İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (14) (SON)

İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (14) (SON)
Peygamber, bizim gibi bir insandır. “Ene beşerun mislikum” (ben de sizin gibi bir insanım) diyor. Yolda yürüyor, yiyor, içiyor vs. ancak Peygamber’in bâtını varlığın tümel aklıdır. O’nun bu makamını tanımayan aslında O’nu tanımamıştır.

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim

 

Çunan pur şod feza-yı sine ez dust

Ki fikr-i hiş gom şod ez zamirem

Kadeh por kon ke men der dovlet-i aşk

Cevan baht-i cehanem gerçi pirem

 

Gönül fezası dostla o kadar doldu ki

Benliğimin içinde fikrim kayboldu

Doldur kadehi ki ben aşk devletinde

Cihanın genç bahtıyım pir olsam bile

 

Selam aziz izleyiciler, sevgili dostlar ve Marifet programının değerli takipçileri. Bildiğiniz gibi konumuz Hekim Molla Sadra'nın düşüncelerinin çerçevesindeydi. Önceki programlarda akıl ve onun vahiy ve nübüvvetle olan ilişkisi meselesine gelmiştik. Geçen programda bu konu açılmıştı. Bu bölümde de geçen programı tamamlayıcı konulara değineceğiz. Aziz üstadımızın açıklamalarından istifade edeceğiz.

 

Üstat, geçen programda akıl ve vahiy çerçevesinde konuştuk. Bu programda Usûl-i Kâfi'deki “Akıl ve Cehl” kitabının başındaki bir hadise değineceğiz. Hekim Molla Sadra, akıl ve vahyin misdakını aziz Peygamberimizin (s.a.a.) varlığında topluyor.

 

İzin verirseniz ben hadisi okuyayım ve sizin tefsirinizden istifade edelim. İmam Bâkır (a.s.) buyuruyor ki:

 

“Allah aklı yarattıktan sonra onu sorguladı. Ona ‘gel' dedi, o geldi; sonra ‘geri dön' dedi, o da geri döndü. Bunun üzerine dedi ki: İzzetime ve celalime yemin olsun ki senden daha sevimli bir varlık yaratmadım. Seni yalnızca sevdiklerime tam olarak verdim. Emir, yasak, ceza ve mükâfat sana yöneliktir.”

 

Molla Sadra, bu konuyla ilgili çok güzel açıklamalarda bulunuyor. Yani bir önceki programda da belirtildiği üzere ilk yaratılanın Muhammedî hakikat olduğunu söylüyor ve bu tür hadisleri de aklın ve vahyin misdakı olarak Hz. Peygamber'in (s.a.a.) varlığında topluyor.

 

Üstat gerçi irfanda da Muhammedî hakikat, “ilk taayyün”, “ilk sâdır” ve “ilk zuhur” olarak tanıtılmıştır. Ben şimdi bu konuda onun ayetler ve rivayetlerle açtığı konulara girmiyorum çünkü bu ayrı bir bahistir. Şimdi Muhammedi hakikatten ve Molla Sadra'nın sözünü ettiği bu hadislerle olan ilişkisini açıklamanızı isteyerek konumuzu başlatmak istiyorum.

   

Üstat Dinani: Bismillahirrrahmanirrahim. Evet sizin de işaret ettiğiniz gibi Sadru'l-Muteellihin, akıl ile vahiy arasında uyumsuzluk görmeyen ilahiyatçı bir filozoftur. İlahiyatçı filozof zaten böyledir. Daha önce isimleri geçen filozoflar, aklı çok yüce görüyorlar ve akıl ile vahiy uyuşmazlığını kaldırıyorlar.

 

Laricani: Akıl ile vahiy arasında uyumsuzluk gören ilahiyatçı filozof da var mı?

 

Üstat Dinani: İlahiyatçı olmayan birçok filozof böyle görüyor. İlahiyatçı filozoflar uyumsuzluk görmemeye çalışıyorlar ama onlar bu konuda Molla Sadra kadar güçlü değiller. Molla Sadra'nın gerçekten çok özel bir gücü bulunmaktadır. Tabi bazı ilahiyatçı filozoflar nübüvvete inanmazlar. Mesela geçmiş filozoflardan Eflatun bunlardan biridir. Eflatun, ilahiyatçı bir filozoftur ama onun belirli bir peygambere inandığını sanmıyorum. Belki de bir şekilde kendisinin peygamberliğine inanıyor olabilir. Yani ilahiyatçı dediğimizde çok kapsamlı bir şeyden söz ediyoruz.

 

Ancak İslam dünyasındaki veya İbrahimî dinlerdeki ilahiyatçı filozoflar, böyle bir uyumsuzluk görmemeye çalışıyorlar. Ama bunlardan hiçbiri bu işin üstesinden Molla Sadra kadar gelememiştir.

     

Şimdi öncelikle biz Molla Sadra'daki akıl konusunu anlamalıyız ki onun bu tür hadisleri nasıl tefsir ettiğini anlayabilelim. Bu, muteber bir hadistir. “El-Akl ve Cehl” kitabında bu hadis yer alıyor, nitekim siz de şimdi bu hadisi okudunuz.

 

Bu hadisi herkes okumuş olabilir; ancak bunu derinlemesine anlamak o kadar kolay değildir. Demin de söylediğimiz gibi, bizim şimdi öncelikle Molla Sadra'nın akıl konusundaki tavrının ne olduğunu bilmemiz gerekiyor.

 

Ben öncelikle onun İbn Arabi'den naklettiği bir cümleyi aktarayım ve akıl konusundaki tutumunu arz edeyim. Ondan sonra bu hadisin anlamını açıklamaya çalışalım. Molla Sadra, şu sözü arif bir şahsiyet olan İbn Arabi'den nakletmiştir.

 

Diyor ki: Akıl, iki boyuta sahiptir. Aklın bir “kabilî boyutu”, bir de “failî boyutu” bulunmaktadır. Bu önemli bir şeydir. Yani aklın bir “faaliyeti” bir de “kabiliyeti” bulunmaktadır. “Failî” ve “kabilî” boyut oldukça açıktır. Failî boyutta akıl, amel ediyor, etki kaynağı oluyor, bir iş yapıyor, bir etki ve iz bırakıyor. Bu, failî boyutudur. Kabilî boyut ise dış etkilere açıktır, etki kabul ediyor.

 

Her varlığın failî ve kabilî boyutu vardır. Madde âlemi diye tabir ettiğimiz bu âlemde tüm varlıkların bir etki kaynağı olan “failî boyutu” vardır, bir de kendi dışındaki şeylerin etkilerini kabul eden “kabilî boyutu” vardır. İşte bu bizim madde âleminde “suret” ve “madde” dediğimiz şeydir. Bu dünyada bir “suret”, bir de “madde” vardır. “Suret”, bir şeyin fiiliyatıdır, “kabiliyet” ise onu kabul eder.

 

Mesela, şu sandalye, şu çiçek, şu ağaç failî boyuta sahiptir, bir etki ve eser kaynağıdır. Örneğin meyve verir, gölge yapar vs. bir de onun kabilî boyutu vardır ki onu kesersiniz, yakarsınız vs. yani başka suretleri kabul eder. Her varlığın failî ve kabilî yönü vardır ki bu âlemde buna madde ve suret denir.

 

Molla Sadra, İbn Arabi'den bu sözü naklettikten sonra madde olmamakla birlikte aklın da failî ve kabilî boyutları olduğunu söylüyor. Akıl, maddi değildir, cisimsel değildir; ama onda da kabilî ve failî boyutlar bulunmaktadır. Onun failî boyutu şudur: Bilinç üretiyor ve eser kaynağı oluyor. Aklın olduğu her yerde bilinç vardır. Bilinç ise etki ve eser kaynağıdır. Bu, onun failî yönüdür. Bir de kabilî boyutu vardır ki o boyut ile de yukarıdan etki kabul ediyor.

           

O, buyuruyor ki aklın failî boyutu sınırlıdır. Ne kadar yüksek olursa olsun sınırlıdır. Hatta “akl-ı evvel” dahi. Yani hekimlerin yaptığı taksimde ilk sırada olan “akl-ı evvel”, hatta “akl-ı kull” (tümel akıl) dahi bir sınırlılık içerisinde iş yapar.

 

Farz edin bu âlemi tümel akıl idare ediyor. Ancak bazı başka etkenlerin bu âlemin tümel aklının alanı içerisinde olmaması mümkündür. Sonuç itibariyle sınırlıdır. Hak Teâlâ'nın zatından başka her şey sınırlıdır. Mümkünat âleminde her şey sınırlıdır. “Âlem-i mümkün” sınırlılık âlemidir. Akıl da zaten doğal olarak “mümkinu'l-vücud”dur. Biz, şu anda mümkinu'l-vücud olan bir akıldan söz ediyoruz. “Vacibu'l-vücud”un aklından söz etmiyoruz. Mümkinu'l-vücudun ise sınırlılığı vardır. En azından mahiyet bakımından sınırlıdır.

 

O halde akıl, amel boyutuyla etki kaynağı olduğuna ve etki bıraktığına göre ne kadar az olursa olsun sonuçta sınırlıdır. Ama onun bir de kabilî boyutu vardır ki o kabul eder. Kendisine verileni kabul eder. Molla Sadra diyor ki işte o, gayri mütenahidir, yani sınırsızdır.

 

Bu çok önemli bir sözdür. Yani akıl, sınırlı bir şekilde amel eder; ama sınırsız bir şekilde kabul eder. Ona “mebde-i gayb”dan her ne kadar bilgi verirseniz verin kabul eder. Bilginin “mebde-i gayb”dan gelmesi gerekir; çünkü tümel akıldan daha yukarısı yoktur. Tümel akıldan yukarısı artık Allah Teâlâ'nın “mebde-i gaybı”dır.

 

Bu âlemde neyi ele alırsanız onun yukarısı, üstü vardır. Cansız, bitki, hayvan, melek vs. diye hepsinin daha üstünü, daha yukarısını farz edebilirsiniz. Ama tümel aklın daha üstünde ne vardır? Hak Teâlâ'nın “mekmen-i gayb”ı vardır, ondan başka da bir şey yoktur.

 

Molla Sadra diyor ki akıl, kabilî boyutuyla infitaha sahiptir; yani açıktır. Ona “mebde-i gayb”dan her ne gelirse kabul eder. Ne zaman bir şey gelir de o kabul edemem der ki? Aklın ben artık kabul etmiyorum diyeceği hiçbir zaman veya hiçbir an olmayacak. Ona ne kadar verirlerse versinler ağzı açıktır. Ağzı açıktır ne demek? Yani hakikatleri alır. Yani munfetihtir, yani açıktır. Kapıları açıktır.

 

Peki “mekmen-i gayb”dan ne kadar gelebilir? Gayri mütenahi, yani sınırsız bir şekilde gelebilir. Çünkü mekmen-i gayb gayri mütenahidir, sınırsızdır, sonsuzdur. Hak Teâlâ'nın mekmen-i gaybından her ne kadar gelirse gelsin, akıl onu kabul eder, alır. Ancak amel, yani iş ve eylem söz konusu olduğunda doğal olarak imkân sınırlılığı vardır. Yani imkân âleminin sınırlılığı içerisinde eylem yapabilir, vacibu'l-vücud ölçeğinde yapamaz. Vacibu'l-vücudun haddi, sınırı yoktur. İmkân âleminin ise haddi, sınırı vardır. Akıl, mümkünatın bir parçasıdır ve imkân ölçeğinde iş yapabilir; ama kabul edişi konusunda sınırlama yoktur.

 

Aslında bizatihi “imkân” işte böyledir. İmkânın özelliği budur, işin ilginç tarafı da işte budur. Ben ariflerin birinden şu ifadeyi okumuştum o, “hazret-i imkân” diyordu. İmkân âlemi bir noksanlıktır, “mumkinu'l-vücud” âleminde bir şey olabilir de olmayabilir de. Bu bir noksanlıktır. Vücub âlemi ise kemâl âlemidir, mutlak kemâl âlemidir.

 

Ancak kemal âlemi bir noksanlık âlemi olmakla birlikte onda bir kemâl bulunmaktadır. İşte bu nedenle bazı arifler, “hazret-i imkân” derler. Neden “hazret-i imkân?” çünkü sonsuz ve sınırsız bir şekilde kabul eder. İmkân âlemine ne kadar vereceksin de o artık kabul edemeyecek? Böyle bir şey yok. Ne kadar verirsen mümkündür. Ne kadar artsa da yine mümkündür. Aklın bu özelliği var ve kabul konusundaki imkânı gayri mütenahidir.

 

Molla Sadra bunu eserlerinde nakletmiştir. Siz Molla Sadra'nın daha çok dini yönünü ve hadislerle ilgili yönünü dile getiriyorsunuz. Ama onun felsefi yönünden bahsedecek olursak her bir bahsini açıklamak yıllarca sürer. Akılla ilgili söylediği bu cümleye bakın, akla nasıl bir makam veriyor. Özellikle de aklın kabiliyet boyutuna nasıl büyük bir değer atfediyor.

 

Şimdi gelelim hadise... Bu hadis, Masum İmamın sözüdür ve muteber bir hadistir. Hadisin senedi konusunda kimsenin bir itirazı bulunmuyor. Tüm hadisçiler bu hadisi nakletmiştir. İlginçtir ki Sadru'l-Muteellihin de ilkin bu hadisi tefsir ediyor. Bu hadis Usûl-i Kâfi'nin en başındadır. Sadru'l-Mutellihin, Usûl-i Kâfi'nin başında bulunan bu hadisi tefsirle işe başlıyor. Bu hadisi çok önemli görüyor, bu hadis gerçekten de önemlidir.

 

İnsan aklı ve “imkân âlemi” aklı Hak Teâlâ'nın sınırsız ilminin eseridir. O bir tecelli etti ve varlık âleminin aklı meydana geldi.  Peki şimdi okuduğunuz hadiste ne diyor? İmam buyuruyor ki Allah aklı yarattığında onu sorguladı. Bu çok müthiş bir ifadedir. Ama buradaki sorgulama savcının, polisin, hâkimin sorgulaması değildir. Onu konuşturmasıdır. Ona söz söyletmesidir.

 

Peki konuşturmak nedir? Aklın en iyi tezahürü konuşmaktır. Akıl zahir olduğunda nerede zahir olur? Konuşmada zahir olur. Evet, akıl eğer kendini izhar ederse konuşmada izhar eder. Bizim aklımız konuşmamızdadır. Bizim sözümüz aklımızın tezahürüdür. İnsanın sözü onun aklının tezahürüdür.

 

İnsanı kelamıyla tanırsın. Onun hayatını, ömrünü, sermayesini, hesabını, nesebini ve hatta yaptığı işleri konuşmasıyla tanırsın. İnsan yaptığı işlerle de tanınabilir. Elbette sahtekâr biri yalan söyleyebileceği için onu sözleriyle tanımak mümkün olmayabilir, bu tür insanları yaptıkları işlerle tanıyabiliriz. Ama eğer dürüst bir insansa onu sözleriyle, konuşmasıyla tanıyabiliriz. Neden çünkü eylemin alanı sınırlıdır.

 

Eylem, insanın sınırlı bir alanını gösterebilir. Ancak insanın tüm varlığını eylem göstermiyor. Çünkü eylemin sınırlılığı vardır; ama sözün sınırlılığı yoktur. Görüşün sınırlılığı yoktur. Bu yüzden görüş ile eylem arasında fark vardır. Dolayısıyla akıl, konuşmada zahir olur. Hadiste geçen “istantakahu” yani “onu sorguladı” ifadesi ile aklın en önemli özelliğinin konuşması olduğuna dikkat çekiliyor. Yani her akıl sahibi insan söyle tanınır.

 

Hadiste “istantakahu”dan yani aklın konuşturulmasından sonra söylenenler çok inceliklidir. İzin verirseniz kelime kelime inceleyerek gidelim. Konuşmaya başladı. Peki kimle konuşuyor? Hak Tebarek ve Teâlâ ile... Bu, varlık âlemindeki ilk diyalogdur. Âlemdeki ilk karşılıklı konuşma Hak Teâlâ ile akıl arasındadır.

 

Henüz âlemde söz yoktu. Hiçbir varlık yoktu. Yaratılışın başlangıcından söz ediyorum. Henüz hiçbir varlık yoktu. Âlemde söz diye bir şey yoktu. İşte bu yapılan ilk konuşmadır. Peki bu konuşma kimler arasında oldu? Hak Tebarek ve Teâlâ ile akıl arasında...

 

Peki devam edelim. Hadis şöyle devam ediyor: “Sonra ona ‘gel' dedi.” Yani Hak Teâlâ “gel” diye hitap ediyor, akıl da geliyor. “O geldi; sonra ‘geri dön' dedi, o da geri döndü.”

 

Peki şimdi İmam (a.s.) bu cümle ile ne demek istiyor? Demek istiyor ki akıl, mutlak olarak Hak Teâlâ'ya itaat eder. Kimileri aklın şeytani olduğunu düşünüyor. Tabi elbette şeytani akıl da var, onların akılları şeytana esir olmuştur. Ancak akla karşı olanlar, şunu bilmiyorlar ve anlamıyorlar. İtaat akla ait bir şeydir. Akıl olmazsa itaat olur mu? Akıl olmazsa itaatin bir anlamı olur mu?

 

Laricani: “Aklı olmayanın dini yoktur.”

 

Üstat Dinani: Evet, itaat akla özgü bir şeydir. Peki akıl kime itaat ediyor? Hak Teâlâ'ya... Akıl, Hakk'a tabidir. Akıl, neden Hakk'a tabidir? Çünkü Hakk'ı tanıyor. Akıl olmadan Hak tanınabilir mi? Akıl olmadan Hakk'ı tanımak mümkün değildir. Akıl Hakk'ı tanıdığı için mutlak itaat eder. “Sonra ona ‘gel' dedi. O geldi; sonra ‘geri dön' dedi, o da geri döndü.” Yani Hakk'ı tanıdığı için O'na mutlak şekilde itaat etti. Eğer tanımasaydı, itaat etmezdi.

 

Şeytani akıl, o insana şeytan hâkim olduğu için şeytani akıldır.  Ancak eğer akıl nefsani vesveselerden ve günlük sıradan şeylerden kurtulursa akıl mutlak itaattir. Hadis şöyle devam ediyor: “Bunun üzerine dedi ki: İzzetime ve celâlime yemin olsun ki...” Allah yemin ediyor. Hem izzetine ve hem de celâline yemin ediyor. İzzet cemâl sıfatıyla ile ilgilidir. Allah'ın celâlî ve cemâlî sıfatları vardır. Lütfu ve kahrı vardır. Burada her ikisine de yemin ediyor.

 

Aklın “gelişi” izzetine yemindir; geri dönüşü ise celâle yemindir.

 

Aşıkem ber kahr u lutfeş becidd

Ey aceb, men aşık in her du zıdd

 

Onun lütfuna ve kahrına aşığım gerçekten

Ne tuhaf ben bu her iki zıdda aşığım.

 

Bakın hadis ne kadar latiftir. Bir tarafta “gel” ve “git” diyor diğer tarafta “izzet” ve “celâl” diyor. İzzet, gelişle; Hak Teâlâ'nın kahrı olan celâl ise geri dönüşle ilgilidir. İzzeti ve celâlim üzerine yemin ederim derken yani ey akıl sen her iki sıfatın da mazharısın diyor.

 

Şimdi Allah izzet ve celâline yemin ederek şöyle diyor: Senden daha yüksek bir şey, senden daha değerli bir cevher ve senden daha büyük bir varlık yaratmadım.  

 

Laricani: “Senden daha sevimli bir varlık yaratmadım.”

 

Üstat Dinani: Evet, yani benim katımda en sevimli varlık sensin. Yani Allah, hiçbir varlığı ve hiçbir şeyi aklı sevdiği kadar sevmiyor. Akıl, Allah katındaki en sevgili varlıktır. Akla verilen değere dikkat edin. Bakınız bu filozofların sözü değil, şu an bir hadis okuyoruz. Hadis, Allah için varlık âlemindeki en sevimli varlığın akıl olduğunu söylüyor.

 

Laricani: Üstat kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Pekala, üstat, bu güzel hadise ilişkin yaptığınız tefsirden büyük keyif aldık. Bence Molla Sadra da tıpkı sizin gibi bu hadisi büyük bir şevk ve vecdle tefsir ediyor.

 

İzin verirseniz okuyayım, sizin açıklamanızla aynı gibi. O buyuruyor ki: Kelam ve konuşma sahibi olan biri, Hz. Muhammed'in (s.a.a.) halinden başka bir hal üzere değildir.

 

Sizin de buyurduğunuz gibi ilk yaratılmış olan “tümel akıl” ile Muhammedî hakikat nuru arasında bir ayrılık olduğunu düşünmek mümkün değildir. Peki bu ikisi arasındaki bütünsellik nasıl bir bütünselliktir üstat?

   

Üstat Dinani: Evet, şimdi sizin sorunuzdaki bazı hususlara değineyim; burada Sadru'l-Muteellihin'in yaptığı yorum, benim yaptığım yorumdan biraz farklı oldu. Çünkü o “idbar” kelimesine “geri dönmek” anlamı verdi. Ben ise “edbir” kelimesini “celal” sıfatının mazharı olarak açıkladım. Tabii bu ikisi çok aykırı değil; ama sonuçta iki ayrı tefsirdir. Sonuç itibariyle sözlerimiz birbirine yakın, benim sözüm de onunkine yakın; ama onun yaptığı tefsirle benim tefsirimin biraz farklılık arz ettiğini de söylemeliyim.

 

Sorunuza dönecek olursak... Bakınız ilk yaratılan ve Allah katında en sevimli varlık olan tümel akıl olduğuna göre bu tümel aklın bir zuhurunun olması gerekir.  Yani tüm varlığı ihata eden bir tümel akıldan söz ederken saçma bir şey söylemiyoruz, şiir söylemiyoruz, hayal görmüyoruz. Bunun bir zuhurunun olması gerekir. Tümel aklın bu âlemdeki zuhuru nerededir?

 

Tüm âlem aklın zuhurudur. Şuna dikkat edilsin: Bütün âlem tümel aklın zuhurudur. Fakat insan bu âleme paralel bir varlıktır. Bundan daha önce de söz etmiştik: Afaki âlemde (objektif âlem) yani insanın dışındaki âlemde olan her şey enfüs âlemindedir.

 

Bir afaki âlem vardır, bir de enfüsi (sübjektif) âlem. Afaki âlem, dışarıda olan âlemdir, ufuksaldır yani gidebildiği kadar açıktır. Dış âlemde var olan her şey, aynen iç âlemde de vardır.

 

Bu iki âlem paraleldir. Aslında siz dış âlemi, içinizde bulundurduğunuz için anlıyorsunuz. İnsan eğer âlemin paraleli olmasaydı, âlemi anlayamazdı. Eğer ezelden ebede kadar bütün âlem tümel aklın zuhuru ise, ezelden ebede kadar olan bütün âlemin insanın içinde de zuhurunun olması gerekir.

 

Tümel akıl dış âlemde zuhur etti ve âlemin sonuna kadar da zuhur etmeye devam ediyor; ancak onun “nefis”te de zuhur etmesi gerekiyor. Ancak tüm nefislerde değil; çünkü nefisler arasında dereceler vardır. İnsanların nefisleri arasında muhtelif dereceler vardır. Ancak tekvin âleminin tüm kemâllerinin mazharı olan bir insan nefsi bulunmalıdır ki tümel akıl da onda zuhur edebilsin. İşte o nefis, bir “insan-ı kâmil” ve “câmi” (toplayıcı) olarak Hatemu'l-Enbiya Resul-i Kibriya Muhammed Mustafa'dır (s.a.a.).

 

“Kâmil” derken “câmi” olduğunu, yani kapsayan ve içeren olduğunu söylüyoruz. Yani tüm celâl ve cemâl sıfatlarını câmi olan, kendisinde toplayan, kapsayan ya da içerendir. Ezeli ve ebedi olarak içine alan, âlemde var olan her şeyi içeren, varlığında bürüyendir. Varlık âleminde mevcut her şeyin kâmil bir nefiste zuhuru bulunmaktadır. İşte insanın kemâli, insanın azameti budur. Tüm âlemin insan eksenli olması bu demektir.

 

İnsan, varlıklar içinde sıradan bir varlık değildir. Yapılan hatalardan biri de insanın âlemdeki diğer varlıklardan biri gibi sıradan bir varlık olarak görülmesidir. İnsanın bedensel olarak diğer varlıklarla bir arada yaşadığı doğrudur. Ancak insan varlıkları kuşatandır.

 

Bu masa varlıklar arasında bir varlıktır, bu bina varlıklar arasında bir varlıktır. Ama burada oturan bir insan diğer varlıklar arasında sıradan bir varlık değildir. Hem varlıklar arasındadır, hem de varlıkları kuşatandır. Çünkü ilmî kuşatıcılığa sahiptir. İlmî kuşatıcılığı (ihatası) ne kadar genişse âlem üzerindeki kuşatıcılığı da o kadar fazla olur.

 

Tümel aklın, bir insanda zuhur etmesi gerekir. Bizim inancımıza göre o, Hatemu'l-Enbiya'nın (s.a.a) varlığında zuhur etmiştir. İşte diğer rivayetler de işte bu rivayeti teyit ediyor. Bu rivayette ilk yaratılanın akıl olduğu söyleniyor, Sadru'l-Muteellihin'in naklettiği diğer rivayetlerde de mesela Hz. Peygamber (s.a.a.) “İlk yaratılan benim nurumdur” diyor. Nurumdur diyor, ruhumdur diyor. İşte bu, tümel akla tatbik ediliyor. Yani Hatemu'l Enbiya, (s.a.a) daha açık ve belirgin bir ifadeyle varlığın tümel aklıdır. Peygamberin bu makamını tanımayan, aslında peygamberi tanımamıştır.

 

Peygamber, bizim gibi bir insandır. “Ene beşerun mislikum” (ben de sizin gibi bir insanım) diyor. Yolda yürüyor, yiyor, içiyor vs. ancak Peygamber'in bâtını varlığın tümel aklıdır. O'nun bu makamını tanımayan aslında O'nu tanımamıştır. Bakın yeri gelmişken Hz. Ali'den (a.s.) bir hadis rivayet edeyim. İnsanlar Hz. Ali'yi tanımadılar. Hz. Emir'i (a.s.) diğer insanlar gibi sıradan bir insan olarak gördüler.

 

Kimileri O'nun dördüncü değil, birinci olması gerektiğini söylediler. O, birinci olmasa dahi her zaman birinciydi. Ben bizatihi Hz. Emir'den bir söz nakledeyim:

 

Hz. Emir buyuruyor ki: “Marifeti bi'n-nuraniyeh, marifatullah” (Beni nuraniyetle tanımak, Allah'ı tanımaktır.) Soyumla, nesebimle tanımak demiyor, biyografimle tanımak demiyor, yaptığım işlerin tarihi ile tanımak demiyor. Evet onlar da önemlidir ama “Marifeti bi'n-nuraniye” (beni nuraniyetle tanımak) diyor.

 

Peki nuraniyetle tanımak ne demektir? Yani eğer bir kişi beni nuraniyet makamıyla tanırsa her şeyi tanımış olur. İşte tümel akıl makamı budur. Hatemu'l-Enbiya işte bu makama sahipti. İşte Molla Sadra bu hadisi, diğer hadislere tatbik ediyor ve sonuca ulaşıyor.

 

Hadiste akıl için “senden sevimlisini yaratmadım” diyor. Tümel akıl Allah katında her şeyden daha sevimlidir. Aynı şekilde Hatemu'l-Enbiya da herkesten daha sevgilidir. Bu yüzden de Allah'ın “habibi”dir.

 

“Habib”, hem fail hem de meful anlamı taşır. Habib hem “muhib” hem de “mahbub” anlamındadır. Habibullah (Allah'ın sevgilisi) olduğuna göre bu rivayette “Allah'ın mahbubu” yani sevgilisidir. Ama aynı zamanda Allah'ın “muhibbi”dir. Yani Allah'ı sevendir. Yani Peygamber, hem Allah'ı sevendir hem de Allah'ın sevdiğidir.

 

Eğer yanılmıyorsam Mevlana da şu mısralarda bu noktaya dikkat çekmiştir.

 

Nam-ı Ahmed nam-ı cümle-yi enbiyast

Çun ke sed amed neved hem piş-i mast

 

(Ahmed adı tüm peygamberlerin adıdır

Eğer yüz gelmişse doksan da bizim yanımızdadır.)

 

“Ahmed” de böyle bir anlam taşır. “Ahmed”, daha “mahmud” olan demektir. “Ahmed” ‘ism-i tafdil'dir, üstünlük ifade eder. Daha çok övülmüş demektir. Peki kim daha “mahmud” yani daha övülmüş ve daha beğenilmiş olabilir? Daha “mahbub” yani sevgili olan...

 

Hz. Musa “kelimullah”tı, nitekim, “kelim” de çok önemlidir. Daha önce de söylediğimiz gibi kelam ve konuşma çok önemlidir. Hz. İbrahim “halilullah”tı. Halil de çok önemlidir, “halil” olma makamı önemli bir makamdır. Hz. İsa (a.s.) “Ruhullah”tı. Hz. Musa “Kelimullah”, Hz. İbrahim “Halilullah”, Hz. İsa “Ruhullah” idi, Hatemu'l-Enbiya (s.a.a) ise “Habibullah”tır. Şimdi “habib”i, “kelim”, “halil” ve “ruh” ile kıyaslayın. “El muhabbe evla kulle şey” (Muhabbet / sevgi her şeyden daha önceliklidir.)

 

Laricani: Siz de şöyle yazmışsınız: “Eğer Resulullah (s.a.a.) bu âleme ayak basmasaydı ne akıl ne de irfan, bir anlam kazanırdı.” Daha sonra “Fe kane kabe kavseyni ev edna” (Araları iki yay aralığı kadar yahut daha az oldu, Necm Suresi: 9) ayetini kullanıyorsunuz ve diyorsunuz ki “İki yay aralığı kadar yahut daha az oldu, Muhammedî yakınlığa delalet eder.” Bundan kastınız “sidretu'l münteha” mıdır?

 

Üstat Dinani: Evet, bakınız “ev edna” anlatılamayacak bir şeydir. “Kabe kavseyn” yani iki yay, varlık dairesinde iç içe geçiyor. Varlık dairesi iki yaydan oluşuyor. Buradaki iki yay varlık dairesidir. Peki varlık dairesinin üstünde ne var? Tefsirciler işte burada “ev edna nedir” diyerek kalakalmıştır. Yani sıfat makamından da biraz yukarıda, yani artık zat makamında ona eşlik eden kimse yoktur. Yani öyle bir makamdır ki artık burada söz söylenemez.

 

Varlık iki daireden oluşuyor. “Kavseyn” (iki yay), iki yarım daire demektir ve varlık âlemini kapatıyor. Dolayısıyla “ev edna” varlıktan da daha yakın demektir. İşte bu sebeple müfessirler bu nasıl bir makamdır diye şaşa kalmıştır.

 

Laricani: Cebrail de orada kalıyor.

 

Üstat Dinani: Evet tabii ki. Cebrail artık gidemedi. “Edna” “dunuv” kelimesinden geliyor. “Dunuv” daha yakın demektir, “ev edna”, “yahut daha yakın” anlamına geliyor. “Edna” ef'alu't- tafdildir. Edna, yani ondan daha öte, daha yakın bir şeyin olmamasıdır. Yani artık ondan daha yakın olması mümkün değildir. “Edna”, “dunuv”un mübalağasıdır yani akli olarak ondan daha yakın imkânsızdır.

 

Laricani: “Goft Cibrila be per ender peyem/ Goft rov rov, men herif-i to neyem.” (Dedi ki ey Cebrail sen uç ben de senin ardındayım/ Dedi ki, sen git, ben senin rakibin değilim, seninle yarışamam.)

 

Üstat Dinani: Evet, yani demek istiyor ki “Ben ‘ev edna'ya ulaşamam. Ona sadece Cebrail değil, hiç kimse gidemez. Kendi haddini aşan her varlık yok olur. Kendi sınırlarını geçen her varlık yok olur. Her varlığın sınırı vardır, insanın sınırı yoktur. Bunu abartmıyorum, insanın sınırı yoktur.

 

Bakınız akli bir kaide vardır. Bu, tartışılmaz akli bir kuraldır. Her şey kendi kapasitesi ölçüsünde içine bir şeyler kabul eder. Örneğin bir bardak ancak kendi ölçüsünde su alabilir. Dolduktan sonra ne kadar dökerseniz dökün artık fazlasını kabul edemez.

 

Aynı şekilde her şeyin de bir kabiliyeti vardır ve o kabiliyet dolduktan sonra daha fazlasını kabul edemez. Örneğin insan açsa belirli bir ölçüye kadar yemek yiyebilir. Daha fazlasını yiyemez.

 

Peki kabul sınırsızdır sözünün anlamı nedir? Bu, kabiliyet sınırsızdır anlamına gelir. Yani insanın sınırı yoktur derken mübalağa etmiyorum. Peki insanın sınırının olmamasının sebebi nedir? Çünkü insan sadece sıfatın değil aynı zamanda zatın da mazharı olan tek varlıktır.  

 

Her varlık Hak Teâlâ'nın yalnızca bir sıfatının mazharıdır; ama zatın mazharı yoktur. Ama insan Hak Teâlâ'nın hem sıfatının mazharıdır hem de zatının mazharıdır. İşte bundan dolayı da kabiliyetinde had ve sınır yoktur.

 

Laricani: Ne Allah'ın feyzinin sonu vardır ne de bizim talebimizin sonu vardır. Tıpkı sizin de şimdi buyurduğunuz gibi, kabiliyetin sonu yoktur.

 

Üstat Dinani: Feyyazlık (feyiz vermek) mutlak olduğuna göre bir de “müstefiz”in yani feyzi alanın olması gerekir. Peki mutlak ve sürekli olan bir feyiz, eğer mutlak kabiliyet olmazsa bir anlam taşır mı? Taşımaz. Peki “feyyaz” mutlak olduğuna göre mutlak olan “müstefiz” (feyiz alan) kimdir? “İnsan-ı kâmil”dir. Eğer Hak Teâlâ “mutlak feyyaz” ise “mutlak feyyaz” olması bir de “mutlak kabul eden”in olmasını gerektirir. İşte “mutlak kabul eden” de “insan-ı kâmil”dir.  

 

Laricani: Çok güzel bir noktaya geldik; ama yazık ki programın da süresi bitti. Bir başka programda buluşmak dileğiyle aziz üstatla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

www.medyasafak.net

    

 

https://www.youtube.com/watch?v=uEkQmrinSR8&index=4&list=PLoNfsSNlkQu9c-RlcMDukSRcHXrkaaSpl