Ey Araplar, “küçük devletler” seçeneğinden uzak durun!

Ey Araplar, “küçük devletler” seçeneğinden uzak durun!
Fakat emperyalizmin araçları olarak İslamcılara veya devlete işaret eden Mısırlılar ve Suriyeliler yanılıyor: İmparatorluk oportünisttir. Her ikisinden de fayda sağlamanın yollarını bilir.

 

 

 

Şermin Nervani

 

 

El Ahbar

 

 

 

Bütün politikaların kalbinde soğuk, sert oportünizm vardır. Yeni koşullar, değişen ittifaklar ve beklenmeyen olaylar her zaman üst üste gelip, kişilerin çekirdek bir gündem için fayda sağlama hesaplarını değiştirir.

 

Bugünün Ortadoğu'sunda bu hesaplar, on yıllardır görülmemiş bir sıklıkla yeniden düzenleniyor.

 

Örneğin Mısır ve Suriye'de, halkın hisleri, ittifak ve çıkarların bulunduğu yere göre gerçek anlamda bölünmüştür. Mısırlıların yarısı, devrik cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin ABD ve İsrail'in maşası olduğuna ikna olmuş görünürken, diğer yarısı Mısır ordusunun yabancıların ajandalarını hayata geçirdiğine inanıyor.

 

Aynısı, İsrail'in ve Amerika'nın bölgedeki hegemonik çıkarlarından en çok yararlananın Başkan Beşar Esad mı yoksa dış merkezli Suriye Ulusal Konseyi (SUK) mi olduğu konusnda ihtilaf halinde olan Suriyeliler için de geçerli.

 

Fakat emperyalizmin araçları olarak İslamcılara veya devlete işaret eden Mısırlılar ve Suriyeliler yanılıyor: İmparatorluk oportünisttir. Her ikisinden de fayda sağlamanın yollarını bilir.

 

Araplar, komplolarla ve spekülatif ayrıntılarla meşgulken, çok daha yıkıcı olan başka bir senaryo kaçırılıyor: Herkese çok daha fazla zarar verecek olan üçüncü seçenek.

 

 

Temel Ortadoğu devletlerinin Balkanlaştırılması

 

19 Haziran günü Michigan Üniversitesi'ne bağlı Gerald R. Ford Kamu Politikaları Okulu'nda, eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, Ortadoğu'daki sonuçlar hakkındaki Batı söyleminde yer alan ve alarm veren yeni bir nakarata temas etti: başka her şeyin başarısız olması halinde, temel Arap devletlerinin siyasi-askeri erişimlerini daraltacak ve Batı'nın bölge üzerindeki hızla azalan kontrolünü yeniden tesis edecek şekilde, mezhep, etnisite, aşiret veya ulus çizgileri üzerinden sınırların yeniden çizilmesine dayanan bir üçüncü strateji. Kissinger, bu anlamıyla iki ulustan söz ediyordu:

 

“(Suriye'de) üç muhtemel sonuç var. Esad'ın zaferi, Sünni zaferi, yahut çeşitli milliyetlerin, bir arada, fakat birbirlerine baskı yapamayacak şekilde şu veya bu düzeyde özerk bölgelerde yaşamayı kabul edecekleri bir sonuç. Benim görmek istediğim sonuç budur. Fakat popüler görüş bu değildir… Her şeyden önce, Suriye tarihsel bir devlet değildir. Şu andaki biçimiyle 1920 yılında oluşturulmuştur ve bu biçim, ülkenin Fransa tarafından kontrol edilmesini kolaylaştırmak için verilmiştir. BM mandası sonrasında olan da budur. Komşu ülke Irak'a da, İngiltere'nin kontrolünü kolaylaştırmak için tuhaf bir biçim verilmiştir. Ve her iki ülkenin de biçimi, bunlardan birinin veya diğerinin bölgeye hakim olmasını zorlaştırmak üzere tasarlanmıştır.”

 

Kissinger açık bir şekilde, tercih ettiği seçeneğin “özerk bölgeler” olduğunu söylerken, Batılı hükümetlerin açıklamalarının çoğunda, çıkarlarının bölgesel bölünmelerin engellenmesinde olduğu söyleniyor. Bu sizi aldatmasın. Bu, bilindik söylem inşası ve sahne hazırlama çabasıdır. Bir şeyi – yani, bu ülkelerin taksim edilebileceği fikrini – yeterli düzeyde tekrar edin, bundan sonra dinleyiciler, sizin bu fikri sevip sevmediğini hatırlamayacaktır. Onların aklında, bu devletlerin bölünebileceği mesajı kalacaktır.

 

Aynısı mezhep söylemi için de geçerlidir. Batılı hükümetler her zaman Sünni-Şii bölünmesinin tırmanışa geçmesine karşı ikazda bulunuyorlar. Ancak bölge çapında, özellikle de İran'ın kaydadeğer bir etkiye sahip olduğu ülkelerde (Lübnan, Suriye, Irak) veya belli bir etki kazanabileceği ülkelerde (Mısır, Bahreyn, Yemen) Şii-Sünni çatışmasını kasten körüklemeye dizboyu devam ediyorlar.

 

 

Devletleri parçalamak için mezhepçiliğin “tohumlarının atılması”

 

Eğer uzun süren bir komplo var olmuşsa, o da budur. Kendisi için avantaj sağlayacak şekilde İranlı-Arap ve Sünni-Şii bölünmesini kışkırtmak, İran'daki 1979 İslam Devrimi'nden beri ABD'nin başlıca politika hedeflerinden biri olmuştur.

 

Wikileaks, Arap ayaklanmalarının TV ekranlarında yer almaya başladığı andan itibaren Washington'un izlediği entrikalardan bazılarına ışık tutulmasına yardımcı oldu.

 

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın ülkedeki konumunun güçlenmesinden yakınan 2006 tarihli bir Dışişleri Bakanlığı yazışması, Suriye'nin İran'la olan bağlarını kesmek amacıyla, devlet içinde nifak ekme yönünde hayata geçirilebilir planların bir taslağını sunuyor. Bunun temel aracı ise, bütün “hassas noktalardan” “istifade edilmesi”:

 

“SÜNNİLERİN İRAN NÜFUZU KORKULARINA OYNAMAK: Suriye'de, İranlıların Şiiliği yayacağı ve çoğu yoksul olan Sünnilerin mezhebini değiştireceği yönünde korkular var. Çoğu zaman abartılıyor olsa da, bu türden korkular, Suriye'deki Sünni topluluğunun bir unsurunun gerçekliğini yansıtıyor. Bunlar, ülkelerinde cami inşaatından işletmelere kadar bir dizi faaliyet üzerinden İran nüfuzunun yayılması karşısında alt üst olmuş durumdalar ve buna odaklanıyorlar. Buradaki yerel Mısır ve Suudi misyonları (ve yanısıra önde gelen Suriyeli Sünni dini liderler) meseleye giderek daha fazla ilgi gösteriyor ve bu meseleyi daha fazla görünür hale getirme ve bölgesel düzeyde dikkat çekme yolları konusunda onların hükümetleriyle [Mısır ve Suudi hükümetleriyle-Ç.N.] daha yakın bir koordinasyon kurmamız gerekiyor.”

 

Buradan akla gelen bir soru, Mısır'da “Şiiliğin yayılması” hakkındaki benzer suçlamaların, yakın zamana kadar Sünni Müslüman Kardeşler tarafından yönetilen bir ülkede Şii karşıtı ve İran karşıtı duygular ekmekten başka bir anlamının olup olmadığıdır.

 

Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'daki ABD Büyükelçiliği'nden gönderilen 2009 tarihli başka bir yazışma, bu temayı sürdürüyor. Buna göre, dönemin Yemen Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih ve onun iç çevresiyle yakın kişisel bağları bulunan bir aşiret lideri olan Muhammad Naci el-Şeyf, temel figürlerin “Salih'in Husi isyancılara verilen İran desteği ile ilgili iddiaları konusunda çok şüpheci” olduğunu söylüyordu:

 

Şeyf 14 Aralık günü EconOff'a, (Suudi hükümetinin Yemen işlerinden sorumlu özel ofisi) komite üyelerinin, Salih'in Husilere İran tarafından destek verildiği yönünde sahte veya abartılı bilgiler sunduğu ve amacının doğrudan Suudi müdahalesini getirmek ve çatışmayı bölgeselleştirmek olduğu şeklindeki fikrini paylaştığını söyledi. Şeyf, bir komite üyesinin kendisine “Salih'in İran konusunda yalan söylediğini biliyoruz, fakat buna dair yapabileceğimiz bir şey yok” dediğini aktardı.

 

Bu, birkaç yıl sonra ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'un Senato Komitesi'ne yalan söylemesini engellemedi: “Onların – İranlıların – Yemen'deki muhalefet hareketlerine yoğun bir şekilde müdahil olduğunu biliyoruz.”

 

2008 yılında Bahreyn'in başkenti Manama'dan gönderilen ABD Büyükelçiliği yazışmaları da aynı şekilde devam ediyor:

 

“Bahreyn hükümet yetkilileri bazen hususi olarak ABD'li resmi ziyaretçilere, bazı Şii muhaliflerin İran tarafından desteklendiğini söylüyor. Bu iddianın ortaya atıldığı her sefer, Bahreyn hükümetinden kanıtlarını paylaşmalarını istiyoruz. Şu ana kadar, buraya İran'dan en azından 1990'ların ortalarından beri silah veya para gönderildiğine dair herhangi bir ikna edici kanıt göremedik. Değerlendirmemize göre, eğer Bahreyn hükümeti daha yakın zamanlarda İran'ın yıkıcılık faaliyeti yürüttüğüne dair ikna edici kanıta sahip olsaydı, bunları hemen bizimle paylaşırdı.”

 

Ancak Bahreyn yöneticileri, Şii çoğunluluklu ülkede iki yıldır süren barışçıl protestoları şiddet yoluyla ezmeye devam ederken, kamuoyuna yönelik olarak kullandıkları öcü, Washington'unkiyle aynı: İran müdahalesi.

 

Washington, Arap ayaklanmaları başladığı zaman Şii karşıtı ve İran karşıtı anlatıları aktive etme konusunda aşırı derecede hızlı hareket etti. 2011 yılının daha ilk üç ayı geride bırakılmışken ABD ordusu, Araplar ile İranlılar, Sünniler ve Şiiler arasındaki farkları kalıcı kılacak bir “hikaye konusuna” ince ayar yapmak üzere  gizli bir uygulama gerçekleştirdi.

 

İşte CENTCOM'un “İranlılara karşı Araplar” uygulamasında bulunan bazı önerme ve sorular. (Not: Alıştırma, İranlılardan “Farslar” diye bahsetmektedir)

 

Önerme: “Arap-Fars dinamiği bir bölünme dinamiğidir. Tarih, din, dil ve kültür, aşılması zor pek çok engel teşkil etmektedir.”

 

Önerme: “Arapların Farslara yönelik genel aşağılık kompleksi, pek çok Arap'ın Ortadoğu'da Fars yayılmasından ve hegemonyasından korktuğu anlamına gelmektedir. Onların zihinlerinde Fars İmparatorluğu hiçbir zaman yok olmamıştır ve Arap devletlerinin çoğuna nazaran daha fazla kendi kendine yeter niteliktedir. ”

 

Önerme: “Bir ‘medeniyetler çatışması' – yani, modern haçlı seferleri, İslam'a karşı Yahudi-Hristiyanlar, Batı/İsrail ile Araplar/Farslar arasında savaş – dışında, Araplar ve Farsların ABD/Batı'ya güçlerini birleştirecekleri bir senaryo yoktur.”

 

Soru: “Tartışmayı Arap-Fars çerçevesine mi yerleştirmek uygundur yoksa Sünni-Şii daha uygun bir çerçeve midir?”

 

Soru: “Bir bölünme göz önünde tutulursa, Arapları ve Farsları, geçici olarak da olsa birleştirecek bir şey ne olabilir?”

 

Bu anlatılar, iki şeyi ileri sürüyor: İranlılar ve Araplar arasındaki bölünme bir gerçektir ve Arap ayaklanmalarının ardından iki grubun daha büyük bir birlik kurması ABD'nin çıkarlarına yönelik potansiyel bir tehdittir. İşte bu yüzden, şu kaygılı soru soruluyor: Onları geçici olarak da olsa birleştirecek şey ne olabilir? 

 

 

“Küçük devletler” Arapları zayıflatır

 

Bölgede imal edilmiş çatışma artarken, seçenekler azalıyor. Ortadoğu'nun ve hayati petrol ve doğalgaz rezervlerinin stratejik önemi nedeniyle… İsrail, Ürdün, NATO üyesi Türkiye, Fars Körfezi'nin Arap monarşileri gibi, ABD'nin çıkarlarını koruyan temel devletlerde istikrarı koruma isteği nedeniyle… çok sayıda devlette açık uçlu bir çatışma olması, basit bir şekilde söylemek gerekirse, arzulanmaz.

 

Suriye çatışmasının gidişatı boyunca – ve kesinlikle de Esad'ın gitmesinin daha az muhtemel göründüğü önceki yıl boyunca – Batı, “uzmanları” ve medyası üzerinden sık sık, devleti mezhepsel ve etnik çizgiler üzerinden birkaç küçük parçaya bölme fikrini gündeme getirdi. Her ne kadar bu, “çatışmanın ilerlemesini engellemenin” bir aracı olarak çerçevelendirilse de, bu fikir gerçekte Amerika'nın, Irak'ı ayrı Sünni, Şii ve Kürt bölgelerine bölmeyi etkili bir şekilde başarmış olan federalizm deneyimini izlemektedir.

 

Ülkelerinin bölünmesi fikrini destekleyecek, ulusal aidiyeti bilinen beş tane bile Kürt olmayan Suriyeli veya Iraklı bulamayacağınız düşüncesini unutun. Bu, açıkça Washington'un vizyonudur. Ya da daha ziyade, bir Batı vizyonudur ve üzerinde İsrail'in parmak izleri bulunmaktadır.

 

 

İsrail'in “küçük devletler” vizyonu

 

1982 yılında, İsrail çok mezhepli Lübnan'ı işgal etme operasyonunu kızıştırırken, İsrail dışişleri bakanlığı stratejisti Oded Yinon, Ortadoğu'yu, Yahudi devletinin bölgesel üstünlüğünü bir daha tehdit edemeyecek küçük ve savaş halinde kantonlara bölerek yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bir master planı hazırladı:

 

“Lübnan'ın beş eyalete bölünecek şekilde topyekün dağılması, Mısır, Suriye ve Irak da dahil olmak üzere bütün Arap dünyası için bir örnek teşkil etmektedir ve Arap Yarımadası da şimdiden bu yolu izlemektedir. Tıpkı Lübnan'da olduğu gibi daha ileride Suriye ve Irak'ın da etnik veya dini açıdan ötekilerden ayrı bölgelere bölünmesi, İsrail'in Doğu cephesinde uzun vadedeki temel hedefidir; bu devletlerin askeri gücünün dağılması ise kısa vadedeki temel hedeftir. Suriye, bugün Lübnan'da olduğu gibi, etnik ve dini yapısına uygun bir şekilde parçalanacak, sahil kesiminde bir Şii-Alevi devleti, Halep bölgesinde bir Sünni devleti, Şam'da, kuzey komşusuna düşman başka bir Sünni devleti kurulacak, bu devlet aynı zamanda Havran'da, Kuzey Ürdün'de ve hatta bize ait olan Golan'da devlet kuracak olan Dürzilere de düşman olacaktır.”

 

“Mısır, parçalanıp çok sayıda devletçiğe bölünebilir. Eğer Mısır dağılırsa, Libya, Sudan, hatta daha uzaktaki devletler şimdiki biçimlerini sürdüremeyecek ve Mısır'ın çöküş ve dağılışına katılacaktır. Yukarı Mısır'da bir Hristiyan Kıpti Devleti ve yanısıra, şimdiye kadar olduğu türden merkezi hükümet olmadan, hayli yerelleşmiş iktidara sahip bir dizi zayf devlet kurulması, barış anlaşmasıyla geri düşmüş, ancak uzun vadede kaçınılmaz görünen tarihsel gelişmenin anahtarıdır.”

 

“Bir taraftan petrol zengini olan, diğer taraftan ise içeriden parçalanmış bir Irak'ın İsrail'in hedeflerine aday olacağı kesindir. Irak'ın dağılması bizim için, Suriye'nin parçalanmasından daha da önemlidir. Kısa vadede, İsrail'e en büyük tehdidi oluşturan Irak'ın gücüdür. Bir Irak-İran savaşı, Irak'ı parçalayacak ve bize karşı geniş bir cephede savaşmaya organize olamadan içeride çökmesine sebep olacaktır. Her türden Araplar arası çatışma bize kısa vadede yardımcı olacak ve daha önemli hedef olan, Suriye ve Lübnan'daki gibi Irak'ın da çeşitli isimlere bölünmesi hedefine giden yolu kısaltacaktır.  Irak'ta, Osmanlı zamanında Suriye'de olduğu gibi etnik/dini çizgiler üzerinde eyaletlere bölünme mümkündür. Bu şekilde, üç büyük şehrin – Basra, Bağdat ve Musul – etrafında üç (veya daha fazla) devlet var olacak, güneydeki Şii bölgeler kuzeydeki Sünnü ve Kürt bölgelerinden ayrılacaktır. Şu andaki İran-Irak çatışmasının bu kutuplaştırmayı derinleştirmesi mümkündür.”

 

“Ürdün'ün şimdiki yapısıyla uzun süre varlığını sürdürme şansı yoktur ve İsrail'in politikası, savaşta da barışta da, mevcut rejim altındaki Ürdün'ün tasfiyesi ve iktidarın Filistinli çoğunluğa transferine yönelik olmalıdır.”

 

 

Devletlerin yapay şekilde parçalanmasından uzak durun

 

“Özgürlük ve demokrasinin” gelişinin müjdecisi Arap “devrimleri” hakkındaki Batı anlatısının aksine, Ruslar olaylara daha ihtiyatlı bir gözle baktı.

 

Şubat 2011 gibi erken bir tarihte, dönemin Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev Arap dünyası çapında yaşanan devrimlerin fanatiklerin iktidara gelmesine yol açabileceği ve “yıllarca sürecek bir yangına ve gelecekte aşırıcılığın yayılmasına” sebep olabileceği ikazında bulunmuştu. Bu olayların akabinde devletlerin parçalanmasının da açık bir ihtimal olduğunu söylüyordu:

 

“Zorlu bir durum var. Büyük, yoğun nüfuslu devletin dağılmasından, küçük parçalara bölünmesinden bahsediyor olabiliriz.”

 

Ruslar haklıydı. Amerikalılar – tehlikeli bir şekilde – haksızdı.

 

Ortadoğu bir gün bölge çapında sınır düzeltmelerine ihtiyaç duyacaktır, ancak bunun başarılı olması için, tamamen yerli olarak belirlenmiş bir süreç içinde gerçekleşmesi gerekir. Suriye'de, Irak'ta, Lübnan'da, Yemen'de, Bahreyn'de ve başka yerlerde kızışan savaşlar, tamamen farklı bölgesel sonuçlar peşinde koşan iki “blok” arasındaki bir çatışmanın tezahürleridir ki, hedeflenen sonuçlardan biri, yeni Ortadoğu sınırlarının çizilmesidir.  

 

İlk grup, yani bölgesel hegemonyasını hangi biçimde olursa olsun sürdürme  peşinde koşan ABD liderliğindeki agresif blok, toplumları, Batı tarafından desteklenen yeni sınırların “davasını” kabul etmeye sürüklemek için kurgusal ve titizlikle oluşturulmuş bölücü anlatılar kullanıyor. Bu sınırlar ülkeleri mezhep, etnisite ve aşiret çizgileri üzerinden bölerek, yeni ortaya çıkmış devletler arasında çatışmanın devam etmesini ve onları çok daha büyük olan emperyal tehditten uzaklaştıracak bir “yeni yönelim” içine sokacaktır. Sonuç olarak birleşmiş bir Ortadoğu, doğal olarak evrensel düzeyde hakir görülen İmparatorluk'a karşı yönelecek, doğrama tahtasına ilk gelen de İsrail'in sınırları olacaktır. Ve bu ortamda, Batı'nın teşvik ettiği sınır revizyonları, Sykes-Picot'dan bile çok daha kaotik olacaktır.

 

Batı-İsrail hegemonyasına karşı çıkan ikinci blok (İran, Irak, Suriye, Rusya, Çin ve az sayıda bağımsız grup/devlet) ise, giderek Lübnan'dan Irak'a çizilmiş bir çizgi gibi görünen (ki şu anda kaosun buraya kanalize olması tesadüf değildir) kendi doğrudan coğrafi temelleri dışında bir sınır çözümünü empoze edecek araçlara veya olanağa sahip değildir. Onların stratejisi, temel olarak parçalayıcı komploları ifşa etmek, bölünmeyi  asgariye indirmek ve yabancı destekli isyanları, gerekirse askeri yollardan etkisiz hale getirmek üzerine kuruludur.

 

Bu bloğun bakış açısına göre Sykes-Picot devre dışı bırakılacaktır, ancak bu, bölgesel konsensüs ve rasyonel düşünceler temelinde, organik bir sınır düzeltme süreci içinde gerçekleşecektir. Gerçekte bu blok, yeniden çizilecek sınırlardan ziyade, zararlı bölünmeler yaratmaya çalışan ateşleri söndürmeye odaklanmıştır.

 

Araplar ve Müslümanlar, “küçük devletler” üzerine bu kurulu bu üçüncü seçeneğe karşı teyakkuz içinde olmaya başlamalıdırlar, aksi halde onlar, ayrıntılarla oyalanma tuzağına düşerken, daha büyük oyunlar onların ülkelerini tahrip edecek ve onları sonu gelmez çatışmaya sürükleyecektir.

 

 

Çev: Selim Sezer

 

www.medyasafak.net