İslam Devrimi: Yeni güç merkezi
- Medyasafak.net
- ANALİZ
- 28.02.2018
İran halkı ve onun dünya çapındaki dostları ve destekçileri bu ay İslam Devrimi’nin bir yıldönümünü daha kutlarken, bu devrimin kazanımları üzerine düşünmek faydalı olacaktır. 40. yılına giren İslam Devrimi’nin ve onun meyvesi olan İslam Cumhuriyeti’nin dinmek bilmeyen düşmanlıklar arasında hayatta kalmış olması kendi başına büyük bir başarıdır.
Zafer Bengaş
Crescent International
Karşısına çıkarılan tün engellere rağmen, İslami İran yoluna devam ediyor.
İran halkı ve onun dünya çapındaki dostları ve destekçileri bu ay İslam Devrimi'nin bir yıldönümünü daha kutlarken, bu devrimin kazanımları üzerine düşünmek faydalı olacaktır. 40. yılına giren İslam Devrimi'nin ve onun meyvesi olan İslam Cumhuriyeti'nin dinmek bilmeyen düşmanlıklar arasında hayatta kalmış olması kendi başına büyük bir başarıdır. Daha da dikkat çekici olan şey ise, pek çok zorlukla karşı karşıya olmasına rağmen pek çok hayati alanda muazzam ilerlemeler kaydetmiş olmasıdır. Bundan daha fazla bahsedeceğiz, ancak önce, şu andaki küresel ortamın temel bir boyutunu düşünelim.
Çağdaş tarihteki gelişmeler karşısında düşünüldüğünde, İslam Devrimi'nin hayatta kalmasının kendisi bile göz alıcıdır. İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda empoze edilen “küresel düzen” diye adlandırılan şey, ülkelerin ve toplumların çoğu için gerçek bir felaket oldu. Biri ABD, diğeri de bir zamanların Sovyetler Birliği öncülüğündeki iki blok arasında bölünmüş olan yeni bağımsız devletlerin, hayatta kalmak için bloklardan birine veya diğerine katılmaktan başka pek bir seçeneği yoktu. Bunlar, kaçmanın gerçekten de imkânsız olduğu dev hapishaneler gibiydi. Ülkeler, bir ya da diğer süper gücün vassalı olarak varlığını sürdürüyordu.
Gerçek bir bağımsızlığa erişmek beyhude bir hayaldi. Bir bloktan diğerine kaçmak bile riskli bir girişimdi. Hegemonik güçlerin birinin veya diğerinin ölümcül kucağından çıkıp özgürleşmeye çalışan ülkeler hızlı bir şekilde tokatlanarak eski yerine döndürüldü. Mısır ve Endonezya bunun örnekleridir. 1953'te İran'da, 1954'te Guatemala'da, 1963'te Vietnam'da, 1973'te Şili'de ve birçok başka örnekte ise yönetimler, Batı'nın hazırladığı darbelerle devrildi. Çitlerin – yahut kötü şöhretli savaş suçlusu ve ırkçı Winston Churchill'in meşhur ifadesiyle “Demir Perde'nin – diğer tarafında yaşanan da aynı hikayeydi. 1956'da Macaristan'da, 1968'de Çekoslovakya'da Sovyet bloğundan çıkmak üzere gerçekleşen Batı destekli ayaklanmaların yegâne sonucu, Sovyet tanklarıyla dize getirilmek oldu.
Bu gerçeklik dikkate alındığında, İran'daki İslam Devrimi'nin zaferi, ufuk açıcı bir başarıydı. Blokların ikisi de onu desteklemedi; hatta gerçekte, her ikisi de kendi özgün sebeplerinden ötürü ona karşıydı. Bu yüzden İran halkının İmam Humeyni liderliğinde yürüttüğü mücadele eşsizdi. İslam düşmanlarının yeni İslami düzeni yıkmak için hem içeride hem de dışarıda gerçekleştirdiği sayısız saldırıya rağmen önce başarılı olup ardından bu kadar uzun süre hayatta kalmak, daha da göz alıcı bir başarıdır.
Bu büyük meydan okumalar karşısında hayatta kalma direnci, bir kaynaktan geliyordu: İran'ın İslami liderliğinin ve halkının yalnızca Yüce Allah'a güvenmesi. Buna İslam'ın gücü denilir. Bunun izah edilmesi gerekir. Her sistem bazı fikirlere ve değerlere dayanır. Eski Sovyetler Birliği ve uyduları, Marksist ideolojiye dayanıyordu. Batı, kapitalizmin peşinden gitti. Müslümanların İslami yönetim sistemi vardır, fakat yalnızca bir ülke – İran – çağdaş tarihinde bunu gerçekten benimsemiştir. Komünizm uzun zaman önce terk edilmiştir, kapitalizm ise, hem toplumların kendi içinde hem de toplumlar arasında global eşitsizlikleri derinleştirdiği için ölüm yatağındadır. Bu, eşitsizlikler, her yerde devasa acılara yol açmıştır. Dünya bugün son derece tehlikeli bir yerdir.
Eğer Müslüman Doğu'ya (diğer adıyla Ortadoğu'ya) odaklanacak olursak, tablonun yalnızca kasvetli değil, derin bir şekilde tedirginlik verici olduğunu görürüz. İçerinden üretilmiş veya dışarıdan empoze edilmiş bir karmaşanın bulunmadığı ülke pek yok. Rejimlerin çoğu aynı zamanda emperyalistlerin ve Siyonistlerin hizmetkârı ve varlığını onların merhametine bırakmış durumda. İslami İran ise, ekonomisini olumsuz şekilde etkileyen, Batı tarafından empoze edilen yaptırımlarla geçen yaklaşık kırk yıla rağmen bu zorlukları bertaraf ettiği gibi, süreçlerden çok daha güçlü çıktı. Başta petrol gelirleri olmak üzere, İran'ın yüz milyarlarca dolarlık varlıkları dondurulmuştu ve halen de tam anlamıyla serbest bırakılmış değil. Yolcu güvenliği için ciddi bir tehdit oluşturacak şekilde, sivil havacılıkta kullanılan yedek parçalar bile ambargoya maruz kaldı. Bunun normalde bir savaş suçu teşkil etmesi gerekir, ancak emperyalist düzende ABD haydut devleti böyle suçlar işler ve cezasız kalır.
Benzer yaptırımlara maruz kalmış Irak gibi başka devletler son derece ağır acılar çekti ve sonuçları kitlesel çaplı yoksulluk, açlık ve yüz binlerce insanın ölümü oldu. İran örneğinde ise diz çökmekten çok, Rehber İmam Seyyid Ali Hameney'in defaatle vurguladığı gibi, yaptırımları bir direniş ekonomisi geliştirmek için fırsat olarak kullandı. Doğru, hükümet aygıtının bütün kesitleri onun tavsiyelerini izlemedi ve bu durum sıradan halk için bazı sorunlar doğurdu. Fiyat artışları nedeniyle başlayan ve yabancı unsurlar tarafından çalınıp bozularak ayaklanmaya dönüştürülen son protestolar, bu olgunun tezahürlerinden biriydi.
İslam Cumhuriyeti'nin mükemmel bir İslam Devleti modeli olmadığını da vurgulamak gerekir. Hükümette ve devlet aygıtında iyi insanlar olduğu gibi o kadar da iyi olmayan insanlar da var. Tartışma götürmeyecek şey ise genel değerler sisteminin İslami olduğu ve devlet yapısının İslami değerlere ve ilkelere tümüyle adanmış ve bu konuda samimi olduğudur.
Başında ABD'nin olduğu Batı dünyasının İran İslam Cumhuriyeti'ne karşı sergilediği aşırı husumeti izah eden de budur. Böyle bir husumetin tümüyle irrasyonel ve son kertede nafile olduğu da iyi bilinir. 40 yıl önce bu ay (Şubat) meydana gelen İslam Devrimi, İran'da Batı'nın empoze ettiği bir rejimi devirdi. İslam Devrimi bundan fazlasını da yaptı: Batı tarafından şekillendirilen ve 2. Dünya Savaşı sonrasında dayatılan siyasi düzenin tabutuna bir çivi çaktı. Emperyalistler ve Siyonistler – dayatılan düzenden istifade edenler – İslam Devrimi'ni yerleşik çıkarlarına bir tehdit olarak gördüler, düşmanlıkları da buradan geliyor.
Daha da rahatsız edici olan şey ise, Müslüman çoğunluklu ülkelerdeki rejimlerin çoğunun da İslam Cumhuriyeti'ne ve onu var eden devrime düşman olmasıdır. Bu onların, bu devrimin ortaya koyduğu örnekten ve dünya çapındaki Müslümanlar üzerine yarattığı etkiden korktuklarını gösteriyor. Nitekim İslam Devrimi, kendilerini emperyalizmin boyunduruğundan kurtarmak için mücadele eden gayrimüslimlerin bile düşüncelerini etkiledi. Bu, özelikle Güney Amerika'da ve Afrika'nın bazı kısımlarında açıktır.
Bahsedilmesi iç rahatlatıcı olan bir nokta da, İslam Devrimi'nin etkisinin oldukça geniş bir alana yayılmış olmasıdır: yalnızca belli bir mezheple, dinle veya insanlığın belli bir kesitiyle sınırlı değildir. Özgürlük ve değişim için mücadele eden pek çok insan, onun benimsediği süreci içselleştirmiştir. Bugün İslami İran, yırtıcı Batılı güçlerin ve onların bölgesel müttefiklerinin uyguladığı ekonomik, askeri, siyasi veya diplomatik basınç karşısında boyun eğmeyen, gerçek anlamda özgür bir ülke olarak duruyor.
Bu noktada, İslam Devrimi hakkında farklı bir tanım sunmak yerinde olabilir. İslam Devrimi'nin önde gelen uzmanlarından olan merhum Dr. Kelim Sıddiki'nin yaptığı tanıma göre, “İslam Devrimi, aşağıdakilerin olduğu bir toplum durumudur:
1. Bir bölgedeki bütün Müslümanlar, kolektif iradeleri ve çabaları direnç gösterilemez ve yenilgiye uğratılamaz hale gelecek kadar mobilize olur;
2. Müslüman toplum, İslam'ın medeniyet amaçlarına pozitif şekilde adanmış bir liderlik edinir ve kendi içinde sınıf ya da başka türden çıkar ayrımı yoktur;
3. Bu yüzden ortaya çıkan enerjiler toplumu bütün düzeylerde içeriden yeniden yapılandırabilir ve,
4. Toplumsal düzen dış dünyayla kendi tercihlerine göre ilişkilenebilecek güven ve beceriyi edinir.” (Zafar Bangash (ed.), Power Manifestations of Islam: Major Writings of Kalim Siddiqui. Londra, 1996; s. 136).
Evet, halen İslam Devrimi'nin öneminin tam olarak farkında olmayan veya onu değerlendirmeyen bazı Müslümanlar var ve belki bunların sayıları da az değil. Bu büyük ölçüde, Batılı medya kuruluşlarının şirket efendileri veya siyasi efendileri adına yürüttüğü acımasız propagandaların ürünü. Bununla birlikte, Müslümanların İslam Devrimi'ne karşı duyduğu antipatinin başka sebepleri de var.
Bunun bir kısmı, gayrimeşru rejimlerin dikkatleri kendi başarısızlıklarından uzaklaştırmak için devamlı olarak vurguladığı, yerleşiklik kazanmış mezhepsel önyargılarla ilintili. Ne yazık ki Müslümanların çoğunun İslam'a olan bağlılığı yalnızca kültüreldir; genel olarak Kuran'ın mesajını veya Peygamber'in Sünnet ve Siyer'ini bilmezler. Müslümanların ezici çoğunluğu, hatta Arapça bilenler bile, Yüce Allah'ın Kuran-ı Kerim'de kendilerine söylediklerinden habersizdir. Bu, hem Müslümanların gerilemesinin, hem de İslam'ın sekülerleşmesinin sonucudur.
İslam bir dizi ritüele indirgenmiştir; dahası, Hıristiyanlık gibi, her bireyin kişisel meselesine dönüştürülmüştür. Buradan başka bir yanlış anlama doğmaktadır: eğer belli bir toplumda veya coğrafi bölgede Müslümanlar çoğunluğu oluşturuyorsa, orası İslami'dir. Belli bir toplumda olan Müslümanlar topluluğunu onu İslami bir devlete dönüştürmediği pek anlaşılmaz.
Bir devlet, İslam'ın kuralları toplumda uygulandığı zaman ve düşmanlarıyla, başkaların dikte ettiği koşullarla değil, kendi belirlediği koşullarla baş edebildiği zaman İslami hale gelir. Dahası, Peygamber'in (s.a.a.) Mekke'den Medine'ye göçü örneğinde olduğu gibi İslam devleti, İslam'ın toplumda yerleşmesi için temel bir gereksinimdir.
Bir İslam devletinin gerekliliğini anlayan Müslümanlar bile, kendi özgün fıkhi anlayışlarına uymadığı müddetçe devletin İslami olmadığını savunuyorlar. Bazı “Sünni” Müslümanların İran İslam Devleti'nin önemini değerlendirmesini engelleyen şey budur. Onlar, adeta Şiiler Müslüman değilmiş gibi (nestağfirullah) bu devleti “Şii” diye küçümsüyorlar sadece.
Ne yazık ki, bazı Şiiler arasında bile benzer bir anlayış eksikliği bulunuyor. Bunlar, “geleneksel Şiiler” olarak adlandıracağımız kişilerdir; onlar konforlu alanlarından çıkmak istemezler. İmam Mehdi'nin yokluğunda adaletsizliğe karşı herhangi bir adım atılmasını reddederler. Bırakın dünya tiranlar ve zalimler tarafından yönetilsin, adaletsizlik hâkim olsun. Onlar kendi başlarına çözüm getirici herhangi bir adım atmak yerine, dünyanın sorunlarından kurtulmak için İmam Mehdi'nin yeniden zuhur etmesini bekleyeceklerdir.
Bu çerçeveden bakılınca, İmam Humeyni'nin karşı karşıya kaldığı dev zorluklar ve İslam Devrimi'ni gerçekleştirirken bunların nasıl üstesinden geldiği doğru şekilde değerlendirilebilir. O, eş zamanlı olarak çok sayıda cephede – silahlarla değil, fikir gücüyle – savaşmak zorundaydı. Bütün Müslümanlara hitap ederken, İran nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Şiileri eğitmesi gerekiyordu. İmam, “İslam ve Devrim: İmam Humeyni'nin Yazıları ve Beyanları” başlığı altında yayınlanan bir dizi seminerde, İslam Devleti kurma gerekliliğinin nedenlerinin çerçevesini çizmişti. Kitap, önde gelen İran otoritesi Profesör Hamid Algar tarafından yayına hazırlandı ve açıklayıcı notlar eklendi. İslam Devrimi'nin doğasını, amacını ve değerler sistemini anlama konusunda samimi olan Müslümanların, yukarıda ismi zikredilen iki âlimi incelemesi gerekir.
Diğer yandan, çağımızın yegâne İslami devletine manevi, siyasi, kültürel ve düşünsel destek sunmak, hangi düşünce okulundan olursa olsunlar ve nerede bulunuyor olursa olsunlar bütün Müslümanların vazifesidir. Bundan daha azı, İslam'ın prensiplerine ihanet olacaktır.
Son olarak, İran'ın gelişimi meselesine dönmemiz gerekiyor. On yıllardır yaptırımlar nedeniyle ızdırap çekiyor olmasına rağmen İslami İran, bilim ve teknoloji alanlarında büyük adımlar attı. Kendini savunmak için herhangi bir ülkeye bağımlı değil. İran dünyada uzaya uydu gönderen tek Müslüman ülke. Bunlar tüm standartlara göre kayda değer başarılardır.
Çeviri: İlyas Halitoğlu
www.medyasafak.net