Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (4)

Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (4)
Değerli dostlar, Kur’ân-ı Kerim acaba Hz. Harun’a ne tür şeyler bağışlıyor ki biz de nübüvvet dışında Ali (a.s.) için bunların sabit olduğunu söyleyebiliyoruz? Kur’ân-ı Kerim, Tâhâ sûresinin 24. ayetinden 36. ayetine kadar bir kıssadan bahsetmektedir. Allah’a kasem ediyorum ki bu ayetler öncekilere de sonrakilere de yeterli gelir. Ancak insan hakikati görebilmek için basiret sahibi olmalıdır.

 

 

Sunucu: Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla, hamd Allah'a özgüdür. Değerli izleyicilerimiz sizleri en güzel duygularla selâmlıyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû. Programa başlarken Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e hoş geldiniz diyor ve kendisini selâmlıyoruz. Efendim, önceki bölümde konunun can alıcı noktasını oluşturan bazı hususlara değindiniz. Açıklamalarınızın bir bölümü nifak ve kimi sahâbenin faziletleri, bir bölümü de İmam Ali ve Ehl-i Beyt'in yerilmesi hakkında uydurulan hadislere dayanmaktaydı. Acaba konuyla ilgili başka karineler bulunmakta mıdır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Öncelikle şunu vurgulamak istiyorum: Nifak gerçeğini anlamadığımız müddetçe Medine döneminde Hz. Resûlullah'ın yaşadığı olayların hakikatlerini kavrayabilmemiz de mümkün gözükmüyor. Dahası Hz. Peygamber'in vefatından sonra gerçekleşen hadiselerin içyüzünün anlaşılması da buna bağlıdır. Bu meselenin fikrî, akidevî, ahlakî, fıkhî, siyasî ve ictimaî boyutlarda önemli ve olumsuz etkileri vardır. Nifak İslam toplumunun varlığında büyük çalkantılar oluşturmuştur. Esasında bu bize Kur'ân-ı Kerim'in niçin bu meseleye önem verdiğini de göstermektedir. Evet, Kur'ân-ı Kerim bu meselenin önemini, tehlikesini vurgulamış, hakikatini kavramamızı istemiştir.

 

Resûlullah ile birlikte savaşa çıkmasına şiddetle ihtiyaç olduğu halde, İmam Ali'nin (a.s.) Medine'de halef bırakılmasının nedenini anlamak sadedinde şu açıklamalarda bulunmuştuk: Şartlar Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) bu hayatî önem taşıyan savaşta Hz. Ali'yi yerine bırakmasını gerektirmekteydi. Bu savaş İslam'ın geleceğini tayin eden bir savaştır. Resûlullah (s.a.a.) nifaktan ve Medine'de kalıp da kendisiyle birlikte savaşa çıkmayan münafıklardan yana endişeliydi. Peki böyle bir ortamda ne yapabilirdi? Tabiatı ile münafıkların Resûl-u Âzam'ın (s.a.a.) devletin merkezi Medine-i Münevvere'den çok uzakta olduklarını gördükleri anda -çağdaş kavramlarla konuşacak olursak- darbe yapmaları hâlinde karşılarında durabilecek hiç kimse yoktu. Özellikle onların bu arzularını ortaya koyan kanıtların bulunduğunu da düşünürsek... Tarihe müracaat ettiğimizde münafıkların Tebük Gazvesinde Resûlullah'ı ortadan kaldırma girişiminde bulunduklarını görmekteyiz. Onlar Resûlullah'ı (s.a.a.) ortadan kaldırdıktan sonra yönetimi ellerine geçirecek, İslam'ı ortadan kaldıracak ve tekrar cahiliye dönemine döneceklerdi. Bu isteklerine Resûlullah'ın (s.a.a.) vefatının üzerinden otuz yıl geçtikten sonra ulaştılar. Yani Muaviye müminlerin yönetimini üstlenince dinî kavramların tamamında bir karşı devrim oluştu. Bu projenin temellerinin henüz Resûlullah hayattayken atıldığını söyleyebiliriz.

 

Münafıkların karşı devrim için ne tür bir proje çizdiklerini görebilmek için Tebük Gazvesi konusunda okumalar yapmaya ihtiyaç duymaktayız.

 

Bir kanıt sunmak istiyorum. Sunacağım bu kanıt, şaşırtıcı bir şekilde, hadisin içeriği hakkında kuşkular oluşturmaya çalışan Şeyh İbn Teymiyye'nin açıklamalarından biri olacak. O, İmam Ali'nin Medine'de bırakılmasının herhangi bir kıymete haiz olmadığını ortaya koymaya çalışmaktadır. Bakınız o, Kitâbu'l-İman adlı eserinde ne diyor:

 

Tebük Gazvesinde Resûlullah diğerlerini davet ettiği gibi onları (münafıkları) da savaşa davet etti. Münafıkların bir bölümü Resûlullah (s.a.a.) ile savaşa çıkmış bir bölümü ise Medine'de kalmıştı. Onunla savaşa çıkanlar yolda O'nu (s.a.a.) şehid etmeye yeltendiler. Münafıklar Tebük Gazvesinde, Resûlullah'ın (s.a.a.) vadiye düşüp ölmesi için devesinin bağını çözmeyi kararlaştırdılar. Ancak vahiy gelerek O'na bunu haber verdi. Hz. Peygamber de suikast girişiminde bulunanların isimlerini Huzeyfe'ye gizlice bildirdi.[1]

 

İbn Teymiyye bu pasajda İslam toplumundaki nifak olgusunun tehlikesine ve önemine dikkat çekmek istiyor. Pasajdan anlaşıldığında göre münafıkların hem Medine içinde hem de Resûl'un (s.a.a.) ordusunda rolleri vardı. Pasaj ayrıca, münafıkların genç İslam Devletini ortadan kaldırmak için görüşme yaptıklarını ve projeler çizdiklerini ortaya koymaktadır.

 

Resûlullah'ı öldürmeye yeltenen fakat başarısız olan ama O'nun vefatından sonra yönetim kademelerinde yer alan ve iktidarı ele geçiren bu münafıkların isimlerini ileride detaylı olarak sunabilmek için Allah Azze ve Celle'den tevfik diliyoruz. Emîrü'l-Müminîn Ali (a.s.) Nehcü'l-Belâğa adlı eserde ‘‘Bu münafıklar, Resûlullah vefat edince yönetime dâhil oldular'' demektedir.

 

Özetle Resûlullah'ın ortadan kaldırılması için Tebük Gazvesinde bir gayret olduğunu görmekteyiz. Ayrıca bu münafıkların isimleri Huzeyfe'nin yanındadır. Bundan dolayıdır ki Sahihü'l-Buharî ve diğer Ehl-i Sünnet kaynaklarında, Resûlullah'ın aralarında aşere-i mübeşşereden oldukları iddia edilen kimselerin yer aldığı sahâbesinden bir grubun, Huzeyfe'ye gelip “Ey Huzeyfe, bizim ismimiz de bunlar arasında mı?” diye sordukları geçmektedir.

 

Soru: Eğer bunlar cennetle müjdelenmişler ise niçin isimlerinin münafıkların listesinde yer almasından korkuyorlar? Bu hadisler, ‘‘şunlar cennetle müjdelenen kişilerdir'' türünden hadislerin uydurma olduğunu ortaya koymaktadır. Gerçi Ali b. Ebu Tâlib (a.s.) gibilerinin özel bir konumu vardır. Bizler isimlerine işaret etmek istemediğim diğer kimseler hakkında konuşuyoruz. Sahih rivayetler bunların Huzeyfe'ye geldiklerini ve isimlerinin bu listede olup olmadığını sorduklarını göstermektedir. Eğer bunlar cennet ile müjdelenmiş olsalardı bu kadar korkarlar mıydı?

 

Devamında şöyle diyor:

 

Resûlullah (s.a.a.) Huzeyfe'ye isimlerini gizlice bildirdi. Bundan dolayıdır ki ona ‘‘başkasının bilmediği sırrın sahibi'' denmiştir. Bununla birlikte sahih hadiste sabit olduğuna göre onlara zâhiren iman ehlinin hükümleri uygulanmıştır. Bu açıklamalarla da konuyla ilgili birçok şüphenin cevabı ortaya çıkmış oluyor… Münafıklar geçmişte var oldukları gibi kıyamet gününe kadar da var olacaklar. Nifakın birçok şubesi mevcuttur. Sahâbîler kendilerinin münafık olmalarından korkuyorlardı.[2]

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Lâ ilâhe illallah diyen kimsenin malı, kanı ve ırzını korunmuş olur” diyor. Bu hadis sahâbenin bir bölümünde nifak olgusunun bulunduğunu göstermektedir. Bazı cahillerin iddia ettikleri gibi bu münafıklar Arapların basit, sıradan insanları değildi. Bunlar Resûlullah (s.a.a.) ile sefere çıkıp O'nun yanında yer alan ve dahası O'nu öldürmeye yeltenenlerdi!

 

Peki bu gerçeklik sahâbenin tamamının adil ve cennetlik olduğu nazariyesi ile nasıl uyum gösterecektir?

 

Bilemiyorum, insanların akılları nerede! Ağızlarında sürekli ‘‘Sahâbenin hepsi adildir, hepsinden Allah razı olmuştur'' sözlerini tekrarlayan kimselerin akılları acaba nerede! Ben konunun açık olduğunu düşünüyorum. Bir bölümü O'nun mübarek bedenini ortadan kaldırmak için Resûlullah (s.a.a.) ile sefere çıkmış bir bölümü ise Medine'de genç İslam Devletini tasfiye etmek için kalmıştır. Bu gerekçeden dolayıdır ki Resûlullah (s.a.a.) “Ya sen burada kal yahut da ben!” buyurmuştur. Çünkü Hz. Resûlullah (s.a.a.) bu tür hayatî ve çetin durumlarda ancak İmam Ali'ye güvenmiştir. Münafıklık olgusu ile ilgili açıklamalar burada sona erdi.

 

İkinci noktaya, hadis uydurma hareketine geçelim. Bu programda hadis uydurma hareketinin detaylarına girmek istemiyorum. Çünkü bu konuyu önceki programlarda etraflıca ele almıştık. Hz. Ali, O'nun kerametleri, faziletleri ve hilafetiyle ilgili meselelere nasıl yaklaşıldığını görebilmek sadece iki esere işaret etmek istiyorum.

 

İlk kaynak Ebu Cafer et-Taberî'nin (h. 310) Tarihü't-Taberî adlı eseridir.

 

Rivayet şöyledir:

 

Bize İbn Humeyd rivayet etti ve şöyle dedi: Bize Seleme rivayet etti ve dedi ki: Bize Muhammed b. İshak Abdülğaffar İbn Kasım'dan, o el-Minhal b. Ömer'den, o Abdullah İbn el-Haris b. Nevfel el-Haris b. Abdülmuttalib'den, o Abdullah b. Abbas'tan o da Ali b. Ebu Talib'den rivayet etti. O şöyle der: En yakın akrabalarını uyar ayeti Resûlullah'a nazil olunca beni çağırarak şöyle dedi: Ey Ali! Allah bana en yakın akrabalarımı davet etmemi emretmektedir.[3]

 

Bu olay maruftur ve uzundur. Resûlullah (s.a.a.) ilk davetinde hiçbir şey söylemedi. İkinci defa onları davet edip de onlara ziyafet verdikten sonra şöyle dedi:

 

Ey Abdülmuttalib oğulları! Allah adına and içerek teyit ederim ki Arap yiğitlerinden hiç kimse kavmine dünya ve ahiretleri için benim size kabulünü teklif ettiğimden daha iyi bir şeyle gelmiş değildir. Allah-u Teâlâ bana sizi bu dine çağırmamı emretti. Benim kardeşim, vasim ve halifem olmak üzere aranızdan hanginiz bu işimde bana yardımcı olacaktır?

 

Toplantıda bulunanların tümü sustu. Ben aralarından küçükleri, gözünün pınarında çapağı en çok, karnı en büyük ve baldırı en ince olanı idim. Ben: Ey Allah'ın Resûlü! Bu işte ben senin yardımcın ve vezirin olurum, dediğimde O, benim boynumdan tutarak şöyle buyurdu: İşte bu genç benim kardeşim, vasim ve sizin aranızda benim halifemdir! O'nun sözünü dinleyin ve O'na itaat edin!

 

Toplantıda bulunanlar gülerek yerlerinden kalktılar ve Ebu Talib'e “Muhammed sana oğluna boyun eğmeni ve emirlerini yerine getirmeni emrediyor!” dediler.[4]

 

Pasajda geçen “yuazirunî” ifadesi bana yardımcı olmak, musibetlerde ve bütün durumlarda benimle birlikte olmak demektir.

 

Sunucu: Bütün bu anlamları içermektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İnşallah ilerleyen bölümlerde İmam Ali'nin Hz. Harun'un (s.a.a) konumunda olduğunu pekiştirmek için Peygamber'in (s.a.a.) nasıl vurgular yaptığına bakacağız.

 

Pasajda geçen kardeşlik ifadesi ile Medine'de gerçekleşen muahatı / kardeşliği birbirine karıştırmamak gerekiyor.

 

Pasajda geçen halifelik hem bu hayatta oluşu hem de Resûlullah'ın vefatından sonrasını ifade ediyor. Mevcudiyet durumunda vasiyet ve hilafete ihtiyaç duyulmayacağı açıktır.

 

Mesele kişisel bir mesele değildir. “Allah'a itaat edin, Resûl'e itaat edin ve Ulu'l-Emre de!” Yani İmam Ali (a.s.) benden sonra “veliyyü'l-emr”dir, diyor Resûlullah (s.a.a.).

 

Konumuz Taberî'de geçen bu rivayetin senedsel açıdan tahlili ya da diğer bir ifadeyle rivayetin sahih veya zayıf olması değildir. Değerli dostlar şunu bilsinler ki Berzencî yapı itibariyle Ümeyyeci din anlayışına sahiptir. Bu şahıs Sahihü Tarihi't-Taberî ve Zaifü Tarihi't-Taberî adlı eserlerin yazarıdır. Bu şahıs kendisini Ehl-i Beyt'e nispet etmekte ve seyyid olduğunu iddia etmektedir. Şimdilik bu nispetin doğru olup olmadığını bir tarafa bırakalım. O, Ümeyyeoğullarıyla bağlantılı olan tüm meselelerde elinden geldiğince onları savunmakta, İmam Ali ve Ehl-i Beyt (a.s.) ile bağlantılı bütün meziyetleri ve rivayetleri ise itibardan düşürmeye çalışmaktadır. İtibarsız kılmaya çalıştıklarından biri de bu rivayettir. O bu rivayet hakkında “bu haberin isnadı zayıftır” der.

 

Bu rivayetin sened yönünden incelenmesine girmek istemiyorum. Çünkü böyle bir incelemeye şu anlık ihtiyacımız yok.

 

Kanaatimizce önemli olan Taberî'nin tefsirinde rivayete karşı takındığı tavırdır. Zayıf da olsa, Taberî bu nakilde bulunurken emanete riayet etmiş mi yoksa rivayetle oynamış mı? Gerçi Taberî'yi itham etmek istemiyorum. Ondan sonra gelenlerin rivayetle oynamış olmaları mümkündür. En doğrusunu Allah bilir. Ancak benim için önemli olan -rivayet zayıf dahi olsa- oynama gerçekleşmiş mi bunu görmektir. Bunlar zayıf rivayetlerde dahi İmam Ali'den korkmaktadırlar.

 

“Seyyidim, bu dile getirdikleriniz nerede geçmektedir?” şeklinde bir soru gelebilir.

 

Taberî'nin Şuârâ sûresinin 214. ayetinin tefsirine bakalım.

 

Rivayet şöyledir:

 

Bize Seleme rivayet etti ve dedi ki: Bize Muhammed b. İshak, Abdülğaffar b. Kasım'dan, o el-Minhal b. Ömer'den, o Abdullah b. el-Haris b. Nevfel el-Haris b. Abdülmuttalib'den, o Abdullah b. Abbas'tan ve o da Ali b. Ebu Talib'den rivayet etti. O şöyle diyor: “En yakın akrabalarını uyar” ayeti Resûlullah'a nazil olunca beni çağırarak şöyle dedi: Allah bana siz en yakın akrabalarımı davet etmemi emretmektedir. Aranızdan hanginiz bu işimde benim kardeşim, vs. vs. olmak üzere bana yardımcı olacaktır?[5]

 

Tarihü't-Taberî'de geçenle aynı isnad zincirine sahip. Yani Taberî rivayetten “vasim ve halifem” kelimelerini atmıştır. Aziz dostlara şunu demek istiyorum: Eğer bu kelime yönetim ve hilafete delalet etmiyorsa niçin bu lafızlardan korkuyor, onları atıyorsunuz? Kimileri vasiyet imarete / yönetime delalet etmemektedir, diyor. Rivayette oynamayı yapan ya Taberî'dir ya da kitabın muhakkiki. Demek ki bu cümlenin yönetim ve hilafete delalet ettiğini bilmekteler.

 

Yani Resûlullah (s.a.a.) insanlarla konuşurken “kardeşim, vs. vs.” diyerek mi konuşmuştur? Allah aşkına bu Resûlullah'a hakaret değil midir? Resûlullah'ın mantığı ‘‘vesaire vesaire” diyecek bir mantık mıdır?

 

Rivayet şöyle devam ediyor:

 

Ben aralarından küçükleri, gözünün pınarında çapağı en çok, karnı en büyük ve baldırı en ince olanı idim. Ben: Ey Allah'ın Resûlü! Bu işte ben senin vezirin olurum, dediğimde O, benim boynumdan tutarak şöyle buyurdu: İşte bu genç benim kardeşim, şöyle şöyledir. Siz O'nun sözünü dinleyin ve O'na itaat edin.

 

Toplantıda bulunanlar gülerek yerlerinden kalktılar ve Ebu Talib'e “Muhammed sana oğluna boyun eğmeni ve emirlerini yerine getirmeni emrediyor” dediler.

 

Soru: Açıkçası ben Taberî'nin rivayetle oynadığına o kadar da ihtimal vermiyorum. Büyük olasılıkla bu ondan sonra gelen muhakkiklerin işidir. Çünkü Resûlullah'ın (s.a.a.) kardeşi olmak itaat etmenin vacip olması için yeterli değildir.

 

İtaat edilmesi vacip olan makam hangisidir? Vezirlik, halifelik ve yöneticilikte itaat vaciptir. Bu ilk kaynaktı.

 

Eserin eski baskılarına müracaat edilmesi çağrısında bulunuyorum. Tefsirin muhakkiki Ebü'l-Fazl İbrahim haşiyede ‘‘Bu hadis Tarihü't-Taberî'de bulunmaktadır, haber Bulak baskısında geçmektedir'' diyor. Eserin eski Bulak baskılarında bu haberin aynısının mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Diğer baskılarda tahrifin gerçekleştiği ve oynamanın olduğu bellidir. Bu durum bu hakikatleri araştırmak isteyen tahkik ehli ve araştırmacıların çözmesi gereken bir sorundur. İmam Ali (a.s.), Resûlullah (s.a.a.) döneminin ilk gününden itibaren muharip idi.

 

İkinci kaynak İmam Ahmed'in Müsned'idir.

 

Rivayet şöyledir:

 

Bize Abdürrezzak es-Sananî şöyle rivayet etmektedir:

 

Bana Miyna'nın Abdullah b. Mesud'dan rivayet ettiğine göre o şöyle der:  Ben cin heyetinin geldiği gece Hz. Peygamber ile birlikteydim. Cin heyeti ayrılıp gidince Resûlullah (s.a.a.) nefes aldı. Ben bunun üzerine O'na “Durumun nedir?” diye sordum. O “Ey İbn Mesud bana haber verildiğine göre”… (Rivayet uydurmaya benzemektedir.)[6]

 

Şimdi bu konunun senedi hakkında konuşmak istemiyorum. Zira konumuz rivayetin metnidir. Ahmed b. Hanbel'in Abdurrezzak'tan naklettiğini görmemiz için aktardım. Rivayet Müsnedü Ahmed'de geçse de kıymeti haiz değildir.

 

Ancak İmam Ali hakkındaki hadisten korktuklarını göstermek için alıntıladım.

 

Hafız Abdürrezzak b. Hemmam es-Sananî'nin Musannef'ine bakalım.

 

Rivayet şöyledir:

 

Bize Abdürrezzak'ın babası Miyna'dan, onun da Abdullah b. Mesud'dan rivayetine göre o şöyle demiştir:

 

Cin heyetinin geldiği gece Allah Resûlü (s.a.a.) ile beraberdim. Derin bir nefes aldı. Ben “Ey Allah'ın elçisi, sana ne oldu?” diye sordum. “Ey İbn Mesud, bana ölüm haberim geldi!” buyurdu. Ben “Yerine birini bırak” dedim. Kimi, diye sordu. Ben: Ebubekir'i, dedim. Sustu, sonra bir süre daha yürüyüp yine derin bir nefes aldı. Ben: Anam babam sana feda olsun, durumun nedir ey Allah'ın elçisi, diye sordum. Ey İbn Mesud, bana ölüm haberim geldi, buyurdu. Ben: Yerine birini bırak, dedim. Kimi diye sordu. Ben: Ömer'i, dedim. Sükût edip bir süre daha gitti, sonra yine derin bir nefes aldı. Ben: Durumun nedir, diye sordum da yine: Bana ölüm haberim geldi, buyurdu. Benim, yerine birini bırak, dememle Allah Resûlü (s.a.a.) “Kimi?” diye sordu. Ben “Ali b. Ebu Talib'i” dedim. Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle dedi: Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki şayet O'na itaat etmiş olsalardı, tamamı cennete girerdi.[7]

 

“Bana ölüm haberim geldi” ifadesine kadar İmam Ahmed'in Müsned'i de bunu nakletmektedir.

 

Rivayet zayıftır ve herhangi bir kıymeti ve hakikati yoktur. Ancak bunların korktuğu hakikatleri haber vermektedir.

 

“Bu rivayet zaten zayıftır, kıymeti nedir?” diye sorabilirsiniz. Bu rivayetin önemi şuradadır: İmam Ahmed'in Müsned'inde geçen rivayeti hatırlayınız: “Vallahi asla O'nu başa getirmeyeceksiniz. Eğer yönetime getirseydiniz kuşkusuz Ali'yi hidayete erdirici ve hidayete erdirilmiş bulurdunuz. O sizi sırât-ı müstakîm üzere tutar ve cennete götürürdü.

 

Ey Ahmed b. Hanbel, ey muhterem! Ben hiç kimseyi itham etmek istemiyorum. Ahmed b. Hanbel, Müsned'inde geçen rivayetle kendisi oynamış ve son bölümü zikretmemiştir. Rivayet zayıftır ancak ilmî emanet duygusu, rivayeti nakletmeyi gerektirmektedir. Tahkiki senden sonrakiler yapacak, zayıf veya sahih olduğunu ortaya koyacaklardır. Yahut da rivayetle oynayan İmam Ahmed değil bu kitapları basıp neşredenlerdir. Sonuç aynıdır.

 

İmam Ali'nin, makamları ve faziletleriyle ilgili rivayetler kuşağında sürekli oynama vardır.

 

Sunucu: Seyyidim, Tebük Gazvesinde İmam Ali'nin istihlaf edilmesine ilişkin takdim ettiğiniz bilgilere istinaden bir soru sormak istiyorum. İbn Teymiyye'nin bu bilgilere yaklaşımı ve cevabı nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Değerli izleyiciler hatırlayacaklar. Önceki programlarda Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) Menzile hadisini Tebük Gazvesi özelinde söylediğini belirtmiştik. Yani Hz. Peygamber'in Medine'de yerine birisini bıraktığı gazvelerin sayısı yirmiyi aşmaktadır. O (s.a.a.) bunların hiçbirinde “Senin bana konumun Harun'un Musa'ya konumu gibidir” veya “Ya sen burada kalacaksın ya da ben” dememiştir.  

 

Bu esasa dayanarak Şeyh İbn Teymiyye'nin Minhâcü's-Sünne adlı eserinde neler söylediğini açıklamıştım ve değerli izleyiciler de bunu hatırlayacaklardır. Onun açıklamalarını mealen başlıklar halinde sunalım.[8]

 

İlk husus şudur: Tebük Gazvesinde İmam Ali'nin Medine'de bırakılması olayı Resûlullah'ın alışkın olduğumuz istihlaflarından daha zayıftır.

 

Değerli izleyicilerin bu yerine bırakmanın en zayıfı mı yoksa en hayatîsi mi olduğunu kavradıklarını düşünüyorum. Bu yerine bırakma hadisesi oldukça önemlidir. Çünkü nifak tehlikesiyle bağlantılıdır. Eğer Hz. Ali'nin (a.s.) yerinde başka birisi olsaydı hiç kimse münafıkların karşısında duramazdı.

 

Şöyle demektedir: Resûlullah (s.a.a.) O'nu önemsiz bir yerde, kendisine ihtiyacın olmadığı koşullarda yerine bırakmıştır.

 

İbn Teymiyye'nin bu değerlendirmesinin de yerinde olmadığını açıklamıştık. Çünkü bu gaza hayat memat meselesiydi.

 

O ayrıca şöyle demekteydi: Bu savaştan geride kalanlar münafıklar, asiler ve mazurlar (kadınlar ve çocuklar) idi.

 

Ben derim ki: Bu belirttiğin husus senin varmak istediğin neticeye değil daha çok bizim tezimize delalet etmektedir. Zaten tehlike de buradadır. Eğer Medine'de güvenilen sahâbîler bulunmuş olsaydı kuşkusuz bunlar rollerini yerine getirirlerdi. Ancak Medine bütünüyle boşaltılmış, nifak olgusu için elverişli bir ortam doğmuştu.

 

Son olarak o şöyle demektedir: Ali (a.s.) bu istihlaftan dolayı ağlıyordu. Buradan hareketle kendince bu yerine bırakmanın bir eksiklik olduğunu ortaya koymaya çalışıyor.

 

İmam Ali (a.s.) bu yerine bırakmadan dolayı ağlamıyor. O bütün savaşlarda Resûlullah (s.a.a.) ile beraberdi. Tabiatıyla bu hayatî savaşta Resûlullah (s.a.a.) ile birlikte olmayışı yüzünden acı duyuyor.

 

Sunucu: Bu gazvede önemli bir olay gerçekleşebilir, Hz. Resûlullah'ın başına bir şey gelir diye korkuyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Dediğiniz de ihtimal dâhilindedir. Bütün bunlara ilaveten O'nun ağlamasının başka bir gerekçesi daha vardır: O münafıkların ithamından korkmaktadır. Bu korkusu da gerçekleşmiş ve münafıklar O'nu itham etmişlerdir. Zaten İbn Teymiyye de bunu açıkça söylüyor: Denilmiştir ki: Kimi münafıklar O'na ta'n etmişler ve Resûlullah (s.a.a.) Hz. Ali'ye buğzettiğinden geride bıraktı, demişlerdir.[9]  

 

Yani Emîrü'l-Müminîn'in ağlamasının gerekçesi bu ithamdır. Dahası var. Ali (a.s.) tarihe not düşüyor. O gelecekte İbn Teymiyye gibilerin çıkıp bunu bir eksiklik şeklinde göstermeye çalışacaklarını biliyordu.

 

Sunucu: Resûlullah (s.a.a.) bu sesleri kesmek için söz konusu Menzile hadisini buyurdu.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu cevap bir şimşek gibi çakmış ve sahâbeden hiç kimseye verilmeyen makam Ali'ye (a.s.) verilmiş ve hiçbir sahâbî hakkında söylenmeyen söz O'na söylenmiştir. İddia ediyoruz: Menzile hadisi gibi hakkında ittifak bulunan, sahih ve makbul bir rivayet getirsinler. İbn Abdülberr'in deyimiyle bu hadis, rivayetlerin en sağlam ve en sahihlerindendir.

 

‘‘Bu hadiste ne vardır?'' şeklinde bir soru gelebilir. Bu hadisin içeriğinde ne tür hakikatler bulunduğuna ilişkin açıklamalar ileride gelecektir.

 

Özetle Şeyh İbn Teymiyye'nin bu hadis ile ilgili söylediklerinin tümü dayanaktan yoksundur. Dahası onun varmak istediği neticeye değil de karşıt noktaya daha çok delalet etmektedir.

 

Sunucu: İbn Teymiyye'nin Menzile hadisi bağlamında zikrettikleri hususların doğru olmadığı açığa çıktı. Acaba bu nass-ı nebevînin içeriğini açıklamanız mümkün müdür? Hz. Peygamber (s.a.a.) bu ifadelerle neye ulaşmak istiyor, neyi amaçlıyor?

 

Seyyid Kemal Haydarî: İbn Teymiyye bu mütevatir nassın isnadı hakkında kuşku oluşturamıyor. İbn Teymiyye “Ben kimin mevlâsı isem bu Ali de onun mevlâsıdır” hadisi hakkında bile şüphe izhar etmiş biridir.  Ancak o, Menzile hadisinde hiçbir şüphe doğuramıyor.  

 

Gerçi bir not düşmek istiyorum. Kimileri ‘‘Buharî ve diğerleri madem Ümeyyeci bir din anlayışına sahipler, sahihlerinde neden ‘Ali b. Ebu Talib'in (a.s.) Faziletleri', ‘Hz. Fâtıma'nın Faziletleri' gibi bağımsız bâblar açmaktadırlar?” şeklinde itirazlarda bulunmaktadırlar.

 

El-cevap: Bir tür nifaktır. Çünkü onlar Ali'nin (a.s.) fazileti hakkında hiçbir rivayet aktarmasalardı Ümeyyeci din anlayışına mensup oldukları ayan beyan ortaya çıkacaktı. Muaviye gibi davransalardı… Muaviye, İmam Ali'ye (a.s.) alenen hakaret ediyordu.

 

Telif ettiği bir eserde Ali'nin (a.s.) faziletini zikretmeyen bir şahsın Ümeyyeci din anlayışına sahip olduğu anlaşılır. Ancak bu tür şahıslar böyle bir ithamla karşılaşmamak için zehri bala katıyorlar. Sonra da tali dereceden sayılabilecek bazı faziletler zikrediyorlar. Bunun mukabilinde ise İmam Ali'yi yeren rivayetleri de zikrediyorlar. Örneğin Ali'nin (a.s.), Fâtıma (a.s.) ile evliyken Emevilerden birisiyle evlenmek istediği rivayeti gibi. İbn Ebi'l-Hadid bu rivayeti ele alırken “Bu nakil Ümeyyeoğulları döneminde İmam Ali (a.s.) aleyhinde uydurulan rivayetlerdendir. Bu onlara, Ali (a.s.) Fâtıma'ya aldırış etmediği gibi bizden birisiyle evlenmek istedi, sözünü söyleme olanağını sağlamaktadır” demektedir.

 

İbn Ebi'l-Hadid ayrıca şöyle yazıyor:

 

Benden sonra size boğazı geniş mi geniş, karnı şiş mi şiş göbekli biri (Muaviye) hâkim olacaktır. O bulduğunu yer, bulmadığını ister. Onu öldürün, (ama asla) öldüremezsiniz. Bilin ki o size bana sövmenizi emredecek, teberri etmenizi (benden uzak olduğunuzu söylemenizi) isteyecek siz­den. Sövmeye gelince, sövün. Zira bu benim temizlen­memi (makamımın yücelmesini) artırır, sizi de (ölümden) kurtarır. Benden teberri etmenize gelince sakın bunu yapmayın. Zira ben (İslam) fıtratı üzere doğdum. İman ve hicrette, önceliğim var benim.[10]

 

Allah Muaviye'nin karnını doyurmasın! Bununla birlikte kimileri İmam Ali (a.s.) ile sahâbe arasında tam bir uyum olduğu şeklinde bir tablo çizmeye çalışırlar.

 

İbn Ebi'l-Hadid bu bölümde ‘‘Ali'nin yerilmesine ilişkin uydurma hadisler hakkında bir fasıl'' başlığı açmaktadır. Bu başlık altında Aişe'den bir rivayet aktarır: Resûlullah (s.a.a.), Ali (a.s.) ve Abbas kendisine doğru gelince şöyle dediler: Ey Aişe! Şu ikisi benim dinimden başka bir din üzere öleceklerdir.

 

Gerekçe bellidir. Çünkü Muaviye'nin İslam Dininden başka bir din üzere öleceğini bildiren sahih rivayetler vardır. Öyleyse bu konuda Muaviye ile ortaklık göstermesi gerekmektedir. Çünkü onların bu tür rivayetleri reddetmeleri mümkün gözükmediğinden bunun mukabilinde -örnekte verilen türden- sözler uydurmaktadırlar.

 

Bir örnek daha verelim:

 

Ebu Hureyre'ye gelince o, Resûlullah'ın hayatında Ali'nin (a.s.) Ebu Cehil'in kızını istediğine dair bir rivayet aktarır.

 

Ben derim ki; bu hadis Sahihü Müslim'de Misver'den tahric edilmiştir. Murtaza ismi geçen eserinde şöyle der: Bu rivayet Hüseyn el-Kerabisî'nin rivayetidir. Bu şahıs Ehl-i Beyt'ten sapmakla, onlara düşmanlık beslemekle meşhurdur. Dolayısıyla rivayeti makbul değildir.[11]

 

Bu türden onlarca rivayet bulunmaktadır.

 

Azizlerim meseleye dikkat ediniz lütfen. Resûlullah (s.a.a.) öyle bir hadis buyuruyor ki dengi yok!

 

“Seyyidim, bu sözü nasıl söyleyebilmektesiniz?” şeklinde itirazda bulunabilirsiniz.

 

Azizlerim, bir konuya giriş yapacak ve detayını bir sonraki programa bırakacağım.

 

Bu soruya cevap vermeden önce şöyle bir aslî ilkeyi tesis etmek istiyorum: Resûlullah'ın (s.a.a.) hadislerinin birçoğu ancak Kur'ân ile anlaşılabilir. Bir diğer ifadeyle Resûlullah'ın (s.a.a.) buyurduğu bir hadisin cevabı Kur'ân-ı Kerim'de geçmektedir. Birkaç basit misal verelim.

 

Resûlullah (s.a.a.) “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır” buyurmaktadır. Tabii bu hadis hakkında ihtilaf vardır. Bu hadis Ehl-i Beyt Okuluna göre sahihtir. Ama Ehl-i Sünnet'in bu rivayetin sıhhati hakkındaki yargıları farklılık arz etmektedir. Kimileri sahih, kimileri hasen, kimileri ise mevzu olduğunu iddia etmişlerdir. Bu konuyla ilgili tartışmayı kendi özel yerine bırakıyoruz.

 

“Ben ilmin şehriyim, Ali (a.s) de kapısıdır. Ben hikmetin şehriyim, Ali de kapısıdır.”

 

Ey Allah'ın Resûlü! Sonra ne olacak!

 

Kurân-ı Kerim'e müracaat ettiğimizde Allah-u Teâlâ'nın “İyi davranış, asla evlere arkalarından gelip girmeniz değildir. Lâkin iyi davranış, korunan (ve ölçülü giden) kimsenin davranışıdır. Evlere kapılarından girin, Allah'tan korkun, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Bakara, 189) buyurduğunu görürüz. Yani Hz. Resûlullah (s.a.a.), İmam Ali'nin (a.s.) kendi ilminin kapısı olduğunu haber vermekle yetinmiyor. Eğer sizler Allah Resûlü'nün (s.a.a.) ilmini ve hikmetini öğrenmek istiyorsanız kapıya müracaat etmeniz gerekmektedir.

 

Sunucu: Allah Resûlü'nün dininde takva şarttır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İşte bu Menzilet hadisi de Kur'ân'a müracaat edilmeden anlaşılması mümkün olmayan hadislerdendir. Geliniz en sahih, dakik, derinlikli ve en açık olan bu hadisin ifadelerine bir bakalım.

 

“Ey Ali! Senin bana konumun Harun'un Musa'ya konumu gibidir!”

 

Ey Allah Resûlü! Harun'un Musa'ya göre konumunun ne olduğunu bilemiyoruz ki Hz. Ali'nin sana göre konumunu bilebilelim.

 

Sunucu: Hz. Harun'un özellikleri nelerdir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hz. Harun'u tanımamız gerekiyor. Bunun için iki yol bulunmaktadır. İlki Kur'ân-ı Kerim'e, ikincisi ise sahih naslara müracaat etmektir. Ben bu programda sadece Kur'ân-ı Kerim ayetlerine işaret ederek detayını sonraki programa bırakacağım.

 

Değerli dostlar, Kur'ân-ı Kerim acaba Hz. Harun'a ne tür şeyler bağışlıyor ki biz de nübüvvet dışında Ali (a.s.) için bunların sabit olduğunu söyleyebiliyoruz?

 

Kur'ân-ı Kerim, Tâhâ sûresinin 24. ayetinden 36. ayetine kadar bir kıssadan bahsetmektedir. Allah'a kasem ediyorum ki bu ayetler öncekilere de sonrakilere de yeterli gelir. Ancak insan hakikati görebilmek için basiret sahibi olmalıdır.

 

“Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı. Musa: ‘Rabbim!' dedi, yüreğime genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden (şu) bağı çöz ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, kardeşim Harun'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece Seni bol bol tesbih edelim. Ve çok çok analım Seni.  Şüphesiz Sen bizi görmektesin. Allah: ‘Ey Musa!' dedi, istediğin sana verildi.” (Tâhâ, 24-36)

 

Kur'ân sadece tarihte yaşanan ve sonlanan hadiselerle sınırlanamaz. Kur'ân canlıdır, ter-ü tazedir. Her zaman ve zeminde Firavunlar bulunmaktadır.

 

Ayet grubuna göre Hz. Musa'nın kardeşi olan Hz. Harun'un ilk unvanı vezirliktir. Yani Hz. Ali'nin sahip olduğu ilk konum Allah Resûlü'nün veziri olmasıdır.

 

Allah Resûlü, Hz. Ali'ye ne zaman ‘‘vezirim'' dedi? Hadislerin en sahihi diyor ki “Ey Ali! Senin bana konumun Harun'un Musa'ya konumu gibidir!”

 

İkinci makam, Hz. Ali (a.s.) Allah Resûlü'nün sırtını kuvvetlendiriyor, O'nu destekliyor. Peki bu makam nerede, birinci halife hakkında nazil olduğu varsayılsa dahi “Hani o arkadaşına üzülme diyordu” makamı nerede! Kur'ân açıkça İmam Ali'nin Allah Resûlü'nü desteklediğini, O'na yardımcı olup arka çıktığını belirtiyor. Nitekim bu anlamı inzâr hadisi de vermektedir. İnzâr hadisi zayıftır, terk edelim dersen “Onun sayesinde sırtımı kuvvetlendir” buyurmaktadır. Bunun bir dua olduğunu söyleyebilirsiniz. Bu itirazınıza birazdan cevap vereceğiz.

 

“Ve onu işime ortak kıl!” Yani Hz. Harun Hz. Musa'nın risaletinin ortağıdır. Buna göre İmam Ali (a.s) de risaletin ortağıdır.

 

Seyyidim bir dakika dur burada, diyebilirsiniz.

 

Ben Ali (a.s.) nübüvvet hususunda Hz. Peygamber'in ortağıdır demiyorum. Rivayet, nübüvveti devre dışı bırakıyor. Ancak Resûlullah'ın risaletinin tek bir boyutu yok ki! Aksine risalet birçok boyuta sahiptir. Vahyin tatbiki, dinin ikame edilmesi bunlardan bazılarıdır. Ali (a.s.) bunların tamamına ortaktır.

 

Sunucu: "Ben tenzil üzere çarpışacağım, sen ise tevil."

 

Seyyid Kemal Haydarî: İşte kapı. Tahkik, ilim ehli ve hakikat talipleri için öyle bir kapı ki bu kapıdan binlerce kapı açılıyor.

 

Hz. Musa (a.s.) “Böylece seni bol bol tesbih edelim. Ve çok çok analım seni” sözleriyle tekil değil çoğul kip kullanmaktadır.  

 

Hz. Musa'nın bütün bu isteklerinin ve dualarının kabul edildiğini “Allah: Ey Musa! İstediğin sana verildi.” ayeti ile bildirmektedir. Yani Hz. Harun bütün bu şeyleri gerçekleştirmiştir. Hz. Harun vezirliğe, arkasını kuvvetlendirmeye, ortaklığa, Allah-u Teâlâ'yı çokça anıp tesbih etmeye sahiptir.

 

Dahası Hz. Harun (a.s.) A'râf sûresinde geçen “Musa'ya otuz gece vade verip sonra buna on gece daha kattık; böylece Rabbinin tayin ettiği müddet kırk geceye tamamlandı. Musa, kardeşi Harun'a, milletim içinde benim yerime geç, onları ıslah et, bozguncuların yoluna gitme, dedi.” (A'raf, 142) hususa da yani Hz. Musa'nın halifesi ve veziri olma makamlarına da sahiptir. Bütün bu veriler Kur'ân'ın mantığına göre sabit ve kesindir.

 

Resûlullah (s.a.a.) “Bana özlü söz söyleme kabiliyeti verildi.” buyurmaktadır. Önümüzdeki programda bütün bu ilkeleri teker teker ele alacağız.

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkürlerimizi sunuyoruz. Bir sonraki programda görüşmek üzere. Sizleri Allah'a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[1] Şeyhü'l-İslam İbn Teymiyye, Kitâbu'l-İman, s. 186, tahric: Muhammed Nasırüddin Albanî, el-Mektebü'l-İslamî, 1416, Beyrut-Dimeşk.

[2] A.g.e., a.g.y.

[3] Ebu Cafer et-Taberî, Tarihü't-Taberî, c. 2, s. 319, tahkik: Muhammed Ebü'l-Fazl İbrahim, Beyrut-Lübnan.

[4] A.g.e., a.g.y.

[5] Tefsirü't-Taberî, c. 17, tahkik: Doktor Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Dârü Âlemi'l-Kütüb

[6] Müsnedü'l-İmam Ahmed,  c. 7, s. 322, hadis no: 4294 tahkik: Allame Şuayb el-Arnavut, Müessesetü'r-Risale.

[7] Hafızü'l-Kebir Abdürrezzak İbn Hemmam es-Sananî, el-Musannef, c. 11, s. 317, tahkik: Habibü'r-Rahman el-Azamî, Tevziü'l-Mektebi'l-İslamî.

[8] Minhâcü's-Sünne, c. 4, s. 261-262.

[9] A.g.e., a.g.y.

[10] İbn Ebi'l-Hadid el-Mutezilî, Şerhü Nehci'l-Belâğâ, 57. Hutbe.

[11] A.g.e., a.g.y.