Medeniyet Tarihi ve Mehdevî Devlet kitabının yazarı Muhammed Hâdî Hümayun, İsra Sûresi’ndeki ayetlere göre “İsrail” Yahudilerinin iki merhalede yıkıma uğrayacağına ve Siyonistleri içeriden yıkılmaya sevk edenin Direniş Ekseni olduğuna inanıyor.
Önceki nebevî tecrübeler de bu garipsemeyi ortadan kaldırmak veya uzak görülen bir şeyi ispat etmek için Kur’ân-ı Kerim’de geçmektedir. İmam Mehdî’nin (a.f.) uzun ömrünün garipsenmesi ve Hz. Peygamber’in uyardığı azabın inişinin uzaması bu türdendir. İşte burada Kur’ân’daki Hz. Nûh (a.s.) kıssası devreye girmektedir. Yine İmam Ali’nin (a.s.) Hz. Peygamber’e göre menzilesi, imametin O’na ve nesline tahsisi bu kabildendir. Hz. Hârûn’un Hz. Mûsâ’ya (a.s.) nazaran konumunun Kur’ân’da geçmesi ve imametin Hârûn ve zürriyetine has kılınması...
Şiî mütekellimler Küçük Gaybet döneminde İmam Mehdî’nin varlığını ispat etmek için şu iki metodu kullanmışlardır. Biz burada Şia’nın kadim bilginlerinden üçünün bu konuyu dair nasıl istidlalde bulunduklarına örnek vereceğiz. Bu açıklamaları Şeyh Sadûk’un İkmâlü’d-Dîn adlı eserinden naklediyoruz.
"Faal akıl, evreni idare eden akl-ı küll’dür. İnsân-ı Kâmil’in aklı da o akılla bir birlik kuran ve uyumlu olan bir akıldır."
Bu bölümde Ahmed el-Kâtib’in İmam Mehdî’nin (a.s.) varlığı hakkında oluşturmak istediği şüpheleri cevaplandırmaya çalışacağız. Onun bu bağlamdaki iddialarından biri de şudur: 'Hicrî üçüncü ve dördüncü asırlarda Şia -azınlık bir grup hariç- Muhammed b. Hasan el-Askerî’nin varlığına inanmıyordu. Nitekim bu durumu Nevbahtî, Eşarî, Kuleynî, Numânî, Sadûk, el-Müfîd ve Tûsî gibi Şiî müelliflerin tamamına yakını kaydetmiş ve bu döneme Asrü’l-Hayret (Şaşkınlık Çağı) adını vermişlerdir.'
İran’daki birçok din âlimi Sünnî idi ve bunlar arasında Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî ve hatta Hanefî mezhebinin kurucusu Ebû Hanîfe gibi isimler de bulunmaktaydı. Bu listeye Gazzâli, Cüveynî, Fahr-i Râzî, Zemahşerî ve Mevlânâ’yı da eklediğimizde şu gerçeğe ulaşmamız gerekecektir: Eğer İranlılar mezhep adı altında Araplardan intikam almayı amaçlasaydı, bunun Şiîlik vasıtasıyla değil; bilakis kural gereği diğer mezhepler (Sünnî) yoluyla gerçekleştirilmesi gerekirdi. Tüm bunlara ilaveten, Şiîliğin İran’daki müessisleri ve mübelliğleri çoğunlukla Araplardı.
"Buhârî ez-Zührî’den; o Urve’den; o da Aişe’den şöyle haber verdi: Fâtıma (a.s.) Ebû Bekr’e karşı öfkelenmiş, ona darılmış ve vefat edinceye kadar onunla konuşmamıştır… Eşi Ali O’nu geceleyin defnetmiş, bunu Ebû Bekir’e bildirmemiş ve cenaze namazını kılmalarına da izin vermemiştir.”