Enis Nakkaş ile Fadlullah ve Arap Devrimleri Çerçevesinde Röportaj

Enis Nakkaş ile Fadlullah ve Arap Devrimleri Çerçevesinde Röportaj
Lübnanlı ünlü aktivist ve stratejist Enis Nakkaş verdiği röportajda işgale karşı direnişe yeni bir bakış açısı getiren Fadlallah’ın hayatını ele aldı ve Arap isyanlarının mahiyetini masaya yatırdı. Bu önemli söyleşiyi sunuyoruz:
 

 

I.BÖLÜM: BİR AL-ABED’İN YÜREK YAKICI HİKÂYESİ

Geçen asrın 80’lerinde Lübnan’da yaşanan dönemi nasıl tarif edersiniz?

O dönem İsrail ve Batılı müttefiklerinin bariz saldırılarının olduğu yıllardı. İsrail Beyrut’a girdi ve Lübnan’ın büyük bir kısmını işgal etti. NATO İsrail’e itiraz etti ve sonra kendisi Lübnan’a kuvvetler gönderdi. İşgal gücü kendi yönetimini düzenlemeye ve gücü kendi içerisinde dengelemeye çalıyordu. Aynı şekilde sistemi İsrail lehine düzenlemeye çabalıyordu. Ve kendi topraklarından Siyonistleri ve yabancı güçleri çıkarmak için tek şans direniş kalıyordu. Bu çok şiddetli bir dönemdi, yeni ve tecrübesiz olmasına rağmen direniş kuvvetleri düşmana büyük kayıplar verdiriyordu.

Direniş güçleri arasındaki iç anlaşmazlıklar hakkında ne söylemek istersiniz?

Anlaşmazlıkların en büyük nedeni, siyasi bilinçsizlikti ancak bunlardan bir bölümü de Lübnanlılar arasında bulunan istihbarat ajanları hasebiyleydi. Birçokları anlaşmazlıkların nedenini güç çekişmesi ve siyasi ihtilaflar olarak gösterse de, tarih bize, muhalif partiler içerisinde birçok istihbarat aygıtının çalıştığını ve bunun direniş güçlerini vurmak için bir plan olduğunu gösteriyor.

Seyyid Muhammed Hüseyin Fadllallah’ın dini otoritesi o kritik dönemde Siyonist düşmana karşı nasıl ortaya çıktı?

Hazretin rolü, vazifeyi teşhis etmesi ve dönemin dokusunu okumasıyla belirdi. O döneme uygun dakik bir reçete yazdı ve asıl zayıflığın korku olduğunu ve eğer onu düşmanın içine atarsak, onun istediği her şeyi yapacağını anladı, böylece en büyük kaygısı insanların akıllarında ve kalplerindeki korkuyu gidermekti. Aynı zamanda, doktrine bağlılığı ve direnişi ekledi. O direnişin teorisini İslam şeriatından, Kuran ayetlerinden ve tarih içerisinde şekillenen İslami çerçeveden faydalanarak daha açık bir hale getirdi. Onun dini otorite olarak eşi bulunmaz ve muhteşem oluşu gençlerin bilinçlenmesinde etkili oldu çünkü konuşmaları ve örnekleri geleneksel dini hutbelerden farklıydı. Şehid İmad Muğniye ve kardeşleri onun öğrencileriydiler, hatta Beyrut’un işgalinden bile önce.

Bugün onlarca yaralıyla birlikte kadın, erkek, çocuk 80 tane şehid verdiğimiz Bir Al-Abed’in içimizi acıtan anılarıyla yaşıyoruz. Asıl hedef neydi orada? Acaba gerçekler ABD Deniz Kuvvetleri Başkanlığının bombalanması olayında mı gizli?

Yerel ve uluslararası medya Seyid’i yeni direnişin ve yükselmekte olan Hizbullah’ın ruhani lideri olarak tanımladı ve bu da gerçeklere aykırı olmasa gerek, orada Lübnan’daki direnişin iki ilham kaynağı vardı, İmam Humeyni ve İslam İnkılâbı. Seyyid ise, Lübnan’daki liderdi, ancak bu Seyyid ile parti arasında organik bir bağın olduğu anlamına gelmiyordu. Seyyid dini liderdi ve direnişçiler ondan etkileniyor, kendisine soru soruyor ve danışıyorlardı. Aynı şekilde meselede bir de, İsrail ordusu ve Amerikalılar vardı. Onlar bu şahıstan haberdar değillerdi. Gazetelerde konuşan adamı Hizbullah’ın ruhani lideri olarak tanıdılar. Fakat Seyyid bu ilişkiyi reddetti ve şöyle dedi: “Ben onların mesulü değilim… Ben tüm İslami çözümlere açığım… Beni üçüncü gruplarla ya da belli bir partiyle sınırlamayın.”

Bir-al-Abed’de en göze çarpan şey, onu tanımlama şeklimiz ve o günden bu güne bundan acı çekmemizdir… Ve içimizi kanatan Bir al-Abed olayı Amerikalıların Seyyid’i öldürme kararından ibarettir. Körfez ülkelerindeki tanınmış şahsiyetlerin finansal bir bağlantısı vardı bu olayla ve görevi Lübnanlı istihbarat ajanları uygulamıştı. Yerel memurlar hiçbir şey yapmadılar veya ideolojik ya da mezhebi ihtilaflarla bir ilişkileri yoktu. Lakin tüm dertleri paraydı, Lübnan içerisindeki şebekeler arabaya koyulan düzeneği yaptılar. İşte bu modelin tehlikeli oluşu buradan kaynaklanıyor çünkü olay büyük bir devlette başlıyor, bir bölge ülkesinde devam ediyor, para aşığı, kötü ahlaklı, hap müptelası Lübnanlılar eliyle uygulanıyor. Bu bugün Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da tanık olduğumuz, adına bölgesel uluslararası koordinasyon denilen, siyasi aptallıklarından dolayı dönen dolabı anlayamayan bazı bölge ülkeleriyle işbirliği içinde yürütülen ve bu güçleri ve onların imkânlarını satın alarak, düşmanı da tehlikeden uzak tutan modeldir.

Ancak Kongre olayla ilişkisini reddetti!

Evet, Kongre, olayla ilişkisini reddetti ama ne ilginçtir ki, patlamadan sonra gençler üzerinde “Made in Amerika” yazan, olan bitenden tamamen haberdar olduklarını gösteren bir pankart açtılar. Bu olay, kendilerinin olayla ilişkisi olmadığını gizlemek için, Lübnanlılardan faydalanan, Arap sermayesini kullanan Amerikalıları şaşırttı. Öyle ki, CIA İstihbarat Müdürü, William Casey, ihtiyaç duyulan 3 milyon doları Körfez ülkelerinden temin etmiş. ABD’nin buna ihtiyacı olduğundan değil, herhangi bir döviz transferinin ABD makamlarının da bu işin için olduğunu ispatlayacağından.

Bölge ülkeleri Seyyid’i (r.a) öldürerek ne elde edebilirler ki?

Bölge ülkelerinin çıkarları, Amerika’nın stratejik çıkarlarına bağlıdır ve bağlarının olması garipsenecek bir şey değildir. Ancak bir de bu konuda yapılmış yazılı anlaşmalar var. Onlar kendilerinden başka herhangi bir popüler otorite istemiyorlar, düşünceleri her ne olursa olsun, hatta İsrail karşısında durmaya çalışan Filistin bile… Çünkü bu, bölgeye uygulanan stratejinin hedefidir ayrıca, Arap tavrıyla yoğrulmamış devrimci güçlerin çıkışı da, güçler dengesine zarar veriyor.

Bu olayın direniş ekseninde, halk üzerinde olsun, askeri kanat üzerinde olsun etkileri nasıldı?

Bu büyük olay, direniş cephesindeki basireti artırdı; kendilerini ve ellerindekileri daha fazla korumaları gerektiği düşüncesini gösterdi onlara. Yaptıkları işin iyiliği konusundaki güveni artırdı. Her verilen şehid, bu direnişteki imanı, gücü ve kararlılığı ve bu yolda yürümek için azmi daha da artırıyor. Bu yüzden, şehadet ve kamçılanma arasında bir ilişki vardır.

“Robert Bear” gibi 1985 olaylarında da adı geçen şahısların, bugün CIA adıyla Lübnan’a dönüşlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Onlar görüntüde, askeri olarak sahneden çekildiler ancak kuvvetleri halen yerel güçleri direnişle çatışma için kullanıyor. Lübnan partilerinin bugün 8 ve 14 Mart cepheleri olarak ikiye ayrılışının da altında Amerikan-İsrail kışkırtmalarının etkileri vardır.

Lübnan’da hedefi İsrail’i tehdit etmek olan direnişin silahlarını isteme cüreti, yalnızca basit bir politik analiz değildir çünkü onlar ABD ile stratejik birliktelik içerisindeler ve dahası Amerika direnişe yardımcı olan yerel güçlerin zayıflatılması gerektiğine ve Lübnan’daki gücün kontrol edilmesi gerektiğine inanıyordu. Böylece en tehlikeli olanın toplanması işi kaldı. Bu bilgi toplayan ajanların toplanması değildi ancak toplumsal etkisi olan, kamuoyunu etkileyen casusların toplanmasıydı. Amaç insanları direnişten uzaklaştırmak ve ona karşı bir akım oluşturmaktı. Lübnan’da yapılmak istenen Lübnanlılar arasındaki bağı kopararak hizipsel ayrışma yaratmak hatta direnişe olan desteği yok etmektir ancak tüm bu uğraşlar sonuçsuzdur çünkü dengeler karşılaşılan güçlüklere ve bölgedeki anlaşmazlıklara göre değişiyor ve halk direnişle birlikte duruyor.

 

II. BÖLÜM: ARAP HAREKETİNİN GELECEĞİ

Bölgede yaşanan demokratik tecrübelerin farklı yönlere sahip olduğu görünüyor. Bölgenin bir planını çizersek batı mevcut hareketlerle kendi çıkarlarını korumak ve İsrail’e mutlak bir güvenlik sağlamak istiyor. Bugün Arap dünyasında olanları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu hareket başladığı andan itibaren, “Arap Baharı” etiketini reddettim ve bir “devrim” olduğunu düşünerek onu kamuflajlı Arap hareketi olarak isimlendirdim çünkü bu hareket askerlerin giydiği çok renkli elbiseye bürünmüş gibi görünüyor. Bu terim tüm renkleri görebilmeyi ve söyleyebilmeyi sağlıyor. Sonuç olarak, ben bu hareketin tek renkli ve tek kutuplu bir hareket olduğuna inanmıyorum. Ayrıca tek bir hedefi de yok, burada hareket eden bir grup el var. Arapların ve Batılıların elleri… İran ve etkisini unutmamak gerek. Ve muzaffer direniş ve onun etkilerini de… Seyyid Hasan Nasrallah’ın devrim senaryosunda dile getirdiği gibi: eğer Amerika Irak’ta kazansa ve direniş ekseninin üyeleri olarak Suriye ve İran’ın kafasını koparsa ve kontrol altına alsa, acaba “Arap Baharı” diyeceğimiz şey bu mu olacak?

Tam tersi, Mübarek ve Bin Ali yeniden kral olacak ve Arap halkları daha çok günah işleyecek, daha çok mağaralara çekilecekler. Dahası bu harekette daha ortaya çıkmamış çok şey var. Bunlardan ilki, Amerikalıların sözde terörizme karşı Irak ve Afganistan’daki mücadeleleri boyunca yayınladıkları çalışmalarda İslam ümmetini değiştirmek için askeri müdahalenin yeterli olmadığını yazmalarıydı, ancak hedef standartları değiştirmek ve Arap mantalitesini değiştirmek için çalışmaktır ve bu da sözde “kamu diplomasisi”, insanlarla ve STK’larla edinilmiş diplomatik tecrübe gerektirir. Beyinleri yıkamak için medyayı kullanmayı gerektirir. Aynı şekilde bu değişimlerin bir kısmı da rejim değişiklikleri… Bu rejimler onları güvenlik açısından ve ekonomik olarak takviye ediyor olsa da, kültürel ve sosyal olarak beslemiyor zira aşırıcı insanlar üretiyor. Bunu demokrasiyle değiştirmek istiyorlar. Sonunda herkesin sadece kendiyle ilgilendiği bir sisteme ulaşılacak. Sonunda “Arap Demokrasi” ile “İsrail Demokrasisi” barışı yakalayacak.

Irak ve Afganistan planlarında Arap ülkelerine askeri müdahaleler planlanmıştı ancak Arap ve İslam ülkelerinin zihniyetinin değişimi için uzun süreli bir plan yapılmamıştı. Bugün şiddetle uygulanmaya çalışılan şey işte budur. Elbette bu onların halk ayaklanmasını istedikleri anlamına gelmiyor. Mesela bugün Tunus’ta olanlar, onlar iki seçeneğe sahiplerdi: ya kendilerini destekleyen bir rejime karşı halkın ayaklandığını ilan edeceklerdi ya da devrimle uzlaşarak ondan faydalanma yoluna gideceklerdi ve ikinci yolu seçtiler.

Kesinlikle, onlar halk hareketi karşısında duramıyorlar çünkü bu onların aleyhine onlarca söylemi de beraberinde getirir, bu yüzden, kendilerini planın içerisine dâhil edip, vaziyeti kendi çıkarları için nasıl değiştirebileceklerini düşünüyorlar. Dahası biz hedefli bir şekilde hareket eden bir halk hareketinin olduğuna inanıyoruz ve onların hareket etmeye hakları da var. Ancak Batı’nın planına da dâhil oldukları da görülüyor… Wikileaks belgeleri Mübarek döneminde bu bilgisayar, İnternet ve diğer detay hakkında yetiştirilen gençlerle iletişim kurmak için 170 milyon doların harcandığını söylüyor. Aynı şekilde Mübarek’in gidişinden iki ay sonra, ABD Büyükelçisinin belli organizasyonlara 40 milyon dolar verdiğine dair bilgiler de var elimizde. Ayrıca ABD tarafından kurulan bir STK’nın Mısır’da çalışmalar yaptığını, paralar akıttığını duyduk. Bu organizasyonlar gençleri farklı bir düşünce yapısına itiyorlar ve askeri cuntayı da Müslüman Kardeşlere karşı kışkırtıyorlar.

Amerikalılar topraklarında bunları yaparken, Mübarek dönemi istihbaratı neredeydi?

Onlar olan biteni her şeyi biliyorlardı ve koca bir aptallıkla bu gençlerin Amerikalılar tarafından eğitilmesine göz yumdular. Yalnız, Hüsnü Mübarek ABD’nin onu asla terk etmeyeceğinden emindi, özellikle de eskiden yaptığı büyük hizmetlerden sonra. Böylece bu organizasyonları istihbarat ve ordu yok etti çünkü huzuru bozuyorlardı. Mısır kendi işini kendi çözemezdi, ABD araya girdi ve mahkemeyi kendisi yaptı ve dahası, ABD ile Mısır arasındaki krizden sonra, mahkeme iptal edildi, ABD bu insanlara seyahat izni verdi. Elbette anlaşma nedir söylenmedi ancak ben onların para karşılığında salındığını düşünüyorum.

Öte taraftan, Kanada menşeli bir raporda Tunus’un yeni başkanının CIA takipçisi olmadığı ancak demokrasi ve insani özgürlükler için Amerikalı bir organizasyondan para yardımı aldığı söyleniyor. Şimdi, CIA ile çalışmakla, insan hakları organizasyonlarında çalışmak arasında nasıl bir fark var? Ayrıca, Tunus’ta özgürlüğü ve demokrasiyi yaymak için ABD’den para alınmasından dolayı neden memnun olayım? Ve o görevde olduğu sürece ABD’ye muhalif olamayacaktır.

Çok ilginçtir ki, devrimin başlarında, ABD yetkililerinden birinin ağzından yeni düzenin şekillendirilmesine dair bazı noktalar kaçmıştı ancak bunlar üzerinde fazla durulmadı. Bu durum Arap halklarının konuşmalarla yönlendirilmesini kolaylaştırdı değil mi?

Tunus’ta üç haftada gösterilerin başlamasından önce, Doha’da “bölgede değişim” başlıklı bir konferans düzenlendi, o gün Clinton orada, eğer değişim sizden gelirse, biz de onunla birlikte oluruz, yoksa değişim ve demokrasi için değişim nereden gelirse, biz orada oluruz” dedi.

Acaba bazı Arap ülkelerinde seçimleri kazanmalarından sonra İslamcıların önünde iktidarı elde etmek için tarihi bir fırsat mı var ve selefiler kolaylaştırıcı bir rol mü oynuyorlar, yoksa bilakis İslami tecrübenin önünü mü kapatıyorlar?

Öncelikle, sadece Araplar ya da onlar içerisindeki hareketler için değil, uluslararası geçerliliği olan bir kural vardır, ya ekonomik olarak, dünyaya bakış olarak, ABD’nin uluslararası siyaset metodunun peşinden gideceksin ya da İran gibi Amerikan projelerine başkaldıracaksın, bağımsız olacaksın. Sakallı sakalsız, uzun sakallı ya da kısa, tüm Müslümanların ABD projelerine karşı olmaları gerekir. Eğer ABD projelerine karşı bağımsız değilse, o zaman bağımlıdır çünkü bir bağımsız vardır, bir de yarı bağımsız, dahası bu İslamcıların sınavı… Tüm hepsi bu görüşü anlamak zorundadırlar.

Dostum Faysal Calul’un güzel bir makalesi var ve orada Marzuki’nin şu sözlerine işaret ediyor: “Acaba Zeynel Abidin’in benden iyi olması makul bir şey midir? Benim apaçık bir imanım var ve ben bir insanım…” Daha sonra gülerek şunları söylüyor: “Mesele sen ya da o değil. Mesele sistem… Sen de yönetmeye başladığında ve Cumhurbaşkanı olduğunda, Tunus dış yatırım olmadan, turizm olmadan yaşayacak diyemezsin. Senin Batı olmaksızın nasıl hareket edebileceğini merak ediyorum. Elbette bunu yapman mümkündür, eğer programın ve kendine ait görüşün varsa. Ama sen diyorsun ki, Zeynel Abidin’den daha iyiyim. Yalnız, bir kere Davos’a gidersen, onları arayarak bizlere yatırım yapın der ve sizin şartlarınızı kabul ediyoruz, belki de Zeynel Abidin’den daha fazla sizim uygulamalarınızı koruyacağız dersin. Ve ABD yatırım için geldiğinde, Zeynel Abidin kadar hatta ondan daha fazla senden, yatırımlarını korumanı ve işçilere bolca hak tanımamanı isteyecektir çünkü bu şekilde olmazsa, büyük karlar elde edemez. Daha sonra sen ülkende yatırım yaptıklarından dolayı mutlu olacak ve bu şartları uygulayacak mısın? Belki sen kapitalist değilsin ancak mesele ne sen ne de Zeynel Abidin, mesele sistemin içinde olup olmamakla alakalı…

Mısır halkı büyük bir devrim yaptı ancak sonra milyarlarca dolar borcu olduğunu gördü ve gıda ithalatı için gerekli parayı iki ay içinde ödeyemeyeceğini fark etti. Böylece, Mısır’ın karşı karşıya kaldığı büyük ekonomik krizde sorun şuydu: Acaba muhalifler küresel sistemin yeni durumunu dair bilgi sahibiler mi? Bu durumdan nasıl kurtulacaklardı? Yoksa bu devrim sadece hırsız hükümete, devlet başkanına karşı bir kin miydi? Yoksa onlar yerlerini aldıklarında tüm bu şeyler çözülecek miydi?

Peki ya İran?

İran, bağımsız bir lokomotif olmak istiyor, bu yüzden, ona karşı yaptırımlar da artıyor. İranlılar bu sistemin dışında kalmak istediler. Batının yatırımlarını kabul etmediler ve şimdi nükleer güce ya da potansiyele sahipler ve bu 80 milyonluk bir İranlı müşteri meselesi değil, bu mesele senin yapmak istediğini yapmakta özgür olmanla alakalı ancak sen Batı siyasetine eğilim duyarak ülkeni işgal etmesine ve seni sömürmelerine izin verirsen iş değişir… İran bağımsız olmaya karar verdi ve bu da Batıyla uzlaşmamak anlamına geliyor.

Mısır’da İslamcıların yükselişi önemli ulusal meselelerin çözümünde bir etken olabilir mi ve acaba Camp David anlaşmasına gerçek bir tehdit oluşturuyor mu?

Kimse şimdiden bunu öngöremez. Çok renkli hareketler var belirttiğim gibi. Defalarca altını çizdim, İslamcılar hakkında endişeliyim ancak onlardan korkmuyorum. Onlar hakkında hata yapmaktan korkuyorum. Bugün Filistin meselesindeki mücadele şöyle: Acaba bizim Filistin meselesiyle alakamız insani bir mesele mi yoksa bu şeri bir vazife mi? Görüldüğü gibi, şeri sorular yerlerini almaktalar, örneğin, ben Tunus’ta İslamcılardan ayrıldım ancak (diyorum ki) İslam’da hayatın her şeyine dair görüş yok, bu İslam olmadan İslamcı olmak demek. İslamcılar iktidarda olabilirler ancak Filistin’de şeriat yok. Ülkede, gece kulüpleri, alkol, faiz vardı. Ben Filistin’in İsrail tarafından işgalini de hatırlıyorum.

Ancak diğer bir şans daha var Siyonist düşmanla yüzleşmek için, o da meseleye insani bir boyut kazandırmaktır, çünkü o öncelikle ırkçı ve eski sömürgecilik hedefinde çünkü sömürgeciliğin bir kolu ve bölgenin güçlenmesini engellemek niyetinde. Bu yüzden birçok noktada biz dini bakış yerine, siyasi analizlere geçiyoruz.

Devrimlere verilen destek ve İran nükleer meselesiyle ilgili olarak perde arkasında bir Tel-Aviv Washington savaşı olduğu doğru mu?

İsrail yara aldı çünkü o istibdat rejiminin yeni kapılar açan güçlere karşı en iyi sistem olduğunu düşünüyor ancak bu durum ABD ile İsrail arasındaki çıkar farklılığının başlangıç noktasını oluşturuyor. Çünkü ABD çıkarları sebebiyle değil İsrail yüzünden Ortadoğu’daki her şeyini kaybediyor. Arap dünyasıyla bir şekilde anlaşılabilirdi. Bu başka bir bakış açısı, neden İslam dünyası ABD ile bir araya gelerek şunu sormadı, benden ne istiyorsun? Petrol mü? İran, Amerika’dan bağımsız masaya oturan bir Amerikan şirketine para karşılığında petrol bile satardı.

İsrail’e bu mutlak bağlılığın sebebi nedir?

Onlar yanlış yolu tercih ettiler. Arapların anlaşmaya yanaşmayacağını düşündüler ve böylece Arap Dünyasını hedef alan ABD-İsrail birlikteliği çıktı ortaya. Brzezinski, bugün boyun eğdirme politikasının bir şey ifade etmediğini söylüyor. İki teori var karşımızda… Onlar İsrail’den Arap dünyasını boyun eğdirmesini istiyor. Diğer yol ise, Araplara ne istediklerini sormak.

“Times” dergisine, İsrail için bir yazı yazmıştım. İsrail’i, özellikleri iyi tanınmamış bir kız olarak İsrail’i tanımlamıştım ABD için. ABD onun yanlış tanıdığını anlayacak, Araplar ve Müslümanlar arasında anlaşmazlık çıkarmak için milyarlarca dolar verdiğine pişman olacak ve böylece onun yüzünden konumunu yitirecek. ABD İsrail için geliştirdiği metodun yanlışlığını fark etti. Bugün İran ile anlaşmak için müttefik arayışında ancak İran anlaşmak istemiyor ve bu da isteklerinin boyun eğme anlamına geldiğini gösteriyor.

İran neden görüşmek istemiyor?

ABD görüşmek istiyor ama İran reddediyor çünkü ABD ekonomik olarak da, güvenlik açısından da iflas etmiş durumda.

Bugün bölgesel güçler arasında soğuk bir savaş mı var? Bölgesel bir savaşın eşiğinde miyiz? Son gelişmeler ışığında, bir dünya savaşından bahsedebilir miyiz?

Kelimenin tam anlamıyla soğuk savaş var. Obama’nın ziyaretinden sonra Avustralya askeri gücünü artırmak istediğini duyurdu. Çin Başbakanı deniz kuvvetlerine savaşa hazır olmalarını söyledi, Rusya onları Ortadoğu’dan uzak tutmak için uğraştı. Rusya İran’ın nükleer programını kabullenmedi çünkü nükleer güç sahibi bir İran istemiyordu ancak şimdi İran’ı savunuyor ve nükleer silah sahibi olmaya hakkı var diyor. Hiç kimse İran’a silah satmasa da onlar satıyor.

Bu soğuk savaş, dünyanın ABD ve müttefikleri tarafından tek kutuplu olarak yönetilmesine karşı… Birçok kutup olmalı, güçler sınırlarını bilmeli ve dünya haritası yeniden şekillenmeli. Bu sebeplerden dolayı, Rusya ve Çin ABD ve Avrupa’ya karşı çok yönlü stratejik görüşmeler yapıyorlar.  

 

islammoasser.org sitesinde Arapça yayınlanan bu röportaj Hüseyin Beheştî tarafından medyasafak.com için tercüme edildi.