Bu birliktelik, “O olmadığı takdirde, diğer varlıklar da olmayacaktır” anlamına gelir. Konuyu bir örnekle zenginleştirmek mümkündür: Güneş ve ışınları bir aradadırlar, öyle değil mi? Peki, bunlar arasında bir eşitlik ilişkisi mi söz konusudur? Hayır. Güneş hal diliyle, ışınlarına, “Eğer ben bir ân olmasam, siz de olmazsınız” demekte. Işınların Güneş’e olan bağlılığı, bağlığın (taalluk) ta kendisidir.
Sunduğumuz bu bilgiler Sa’d el-Eşarî’nin, İbn Sebe ve Sebeiyye hakkındaki açıklamalarının bir bölümünü kendisinden önce yazılan mezhepler tarihi kitaplarından, diğer kısmını ise yukarıda işaret ettiğimiz kaynaklardan aldığını teyit etmesi açısından yeterlidir. Nitekim onun “ehl-i ilim diyor ki” sözü de bunu işaret etmektedir. Zira o “ilim ehli” tabiriyle Şia’yı kastetseydi şüphesiz “ashabımızdan bir topluluk” derdi.
Dolayısıyla istediğiniz her şeyi yapmak istemeniz, özgürlük değildir. Özgürlük bilinçledir. Bazen özgürlük, bir şeyi yapmamaktır [yapmamayı istemektir]. Yalnızca istediğiniz her şeyi yapınca mı özgürsünüzdür, yoksa bazen yapmadığınızda da mı özgürsünüzdür? O halde ben akla itaat ettiğimde mi özgürüm, nefsime mahkûm olduğumda mı? Akla itaat etmek özgürlüktür.
Çağdaş Faslı Arap düşünür Muhammed Âbid el-Câbirî, kendi düşünsel projesinde Şiî tefekkürünü Hermetik görüşlerin ve Gnostik – rasyonel olmayan – düşüncelerin bir ürünü olarak görür. O bu ilişkiyi, yapısalcılık ve söylem analizi gibi yöntemlerden faydalanmak ve tarihsel kanıtlar sunmak suretiyle keşfetmeye çalışmaktadır. Elinizdeki çalışma bu ilişkinin varlığını ve bu [varsayımsal] ilişkiden hâsıl olan sonuçları kritik etmeyi amaçlamaktadır.
"Auguste Comte’un dinin kaynağı hakkındaki teorisi, Freud ve William James’in tapınma olgusundaki farklı yorumları, Nikki R. Keddie ve Michel Foucault’un İran İslâm İnkılâbı hakkındaki görüşleri, Anthony Giddens’in yapılandırma kuramı; teorilerin felsefî temellerden ve inançlardan doğrudan etkilendiklerinin açık örnekleridirler."
Ayrıca Hz. Ali de Münacat-ı Şabaniye’de şöyle buyuruyor: “إِلَهِی هَبْ لِی کَمَالَ الانْقِطَاعِ إِلَیْکَ وَ أَنِرْ أَبْصَارَ قُلُوبِنَا بِضِیَاءِ نَظَرِهَا إِلَیْکَ حَتَّى تَخْرِقَ أَبْصَارُ الْقُلُوبِ حُجُبَ النُّورِ فَتَصِلَ إِلَى مَعْدِنِ الْعَظَمَهِ” (Allah’ım bize yaratılmışlardan kopup sana yönelmenin kemâlini bahşet. Kalplerimizin gözünü sana bakma ışığıyla aydınlat ta ki kalp gözlerimiz nur hicaplarını yırtıp azametinin kaynağına ulaşsın!)
Her zerrede, damlada, varlıkta ilahî sevgi vardır çünkü hepsi Hak Teâlâ’ya doğru bir hareket halindedir. Her varlık hareket halindedir. Bu âlemde sakin bir varlık yoktur. Bu hareket, Hakk’a doğru bir “hubbi harekettir” (sevgi hareketidir). Bu hareket, her zaman yükseliş yönlü bir harekettir; düşüş yönlü bir hareket değildir. Sonbaharda yaprağın düşmesi gibi zâhiren düşüş yönlü hareketler bile bir başka yükseliş hareketinin çizgisi üzerindedir.