Önemli Bir Analiz: Batı, Afrika'yı Nasıl Sömürüyor?

Önemli Bir Analiz: Batı, Afrika'yı Nasıl Sömürüyor?
Batılı ana akım medyadaki bitmek tükenmek bilmez savaşlar ve aç-mutsuz insanlarla dolu bir kıta şeklindeki klasik Afrika tarifi, sanki kıtanın hayatını idame ettirmesi için Batı’nın sadakasına muhtaçmış yönünde bir yanılsama yaratmaktadır. Gerçekte bunun tam tersi doğrudur; Batı, Afrika’nın sadakasına muhtaçtır.

Batı'nın Afrika ülkelerinin gelişmesine yönelik savaşı sürüyor


Dan Glazebrook


Counterpunch


Batılı ana akım medyadaki bitmek tükenmek bilmez savaşlar ve aç-mutsuz insanlarla dolu bir kıta şeklindeki klasik Afrika tarifi, sanki kıtanın hayatını idame ettirmesi için Batı'nın sadakasına muhtaçmış yönünde bir yanılsama yaratmaktadır. Gerçekte bunun tam tersi doğrudur; Batı, Afrika'nın sadakasına muhtaçtır. Bu sadaka, farklı formlarda meydana gelir. Kaynakların meşru olmayan yollardan aktarımıyla vergi cennetlerindeki imkanlar üzerinden Batılı bankacılık sektörüne akan kârları içermektedir. (Bu savlar, Nicholas Shaxson'un Poisoned Wells adlı kitabında belgelenmiştir).


Bir başka zorla borçlandırma mekanizması, daha sonra parayı (genelde özel bankalardaki gizli hesaplarda) kendileri için saklayan askeri yöneticilere borç veren bankalar üzerinden gerçekleşmektedir. (Kongo'nun eski başkanı Mobutu gibi Batı, sık sık hükümetlere yardım etmektedir).  Bu liderler, ülkelerini terk ederken arkalarında ödenmesi güç, katlanarak artan oldukça ağır borçlar bırakarak gitmişlerdir. Leonce Ndikumana ve James K. Boyce tarafından yapılan son araştırma, borç alan ulusun aldığı her 1 doların 80 centinin bir sene içerisinde yurt dışına kaçtığını ve hiçbir şekilde ülkede yatırıma dönüşmediğini ortaya koyuyor. Öte yandan her sene 20 milyar dolarlık bir miktar, Afrika'dan hileli bir şekilde ‘borç hizmeti'ne karşılık olarak çekiliyor.


Bir diğer sadaka şekli ise madenlerin yağmalanmasıdır. Kongo Demokratik Cumhuriyeti gibi ülkeler, ülkenin kaynaklarını yağmalayan ve piyasanın çok altında fiyatlarla bunları Batılılara satan silahlı paramiliter gruplar tarafından yıkıma uğratılmaktadır. Bu militer grupların çoğu da, BM raporlarında da belirtildiği gibi, Batı tarafından desteklenen Uganda, Ruanda ve Burundi gibi ülkeler tarafından yönlendirilmektedir. Son olarak en önemlisi, Afrika'dan elde edilen hammaddelere ve bu maddelerin çıkarılması, toplanması ve işlenmesine Batılılar tarafından son derece gülünç ucuzlukta paralar ödenmesidir. Bu durum, Batılıların yaşam standartlarının ve şirket kârlarının Afrikalılar tarafından sübvanse edilmesi anlamına gelmektedir.  

 

İşte Batılı kapitalist ekonominin efendilerinin Afrika'ya yükledikleri rol budur: Ucuz kaynak ve ucuz emek tedarikçisi. Bu emeği ve kaynakları ucuz tutmak öncelikli olarak tek bir şeye dayanmaktadır: Afrika'nın azgelişmiş ve perişan/sefil kalmasının sağlanmasıdır. Afrika daha verimli olursa ücretler yükselebilir, teknolojik olarak daha yüksek bir seviyeye ulaşırsa Afrika bu ham maddeleri ihraç etmeden önce ham madde üzerine üretim süreciyle katma değer ekleyebilir. Bu esnada çalınan petrol ve madenlerin çıkarılması, Afrika ülkelerinin bölünmüş ve zayıf bırakılmasına bağlıdır. Örneğin, madenleri her sene milyarlarca dolarlık değer üreten Demokratik Kongo Cumhuriyeti, kendisine karşı Batı destekli milislerin giriştiği vekalet savaşı nedeniyle madenlerden son bir yıl içerisinde sadece 32 milyon dolar vergi geliri elde edebilmiştir.

 

2002 yılında kurulan Afrika Birliği, bütün bunlara bir tehdit teşkil etmekteydi: Afrika ülkelerinin birbiriyle daha fazla entegre olması ve birleşmesi, onun sömürülmesini zorlaştırır. Batılı stratejik planlamacılarının özel ilgisi, Afrika'nın birleşmesinin askeri ve finansal boyutuyla ilgilenmektedir. Finansal boyutta Afrika Merkezi bankası için yapılan planlar (Altın destekli Afrika Dinarı şeklinde tek bir Afrika para birimine geçilmesi) büyük ölçüde ABD, İngiltere ve Fransa tarafından kıtanın sömürülmesinin sürdürülmesi amacıyla tehdit edilmektedir. Bu plan gerçekleşirse bütün Afrika ticareti altına bağlı dinarla yapılacaktır. Bu ise Batılı ülkelerin Afrika'dan çıkarılan hammaddeler için altın ödemesi yapmak zorunda kalması anlamına gelmektedir. Aksi takdirde hiçbir maliyeti olmayan sterlin, frank ya da dolar olarak ödeme yapacaklardır. Diğer iki Afrika Birliği kurumu, (Afrika Yatırım Bankası ve Afrika Para Fonu), IMF gibi kurumların Afrika ülkelerinin kendi finans tekelleri üzerinden manipüle etme kabiliyetlerinin kökten yok edebilir. Jean Paul Pougala'nın da işaret ettiği gibi, Afrika Para Fonu'nun, 42 milyar dolarlık ilk başlangıç sermayesiyle IMF'nin Afrika'daki etkinliklerinin sonunu getirmesi ve onun yerine geçmesi beklenmektedir, zira IMF sadece 25 milyar dolarlık bir sermayeyle koca kıtayı önünde diz çökertmekte ve Afrika ülkelerini kamu sektöründen özel tekellere geçmeye zorlamak gibi son derece sorgulanabilir özelleştirme politikalarına razı etmektedir.


Potansiyel olarak tehditkâr finansal gelişmeler askeri boyut da kazanmaktadır. 2004'te Libya'nın Sirte kentindeki Afrika Birliği Zirvesi, “herhangi bir Afrika ülkesine yönelik askeri saldırı, bütün kıtaya yönelik bir saldırı olarak değerlendirilecektir” şeklinde bir maddeyi de içerecek şekilde revize edilmiş ve Ortak Afrika Savunma ve Güvenlik  Sözleşmesi imzalanmıştır. Bir anlamda bu yapının NATO'ya benzer bir işlev görmesi öngörülmüştür. Bu adımı, 2010 yılında kabul edilen sözleşmenin uygulanması ve devam ettirilmesi anlamında Afrika Hazır Müdahale Gücü'nün oluşturulması izlemiştir. Açıkça NATO, kuvvet kullanarak bu birlikten geri adım attırma yoluna giderse zaman giderek azalmaktadır.  

 

Afrika Hazır Müdahale Gücü'nün oluşumu sadece bir tehdidi temsil etmemekte aynı zamanda bir fırsatı da temsil etmektedir. Bu arada bu gücün yeni sömürgeciliğe karşı direnen ve Afrika'yı emperyalist saldırıya karşı koruyan gerçek bir bağımsızlık gücü haline getirmek imkanı bulunduğu gibi doğru bir şekilde uygulandığı takdirde farklı bir liderlikle, sürekli yeni sömürgeci Batılı emir komuta zinciri altında bir boyun eğdirme aracına dönüşen Batılı güçlerin vekalet uzantılarına karşı bir oluşum haline de gelebilir. Katkıları, her zaman açıkça çok yüksekti ve halen de öyledir.

 

Bu esnada Batı, Afrika için kendi askeri hazırlıklarını yapmaktadır. Onun ekonomik çöküşü Çin'in yükselmesiyle eş zamanlı olacaktır. Bunun anlamı, Batılı ülkelerin artık bundan sonra, kıtanın zayıf ve bağımlı kalması için daha fazla şantaj ve finansal manipülasyon politikalarına başvurmayacağıdır. Şunun açıkça kavranması gerekir ki, bunun anlamı Batı'nın kendi hegemonyasını sürdürmek için daha fazla güç kullanma yoluna gidebilmesidir. 2002 yılında Afrika Petrol Politikası İnsiyatif Grubu tarafından yayınlanan bir çalışma “Amerika'nın Afrika alt kıtasındaki askeri işbirliğinin Amerikan yatırımlarının korunmasında önemli katkıları olacak yarı birleşik bir kumanda yapısı oluşturulmasını içerecek şekilde” oluşturulmasını tavsiye etmektedir.


Bu yapı, AFRICOM adı altında 2009'da oluşum imkânı bulmuştur. Irak ve Afganistan'a yönelik doğrudan müdahalenin ekonomik, askeri ve siyasi maliyeti, (sadece Irak müdahalesinin ekonomik maliyetinin 3 trilyon dolar olduğu tahmin ediliyor) AFRICOM'un savaşmak ve ölmek için özellikle yerel grupları kullanacağı anlamına gelmektedir. AFRICOM,  Afrika ordularının Batılı emir komuta zinciri altında hizaya getirileceği bir kütle olacaktır. Bir başka ifadeyle Afrika orduları Batılı vekillere dönüşecektir.


Bunun önündeki en büyük engel, Afrika Birliği'nin bizzat kendisidir. Zira o, 2008'de yaptığı açıklamada ABD'denin kategorik olarak herhangi bir askeri varlığını reddetmektedir. Zira bu varlık, AFRICOM'un karargâhını Almanya'nın Stutgart kentinde oluşturmaya zorlamaktadır. Çünkü Başkan Bush'un bu karargâhın Afrika'da olacağını ilan etmesinden sonra yeniden tornistan etmesinde açığa çıktığı gibi bir aşağılamadan başka bir şey değildir. Bunun daha kötüsü 2009'da Albay Kaddafi, -ki kendisi Afrika'nın en sağlam anti-emperyalist politikalarının savunuculuğunu yapmaktaydı- Afrika Birliği'nin başkanı olarak seçildiğinde meydana gelmiştir.  Onun liderliğinde Libya, Afrika Birliği'ne en büyük finansal katkı ve yardımı yapan ülke olmuştur ve Kaddafi son olarak hızlı bir şekilde Afrika ülkelerinin birbirleriyle entegre olmasını önermekteydi. Bu önerinin içinde ortak Afrika ordusu, ortak para birimi ve ortak pasaport da vardır. Kaddafi'nin kaderi, şimdi kamusal bir mesele haline gelmiştir. Ülkesi, Irak hakkında ileri sürülen bir dizi yalanlardan daha beter yalanlarla işgal ve istila edildikten sonra NATO, Libya'yı harap bir ülkeye dönüştürerek kendi liderlerinin işkenceyle öldürülmesinin önünü açmıştır.


Bir süredir Afrika Birliği etkisizleştirilmiş gibi bir görüntü verilmektedir. Birliğin üç üyesi Nijerya, Gabon ve Güney Afrika, BM Güvenlik Konseyi'nin müdahale kararının lehine oy vermişlerdir. Birliğin yeni başkanı Jean Ping, NATO tarafından empoze edilen yeni Libya hükümetini tanımakta, kendi selefi olan Kaddafi'ye kara ve iftira çalmakta son derece hızlı davranmıştır. Gerçekte o, Kaddafi'nin ölümünden sonra Afrika Birliği'nde onun anısına bir dakikalık bir saygı duruşu ya da sessizliğin olmasını bile engellemiştir.

 

Bununla birlikte bu fazla uzun sürmez. Özellikle Güney Afrikalılar müdahaleye verdikleri destekten ötürü pişman olmuş ve üzüntü duymuşlar, müdahalenin ardından liderleri Başkan Zuma ve Thabo Mbeki NATO'yu eleştiren açıklamalar yapmışlardır. Zuma, doğru bir şekilde NATO'nun BM kararlarının öngördüğü, Afrika Birliği'nin aracılık ettiği ve Kaddafi'nin de kabul ettiği görüşmeler ve ateşkesin bloke edilmesiyle illegal bir şekilde hareket ettiğini ifade etmiştir. Mbeki daha da ileri giderek BM Güvenlik Konseyi'nin Afrika Birliği'nin önerisini görmezden gelerek “Afrika halklarını aşağıladığı”nı ve “Batılı güçlerin silahlı güçlerini kullanarak kendi çıkarlarını koruma telaşına girdiğini, Afrikalılar olarak bizlerin görüşlerini almaksızın kıtamıza müdahale ederek kendi hırslarını gerçekleştirmeye çalıştığı”nı belirtmiştir. Güney Afrika Dışişleri Bakanlığı'na bağlı Uluslararası İlişkiler departmanında çalışan üst düzey bir diplomat, “Güney Afrika Gelişim Topluluğu ülkelerinin bir çoğunun özellikle de Güney Afrika'nın özgürlük mücadelesinde stratejik bir rol oynayan Güney Afrika, Zimbabwe, Angola, Tanzanya, Namibya ve Zambiya'nın Jean Ping'in yaptığı tarzda NATO jetlerinin ülkeyi bombalamasına izin vermesinden mutlu olmadığı”nı dile getirmiştir. Temmuz 2012'de Ping, 37 Afrika ülkesinin desteğiyle istifa etmeye ve yerini Thabo Mbeki'nin sağ kolu olan ve kesinlikle Ping'in kapitülasyoncu kampında yer almayan Güney Afrika eski Dışişleri Bakanı Dr. Nkosazana Dlamini-Zuma'ya bırakmak zorunda bırakılmıştır. Afrika Birliği, bir kez daha gerçek bir bağımsızlıktan yana olan güçlerin kontrolüne girmiştir.


Bununla birlikte Kaddafi'nin infaz edilmesi, sadece Afrika Birliği'ni güçlü bir üyeden mahrum bırakmamış, aynı zamanda Sahil-Sahra bölgesinde bölgesel güvenliğin temel taşı olan bir ülkeden de mahrum bırakmıştır. Kuvvet denkleminin, ideolojik meydan okumanın ve görüşmelerin dikkatli kullanılması, tıpkı Amerikan büyükelçisi Cristopher Stevens tarafından da 2008'de itiraf edildiği gibi Kaddafi'nin Libyası, Selefi militanların mevzi kazanmasını engelleyen uluslar ötesi güvenlik sisteminin başıydı. Stevens şunları söylüyor: “Libya hükümeti, yabancı savaşçılar akınını durdurmak için agresif operasyonlar yapmış, hava/deniz limanı girişlerini sıkı sıkıya kontrol altına alarak radikal İslam'ın mutaassıp ideolojik yaklaşımına karşı bir kalkan görevi görmüştür. Libya, yabancı savaşçıların ülkeye akışını engellemek ve uluslararası teröristlerin seyahatini önlemek için Sahra ve Sahil bölgesindeki komşu ülkelerle işbirliğine gitmiştir. Muammer Kaddafi son olarak, Tuarek kabile liderleriyle Libya, Çad, Nijer, Cezayir ve Mali gibi ülkelerle geniş kabul görmüş bir anlaşmaya arabuluculuk ederek onların ayrılıkçı beklentiler içerisine girmesini mani olmuş ve finansal destek ve kalkınma yardımı karşılığında bu grupların silah kaçakçılığı ve aşırılıkçılık yanlılarının sınırdan girişine izin verilmesinin önüne geçmiştir. Bizim değerlendirmemiz şudur ki yabancı savaşçıların Libya'dan Irak'a akışı ve tecrübeli savaşçıların ters yönde Libya'ya gelişleri, Libya hükümetinin önlemleri ve diğer ülkelerle işbirliği sayesinde oldukça azaltılmıştır.”


Bu “diğer ülkelerle işbirliği”, Sahil Sahra Ülkeleri Topluluğu'na (CENSAD) refere etmektedir. Bu kuruluş, Kaddafi tarafından 1998 yılında 23 ülke arasında serbest ticaret, insanların serbest geçişi ve bölgesel gelişimi amacıyla ama özellikle de barış ve güvenlik üzerinde odaklanan bir organizasyon olarak kurulmuştur. Selefi militanların etkisini göğüsleme konusunda söz konusu topluluk (CENSAD), Etyopya ile Eritre arasındaki çatışmalarda, Mano Nehri bölgesinde, ve son olarak Çad'daki ayaklanmalar meselesine çözüm getirme noktasında arabuluculukta bulunmuş ve anahtar rol oynamıştır. CENSAD'ın merkezi Trablus'ta bulunmakta olup Libya, sorgulanamaz bir şekilde grupta dominant bir güç oluşturmuştur. Gerçekte CENSAD desteği Kaddafi'nin 2009'de Afrika Birliği'ne başkan olarak seçilmesinde oldukça önemli bir rol oynamıştır.

 

Bu güvenlik sisteminin etkililiği Afrika'daki Batı hegemonyasına etkisi iki kat olan bir darbe oluşturmuştur: Sadece Afrika'yı barışa ve huzura yaklaştırmamış aynı zamanda Batılı ülkelerin müdahale için oluşturduğu bahanelerin önüne set çekmiştir. ABD kendi örgütü olan “Trans-Sahra Terörizme Karşı Mücadele Ortaklığı”nı (TSCTP) kurmuş ancak Mutasım Kaddafi'nin 2009'de Hilary Clinton'a Washington'da açıkladığı gibi Trablus merkezli CENSAD Topluluğu, Kuzey Afrika Hazır Müdahale Güçleri,  TSCTP'nin misyonunu engellemiştir.

 

Kaddafi iktidarda kaldığı ve güçlü ve etkili bölgesel güvenlik sisteminin başında bulunduğu müddetçe Selefi militanlar Kuzey Afrika'da mutsuz yerlileri kurtarmak için Batılı ülkelerin müdahalelerini ve işgallerini meşrulaştıran tehdit unsuru bir güç olarak kullanılamaz. Batı'nın İslami terörün etkisizleştirilmesi şeklindeki iddiaları ele alındığında Libya, Batılıların her zaman Afrika'ya karşı müdahalelerini meşrulaştırma aracı olarak kullandıkları emperyalist mazeretleri boşa çıkarmıştır. Aynı zamanda Libya, militanların, bağımsız seküler ülkeleri istikrarsızlaştırmak için bir vekalet gücü olarak Batı için kendi tarihsel işlevlerini yerine getirmelerini de engellemiştir. (Bu durum, Mark Curtis'in mükemmel bir eser olan Secret Affairs adlı çalışmasında belgelenmiştir). Batı, Selefi ölüm tugaylarını SSCB ve Yugoslavya'yı istikrarsızlaştırmak için çok başarılı bir şekilde kullanmıştır. Benzeri şeyleri Libya ve Suriye'ye karşı da yapmışlardır.

 

NATO'nun başarısız bir devlet olarak Libya'dan yeniden çekilmesiyle birlikte bu güvenlik sistemi parçalanmıştır. Sadece Selefi militanlar NATO tarafından son teknoloji sistemleriyle donatıldıkları için değil, aynı zamanda Libya hükümetinin elindeki silah depolarının yağmalanması ve bölgede saldırılar düzenlemek için güvenli bir bölge oluşturmak amacıyla da kendilerine yetki verilmiştir. Yeni Libya hükümetinin ve onun destekçisi NATO'nun apaçık göz yumması nedeniyle sınır güvenliği çökmüştür. Bu durumu küresel istihbarat şirketi Jamestown Vakfı'nın hazırladığı rapor çok güzel bir şekilde ortaya koymaktadır:

 

“Nijer, Çad ve Cezayir sınırlarının kesiştiği yere çok yakın bir yerde bulunan Al-Wigh Üssü, Kaddafi rejimi için son derece stratejik öneme sahip bir üstü. İsyan nedeniyle bu üs, Tubu kabilesinin savaşçılarının ve göstermelik Libya ordusu gerçekte ise Tubu komutanı Şerafuddin Barka Azaiy'nin doğrudan komutasına geçti. Kendisi şundan şikâyet ediyor:


‘Devrim boyunca bu üssü elde tutmak son derece stratejik öneme sahip bir şeydi. Biz onu özgürleştirdik. Ancak şimdi biz ihmal edildiğimizi düşünüyoruz. Sınırı korumak için yeterli ekipmana, araca ve silahlara sahip değiliz, Ulusal bir ordunun parçası olmasına rağmen herhangi bir maaş almıyoruz.' Bu rapor, Libya Yönetim konseyi ve selefi Geçici Yüksek Konseyi'nin güneydeki önemli askeri tesisleri koruma konusunda başarısız olduğunu belirterek, sınır güvenliğinin geleneksel olarak kaçakçılık yapmalarıyla çok iyi tanınan ve etkili bir şekilde ‘özelleştirilmiş' kabilelere havale edildiğini kaydediyor. Öbür taraftan bu durum, Libya'nın petrol altyapısını riske atmakta ve komşuların güvenliğini tehdit etmektedir. Libya silahlarının satılması ve transferi, Kaddafi sonrası dönemde küçük bir endüstriye dönüşmüştür. Yüksek miktardaki paraların El Kaide'nin eline geçmesiyle birlikte çok az gelişmiş ve sefalet içerisindeki bölgede onun önüne kapılar açacaktır. Şayet Fransızların Mali'nin kuzeyine yönelik yaptığı saldırı İslamcı militanları oradan uzaklaştırmada başarılı olursa bu grupların son derece zayıf bir şekilde kontrol edilen Libya'nın kuzeyindeki çöl bölgelerinde yeni üs kurmalarını engellemek için küçük bir şans olacaktır. Libya'daki güvenlik yapılarının merkezi kontrolü yapılamadığı sürece, yerel uluslar bölgedeki diğer uluslara bir güvenlik tehdidi olarak varlıklarını sürdüreceklerdir.”  


Bu istikrarsızlaştırmanın en açık kurbanı Mali olmuştur. Bir çok uzman, yorumlarında Mali'nin Selefiler tarafından ele geçirilmesinin NATO'nun Libya'daki eylemlerinin doğrudan sonucu olduğu konusunda hemfikirdir. Mali'de NATO destekli istikrarsızlaştırmanın sonuçlarından biri de 90'lı yıllarda İslamcılarla girdiği iç savaşta 200 bin vatandaşını yitiren Cezayir'in şu an ağır silahlara sahip çok iyi donanımlı Selefi gruplar tarafından hem doğu tarafından (Libya) hem de Güney tarafından (Mali) kuşatılmış olmasıdır. Libya'nın tahribatı ve Mübarek'in devrilmesinden sonra Kuzey Afrika'da bağımsızlığını Avrupalı tiranlardan kazanan anti sömürgeci bir yapı tarafından yönetilen ülke olarak sadece Cezayir kalmıştır. Bu bağımsızlık ruhu, Cezayir'in Afrika ve Avrupa'ya karşı tutumunda açıkça görülmektedir. Afrika cephesine gelince, Cezayir, Afrika Birliği'nin en güçlü destekçilerinden biri olup bütçesinin %15'ini kendisi sağlamakta ve Afrika Para Fonu'nun kurulması için 16 milyar dolar vermeyi taahhüt etmiştir. Ve bu hibeyle birlikte Cezayir, Birlik'e en fazla yardım yapan ülke konumuna yükselecektir. Avrupa'yla olan ilişkilerinde Cezayir, kendisinden beklenen tabi ve bağımlı rolü oynamayı reddetmiştir. Cezayir ve Suriye, Arap Birliği'nde NATO bombardımanına karşı oy kullanan tek Arap ülkesi olmuşlardır. Cezayir ayrıca NATO saldırılarından kaçarak kendisine sığınan Kaddafi ailesine barınma imkânı veren tek ülkedir.

Ancak Avrupalı stratejik planlamacıları belki de OPEC'in şahinleri olarak niteledikleri İran, Venezüella ve Cezayir'in kendi doğal kaynaklarıyla ilgili olarak sert bir pazarlık yapması konusunda endişeli görünmektedirler.


Financial Times'da yayınlanan son derece tedirgin bir makalede, “kaynak milliyetçiliği”nin boy göstermeye başladığı belirtilerek şu sonuca varılmaktadır: Cezayir'in 2006 yılında “tartışmalı ve beklenmedik bir şekilde vergiler”i uygulamaya koyduğu belirtilirken Cezayir'de faaliyet gösteren bir petrol şirketinin “Petrol şirketleri Cezayir'den bıktı” şeklindeki ifadesini alıntılamıştır. Aynı gazetenin Libya'yı, neredeyse NATO'nun işgalinden bir yıl önce Financial Times okuyucuları için en iğrenç suçlardan biri olan “kaynak milliyetçiliği”yle suçladığını görmek oldukça öğreticidir. Tabii ki “kaynak milliyetçiliği” o ülkenin sahip olduğu doğal kaynakların, yabancı şirketler yerine öncelikle yine o milletin bizzat kendi yararı ve kalkınması için kullanılması anlamına gelmektedir. Ve bu anlamda Cezayir, suçlu bulunmuştur. Cezayir'in petrol ihracatı yıllık 70 milyar dolar civarında olup 23 milyar doları küçük ve orta boy işletmeleri teşvik için kullanılmak üzere kamu hibe programına ayrılırken geri kalan bölümü sağlık yatırımları ve konut için harcanmaktadır. Gerçekte yüksek oranlı sosyal harcamalar, son yıllarda neden Cezayir'de Arap Baharı tarzı ayaklanmaların olmadığını anlamada anahtar rol oynadığını açıklamaktadır.


Bu “kaynak milliyetçiliği” küresel istihbarat şirketi olan STRATFOR tarafından kayda alınmıştır. Bu kurum hazırladığı raporda şunları söylemektedir: “Cezayir'deki yabancı katılımlar, güçlü bir milliyetçi yönelime sahip olan askeri hükümetin izlediği korumacı politikalar nedeniyle önemli sorunlar yaşamaktadır.”  Bu özellikle endişe vericidir zira Avrupa, Kuzey Denizi rezervleri tükenmeye başladığından Cezayir gazına daha fazla bağımlı olmak üzeredir: “ Bir doğal gaz ihracatçısı olarak Cezayir, AB ülkeleri için son derece stratejik ehemmiyete haiz bir ülkedir. Zira Kuzey Denizi hammadde üretimi, önümüzdeki on yılda düşüş dönemine girmektedir. Cezayir Avrupa'nın önemli bir enerji tedarikçisi olmakla birlikte Avrupa yerel rezervlerinin azalmasını dengelemek için doğal gazın daha geniş kullanımına ihtiyaç duyacaktır.” İngiliz ve Hollanda kuzey Denizi gaz rezervlerinin on yıl içinde tükeneceği öngörülmekte olup 2015 yılından itibaren keskin bir düşüşe girmektedir. Makale, Avrupa'nın Rusya ve Asya gazına aşırı bağımlı olması korkusuyla Cezayir'in (4.5 trilyon kübikmetrelik doğal gaz rezervi ve 17 trilyon kübikmetrelik kaya gazı rezerviyle) hayati bir öneme sahip olacağını belirtiyor. Ancak Avrupa'nın bu kaynakları kontrol etmesinin önündeki en büyük engel “kaynak milliyetçiliği” ve “koruma politikaları”yla Cezayir hükümetidir. Açıkça söylemeksizin makale, sonuç olarak istikrarsızlaştırılmış bir “başarısız devlet” olma ihtimali taşıyan Cezayir'in korumacı politikalar güden istikrarlı ve bağımsız bir Cezayir'den çok daha tercih edileceğini belirterek “Yemen, Irak, Libya ve Nijerya gibi yüksek riski olan ülkelerdeki Avrupa'nın önde gelen şirketlerinin varlığı, güvenlik sorunları ve istikrarsızlığa güçlü bir tahammül göstermektedir” ifadesini kullanmaktadır. Diğer bir ifadeyle özel güvenlik şirketlerinin hüküm sürdüğü çağda büyük petrol şirketleri yatırımlarının selameti için hiçbir şekilde devlet koruması ya da istikrar istememektedir. Felaket bölgeleri tolere edilebilir, ama bağımsız devletler edilemez.


Bu nedenle Batılı enerji güvenliğinin stratejik çıkarlarına ilişkin algılamada Cezayir'in Irak, Afganistan ve Libya gibi başarısız bir devlete dönüşmesi önemlidir. Bunu akılda tutarak, bu tarafta Selefi militanları Libya'da silahlandıran güçlerin öteki tarafta (Mali'de) onlara karşı savaş ilan etmelerindeki çelişki anlam kazanmaktadır. Fransızların bombalama misyonu, kendi ifadeleriyle Mali'nin bütünüyle yeniden fethini amaçlamaktadır ki bu pratikte isyancıları tedrici olarak kuzeye doğru yani Cezayir'e doğru sürme anlamına gelmektedir.

 

Bu yüzden Libya merkezli Sahil Sahra güvenlik sisteminin gönüllü olarak çökertilmesi, Afrika'nın geri kalmış rolünü sürdürmesi ve ona teslimiyet göstermesini isteyenler için oldukça yararlar içermektedir. Afrika'nın gerçek anlamda bağımsızlığını ve birliğini isteyen doğal kaynaklar açısından tek zengin ülkesi olan Cezayir'i tahribe meyilli olan militanlar eğitilmiş, silahlandırılmış ve onlara bölge tahsis edilmiştir. Böyle yaparak Batı, bazı Afrikalıların (onların AFRICOM'un kıtalarındaki varlığına yönelik ortak itirazlarıyla çelişir şekilde) Batı'dan kendilerini bu militanlardan ‘korumaları' için yardım etme noktasında aklını çelmiştir. Klasik mafya haracı gibi Batı da bir takım ülkelerin kendilerinden korunma istedikleri güçleri onların üstlerine salarak bu korumanın oldukça gerekli olduğunu ima etmektedir. Şimdi Fransa Mali'yi işgal ederken, ABD Nijer'de yeni bir insansız hava aracı üssü inşa etmekte, David Cameron ise altı ülkeyi içine alan bir terörle mücadele taahhüdü hakkında açıklama yapmaktadır.

 

Bununla birlikte emperyalist cephede herkes bu kadar yüce gönüllü olamamaktadır. Tersine Batı hiçbir zaman kendi askerlerini göndermeye yanaşmamıştır. Temel amaç Cezayir'in yutulması, SSCB'ye karşı 1980'lerin başlarında kullanılan tuzağın aynısı kullanılmaktadır. Ki burada İngiltere ve ABD'nin düşman sınırlarındaki şiddet yanlısı mezhepçi isyancılara yönelik desteğinin ilk örneğini gördük. Daha önce de hedeflerindeki Sovyetleri yakıcı bir savaşın içine çekmişlerdi.  

 

Sovyetler'in Afganistan'daki savaşı sadece başarısızlığa uğramakla kalmadı, yavaş yavaş ekonomisini ve moralini de çökertti ve aynı zamanda Sovyetler'in 1991'deki çöküşünün ardında yatan anahtar faktör oldu. Bununla birlikte Cezayir, bu tuzağa düşmeyi reddetti, sürekli olarak iyi polis kötü polisi oynayan Clinton'un ekim ayında Cezayir'de harekete geçmek için baskı yapmasını Hollande'ın iki ay sonra gelen operasyonu izlemiştir ancak bunların hiçbiri fayda etmemiştir. Bu arada kurallara bağlı kalmak yerine Batılıların önceden tahmin edilemez Selefi vekilleri, üslerini kuzey Mali'den, tahmin edildiği gibi Kuzey Cezayir'e değil, aksi yöne yani güneydeki Bomako'ya kaydırarak daha yeni darbeyle işbaşına gelmiş olan Batı destekli bir rejimi tehdit etmeye başladı. Fransızlar onları kuzeye yani kendilerinin gerçek hedefi olan devlete doğru sürmek için müdahale etmeye zorlanmıştı. Şimdi ise bu işgal, Batılı askerlerden daha çok selefi vekillerinden korkan Afrikalılar arasında var olan desteğin gerçek düzeyini göstermektedir.  Bir kez işgal başladığında, işgalcilerin ve onların müttefiklerinin vahşetine rağmen güvenin ve gerilla sayısını artırmanın ne kadar işe yaradığını göreceğiz.  


medyasafak.com