığı yerdi. Başbakan Fuad Sinyora, Şii örgüt Hizbullah'ın ve onun lideri Hasan Nasrallah'ın öncülük ettiği inatçı bir muhalefete karşı iktidarda kalma mücadelesi vermekteydi. Hizbullah'ın engin bir altyapısı, tahmini iki ya da üç bin aktif savaşçısı ve binlerce üyesi vardı.


Hizbullah 1997 yılından beri ABD Dışişleri bakanlığının terörist örgütler listesindedir. Bu örgütün adı, 1983 yılında Beyrut'ta 241 Amerikan askerinin hayatını kaybettiği Amerikan Deniz Piyadeleri üssünün bombalanması eylemine karışmıştır. Rehineyken hayatını kaybeden CIA'ın Lübnan şefi ve BM barış gücünde görev yapan bir Amerikan Albayı'nın da içinde bulunduğu Lübnan'daki Amerikalıların kaçırılmasından sorumlu tutulmaktadır. (Nasrallah örgütün bu işlere bulaştığı iddialarını reddetmektedir.) Nasrallah birçokları tarafından sağlam bir terörist olarak görülmektedir. Ayrıca o, İsrail'in var olma hakkının bulunmadığını da ifade etmiştir. Bununla birlikte Arap dünyasındaki birçokları, özellikle de Şiiler, onu İsrail'e karşı otuz üç gün savaşında kahramanca direnen bir direniş lideri olarak görürken Fuad Sinyora ise Amerikan desteğiyle ayakta duran ama ABD'yi, İsrail'in Lübnan'ı bombalamaması konusunda ikna dahi edemeyen zayıf bir politikacıdır. (Sinyora'nın Condolezza Rice' ı, Lübnan'a savaş sırasında yaptığı ziyarette yanağından öperken gösteren fotoğrafı, Beyrut'taki protestolarda taşınmıştır).



Bush Yönetimi, geçtiğimiz yaz Sinyora Yönetimi'ne verdiği bir milyar dolarla açıkça ödüllendirmiştir. Geçtiğimiz Ocak ayında Paris'te düzenlenen Amerikan destekli donörler (bağışçılar) konferansında ona 8 milyar daha verildi ayrıca Suudiler tarafından ekstra bir milyar dolarlık vaad de yapıldı. Amerikan yardımı, iki yüz milyon dolarlık askeri yardımın yanı sıra iç güvenlik için de 40 milyon doları kapsamaktaydı.


Hükümet danışmanı ve eski istihbarat yetkilisine göre ABD, Sinyora hükümetine örtülü bir destek vermişti. Aynı yetkili, “Şii etkisine direnebilmesi için Sünnilerin gücünü artırmayı planlıyoruz ve saçabildiğimiz kadar etrafa para saçıyoruz. Sorun şu ki bu para tahmin ettiğimizden fazla insanın cebine giriyor. Bu süreçte son derece istenmeyen sonuçlara yol açabilecek konumda olduğumuz gibi bir sürü kötü adamı da finanse ediyoruz. Ceplerine para girecek kişileri belirleyemediğimiz gibi ayrıca sevdiğimiz insanlardan ödendi makbuzu alma ya da sevmediğimiz insanlardan almama gibi bir lükse de sahip değiliz. Bu çok riskli bir macera.”


Kendileriyle konuştuğum Amerikalı, Avrupalı ve Arap yetkililer, bana, Sinyora hükümetinin ve müttefiklerinin, bu paraların Kuzey Lübnan'daki ve Beka vadisiyle Güney'deki Filistin mülteci kamplarında bulunan radikal Sünni grupların eline geçmesine izin verdiğini söyledi. Bu gruplar küçük olmalarına rağmen el Kaide'yle de ideolojik bağlara sahip olduklarından Hizbullah'a tampon vazifesi olarak görülüyorlar.


Eski bir Suudi diplomat benimle konuşmasında Nasrallah'ı “devleti çalmak”la suçlarken aynı zamanda Lübnan'daki Sünni cihatçıların Lübnanlı ve Suudi sponsorlarına da itiraz etti: “Selefiler, hasta ve nefret doludur. Onlarla flört düşüncesine son derece karşıyım. Şiilerden nefret ederler ancak Amerikalılardan daha fazla nefret ederler. Onları katakulleye getirmeye çalışırsan onlar da seni katakulleye getirirler. Bu uygunsuz bir davranış.”


İngiliz istihbarat servisi M16'da yıllarını harcamış ve halen Beyrut'taki Çatışmalar Forumu adlı bir tink tank'te çalışan Alastair Crooke, bana şunları söyledi: “Lübnan yönetimi, ülkeye gelmeleri için bu insanlara kapılarını açıyor. Bu çok tehlikeli olabilir.” Crooke, Fethü'l İslam adlı aşırılıkçı grubun, Kuzey Suriye'deki Nehru'l Barid kampında Suriye yanlısı Fethu'l İntifada adlı örgütten ayrılarak kurulmuş bir organizasyon olduğunu söyledi. Örgütün toplam üye sayısının iki yüz civarında olduğu belirtiliyor. Crook ayrıca, şunları söylüyor: “Bana, kendilerini Lübnan hükümeti yetkilisi olarak tanıtan kişilerin kendilerine 24 saat içerisinde muhtemelen Hizbullah'a karşı kullanılmak üzere para ve silah temin edebilecekleri söylendi.


En fazla üyeye sahip olan örgüt, Lübnan'ın güneyindeki Aynu'l Hulva Filistin Mülteci kampında bulunan Esbatu'l- Ensar (Ensar'ın Torunları) adlı örgüt. Bu örgüt, silahlarını ve desteklerini Lübnan güvenlik güçlerinden ve Sinyora hükümetiyle ilişkili askeri yetkililerden alıyor.


2005 yılında Amerika merkezli Uluslararası Kriz Grubu'nun bir raporuna göre, Lübnan parlamentosundaki Sünni çoğunluğun lideri ve Refik Hariri'nin oğlu Saad Hariri, babasının bir suikasta kurban gitmesinin ardından dört milyar dolarlık bir servetten daha fazla miktarda paraya mirasçı oldu. Bu paradan 48 milyon dolarını Dinniyeh'teki İslami militan bir gruba aktardı. Bir adam, Kuzey Lübnan'da küçük bir İslami devlet kurmaya çalışırken yakalandı. Kriz grubu, militanların önemli bir bölümünün Afganistan'daki el Kaide kamplarında eğitildiğini belirtiyor.


Kriz Grubu'nun raporuna göre Saad Hariri, daha sonra parlamentodaki çoğunluğunu, Dinniyeh'teki İslamcıların işledikleri suçlarla bir önceki yıl Beyrut'ta Ukrayna ve İtalya büyükelçiliklerini bombalamakla suçlanan kişilerin affedilmesi için kullanmıştır. (Ayrıca 1987 yılında Lübnan başbakanı Reşit Kerami'nin öldürülmesi de dahil, dört büyük siyasi suikasta imza atan Maruni Hıristiyanların askeri liderlerinden Samir Caca için de parlamentoda bir af talebi sunmuştur.) Hariri, raporu hazırlayanlara, bu davranışlarının gayet insani olduğunu söylemiştir.


Beyrut'taki bir röportajda Sinyora hükümetinin önde gelen yetkililerinden biri bana Lübnan içerisinde hareket eden Sünni cihatçıların bulunduğunu söyledi ve ekledi: “Biz el Kaide tipi örgütlerin burada bulunmasına karşı son derece gevşek bir tutum içerisindeyiz.” O bunu İran ve Suriye'nin Lübnan'ı bir atışma sahasına dönüştürme konusundaki eğilimlerine bağlıyordu.


Yetkili, hükümetin her halükarda kaybeden durumunda olduğunu belirtti. O, Hizbullah'la herhangi bir siyasi anlaşma yapmaksızın Lübnan'ın bir çatışmaya kayabileceğini, bunun da potansiyel olarak son derece korkunç sonuçları olan Hizbullah'la Sünni güçler arasında bir savaşın çıkması anlamına geldiğini kaydetti. Ancak halen ayrı bir ordu gibi duran, İran ve Suriye ile müttefik olan Hizbullah'la bir anlaşmaya varılırsa Lübnan'ın hedef haline gelebileceğini belirterek “Her iki durumda da biz hedef oluruz.” dedi.


Bush Yönetimi, Sinyora hükümetine olan desteğini Başkan'ın demokrasiye olan inancına ve başka güçlerin Lübnan'ın içişlerine karışmadan alıkoyma konusundaki arzusuna ilişkin önemli bir örnek olarak betimledi. Hizbullah, Aralık ayında Beyrut'ta sokak gösterilerine önderlik etmeye başladığında o dönem, ABD'nin BM'deki büyükelçisi olan John Bolton, bunu Suriye-İran darbesinin bir parçası olarak niteledi.


Dış İlişkiler Konseyi eski başkanı Leslie H. Gelb, Amerikan yönetiminin politikasının, Amerika'nın ulusal güvenliği yanlısı olmaktan daha az demokrasi yanlısı olduğunu söyledi: “Buradaki gerçek şu ki Hizbullah, Lübnan'a saldırırsa bu korkunç derecede tehlikeli olabilir.” Gelb, “Sinyora hükümetinin düşüşü görülebiliyor, bu, Ortadoğu'da ABD'nin çöküşü ve terörizm tehdidinin itibar kazanması olarak görülebilir. Dolayısıyla Lübnan'da siyasi iktidarın dağılım ve bölüşümünde herhangi bir değişikliğe ABD tarafından itiraz edilmek zorundadır. Ve dolayısıyla biz herhangi Şii olmayan bir partiye, bu değişime karşı çıkmasına yardımcı olmakta haklıyız. Demokrasi hakkında konuşmak yerine, bunu açıkça deklare edebiliriz.”


“Bununla birlikte ABD'nin, Lübnan'daki ılımlıların aşırılık yanlılarıyla ilişkiye geçmelerine dur diyecek bir nüfuzu yok” şeklinde konuşan Saban Center'ın yöneticisi Martin Indyk, konuya ilişkin şunları söyledi: “Başkan bölgenin ılımlılarla aşırılık yanlıları arasında bölündüğünü düşünüyor. Ancak bölgedeki dostlarımız bölgenin Şiiler ve Sünniler şeklinde bölündüğünü düşünüyor. Bizim aşırılık yanlısı Sünniler olarak gördüğümüz kesimler, bizim Sünni müttefiklerimiz tarafından basitçe Sünni olarak değerlendiriliyorlar.”


Ocak ayında, Beyrut'ta Sinyora hükümetiyle Hizbullah taraftarları arasında patlak veren sokak şiddetinden sonra Prens Bender, Lübnan'daki politik çıkmazı değerlendirmek üzere Tahran'a uçtu ve İranlıların nükleer konusundaki baş müzakerecisi Ali Laricani'yle bir araya geldi. Bir Ortadoğu büyükelçisine göre Bender'in görevi, -ki bu görev, Beyaz Saray tarafından kendisine tevdi edilmiştir- İranlılarla Suriye arasında sorun çıkarmayı amaçlamaktaydı.” Suriye'nin İsrail'le yaptığı görüşmeler nedeniyle iki ülke arasındaki gerilim had safhada olup Suudilerin amacı, bir gedik açılmasını teşvik etmekti. Bununla birlikte büyükelçi “Bu işe yaramadı. Suriye ve İran kesinlikle birbirlerine ihanet etmediler. Bender'in yaklaşımı başarı şansı olmayan bir yaklaşımdı" dedi.


Lübnan'daki Dürzi azınlığın lideri ve Sinyora hükümetinin güçlü destekçisi Velid Canbolat, Nasrallah'a Suriye ajanı diye saldırırken yabancı gazetecilere Hizbullah'ın İran dini liderliğinin doğrudan kontrolünde olduğunu üstüne basa basa söyledi. Geçen Aralık ayında benim kendisiyle yaptığım röportajda Suriye devlet başkanı Beşşar Esad'ı seri katil olarak nitelemişti. O, Nasrallah'ın Suriyelilere verdiği destek nedeniyle Lübnan'ın müteveffa Başbakanı Refik Hariri'nin ahlaki anlamda suikastçısı geçen kasım ayında öldürülen Sinyora kabinesinin üyelerinden Pierre Cemayel'in ise doğrudan katili olduğunu söylemişti.


Canbolat, bunun ardından bana, kendisinin Başkan yardımcısı Cheney ile geçen sonbahar aylarında başka konular yanında Esad'ın devrilmesine ilişkin görüştüğünü söyledi. O ve onun arkadaşları Cheney'e şayet ABD Suriye'ye karşı harekete geçecekse konuşması gerekenlerden birinin de Suriye Müslüman Kardeşler Hareketi olduğunu söyledi.


Suriye Müslüman Kardeşleri, 1928 yılında Mısır'da filiz veren radikal bir Sünni hareketin şubesi olarak kurulmuş, Beşşar'ın babası Hafız Esad rejimine karşı silahlı mücadeleye girişmiş bir harekettir. 1982 yılında Müslüman Kardeşler, Hama kentini ele geçirince Esad, bir hafta boyu şehri bombardımana tutmuş, altı binle yirmi bin arası insan hayatını kaybetmişti. Müslüman Kardeşler üyesi olmak Suriye'de ölüm cezasına çarptırılmayı gerektirir. Müslüman Kardeşler ayrıca ABD ve İsrail'in amansız düşmanıdır. Bununla birlikte Canbolat, “Biz Cheney'e, İran'la Lübnan arasındaki köprünün Suriye olduğunu, dolayısıyla İran'ı zayıflatmak için etkili Suriye muhalefetine kapıyı açması gerektiğini bildirdik” diye konuştu.


Amerikan yönetiminin “yeniden yönlendirme” stratejisinin Müslüman Kardeşler'e yaradığına ilişkin bir kanı var. Suriye Ulusal Kurtuluş Cephesi, muhalif grupların bir koalisyonu olup, bu ittifakın ana unsurları 2005 yılında rejimden kopuşunu ilan eden eski Başkan Yardımcısı Abdülhalim Haddam'ın başını çektiği grup ve Müslüman Kardeşler Hareketi'dir. Üst düzey bir CIA yetkilisi bana “Amerikalılar siyasi ve finansal destek sağladılar. Suudiler finansal destekte başı çektiler. Amerikalılar da bu işin içine girdiler.” Dedi. O, şu an Paris'te yaşamakta olan Haddam'ın Suudi Arabistan'dan Beyaz Saray'ın bilgisi dahilinde para almakta olduğunu söyledi. (Gazetelerde çıkan haberlere göre 2005 yılında Cephe'nin üyelerinden oluşan bir heyet, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi üyelerinden oluşan bir heyetle görüştü). Eski bir Beyaz Saray yetkilisi, bana, Suudilerin Ulusal Cephe üyelerine gerekli seyahat evrakını temin ettiğini söyledi.


Canbolat, meselenin beyaz Saray açısından olağanüstü bir hassasiyete sahip olduğunu anladıklarını belirterek şunları ifade etti: “Ben Cheney'e Arap dünyasındaki bazı ülkelerin özellikle de -onlarca yıl Müslüman Kardeşler Hareketi'ne karşı mücadele vermiş bir liderliğe sahip olan- Mısırlıların ABD'nin Müslüman Kardeşler'e yardım etmesi durumunda bunun onların hoşuna gitmeyeceğini de söyledim. Ama Suriye'yle kapışmazsanız Lübnan'da Hizbullah'la uzun bir mücadeleye gireceğiz, ve muhtemelen de kazanamayacağız.”


Şeyh


Geçen Aralık ayının ılık ve tertemiz bir gecesinde, Beyrut'un birkaç mil ötesindeki bombardıman edilmiş Dahiye sokaklarında Amerikan Yönetimi'nin yeni stratejisinin Lübnan'da ne tür bir rol oynayacağına ilişkin bir öngörüye sahip oldum. Saklanmakta olan Hizbullah lideri Şeyh Hasan Nasrallah, benimle röportaj yapmayı kabul etti. Buluşmaya ilişkin güvenlik düzenlemeleri, son derece sıkı ve iyi düzenlenmişti. Karanlık bir arabanın arka koltuğunda Beyrut'ta tahrip edilmiş bir yer altı garajına doğru gitmekteydim. Önce üstümü bir el dedektörüyle aradılar, sonra üzerinde bombardıman izleri olan başka bir yer altı garajına götürmek üzere diğer bir arabaya bindirildim. Geçen yaz, İsrail'in Nasrallah'ı öldürmeye çalıştığı yönünde gazetede haberler çıkmıştı, ancak, olağanüstü tedbirler sadece bu tehditle ilgili değildi. Nasrallah'ın yardımcıları bana, onun Arap rejimlerinin, özellikle de Ürdün istihbaratının ve el Kaide'yle işbirliği içerisinde olduğunu düşündükleri Sünni cihatçıların öncelikli hedefi olduğuna inandıklarını söylediler. (Bir hükümet danışmanı ve dört yıldızlı emekli general, bana, Ürdün İstihbaratının ABD ve İsrail'in desteğiyle, Hizbullah'a karşı operasyon gerçekleştirmek amacıyla Şii gruplara sızmaya çalıştığını söylemişti. Ürdün Kralı İkinci Abdullah, İran'a yakınlığıyla bilinen Irak'taki Şii hükümetin Şii hilalin oluşturulmasına katkıda bulunduğunu söylemişti.) Bu aslında biraz ironik bir durumdu: Nasrallah'ın İsrail'e karşı geçen yaz verdiği savaş, bir Şii olarak onu hem Sünniler hem de Şiiler arsında en popüler ve etkili figür haline getirmişti. Son aylarda ise birçok Sünni tarafından Arap Birliği'nin bir sembolü olarak değil, mezhebi bir savaşın tarafı olarak görülmeye başlamıştı.

 

Adet olduğu üzere dini kıyafetler giymiş olan Nasrallah, çok da dikkat çekici olmayan bir apartmanda beni beklemekteydi. Yardımcılarından biri onun geceyi büyük ihtimalle orada geçirmeyeceğini belirtiyordu. O, otuz üç gün savaşının fitilini ateşleyen, sınırda nöbetçi iki İsrail askerinin kaçırılması kararını verdiği geçen Temmuz ayından bu yana sürekli hareket halindeydi. Nasrallah hem bana ham de kamuoyuna açıkça İsrail'in bu eyleme vereceği tepki konusunda yanıldığını söylemişti. “Biz sadece İsrail askerlerini takas amaçlı esir almıştık. Hiçbir zaman bölgeyi bir savaşa sürüklemek niyetinde değildik” şeklinde konuştu.
 



Nasrallah, Bush Yönetimi'ni kasıtlı olarak fitne uyandırmak amacıyla (fitne, Arapça bir kelime olup İslam içerisinde bir ayrılık ve bölünme anlamı taşıyordu) İsraillilerle birlikte hareket etmekle suçladı. Nasrallah şöyle devam etti: “Bana göre, medyada her iki tarafı karşı karşıya getirme amaçlı büyük bir kampanya başlatılmış durumda ve bütün bunların Amerikan ve İsrail istihbaratı tarafından yürütüldüğüne inanıyorum.” (Bunun hakkında spesifik bir kanıt ortaya koymadı). Amerika'nın Irak'taki savaşının bölgedeki mezhebi gerilimi artırdığını ancak kendilerinin bunun Lübnan'a sıçramaması için ellerinden geleni yaptıklarını iddia etti. (Bizim konuşmamızdan sonra Sünni-Şii mücadelesi yoğunlaştı ve şiddet giderek arttı.)


Nasrallah, kendisinin Bush Yönetimi'nin amacının bölgenin haritasını yeniden çizmek olduğunu belirterek ABD'nin Irak'ın bölünmesini arzu ettiğini söyledi. Irak iç savaşın eşiğinde değildi, bizzat iç savaş yaşanıyordu. Etnik ve mezhebi bir temizlik başlatılmıştı. Irak'ta her gün meydana gelen öldürme ve yerinden etme olayları, Irak'ı etnik ve mezhebi olarak üçe bölmeyi amaçlıyordu. En çok bir ya da iki sene içerisinde sadece Sünnilerden, Şiilerden ve Kürtlerden oluşan bölgeler oluşturulacaktı. Bağdat'ın bile Şii ve Sünni olmak üzere ikiye bölüneceği korkusu vardı.


Devamla Nasrallah şunları söyledi: “Irak'ın bölünmesini istemediğini söyleyen Başkan Bush yalan söylüyor. Ülkede olan biten olaylar, kesinlikle Irak'ı bölünmeye sürüklediğini göstermekteydi. Bir gün gelecek O, “Iraklılar ülkelerinin bölünmesini istediklerinden ben hiçbir şey yapamam. Ben Iraklıların isteğine saygı göstermek zorundayım” diyecekti.


Nasrallah Amerika'nın ayrıca Suriye'nin ve Lübnan'ın da bölünmesini istediğini söyledi. Ona göre Suriye'de sonuç, ülkeyi kaosa ve tıpkı Irak'taki gibi iç çatışmalara sürükleyebileceğini kaydetti. Lübnan'da ise bir Sünni devlet, bir Alevi devlet, bir Dürzi devlet ve bir Hıristiyan devlet olacaktı. “Ancak Şii devleti olacak mı bilmiyorum” dedi.

Nasrallah bana, İsrail'in Lübnan'ı geçen yaz bombardıman etmesinin amaçlarından birinin Şii bölgelerinin tahribi ve Şiilerin Lübnan'dan söküp kopartılmasıydı. Temel düşünce, Lübnan ve Suriye Şiilerinin, Şiilerin çoğunlukta olduğu Güney Irak'a sürülmesiydi. “Bundan emin değilim ancak bunun kokusunu alıyorum” dedi.


Bölünme, ona göre, İsrail'i küçük ama huzur dolu ülkelerle baş başa bırakacaktı. Nasrallah, sözlerini şöyle sürdürdü: “Suudi Krallığının da bölüneceği konusunda sizi temin edebilirim, ve bu durum Kuzey Afrika ülkelerine kadar ulaşacak. Uluslararası toplum tarafından tanınan küçük etnik devletler meydana gelecek. Bir başka ifadeyle İsrail, küçük etnik devletlere bölünmüş ve her biri diğeriyle anlaşma içerisinde olan bölgede en güçlü ülke olarak kalacak. İşte yeni Ortadoğu bu.”


Gerçekte Bush Yönetimi, Irak'ın bölünmesini tartışmaya katı bir şekilde direndi ve ortak tutum, Beyaz Saray'a, en fazla Hizbullah'ın küçük bir siyasi rol üslendiği, silahlarından arındırılmış bir Lübnan'ın geleceğinin olduğu yönünde tavsiyeler verdi. Ayrıca Nasrallah'ın, İsraillilerin Şiileri Irak'ın Güneyine sürmek istediği şeklindeki düşüncesini kanıtlayacak hiçbir delil yoktu. Bununla birlikte Nasrallah'ın, ABD'nin de içinde bulunduğu geniş ölçekli mezhebi bir savaş konusundaki bakış açısı, Beyaz Saray'ın yeni stratejisinin muhtemel sonuçlarına ilişkin önemli veriler içermekteydi.


Röportajda Nasrallah gönül alıcı jestler yaparak bu açıklamalarının muarızlarınca müthiş bir şüphecilikle karşılanacağını kaydetti. “Şayet ABD, bizim gibilerle konuşmanın ABD'nin bölge politikalarının şekillenmesinde faydası ve etkisi olacağını düşünüyorsa bizim bu buluşmalara ve konuşmalara itirazımız olmaz. Ancak amacı bu toplantılarla bize politikalarını dayatmaksa, bu bir zaman kaybından başka bir şey değil” ifadelerini kullandı. Hizbullah militanlarının herhangi bir saldırıya uğramadığı takdirde eylemlerinin Lübnan'la sınırlı kalacağını, Lübnan ordusu ayakları üzerinde durabilir hale geldiğinde Hizbullah'ın silah bırakmayı kabul edebileceğini belirten Nasrallah, İsrail'le başka bir savaşa girmek gibi bir niyetinin olmadığını da kaydetti. Bununla birlikte önümüzdeki sene İsrail'in saldırı düzenleyeceği yönünde bir beklentisinin olduğunu da sözlerine ekledi.


Nasrallah ayrıca Beyrut'taki sokak gösterilerinin Sinyora hükümetinin devrilmesi ya da kendi ittifakının talepleri yerine getirilene kadar süreceğini ifade etti. Sözlerini şöyle sürdürdü: “Pratik bir şekilde konuşmak gerekirse, bu hükümet yönetemez. Bir takım düzenlemeler yapabilir ya da kararlar alabilir, ancak halk bu duruma daha fazla tahammül etmeyecek ve bu hükümetin meşruiyetini tanımayacaktır. Sinyora uluslararası destek nedeniyle görev başında kalacak ancak bu, Sinyora'nın Lübnan'ı yönetebileceği anlamına gelmiyor.”


Başkan Bush'un Sinyora hükümetini ödüllendirmesinin Lübnan muhalefetine verebileceği en iyi hediye olduğunu belirten Nasrallah, “Zira bu, hükümetin Lübnan halkına, Arap ve Müslümanlara karşı pozisyonunu zayıflatacaktır. Onlar, bizim yıpranacağımıza bahse giriyorlar. Savaşta yıpranmadık, gösteriler bizi nasıl yıpratabilir ki?” dedi.


Bush Yönetimi içinde ve dışında Nasrallah'la en iyi nasıl ilişki kurulacağına ya da onunla siyasi bir anlaşmaya varılıp varılmayacağına ilişkin keskin bir bölünme var. Ulusal istihbaratın ayrılan yöneticisi Jhon Negroponte, Senato İstihbarat Komitesi'nde ocak ayında yaptığı veda konuşmasında Hizbullah'ın İran'ın terörist stratejisinin merkezinde yer aldığını söyledi. “Hizbullah, İran tehdit edildiğinde ya da kendisinin hayatta kalması için zorunlu gördüğünde Amerikan çıkarlarına saldırılar düzenleme kararı alabilir. Lübnan Hizbullah'ı kendisini Tahran'ın partneri olarak görmekte.”


2002 yılında dışişleri Bakan Yardımcısı olan Richard Armigate, Hizbullah'ı teröristlerin A-takımı olarak nitelemişti. Bununla birlikte son röportajında, meselenin daha komplike bir hal aldığını ifade etti. Nasrallah'ın politik bir güç olarak doğduğunu belirten Armitage, “Şayet bunu tercih ederse Lübnan'da politik bir rol oynayabilir” dedi. Halkla ilişkiler ve siyasi kazanç bakımından Nasrallah'ın Ortadoğu'nun en dürüst adamı olduğunu kaydetti. Ancak Nasrallah'ın sadık bir muhalefet olarak uygun bir rol oynamak isteyip istemediğini netleştirmesi gerektiğini sözlerine ekledi. Deniz piyadelerine düzenlenen bombalı saldırı ve Amerikalı Albay'ın öldürülmesine gönderme yaparak, “Bana göre hala ödenmesi gereken bir kan borcu var” şeklinde konuştu.


Lübnan'da eski bir CIA ajanı olan Robert Baer ise, Hizbullah'a yönelik sert eleştirilerde bulunarak onun İran sponsorluğundaki terörizmine ilişkin uyarılarda bulundu. Ancak “şimdi Sünni Araplar, felaket bir savaşa hazırlanıyorlar diyen Baer, “Biz Lübnan Hıristiyanlarını koruyacak birilerine muhtacız. Bunu bir zamanlar Fransızlar ve ABD yapabilirdi, şimdi ise bu görevi yüklenecek olanlar Nasrallah ve Şiiler olabilir” ifadesini kullandı.


“Ortadoğu'nun en önemli öyküsü Nasrallah'ın bir sokak adamından devlet adamlığına yükselişidir” dedi. Baer, Nasrallah'ın İsrail'e roket fırlatması ve İsrail askerlerini kaçırmasının yanında dünyanın dört bir yanındaki Amerikan ve İsrail çıkarlarına yönelik silahlı saldırılarına ilişkin korkuya gönderme yaparak, “Tetiği çekebilirdi, ama çekmedi” dedi.


Birçok istihbarat yetkilisi ve diplomatik şahsiyetler, Hizbullah'ın İran'la bağlarının sürdüğünü belirtiyor. Ancak Nasrallah'ın Hizbullah'ın imkânlarını hangi noktaya kadar İran için kullanacağına dair tartışma var. Aynı zamanda Lübnan'da da faaliyet göstermiş eski bir CIA yetkilisi, Nasrallah'ı bir “Lübnan fenomeni” olarak nitelendirirken “Evet, İran tarafından desteklenmiş olabilir ancak Hizbullah, bunun da ötesine geçti” şeklinde konuştu. Baer, bana, seksenlerin sonları ve doksanların başlarında, Beyrut'taki CIA istasyonunun Nasrallah'ın konuşmalarını gizlice takip edebildiği bir dönem olduğunu söyledi. Baer, Nasrallah'ı başka çetelerle ilişki kurabilen bir çete liderine benzeterek “onun herkesle ilişkisi var” şeklinde konuştu.


Kongre'ye Konuşmak

 

Bush yönetiminin Kongre'ye rapor edilmeyen örtülü operasyonlar yürütmesi ve kuşkulu ajandaya sahip aracılarla ilişkiye geçmesi, Washigton'daki bazılarına daha önceki bir olayı hatırlattı. Yirmi yıl önce Reagan yönetimi, İran'a gizli silah satışı yoluyla Nikaragualı kontralara finansal destek sağlama girişiminde bulunmuştu. İran-Kontra skandalı olarak bilinen olayın içinde Suudi parası olduğu gibi, dönemin oyuncuları Prens Bender ve Elliott Abrams da olaya dahil olmuştur.


İran-Kontra olayı, iki yıl önce skandala karışmış isimler arasındaki gayr-ı resmi yollardan alınan derslere ilişkin bir tartışmanın konusuydu. Program her ne kadar gün ışığına çıkmış olsa da çıkarılan birinci sonuç, bunun Kongre'ye söylemeden gerçekleştirilebileceğiydi. Eski istihbarat subayına göre gelecekte yapılacak muhtemel örtülü operasyonlar açısından bu skandalın öğrettikleri şunlardı: Bir, arkadaşlarımıza güvenemezsin. İki, CIA bu tür operasyonların bütünüyle dışında kalmalıdır. Üç, üniformalı askerlere güvenemezsin. Dört, operasyonda, Başkan Yardımcısı Cheney'in ofisinden uzakta yapılmalıdır.”


Yönetimdeki iki danışman ve önde gelen eski istihbarat yetkilisi bana İran-Kontra olayının yankılarının Negreponte'nin Ulusal istihbaratın yönetiminden istifa etmesi ve Dışişleri Bakan yardımcılığı görevini kabul etmesine yol açtığını söyledi. (Negreponte bu konuda yorum yapmayı reddetti.)


Eski istihbarat yetkilileri aynı zamanda bana Negreponte'nin, Honduras'ta büyükelçilik yaptığı dönemde Reagan yönetimindeki deneyimini bir kez daha yaşamak istemediğini belirtti. Bu yetkili, Negreponte'nin “Asla, aynı yola bir kez daha girmem. Artık Milli Güvenlik Konseyi'nin kayıt dışı operasyonlarında yokum” dediğini aktardı. (CIA'in örtülü operasyonlarında Başkan, yazılı bir talimat düzenlemek ve Kongre'ye bilgi vermek durumundadır.) Negreponte Dışişleri Bakan Yardımcısı olarak kalmayı tercih etti, diyen yetkili, “zira hükümeti olumlu yönde etkileyebileceğini düşündü” dedi.


Hükümet danışmanı, Negreponte'nin Beyaz Saray'ın politikalarının amaçlarını paylaşmakla birlikte bunu legal çerçevede yapmak istediğini kaydetti. Bir başka Pentagon danışmanı ise bana “üst düzey rütbeliler arasında onun maceralı bir takım işlere sıcak bakmadığı yönünde his vardı” dedi. O, aynı zamanda Negreponte'nin Ortadoğu'yu düzenlemeye yönelik “acayip Rube Goldberg politikalarıyla da probleminin olduğu doğruydu” ifadesini kullandı.


Pentagon danışmanı, gözetleme açısından bir zorluğun da örtülü ödeneklerle ilgili olduğunu söyledi. “Her tarafa dağılmış çok miktarda kara para, farklı görevler için dünyanın dört bir yanında kullanılıyor” diyen eski üst düzey istihbarat yetkilisi ve emekli dört yıldızlı generale göre milyarlarca dolar serseri ve kayıt dışı paranın bulunduğu Irak'taki bütçe kaosu, bunu bu tür kayıtlar için araç haline getirmiş.


Eski bir MGK üyesi bana “bu, İran-Kontra olayına kadar gider” dedi ve ekledi: “Yaptıkları birçok şeyin amacı CIA'i bu işin dışında tutmaktı.” O, Kongre'nin ABD-S. Arabistan operasyonuyla ilgili tam olarak bilgilendirilmediğini söyledi. Ayrıca “CIA, Neler oluyor diye soruyor, bununla ilgileniyorlar çünkü onlar amatör düşünüyorlar” dedi.


Gözetleme meselesi Kongre'nin giderek daha fazla dikkatini çekmeye başlıyor. Geçen Kasım ayında Kongre Araştırma servisi Kongre için Amerikan Yönetimi'nin CIA faaliyetleriyle aynı raporlama gereksinimlerini karşılamayan askeri faaliyetler arasındaki çizginin silikleşmesiyle ilgili anlatılanlar üzerine bir rapor hazırladı. Ve Senatör Rockefeller'in başında olduğu Senato İstihbarat Komitesi, Savunma Bölümü istihbarat faaliyetlerine dair 8 Mart'ta tanıklıkları dinlemeyi gündemine aldı.


İstihbarat Komitesi üyesi ve Demokrat Parti'den Oragon Senatörü Ron Wayden, bana Bush Yönetimi'nin İstihbarat Komitesi'ne gereken bilgileri zamanında ve tam olarak verme konusundaki yasal görevini yerine getirmediğini söyledi. Her seferinde verilen yanıt “Bize güven” şeklinde oldu. Wyden, Yönetim'e güvenmem benim için oldukça zor” şeklinde konuştu.


medyasafak.com