İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (4)

İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (4)
Fakat buradaki eksiklik arz ettiğim gibi fikir ve zikrin birlikte olmamasıdır. Eğer bu fikir ve zikir birlikte olsaydı biz şu an farklı bir durumda olurduk. Fikir ne kadar gelişse de eğer zikirle birlikte değilse, yani o bâtınî katmanlara aşina olmazsa işte o zaman sizin de buyurduğunuz gibi insanı sınırlar.

 

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim

 

Cemalin her bakışın güneşidir

Güzelliği senin güzel yüzünle daha güzelleşir

Bana sendendir her an yeni bir aşk

Sana her saat başka bir güzellik gelir

 

 

Selam aziz izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının sevgili izleyicileri. Bildiğiniz gibi üstat Dinani ile birlikteyiz. Üstat, geçen programda ‘kayyım-ı kitab'dan maksadın kim olduğunu çok güzel bir şekilde açıkladı ve ‘kayyım-ı kitab'ın, Allah'ın hikmeti kalbine emanet bıraktığı kimse olduğunu söyledi.

 

Diğer bir konu da şudur: Sühreverdi, Meşşai hikmete ve İbn Sina'ya büyük saygı beslemekle birlikte diyor ki: Bir kimsenin sadece Meşşai hikmeti bilmesi yeterli değildir. Bu şekilde İşrak felsefesini anlayabilecek yeterli mahareti kazanamaz.

 

Burada kendi hikmeti ile Meşşai hikmet arasında bir fark olduğunu ortaya koyuyor. Bu arada şu soruyu sormamız da yerinde olur. İbn Sina'nın kendisi de bir ölçüde İşraki idi. Hikmet-i Meşrıkiyye'yi yazdı. Siz de Akıl Defteri ve Aşk Ayeti kitabınızda bunu çok güzel bir şekilde delillendiriyorsunuz.

 

Elbette, Sühreverdi Ebu Ali Sina'yı çok övüyor ve ‘ben onun işini devam ettirerek başladım' diyor.

 

Şimdi programa başlarken ‘bahsî hikmet' (bahse dayalı felsefe) diye de adlandırılan Meşşai hikmet ile İşraki hikmet arasındaki farktan biraz bahsetmenizi istiyorum.

 

Üstat Dinani:  Bismillahirrahmanirrahim Daha önce de birçok defa söylediğim gibi hikmetle ilgilenenler için şu son derece açıktır: Meşşai hikmeti veya Hekim Sühreverdi'nin tabiriyle ‘bahsi hikmet'; bahse, tartışmaya, mantığa ve istidlale dayalıdır. Yani insanın çabasına dayalıdır. Elbette bu öyle basit bir şey değildir. Bahis ister, araştırma, istidlal ve çaba talep eder.

 

Meşşai hikmet ifadesi daha çok Aristo felsefesi için kullanılır. Meşşailik Aristo felsefesiyle başlamıştır. Meşşai kelimesi, ‘meşy' kelimesinden gelir, yani yolda yürümek demektir. Aristo, öğrencilerine dersi yürüyerek anlatırdı. Yani yürürken onlarla konuşur ve meseleleri etrafındakilere yürüyerek anlatırdı. Buna, İslam felsefesinde ‘meşşai' dendi. Farklı dillerde farklı kelimelerle ifade ediliyor; ama İslam kültüründe bu, Meşşai hikmeti olarak tanındı.

 

Bu, felsefe büyük öneme sahiptir, önemi hiç de az değildir. Ama Sühreverdi, bu hikmeti yeterli görmüyor. O, insanın gayb âlemi ile başka bir penceresi olduğuna inanır. Elbette çaba lazımdır, gereklidir, tembellik edilmemelidir; ama bazen gayb penceresinden bazı meseleler insana ulaşır ki onlar bahis, tartışma ve cedelin neticesi değildir. Bu, Sühreverdi'nin de Eflatun gibi daha önceki bazı filozofların da taşıdığı bir inançtır. Antik İran'da da böylesi bir inanç vardı. Ayrıca Molla Sadra'nın da benzer bir inancı vardır.

 

İlginç olan şu ki bizatihi İbn Sina da bu inanca sahipti. İbn Sina, bildiğiniz gibi bin yıldan fazladır Meşşai olarak bilinir, hatta ondan ‘Reisu'l- Meşşai' diye bahsedilir. Ancak İbn Sina'nın kendisi şöyle buyuruyor: Evet ben Meşşai hikmeti yazdım; ama bu, avamın hikmetidir. Tabi burada avam derken çarşı pazar halkını kastetmiyor. Yani bu, o dönemde yaygın ve gündemdeydi. Aristo'dan geldi ve ben de bunu yazdım.

 

Elbette İbn Sina tam bir Aristocu değildir. İbn Sina'nın Meşşai hikmeti Aristo'yu aşmıştır. Kimilerine göre İbn Sina tam anlamıyla Meşşai'dir, ben ise tam anlamıyla Meşşai olmadığını söylüyorum. Bunu söyleyenler, İbn Rüşd'ü de iyi tanımayanlardır.

 

İslam felsefesinde Meşşai olarak tanınan iki filozof vardır. Bunlar en büyükleridir. Bunlardan birisi İranlı olan İbn Sina'dır, diğeri ise Endülüslü İbn Rüşd'dür. Ben İbn Rüşd ile ilgili kitap yazdım. İbn Rüşd kelimenin tam anlamıyla Meşşai'dir. İşrak ile hiçbir ilgisi yoktur; İşrakî hikmeti kabul etmez, hatta irfanı dahi kabul etmez. Tam anlamıyla bir Meşşai'dir ve ona göre Aristo tümel akıldır. Aristo dışında hiç kimseyi kabul etmez. Bu yüzden de İbn Sina'ya karşıdır.

 

Buna çok az insan dikkat çekmiştir. Ben İbn Rüşd'le ilgili yazdığım Meşşai Felsefe'de İbn Rüşd'ün Parlayışı adını taşıyan kitabımda bunu yazdım. O, İbn Sina'nın Aristo'yu anlamadığını düşünüyor. O, böyle düşünüyor; hâlbuki yanlış düşünüyor. İbn Sina Aristo'yu çok iyi anlıyor; ama Aristo'yu aşıyor. Aristo'nun sınırları içinde kalmıyor. Aristo'yu geçiyor, tam anlamıyla ondan istifade ediyor ama onu geride bırakıyor.  İbn Rüşd ise Aristo'yu aşmıyor ve hatta onun aşılmasını caiz görmüyor. Çünkü onu tümel akıl olarak görüyor.

 

Her halükarda demek istediğim şu ki Meşşai hikmeti yazan İbn Sina, Meşşai hikmeti bakımından Aristo'dan farklıdır ve bir tür İşraki'dir. Pek çok İşraki eseri vardır; mesela Salaman ve Absal. Sereyan-ı Aşk diye bir risalesi vardır. Ayrıca İşârât'ın dokuzuncu nemeti (bölümü)… Bütün bunlar gösteriyor ki Meşşai değil, Aristocu değildir. Yine Mantıku'l-Meşrıkiyyin'in mukaddimesinde şöyle yazıyor: Biz bir başka hikmet elde ettik ki o, bu türden değildir, eski İran hikmetidir, Meşrıkiyye hikmetidir.

 

Bu 40 ciltti; fakat maalesef Gazneli Mesud'un İbn Sina'nın İsfahan'daki evine yaptığı saldırıda yakıldı ve şu an elde mevcut değildir.

 

Yine Sühreverdi “Ben İşraki hikmeti, İbn Sina'nın bitirdiği yerden başlattım” diyor. Yani bir anlamda Sühreverdi, İşraki hikmette kendini İbn Sina'nın devamı olarak görüyor.  O halde İbn Sina aynı zamanda bir İşraki idi. Fakat İbn Sina'dan bize kalan eserlerin büyük bir kısmı Meşşai yöne sahiptir bu doğru. Bununla birlikte bu onun tam anlamıyla bir Meşşai olduğunu göstermez. Bu yüzden bazı Avrupalılar, İbn Sina'nın İşraki düşüncesini anlamadılar.

 

Maalesef bazı Batı kültürüne tabi olan ve Batılılardan tercüme edilen kitapları okuyan İranlılar da onun Aristocu olmayan fikirlerini anlamadılar ve ona ‘Yeni Eflatuncu' dediler. Bu da yanlıştır.

 

İbn Sina kesinlikle Eflatuncu değildir, hatta Eflatun'u hiç kabul etmez. Hatta bir yerde açıkça Eflatun'un cahil olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla o ne Eflatunculuğu ne de Yeni Eflatunculuğu kabul eder. Önce Avrupalılar yanlış yaptılar İbn Sina'nın Eflatuncu olduğunu söylediler, bazı Araplar ve İranlılar da aynı şekilde yanlış yapıyorlar. Ben burada şunu söylemeyi gerekli görüyorum: İbn Sina, Meşşailiği aştığı yerlerde İşraki'dir. Bu antik İran'ın İşrakiliğidir.

 

Sühreverdi ise İşraki olma konusunda daha halistir. Elbette o da kitaplarında birçok Meşşai görüşü nakletmiştir. Ama kendisini asla Meşşai olarak görmüyor.

 

Sühreverdi diyor ki insan İşraki hikmetle başka bir pencere elde ediyor. Bu hikmette şuhûd ve ulaşma vardır. İbn Sina işte bu kavrayışı ‘hads' diye adlandırmıştır. Bazıları, İbn Sina'nın ‘hads' dediği şeyi doğru bir şekilde anlamamıştır. İbn Sina'nın bahsini ettiği o ‘altı bedihiyat'tan biri de ‘hadsiyat'tır.

 

Bazıları, İbn Sina'nın bahsettiği ‘hadsiyat'ın bizim şimdi kullandığımız tahmin anlamına gelen ‘hads' olduğunu sanıyor. Yani şimdi bizim tahmin ettiğimiz şeyler gibi bir tahmin olduğunu sanıyorlar. Yani o kelimeye böyle bir anlam veriyorlar. Hâlbuki İbn Sina'nın ‘hadsiyat'la kastettiği bizim tahmin anlamında kullandığımız ‘hads' değildir.  Hadsiyat, içsel kavrayıştır, insan onu vicdanında bulur.  Yani bu, Sühreverdi'nin adına işrak dediği şeydir.

 

Bu girişi ve bu açıklamayı Sühreverdi'nin maksadını açıklamak için yaptım. Sühreverdi diyor ki ‘hikmet-i bahsî' önemlidir; ama yeterli değildir, diğer hikmetle birlikte olması gerekir. Yani İbn Sina'nın ‘hads' dediği kavrayışa sahip olmalıdır. Eğer onunla birlikte olursa işte o zaman mükemmel olur.' Yani ‘hikmet-i bahsî' ile ‘hikmet-i zevkî'nin toplamı…

 

Hikmet-i bahsî' ve ‘hikmet-i zevkî' diye Sühreverdi'nin kendisi söylüyor. Hikmet-i zevkî, çok güzel bir ifadedir. Sühreverdi'nin ‘zevk' dediği, İbn Sina'nın ‘hads' dediği şeydir.  Yani bir çeşit kavrayıştır.

 

‘Hads ve zevk' ne demek kısaca özetleyeyim. Bahsi esas alan bir filozof, ‘sugra', ‘kübra' ve öncüllerle sonuca ulaşmaya çalışırken, bunlar ise bu öncüller olmaksızın sonuca ulaşıyor. İnsan kimi zaman öncüllerle sonuca ulaşır, kimi zaman da öncüller olmaksızın. Sühreverdi'nin ‘hikmet-i zevkî' dediği şey ile ve İbn Sina'nın ‘hadsiyat' adını verdiği şey, öncüller olmaksızın sonucu kavramaktır.

 

Laricani: Hace Nasıruddin Tusi, İşârât'ın şerhinde şöyle diyor: Aristocu Meşşai hikmet, İbn Sina düşüncesinde içinde ‘zevki' barındıran bir kabuktur. O halde izin verirseniz onun hikmetini ‘Hikmet-i Zevkî ve İrfanî' diye adlandıralım.

 

Üstat Dinani: Evet harika, gerçekten öyle. Bu, Hace Nasıruddin'in kavrayışıdır. Hace Nasır, gerçekten Şia dünyasının en büyük simalarından biridir ve hala değeri çok da anlaşılamamıştır.

 

Laricani: Sizin onunla ilgili kitabınız vardı.

 

Üstat Dinani: Evet ben, Diyalog Filozofu Hace Nasıruddin Tusi diye kitap yazdım. O, gerçekten de bir diyalog filozofudur.

 

Laricani: İnşallah onunla ilgili de bir program yaparız.

 

Üstat Dinani: Evet inşallah yaparız.

 

Laricani: O, büyük âlimlerin haklarını ne kadar da çok savunuyor?

 

Üstat Dinani: Evet kesinlikle... Hace Nasır, eğer ortaya çıkmasaydı ve Şia kültüründe, İslam kültüründe var olmasaydı, Molla Sadra ortaya çıkamazdı. Molla Sadra, Nasıruddin Tusi'nin hasenelerinden bir hasenedir.

 

Laricani: O, şöyle diyor: ‘İbn Sina Hikmet-i Meşrıkiyye adlı bir kitap yazdı ve Meşşailerin cumhurunun çerçevesinden çıktı ve orada Meşşailerin görüşüne eğilim göstermedi. Hatta onlara muhalefet etmekten de çekinmedi.”  

 

Üstat Dinani: Evet, İbn Sina, bazı yerlerde Meşşailiğin temellerini sorgulamıştır. Daha önce de söylediğim gibi o, Aristoculuğu aşmıştır. İbn Sina, belirli bir yerde durmayan bir hekimdir.  O çok büyük biridir ve Meşşailiği de aşmıştır.

 

Laricani: Yani bu açıklamanızdan hareketle Hikmet-i İşrak'ın temelini de İbn Sina'nın attığını söyleyebiliriz.

 

Üstat Dinani: Evet kesinlikle. Şeyh-i İşrak da bunu söylüyor. Daha önce de arz ettiğim gibi, o diyor ki ‘Ben Hikmet-i İşrak'ı, İbn Sina'nın bitirdiği yerden başlattım.' Bu, bizatihi Şeyh-i İşrak'ın ifadesidir.

 

Laricani: Ayrıca şunu da söylüyor: İbn Sina'nın irfani risalelerinde naklettiği şeylerin hepsinin temeli ‘Hikmet-i Zevkî'dir.

 

Çok ilginçtir üstat, buraya kadar anlatılanlardan şu sonuç çıkıyor, hikmet Allah vergisidir.

 

Üstat Dinani: Bu, İbn Sina'nın ‘hads' diye bahsettiği şey. Yani burhanların neticesi bir anda kalbine iniyor. Bu, Allah vergisi bir kabiliyettir. Sokrat bunu bir başka şekilde ifade ediyor ve hikmetin gökten yere indiğini söylüyor.

 

Hikmet gökten yere iniyor. Akıldır çünkü, akıl yüksekte bir konuma sahiptir ve yere inmektedir. İnsanlar da kabiliyetleri ölçüsünde bundan nasipleniyor. Tabi bunu söylerken hiç çaba gösterilmemeli demiyoruz. Yani oturup kalbe inmesini beklememek gerekiyor. Bu büyük bir hatadır. Yani okumayalım, ders görmeyelim, çaba göstermeyelim. Oturup hikmetin kalbimize girmesini bekleyelim gibi bir şey olmaz. Böyle şey olmaz, çaba göstermek gerekir.

 

Allah da çalışıp çaba gösterilmesi gerektiğini söylüyor. Çaba lazımdır; ama çaba ile birlikte sıdk da lazımdır. Yani hakikate dair marifet kazanmada eğer sıdk ve sadakat olmazsa insan asla hakikate ulaşamaz. Yani eğer insan sadakatle hakikatin peşinde olmazsa, hakikati idrak etmeye asla nail olamayacaktır. Sadakatin olmaması, kalın bir perde olarak gözlerini kapatacaktır. Sıdk ve çaba, hakikate doğru uçan insanın iki kanadıdır. Oturup beklemek tembellikten başka bir şey değildir.

 

Laricani: O yüce insanın kendisi de buyuruyor ki: ‘Bunlar benim erbainlerimin neticesidir, aç kalmalarımın ve riyazetlerimin neticesidir. Haramları, mekruhları terk etmemin neticesidir.'

 

Üstat Dinani: Kalbin temiz olması gerekir. İnsan tıpkı bir ayna gibi temiz olmalıdır. Ayna ne kadar temiz olursa hakikatleri de o kadar yansıtır. Kalbin temiz olmaması insanın kalp camını matlaştırır. Riyazetler tezkiye içindir; yani kalbi temizlemek içindir. Kalbin temiz tutulması gerekir. Elbette kimisi Allah vergisi olarak temizdir, kimisi de riyazetle temizlenir. Fakat her halükarda hikmet temiz bir kalp ister. İlk aşamada da sadakat ve dürüstlük...

 

Laricani: Bu nedenle de hikmetin dili sembolik oluyor. Çünkü bizim gibi temiz olmayanlara her şey doğrudan söylenemez. Siz kitabınızda hikmetin diliyle ilgili çok güzel yazmışsınız. Şöyle diyorsunuz: Genellikle hikmetin dili sembollerle ve işaretlerle birliktedir. Acaba bu, onların açıkça söyleyememelerinden kaynaklanan şartların gereği miydi? Gerçi şartlar izin vermiyordu. Bu şartlar hem içsel hem de dışsaldır. Bununla birlikte hikmetin hakiki dili de semboliktir. Ehliyeti olanlar bu dili çok iyi bir şekilde anlarlar.

 

Siz basbayağı Sühreverdi olmuşsunuz üstat!

 

Üstat Dinani: Hekimleri sembolik bir dile sahiptir. Bundan daha ileri gitmek de mümkündür. Peygamberlerin sözleri de böyledir. Şu rivayeti ciddiye almak gerekir: Kur'an'da ibareler, işaretler, letâif ve hakikatler mevcuttur.

 

Kur'an-ı Kerim'in zahiri hüccettir. Kur'an'ın zahirinin hüccet oluşunu inkar edecek değiliz. Ancak dilin de yüzeyleri vardır. Hekimin, nebinin ve velinin dili çok daha semboliktir. Hekimin, velinin ve nebinin dilinin yüzeyleri vardır, yani katmanlar halindedir. Yani bir zahiri vardır, ancak ondan sonra katmanlar halinde bâtını vardır.

 

Laricani: El ibareti li'l-avam ve'l işaretu li'l-havas ve'l letaifu li'l-evliya ve'l hakaiku li'l-enbiya... (Lafızlar avam, işaretler seçkinler (havas), letâif veliler, hakikatler de enbiya içindir.)

 

Üstat Dinani: Evet aynen bu şekilde... Kur'an-ı Kerim de katman katmandır. Biz Ahbariler gibi Kur'an'ın zahirinin hüccet oluşunu inkâr edecek değiliz. Kur'an'ın zahiri herkes için hüccettir; ama katmanlar halindedir ve bu katmanlar Mekmen-i Gayba kadar gider. Hekimin sözü katman katmanken, peygamberin sözü katman katman değil midir? Tabi ki öyledir. Ayrıca insanın kendisi de katman katmandır.

 

İnsanın bâtını ne kadar tecelli edip ortaya çıkarsa maarifin katmanlarına da o denli ulaşır. İnsan katmanlar halindedir, insanın tek bir boyutu mu var? İnsanın bâtınları vardır. Kitabın kayyımını açıklarken de söylemiştik. İnsan-ı kâmil kitabın kayyımıdır. İnsan-ı kâmil katman katman olduğu gibi, kitabın kendisi de katman katmandır. Söz, katman katmandır. Dolayısıyla hekimin sözünü hekim anlar. Hekimin sözünü hekim olmayan iyi anlayamaz. Bu çok önemlidir, tefsir gerekir. İşte bu yüzden tefsir gerekiyor, işte bu yüzden tevil ortaya çıkıyor. Tevil, Kur'an'ın ıstılahlarındandır.

 

Laricani: Pekala, Şeyh Sühreverdi'nin inceliklerinden biri de sözlerini ayetle delillendirmesidir. “Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler, onu hakkıyla tilavet ederler. İşte bunlar ona inanırlar.” (Bakara: 121) Bu ayetle ilgili olarak diyor ki işte bunlar Allah'ın halifeleridir. Bu konuya kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

Üstat Dinani: Bakınız Sühreverdi'nin o kendine özgü bilgeliği ve inceliği ile delil getirdiği ayet, ne kadar latif bir ayettir. “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu hakkıyla tilavet ederler.”

 

Peki, hakkıyla tilavet etmek, tilavetin hakkını vermek ne demektir? Kur'an'ı herkes okur. Kur'an'ı güzel bir sesle okumak, tecvit kurallarına dikkat ederek okumak vs. evet bunların hepsi çok iyi; ama hakkıyla tilavet etmek ne demektir? Yani o bâtınî katmanlarına dikkat ederek okumak. Yani sadece zahiri lafızlarıyla değil.

 

Kur'an'ın zahiri lafızları önemsizdir demiyoruz. Hayır Kur'an'ın zahiri de önemlidir. Kur'an'ın harflerine bakmanın bile sevabı vardır. Okumanın da sevabı vardır, evet bunlarda hiçbir şüphe yok. Ama Kur'an'ın kendisi bize ne diyor? “Yetlûnehu” yani tilavet ederler. “Hakka tilâvetih” hakkıyla tilavet ederler. Peki hakkıyla tilavet etmek nedir? Yani onu doğru bir şekilde kavrarlar. Yani Kur'an'ın sırrını, yani bâtınını, latifelerini, işaretlerini... Demin okuduğumuz hadisteki gibi: İbarelerden işaretlere, işaretlerden letâife, letâiften hakikate...  İşte onlar ‘yuminune bihi'; yani işte onlar ona iman edenlerdir.

 

Laricani: Peki tilaveti hakkıyla yerine getiremeyince ona iman edilmiş olmuyor mu?

 

Üstat Dinani: Hayır tabi ki onların da imanı vardır; ama imanın da mertebeleri vardır. Onlar da imana sahiptir; ama zahiri bir imandır. İmanın dereceleri de tıpkı Kur'an'ın mertebeleri kadardır.    

 

Laricani: Ne kadar mahirce bir mimari sergilemiş.

 

Üstat Dinani: Bakın nasıl bir ayeti seçmiş: “Yetlûnehu hakka tilâvetih.” Onu hakkıyla tilavet ederler. Hakkıyla tilavet etmek çok anlamlıdır.

 

Laricani: Daha sonra hikmetin sır dili ile ilgili başka bir ayet seçiyor. O da zikir ehli olmaktır. Eğer insan zikir ehli değilse hikmetin sırrına ulaşamıyor. İzin verirseniz Bustanu'l Kulub risalesindeki metni okuyayım. Burada fikir ve zikirden bahsediyor.

 

Diyor ki: Hırka giyecek mürit için ona zikir öğretecek bir pir gereklidir. Pir olmadan herhangi bir yere ulaşamaz. Ama zikretmek için insanlardan uzak bir yer bulmalıdır. Pir, müride bakıp da onda yetenek gördüğü zaman ona zikir öğretir. Onu layık görürse ona bir yer gösterir. Fikir, zikirden sonra olmalıdır. Zikrin büyük bir etkisi vardır.

 

Cebrail, Allah'ın Resulü'ne (s.a.a.) vahiy getirdiği zaman Mekkeliler çok fazla inanmıyordu. Mekkeliler “Cebrail ne getirdi ve Kur'an ne diyor?” dediler. Hak Teâlâ, şu ayeti indirdi: “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” O dönemde Kuss b. Saide gibilerinin olduğu bir topluluk vardı ve Kuss b. Saide Hz. Mustafa'ya (s.a.a.) vahiy gelmeden önce bunu bildirmişti. O, büyük bir zikir sahibiydi. Ve Mustafa'nın (s.a.a.) peygamberliğinin belirtilerine vakıftı. Topluluğa dedi ki: “Bir peygamber gelecek ki o ahir zaman peygamberi olacak. Onun şöyle şöyle mucizeleri olacak. O çıktığı zaman, ona iman edin. Onlar dediler ki: “Peki sen neden öncü olup iman etmiyorsun?” “O gelmeden önce ben ölmüş olacağım. Yoksa herkesten önce ben gidip ona iman ederdim” diye cevap verdi.”

 

Üstat Dinani: Evet, Kuss b. Saide, iyi bir kavrayışı vardı ve Hz. Hatemu'l-Enbiya'nın (s.a.a.) geleceğini haber verdi ve peygamberliğini müjdeledi. Ona “Peki sen neden iman etmedin?” diye sordular, “Ben, o dönemde ölmüş olacağım” dedi. Aslında bu haliyle de iman etmiş oldu. İşte bu onun iman etmesidir. Ancak burada önemli olan şudur: Sizin okuduğunuz metinde zikir, fikirden daha önemli sayılmıştır.

 

Öncelikle zikir olmaksızın fikir, çok fazla faydalı değildir. Zikir, her zaman fikirle birliktedir; fakat zikrin önemi daha fazladır. Zikir nedir? İzin verirseniz zikir kelimesinin anlamından biraz bahsedeyim.

 

Bazıları zikrin sadece belirli kelimeleri söylemek olduğunu sanıyor. Yani zikrin belirli kelimeleri sadece söylemekten, ibaret olduğu sanılıyor. Evet zikirde kelimeleri söylemek vardır. Ama sadece dille tekrarlayıp durmak zikir değildir.

  

Zikir, mütezekkir olmaktır, yani dikkat etmektir. Yani manaya, sırra ve bâtına iltifat etmektir. Zikir budur. Zikir lafızla yapılır; ama sadece lafzı söylemek zikir değildir. Biz zikri sadece lafızları söylemek sanıyoruz. Zikir, dikkattir, özendir, iltifattır. Yani deminki ayette bahsedildiği üzere “Yetlûnehu hakka tilâvetih”dir. Yani tilaveti hakkıyla yapmaktır. Daha önce bu ayeti delil getirmişti; şimdi ise başka bir ayeti delil getiriyor: “Zikir ehline sorun”... Fikir ehline sorun demiyor.

 

Kur'an'da fikir ehline sorun de denebilirdi. Fikir ehli olanlar da önemlidir. Fakat Kur'an, bilmiyorsanız fikir ehline sorun demiyor. Bilmiyorsanız zikir ehline sorun diyor. Çünkü her zikir ehli, aynı zamanda fikir ehlidir. Fikirsiz zikir olmaz; ama zikirsiz fikir olabilir. Fikirsiz zikir yoktur; ama zikirsiz fikir vardır. Zikir ehli olan kesinlikle aynı zamanda fikir ehlidir; ama bir insan fikir ehli olduğu halde zikir ehli olmayabilir.

      

Zikir, insanın fikirle bâtıni katmanlara gitmesi demektir. Aslında bunun bir başka ifadesi “Yetlûnehu hakka tilâvetih”, yani tilaveti hakkıyla yapmaktır. Doğru bir şekilde tilavet etmektir, doğru bir şekilde ve bilinçli bir şekilde anlamaktır. Teemmül ve dikkat etmektir. Tabi bunun da ehli vardır, onun ehlini de tanımak gerekir. Zikir ehli olanları tanımak gerekir.

 

Bu zikir ve fikir meselesi çok az dikkat edilen çok önemli bir konudur. Fikri, zikirle bir araya getirmek gerekir. Tabi açıkladığımız anlamıyla zikri... Yani bâtına doğru gitmek. Bugünün dünyasının kelamı budur.

 

Bakın bugünün dünyasında fikir ehli çok; ama zikir ehli yoktur. Bugünün yeni bilimlerinin dünyası, eğer fikre sahip olmasaydı bu yeni ilimler meydana gelemezdi. Yeni bilimler, fikir olmadan mı meydana geldi? Elbette hayır. Ama maalesef, bunca büyük ve şaşkınlık verici teknolojileri meydana getiren bu yeni bilim, zikirle beraber değildir.

 

Eğer bu fikir, bu teknoloji ve bu bilimsel gelişme zikirle birlikte olsaydı, insanlık mutlu olurdu. İnsanlar bunca sorunla karşı karşıya bulunmazdı. Bizim şu an fikrimiz var ama zikrimiz yok. Fikirle zikir birlikte olmalıdır. Bu hikmet büyüklerinin her zaman yaptığı tavsiyedir ve tabii ki en başta da “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun” diyen Kur'an'ı Kerim'in.

 

Laricani: İnsan Sühreverdi'nin eserlerini okuduğu zaman adeta ayaklarının yerden kesildiğini ve hikmet fezasına götürüldüğünü hissediyor. Hikmetin fezası da bu gökyüzünün çok ötesindedir. Yani ufukları o kadar açıyor ki insan uçmak istiyor.

 

Bugünkü Batı felsefesi beşerin fikri düzenini sınırlamıştır. Bir anlamda insanı küçültmüş, aşağılamıştır. Bu, bugün marifet bilgisinin bir sorunu değil midir üstat?    

 

Üstat Dinani:  Burada biraz ihtiyatlı konuşmamız gerekiyor ve ben de öyle yapacağım. Bakınız Batılıların çabalarını takdir etmek gerekir. İnsaflı olmak gerekirse hem bilim alanında hem de felsefe alanında büyük çabalar gösteriyorlar.

 

Laricani: Ben moderniteyi kastettim.

 

Üstat Dinani: Olsun fark etmez ben moderniteyi de takdir ediyorum, hem felsefe hem de bilim açısından ilerliyor. Bakın bilim gelişiyor, acayip işler yapılıyor, aynı şekilde felsefede de. Bunlar inkâr edilemez.

 

Fakat buradaki eksiklik arz ettiğim gibi fikir ve zikrin birlikte olmamasıdır. Eğer bu fikir ve zikir birlikte olsaydı biz şu an farklı bir durumda olurduk. Fikir ne kadar gelişse de eğer zikirle birlikte değilse, yani o bâtınî katmanlara aşina olmazsa işte o zaman sizin de buyurduğunuz gibi insanı sınırlar.

 

Bilim tabiatın zahirini ortaya çıkarıyor. Felsefe de eğer zikirle birlikte olmazsa kavramlarla sınırlı kalır, yani en yüksek noktası mantıktır ve mantıkta kalır. Fakat zikir daha da öteye gidiyor.

 

İnsan bâtınî boyutlara sahiptir. İnsanın birçok boyutu vardır. İnsanın o bâtınî boyutları ve katmanları, yeni felsefe tarafından keşfedilmiş değildir. Hatta birçoğu bunu kabul etmek bile istemiyor. Bugünün sorunu budur; ama gösterilen çabaların da kıymetinin bilinmesi ve takdir edilmesi gerekir. Onların çabaları göz ardı edilmemelidir. İnsaflı olmak gerekirse çok çaba gösteriyorlar.         

 

Laricani: Doğru tabii ki biz bilimsel gelişmeleri inkâr etmiyoruz. Fakat insan her teknolojik ürünü elde ettiğinde küçüklük duygusu hissediyor. İyi arabalara, iyi evlere, iyi elbiselere ulaşıyor; ama küçüklük hissediyor. Yani kanatları kesilmiş bir kuş olduğunu hissediyor.

 

Üstat Dinani: Uçtuğunda Mars gezegenine bile ulaşıyor. Şu an bugünkü bilimsel gelişmişlik ve teknolojiyle Mars'a veya diğer gezegenlere gidebilirsiniz. Ama hangi gezegene giderseniz gidin döndüğünüzde yine aynı yerde olduğunuzu görüyorsunuz. Yani içsel olarak bir ilerleme kaydetmediniz. Bu, dışsal bir ilerlemedir. İçsel bir ilerleme değildir.

 

Daha önce de bahsetmiştik, Allah'ın iki tür ayeti vardır: Afaki ve enfüsi... Afaki ayetlerde ne kadar ilerlerseniz ilerleyin eğer enfüsi ayetlerde ilerleme kaydedememişseniz sizin bahsini ettiğiniz bu küçüklük duygusunu yaşamaya devam edersiniz.

 

İnsan bir boyutta ilerliyor; fakat insanın gerçek boyutu enfüsi boyutudur. Maalesef bu enfüsi boyutta ilerlemiyor. Evet şu an psikolojinin bundan bahsettiği doğrudur; ama sadece davranışlar boyutuyla bahsediyor. Yani insan nefsinin hakikatini bulmaya çalışmıyor. Bugünkü psikoloji ile geçmişteki ilmu'n-nefis arasında yerle gök kadar fark var.

 

Bütün bunlara rağmen ben çok takdir ediyorum, çok büyük ilerlemeler kaydedildi, birçok yeni şey söylendi. Bununla birlikte insanın manevi boyutu, yani Allah'ın enfüsi ayet olarak isimlendirdiği şey insanın melekûtî yönüdür. O melekût kapısı kapanmıştır. Şu an var olan her şey nasûtîdir. Buradaki gelişme elbette takdire değerdir; ama insan sadece nasûtî midir? İnsanın melekût kapısına ihtiyacı yok mudur? İşte bütün mesele budur. Eğer nasût kapısının açık olması gibi melekût kapısı da açık olursa, insan iki kanatla uçar. Yani zikirle fikir birlikte olmuş olur. Bu da Sühreverdi'nin sözünün özetidir.

 

Laricani: Hekim Sühreverdi buyuruyor ki her kim hikmet peşindeyse büyüktür, onu bulamasa bile.  

 

Üstat Dinani: Evet, bulamasa bile önemli değil. Hikmetin peşinde olmanın kendisi büyüklüktür.

   

Laricani: Üstat süremiz doldu. Teşekkür ederiz. Bir sonraki programda buluşmak dileğiyle hoşça kalın.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

www.medyasafak.net

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=Aj8vHH0rMss