Rusya ve Çin neden emperyalist değildir: Emperyalizmin gelişiminin Marksist-Leninist değerlendirmesi

Rusya ve Çin neden emperyalist değildir: Emperyalizmin gelişiminin Marksist-Leninist değerlendirmesi
Günümüzde emperyalizm, ABD’nin hegemonik tek kutupluluğundan başka bir şey değildir. Artık “emperyalistler arası” çatışma olasılığı yoktur. Bugünün savaşı, ABD imparatorluğu ve onun uşakları ile ideolojik, politik ve ekonomik olarak heterojen anti-emperyalist blok arasında sürmektedir.

 

Rusya ve Çin neden emperyalist değildir: Emperyalizmin gelişiminin Marksist-Leninist değerlendirmesi

 

El-Meyadin

 

Carlos L. Garrido

 

Günümüzde, Troçkistlerden Batılı “Marksistlere” ve dogmatik Marksist-Leninistlere kadar Batı solunun birçok kesimi, Lenin’in 1917 tarihli ünlü eseri Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’ndan soyutladıkları belirli ölçütlere dayanarak Rusya ve Çin’i emperyalist olarak sınıflandırmaktadır. Bu yaklaşım, yalnızca hatalı olmakla kalmaz; tersine çevrilmiş bir tarih ve kavrayış çarpıklığını da içerir. Lenin’in emperyalizm hakkındaki tespitlerinin dogmatik bir anlayışla yorumlanması, bu hatanın temelini oluşturur; bunu aşağıda ayrıntılarıyla göstereceğim.

 

Başlığın kendisi dahi yanıltıcıdır; çünkü Lenin’in kapitalizmin bir aşamasını, yaşam biçiminin alacağı nihai biçim olarak tasvir ettiği teleolojik bir çağrışım uyandırmaktadır. Oysa orijinal Rusça terim Новейший, “son aşama” ya da “nihai aşama” anlamına gelmez; kapitalizmin bugüne kadar ulaştığı en gelişmiş, en ileri evresini ifade eder.

 

Lenin, emperyalizmi can çekişen kapitalizm olarak tanımlamış, onun sömürgecilik karşıtı işçi sınıfı devrimlerinin dönemine denk geldiğini söylemiş olsa da, eserinde emperyalizmin değişime kapalı veya evrim geçiremeyecek bir olgu olduğunu hiçbir yerde ima etmemiştir.

 

Lenin’in yaşadığı dönemde emperyalizm, finans sermayesinin hâkimiyetinin belirginleştiği, emtianın değil sermayenin ihracının öncelikli hâle geldiği ve dünyanın, etki alanlarını genişletmek için kıyasıya mücadele eden büyük güçler arasında bölündüğü tekelci kapitalizm biçiminde tanımlanıyordu. Bu durum, büyük güçler arasındaki emperyal ganimetlerin —yani küresel güneyin kolonileştirilmesinin— nasıl paylaşılacağı konusundaki çatışmalar için uygun bir zemin yaratıyordu.

 

Lenin, Emperyalizm’i kaleme alırken, kurşunların hâlâ havada uçuştuğu, Birinci Dünya Savaşı’nın acı bilançosunun gözler önünde olduğu bir zaman diliminde bu analizleri yapıyordu.

 

Lenin, kendi dönemi için daha doğru bir tespit yapamazdı. Emperyalizm, Kautsky taraftarlarının ileri sürdüğü gibi yalnızca bir siyasi politika değil, kapitalist yaşam biçiminin ayrılmaz ve zorunlu bir parçasıdır.

 

Emperyalizm, tüm dünyayı kendi egemenlik ve yağma düzeni altında tutan büyük güçler arasındaki uluslararası kartelin barışına yol açmaz; ganimetler hâlâ kapışılmaya açıktır. Kapitalizm tekel aşamasına ulaşmış olsa da en embriyonik hâliyle hâlâ rekabetin kalıntılarını taşır; büyük güçler, dünya paylaşımındaki üstünlüğü sağlamak için birbirleriyle çarpışmaya devam etmektedir.

 

Bu nedenle savaş, sadece olasılık değil, kaçınılmaz bir çıkmazın zorunlu sonucu olarak ortaya çıkar. Savaş iki biçimde tezahür etmiştir: Birincisi, sömürgeleştirilmiş halkların emperyalizme karşı yürüttüğü ulusal kurtuluş mücadeleleri; aynı zamanda Bolşevik Devrimi sonrası sosyalist ve kapitalist bloklar arasındaki çatışmalar.

 

İkincisi ise, sömürgeleştirilmiş dünyanın küresel paylaşımında henüz “kazananın” belirlenmemesi dolayısıyla, büyük emperyalist güçler arasındaki savaşlardır. Lenin, emperyalistler arası çatışmalardan ve işçilerin bu çatışmalara karşı alması gereken tutumdan söz ederken, her zaman belirli bir tarihsel ve toplumsal bağlam içinde konuşmaktadır.

 

Marksizmde olduğu gibi, emperyalizmin Marksist çözümlemesi de yalnızca Lenin’in belirli bir bağlamda vardığı sonuçlara indirgenirse anlamını yitirir. Marksizmin özü ve ruhu, bu sonuçlar değil; tüm olguları ve ilişkileri kavramamızı sağlayan yöntem ve dünya görüşüdür.

 

Marksizm için dünya, sürekli içsel çelişkilerle değişim hâlindedir; her şey birbiriyle bağlıdır ve birbirine bağımlıdır. Hiçbir olgu, bağlamından ve onu şekillendiren dinamik ortamdan, süreç içindeki varlıklar ve bu varlıkları belirleyen çelişkilerin etkileşimiyle nasıl dönüştürüldüğünü göz önüne almadan doğru bir şekilde anlaşılamaz.

 

Başka bir deyişle, dogmatizm, Marksizmin özüne aykırıdır. Marx, Engels veya Lenin’in bağlamsal ifadelerini kutsal kabul etmek ve bunları, günümüzün daha karmaşık ve rafine çelişkileriyle şekillenen bağlamlara doğrudan dayatmak, Marksist düşüncenin ruhuna en uzak düşünce biçimidir. Bu, sürecin içindeki varlıkların ve onları çevreleyen ortamın, çelişkilerin etkileşimiyle nasıl değişip dönüştüğünü kavrayamamaktır. Ben buna “saflık fetişi” diyorum: Gerçekliğin kendisinden koparılan ve bağlamından soyutlanan bir idealin, kendiliğinden üstün ve mutlak bir biçimde idealize edilmesidir.

 

Bugün Batı’daki “solcular” tam olarak bunu yapıyor: Günümüz Rusya’sını veya Çin’i emperyalist olarak sınıflandırıyorlar. Bu bakış açısıyla, gerçekte tamamen anti-emperyalist olan bir özel askeri operasyon bile, “emperyalistler arası” bir çatışma olarak yorumlanıyor. Peki, böyle bir yanlış yönlendirmeyi nasıl açıklayabiliriz? Dogmatizm aracılığıyla: Lenin’in kendi zamanındaki emperyalizmi tanımlarken ortaya koyduğu beş temel özelliği soyutlayıp, bunları günümüz Rusya’sı veya Çin’i üzerinde birer ölçüt gibi uygulamak. Bu, fetişist bir düşüncedir; çünkü özellikler, onları besleyen ilişkilerden ve bu ilişkileri sürdüren daha geniş sistemden koparılmış, kendi başına nitelikler kazanmış gibi ele alınır.

 

Oysa Lenin, emperyalizmi bu beş özellikle “tanımlamıyordu”; aksine, gözlemlediği kapitalizmin son aşamasını oluşturan emperyalist sistemi, soyuttan somuta yükselen bir analizle çözümlemişti. Bu özellikler, sistemin bir bütün olarak yeniden üretimi için işlev kazanan unsurlardı; onları birbirinden kopuk nitelikler olarak görmek, sistemin kendisini anlamaktan uzaklaşmaktır.

 

Batılı “solcular”, Rusya veya Çin’in uluslararası ilişkilerindeki somut özellikleri Lenin’in beş kriteriyle kontrol listesine dönüştürdüklerinde, Lenin’in sistem anlayışı tersine çevrilir. Sistem, kendini yeniden üretmek için kullandığı belirli özelliklere dayanırken, bu yaklaşımda özellikler birincil olarak, yani sistemin ne olduğunu belirleyen temel unsurlar olarak görülür.

 

Bu, kapitalist piyasaları, onları besleyen somut toplumsal ilişkilerden bağımsız evrensel formlar gibi görmekle aynı hatadır; somut sistemi soyutlayıp, onu sofistike bir şekilde başka bir biçime dönüştürmekle eşdeğerdir. Manastırın müziğini gece kulübüne çevirmekten farkı yoktur.

 

Batı “sol”unun dogmatistlerinin asla sormadığı temel soru şudur: Dünya nasıl evrimleşti ve bu evrim karşısında teorik aparatımızı nasıl geliştirmeliyiz? Her gerçek Marksist-Leninist’in sürekli kendine sorması gereken soru budur.

 

Bana göre, Lenin’in 1917’de doğru bir biçimde tespit ettiği emperyalist aşama, Bretton Woods sisteminin kurulmasıyla birlikte savaş sonrası dönemde kısmen niteliksel bir dönüşüm geçirmiştir. Bu durum Lenin’i “yanlış” kılmaz; sadece, onun gözlemlediği dönemdeki emperyalizm nesnesinin, aynı Marksist dünya görüşünü benimseyen herkes için, gelişen koşullara uygun olarak yeniden anlaşılması gerektiğini gösterir.

 

Bretton Woods, emperyalizmi yalnızca uluslararası bir olgu olmaktan çıkarıp, küresel bir olgu hâline dönüştürmüştür; artık emperyalizm, büyük güçler aracılığıyla değil, ABD’nin kontrolündeki ve dolar hegemonyasını merkezine alan küresel finans kurumları —IMF ve Dünya Bankası— üzerinden somutlaşmaktadır.

 

Bretton Woods’un ardından, Nixon’un 1971’de altın standardını terk etmesiyle birlikte emperyalizm, ABD’nin tek kutuplu hâkimiyeti ve hegemonik gücüyle eşanlamlı hâle gelmiştir. Bu, Lenin’in tanımladığı finans hâkimiyetinin, ABD merkezli küresel bir finansal sisteme evrildiği anlamına gelir. Bu evrimi, Michael Hudson’un “süper emperyalizm” olarak adlandırması ya da başka bir isim vermesi, esasen önemsizdir.

 

Önemli olan, kapitalizmin daha yüksek bir aşamaya ulaşmış olmasıdır: Lenin’in tanımladığı emperyalizm artık kapitalizmin “son” aşaması değildir; finans sermayesinin karakteristik yapısının derinleşmesiyle yeni bir form kazanmıştır. Böylece Marx’ın Kapital’in Üçüncü Cildinde öngördüğü kapitalist emperyalizm dönemine girmiş bulunuyoruz. Bu dönemde egemen birikim mantığı, M-C-M’den (Para ve Metadan) M-M’ye (Paradan Paraya), yani üretken sermayeden faiz getiren asalak finans sermayesine dönüşmüştür.

 

Bugün emperyalist sistemin elde ettiği kârın büyük çoğunluğu borç ve faiz üzerinden birikmektedir. ABD, diğer ülkelerin karşılaştığı normal kısıtlamalara tabi olmadan sürekli bütçe açığı verebilir ve böylece dünyanın geri kalanını, askeri harcamalarını ve yurtdışı yatırımlarını finanse etmeye zorlayabilir. Bütçe açığı ABD’yi zayıflatmak yerine, diğer ülkelerin finansal sistemlerini dolara bağlayarak jeopolitik ve ekonomik hâkimiyetini pekiştirir.

 

ABD, herhangi bir ülkenin yıllar içinde üretebileceğinden çok daha fazlasını, sadece saniyeler içinde basabilir. İşte emperyalizm bugün budur. Onun omurgasını IMF ve Dünya Bankası gibi küresel finans kurumları oluşturur; bu kurumlar nihayetinde yalnızca ABD’nin denetimindedir.

 

Ne Çin ne de Rusya, sözde “emperyal” çıkarlarını bu küresel finans aygıtları üzerinden uygulayamaz; aksine, bu kurumlar çoğu zaman ABD tarafından, onlara ve müttefiklerine karşı bir silah olarak kullanılır.

 

Kapitalizmin daha yüksek bir aşama olan süper emperyalizme evrildiğini ve emperyalizmin bugün gerçekte nasıl bir biçim aldığını kavradıktan sonra, ABD emperyalizmi (elbette Avrupa’daki uşakları ve Siyonist varlık da dahil) dışında Rusya, Çin veya başka bir emperyalizm türünden söz etmek tamamen anlamsızdır.

 

Günümüzde emperyalizm, ABD’nin hegemonik tek kutupluluğundan başka bir şey değildir. Artık “emperyalistler arası” çatışma olasılığı yoktur. Bugünün savaşı, ABD imparatorluğu ve onun uşakları ile ideolojik, politik ve ekonomik olarak heterojen anti-emperyalist blok arasında sürmektedir.

 

ABD’nin hâkim olduğu kapitalist-emperyalist küresel sistem, Rusya ve Çin’i emperyalist güçler olarak değil, anti-emperyalist büyük güçler olarak konumlandırır (Hugo Şavez’in uzun yıllar önce geliştirdiği bir kategoriye göre). Rusya’nın Ukrayna harekâtı, Çin’in ABD’nin emperyalist baskısı altında boyun eğmemesi, Batı Asya’daki Direniş Ekseni ve daha fazlası, ABD emperyalist bloğu ile küresel güneyin heterojen anti-emperyalist devletleri arasındaki çelişkilerin kendini gösterdiği kilit koordinat noktalarıdır. Bugün, gezegenin tamamı, ABD emperyalizmi ile küresel anti-emperyalizm arasındaki mücadelede ortaya çıkan çelişkilerin evriminden şekillenmektedir.

 

Bu nedenle, Rusya ve Çin emperyalist olmaktan uzaktır; aksine, anti-emperyalist mücadelelerin öncüleridir. Tıpkı ulusal düzeyde kapitalistler ve işçiler arasındaki sınıf mücadelesinde tarafsız kalamayacağımız gibi—yani Florence Reece’in (Pete Seeger tarafından popülerleştirilen) sorusunu her zaman dikkate almamız gerektiği gibi:

 

“Hangi taraftasın?”

 

Küresel düzeyde de aynı soruyla karşı karşıyayız:

 

“Hangi taraftasın… ABD emperyalizminin mi, yoksa ona karşı mücadele eden heterojen ve saf olmayan devletler topluluğunun mu?”

 

Üçüncü bir alternatif yoktur; tıpkı işçiler ve kapitalistler arasındaki sınıf mücadelesini reddeden küçük burjuva pozisyonunun, bu çelişkinin temel unsurunu, yani kapitalistleri dolaylı olarak desteklemenin bir yolu olması gibi.

 

Bugün Batı’nın Rus ve Çin emperyalizmi hakkındaki “solcu” söylemi, bu gezegendeki en büyük kötülük olan egemen dünya sistemini, yani ABD’nin hegemonik emperyalizmini nesnel olarak desteklemenin başka bir biçimidir.

 

 

Çeviri: Medya Şafak