İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (6)

İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (6)
İnsan bir şeylerini unutabilir; ama insan “ben”i unutabilir mi? Allah korusun bir kişi bir kaza yapabilir ve komaya girebilir. O hastanedeyken mekânı zamanı, nerde olduğunu vs. her şeyi unutabilir. Hatta ismini bile unutabilir. Ancak “ben”ini unutabilir mi? Yani “ben” olduğunu unutamaz. İsmini bile unutabilir, ama ben demeye devam eder. İşte o ben huzurdur.

 

İsmail Mansuri Laricani:

 

Ey saba nekheti ez hak-i reh-i yar biyar

Beber enduh-i dil u müjde-i dildar biyar

 

Ruzigarist ki dil çehre-yi maksud ne did

Sakiya an kadeh-i ayine kirdar biyar

 

Ey sabah meltemi, sevgilinin yolunun toprağından bir koku getir

Gönül sıkıntısını götür ve sevgiliden müjde getir

 

Öyle bir devrandır ki gönül maksadın çehresini görmedi

Ey saki amel aynasının kadehini getir

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Selam aziz izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının sevgili izleyicileri. Bildiğiniz gibi üstat Dinani ile birlikte Şeyh Sühreverdi'nin felsefi düşüncelerinden bahsediyoruz. O büyük insanın çok estetik, gönül alıcı ve öğretici Farsça risalelerini okuyoruz.

 

Bu programda da Pertovname risalesinden iki paragraf hazırladım, üstat izin verirseniz ben okuyayım siz de şerh edin.

 

Benim çok hoşuma giden bir bölüm rüyanın tefsiriyle ilgilidir. Sanırım rüya felsefesinin ne olduğu herkesin de ilgisini çeker. Buyuruyor ki:

 

“Rüya, ruhun zahirden batına inhibas (hapsolma) halinden ibarettir. Kim daimi olarak melekût fikrinde olursa ve sadece ihtiyacı kadar olanın dışında duyusal hazlardan ve lezzetlerden sakınırsa, gece namazları kılarsa, gece uyanık kalmaya dikkat gösterirse, ilahi vahyi çokça okursa, sırra ve latif düşüncelere yönelirse ve nefse bazı vakitlerde tazelik verirse ve Mele-yi Ala'ya münacat ederse ona şimşek gibi göz alıcı bir nur düşer, riyazet vakti dışında da bu ona gelir ve güzel suretler de görebilir. Olur ki nefsi gayb âleminde büyük bir hayrete düşer ve müşterek hisle güneşten daha parlak bir aydınlığa ulaşır.”

 

Şimdilik buraya kadar okuyayım siz açıkladıktan sonra devam ederiz.

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim, buyurduğunuz gibi bu Perttovname Risalesi'dir. İsminden de anlaşıldığı üzere burada nurdan, aydınlıktan ve ışıktan söz ediliyor. Şeyh-i İşrak Hekim Sühreverdi, rüyaya büyük bir önem verir; ama burada doğru bir şekilde rüyanın hakikatini açıklıyor. Yani böylece birileri gördükleri her rüyanın gayb âlemi ile bağlantısı olduğunu düşünmesin.

 

Rüya, gerçekten çok karmaşık bir meseledir. Fakat sizin şimdi okuduğunuz metinde dikkat çeken iki üç nokta var. Burada o, rüyanın mahiyetini “ruhun inhibas”ı olarak görüyor. Burada “inhibas” “hapis” anlamında değildir. Burada kastedilen insanın uyku halinde zahiri âlemle olan bağlantılarının kesilmesidir.

 

Doğal olarak, insan uyuduğunda bu zahir âlemle, yani meşhud âlemiyle artık bağlantısı kalmıyor. Yani gözü, kulağı vs. kapanmıştır. Adeta bu âlemde değildir. Aslında uyku ve rüya kendi başına acayip bir durumdur. Ben uykunun fiziksel yönünü, biyolojik yönünü kastetmiyorum, bu yönlerinden söz etmiyorum. Biyolojik olarak bedende nelerin olduğu apayrı bir konudur. Fakat her halükarda insanın bir bakıma bu âlemle olan alakası kalmamıştır.

 

Burada kullandığı “inhibas” kelimesi ile artık bu âlemle hiçbir meşguliyetinin olmadığını kastediyor. Yani sonuç itibariyle Şeyh Sühreverdi, bu sözleri felsefi bir temel üzerine söylüyor. Yani eğer o felsefi temel olmasaydı biz bunu bu şekilde açıklayamazdık. Aynı şekilde başkaları da rüyanın hakikatini insanın salt bu âlemden ilgisini kesmiş olması dolayısıyla bu şekilde açıklayamazdı.

 

Bu sebeple ben önce bunun felsefi temelini söyleyeyim ki bu kelimenin ne kadar önemli olduğunu görebilelim. Bunun felsefi temeli Hikmetü'l-İşrak'tır yani İşrak felsefesidir. Şeyh-i İşrak, nefsin kendi zatı konusunda “ilm-i huzûrî”ye sahip olduğuna inanır.

 

Biz “ilm-i huzûrî” dediğimizde insanlar bunun ne olduğunu tam olarak anlamayabilirler. Çünkü insanlar zihni tanıyor, biz ilimden söz ettiğimizde zihni suretler, zihni idrakler, tahayyüller, okudukları, işittikleri vs. gibi şeyleri ilim olarak biliyorlar. Elbette bunların tümü ilimdir, bu yanlış değil. Ancak bir çeşit ilim daha vardır ki huzur âlemindedir ve onu tasavvur etmek mümkün değildir. İlimdir; ama tasavvur değildir.

 

Şeyh Sühreverdi, bu sözü niçin söylüyor? Çünkü o ilmi “huzur” olarak görüyor, yani Şeyh-i İşrak'a göre ilim, huzurdur. Peki bu tasavvurlar neden ilimdir? Çünkü bizde hazırdır. Eğer huzur olmazsa ilim olur mu? Aslında ilmin zatı huzurdur. Eşya bizim için hazırdır.

 

Benim bu duvara dair ilmim varsa, bu masaya dair bir ilmim varsa, bu kitaptaki şu konuya dair bir ilmim varsa onun mahiyeti, yani eşyanın hakikati; ama maddi olarak kendisi değil, sureti ve hakikati benim zihnimde hazır oluyor.

 

Benim zihnim nedir ki bunlar benim zihnimde hazır olabiliyor? Benim zihnim maddedir. Bu, bugün de tartışılan bir meseledir. Yani gelip hücrelere mi yerleşiyor? Evet beynin hücreleri aktiftir, bunda hiç şüphe yok. Ancak bir şeyin bende huzuru yoksa ben o şeyi bilemiyorum. Peki ben neyim ki o şey bende hazır oluyor? Benim kendim kendimde hazır olmalıyım.

 

Şuradaki masanın sureti, şu duvarda yansımıyor; bu duvar, bu masayı bilmiyor. Ancak ben ve siz bu masayı biliyoruz. Buradaki masanın hem duvarda hem de bizde yansıması olmalıydı. Peki nasıl oluyor da biz bu masa konusunda ilme sahip oluyoruz ama bu duvar olmuyor? Çünkü biz kendi kendimizde hazırız. Bu duvar ise kendisinde hazır değil. Yani aslında cisimsel olan hiçbir varlık kendi kendisinde hazır değildir.

 

Burada felsefi bir kuraldan söz ediyorum. Hiçbir cisimsel varlık kendi kendisinde hazır değildir. Neden? Çünkü cisim atomlardan, moleküllerden oluşmuştur. Boyutlara sahiptir, bir noktası diğer noktasından gaiptir. Cismin bir noktası diğer noktasında hazır mıdır yoksa aralarında mesafe mi vardır? Elbette mesafe vardır, çünkü boyutludur.

 

Aynı şekilde her zerrenin de kendi içinde kısımları var. Dolayısıyla huzur ve tek bir yerde olma hali yok. Bunlar boyuttur, imtidattır, birbirinden ayrıdır. Her parçanın kendi içinde parçası vardır. Onların da kendi içinde parçası vardır ve her parça birbirinden uzaktır. Yani bütünden bahsettiğimizde şekli bir bütündür hakiki bir bütün değildir.

 

İnsan bedeni de aynı şekildedir, her hücre bir diğerinden ayrıdır. Milyarlarca hücre bedenimizi oluşturuyor, her hücre diğer hücreden ayrıdır. Yani bedenimiz de birbirinden ayrıdır. Boyuta ve ağırlığa sahiptir. Ancak nefs-i natıka, yani eski hekimlerin mücerret gördükleri nefs-i natıka, ya da bizim ruh dediğimiz şey, boyuta sahip değildir. Parçaları yoktur, hücresel değildir; bütünseldir ve huzûrî bir durumdur.

 

Bu huzûrî hali bizler tasavvur edemeyiz; tasavvur ettiğimiz anda o artık husûlî olmuş olur. “Huzûrî”de kendisinin kendisinde huzuru bulunmaktadır; yani adeta aynı şeydir. Yani kendisi, kendisine sahiptir, kendisinde huzuru vardır. Nitekim kendisi kendisinde hazır olduğu için, eşya da onda hazır olmaktadır. Bu sayede insan her şey hakkında ilim sahibi olabiliyor. İşte bu Şeyh-i İşrak'ın felsefi temelidir; tabii bu meselenin ilk mucidi İbn Sina'dır. Bu onun kitaplarındaki çok ayrıntılı bir konudur ve ben Şua-yı Endişe ve Şuhud der Felsefe-yi Suhreverdi adlı kitabımda onun mantıki ve burhani delillerini açıklamıştım; ama şu an burada bu ayrıntılara girebilecek durumda değiliz.

 

Kısaca “nefis”, “huzûrî” bir meseledir. İşte bu yüzdendir ki insan “gayb” ve “şehadet” arasındadır. İnsan “gayb” ve “şehadet”in terkibidir. Yani “mülkten” ve “melekûttandır. İnsanın cismi “mülkî”dir, yani bu âleme aittir; batını ve nefsi ise “melekûtî”dir. Yani nefsi “huzur”dur, cismi ise “mütefarrık”tır. Cismi; ağırdır, ağırlığı vardır, boyutları vardır; ama ruhun ağırlığı yoktur. İnsanın “nefs-i natık”ı ağırlığa, boyutlara, uzunluğa sahip değildir. İnsan, “mülk” ve “melekûtun bir terkibidir. Veya “gayb” ile “şehadet”in terkibidir veya “zahir” ile “batın”ın terkibidir.

 

Sühreverdi, işte tüm kitaplarında var olan bu felsefi temelde rüyayı tefsir ediyor.

 

Laricani: Nefsin tarifiyle ilgili olarak İbn Sina ile Sühreverdi arasında ince bir fark var. İbn Sina, nefsin hakikatini mutlak mücerret olarak görüyor; Sühreverdi ise “nefs-i natıka”yı “nuri” yani nura ait görüyor ve hakikati nurdur diyor.

 

Üstat Dinani: Evet, onun nur olarak gördüğü doğrudur. Sühreverdi'nin bu felsefi temeli, hem İbn Sina hem de Molla Sadra'yla “nur ve varlık” bağlamında ihtilaf halindedir. Fakat nefiste fark etmiyor. Sühreverdi, varlıktan söz etmiyor; varlığı itibari bir şey olarak görüyor. Fakat hem İbn Sina hem de Molla Sadra varlığı hakiki olarak görüyorlar.

 

Sühreverdi, varlık yerine “nur”dan bahsediyor. Ama “nur “ile “varlık” lafzi bir ihtilaftır. Nur “huzur”dur, yani kendisi, kendisinde zahirdir. Nur kendisi için hazır mıdır değil midir? Yani nur kendi kendisine aydınlık mıdır değil midir? Evet öyledir. Hem kendi, kendisi için aydınlıktır, hem de başka şeyleri aydınlatır.

 

Varlık yani “vücud” da aynı şekildedir. “Vücud”dan yani varlıktan bahsediyorum, “mevcut”tan değil. Varlığın kendi, kendisi için vardır ve başka şeylere de varlık bahşeder. Varlık, kendisi için vardır; yani kendisinde huzuru bulunmaktadır. Ve başka şeylere de huzur bahşetmektedir. Nur da aynı şekildedir. Nur da kendi kendine aydınlıktır ve başka şeyleri aydınlatmaktadır.

 

Laricani: “İnbisat” (genişleme, yayılma) meselesi buna daha yakın gibi.

 

Üstat Dinani: Her ikisi de inbisata sahiptir. Hem varlık inbisata sahiptir hem de nur. Arifler “munbasit varlık”tan söz ederler. Munbasit varlık genişlemiş, yayılmış varlıktır. Tüm mevcutlar, varlığın (vücudun) ışığı ile mevcuttur.

 

Sühreverdi'ye göre de tüm mevcutlar, nurun zuhuru ile münevverdir. Burada duyusal olan nurdan yani fiziksel ışıktan bahsetmiyor. Tabi duyusal nur, yani ışık da nurdur, bunu daha önce defalarca söylemiştik. Fakat akli nur ve zati nur da nurdur. Yani zahir olan her şey nurdur.

 

Sonuç itibariyle şöyle bir mesele var. Sühreverdi, bu meseleye işaret ediyor ve diyor ki “mutlak nur görülemez.” Mutlak karanlık da görülemez. Bu gerçekten ilginç bir konudur. Mutlak nuru kimse göremez. Bu programda daha önce defalarca söyledik biz, sadece “münevveri” yani aydınlanmış olan şeyi ya da “münevviri” yani aydınlatanı görebiliyoruz. Eğer münevvir veya münevver yoksa mutlak nur, yani bir yere yansımayan nur, bir şeyin üstüne düşmeyen nur görülebilir mi? Hayır.

 

Mutlak nur görülemez. Mutlak karanlık da görülemez. Peki ne görülebilir? Biz sadece nur ve karanlık arasını, aydınlıkla karanlık arasını görebiliyoruz. Dolayısıyla mutlak nur da mutlak karanlık da görülemez. İşte nefs-i natıka bu özelliğe sahiptir. Nefs-i natıka hem “nurani” yöne sahiptir hem de “zulmani” yöne, yani karanlık yönüne sahiptir.

 

Tabii şu noktada bir ihtilaf söz konusudur: Acaba nefis bedenle birleşik midir yani bir midir? Yoksa bedene ilişik midir? Molla Sadra'ya göre birleşiktir. İbn Sina'ya göre ise ilişiktir. Ama sonuç itibariyle ilişik dahi olsa nefis bedenle birleşiktir. Yani bir şekilde bir birleşikliği vardır.  

  

Bedene birleşik olması veya ilişik olması nefsin “zulmani” yönüdür. Fakat onun bir de bedenden ayrı olarak “tecerrüdi” yönü vardır ki o ise “nurani” yönüdür.

 

Şeyh-i İşrak, çok tatlı bir Farsçayla yazdığı Pertovname kitabında demek istiyor ki insanın uyku halinde bedenle ilişkisi bir miktar azalıyor. Aslında bir miktar da değil oldukça fazla. Çünkü gözü kapalıdır, kulakları çok az duymaktadır yani bir anlamda durgun bir havadır. İşte bu zahiri âlemden ilişkiyi kesmekle nefsin tecerrüdi, ya da nurani yönü daha fazla ortaya çıkıyor. İşte bunu söylemek istiyor.

 

Nefsin nurani yönünün daha fazla ortaya çıkmasıyla birlikte nur âleminden ona daha fazla şey yansıyor. Yani o daha fazla şeyi bilebiliyor, yani bir şeylere ulaşabiliyor. Nurani şeyler ona müşterek hislerinde ulaşabiliyor.

 

Elbette rüya, daha ziyade tahayyül yönünde sahiptir. Onun müşterek hisler dediği hayal yönüne sahiptir ve hayal de bu âlemle diğer âlem arasındadır. Mutlak nur değildir.

 

Dolayısıyla insan o hal içinde bir şeyler görebilir. Ancak burada bir konuya da işaret ediyor. Rüya, sizin ne kadar tecerrüde sahip olduğunuza bağlıdır. Rüya, o rüyayı görene bağlıdır. Rüyayı gören nefsi, tecerrüde ne kadar çok sahipse, hikmete ne kadar sahipse, ibadetleri ne kadar çoksa, okuduğunuz metinde dediği gibi ibadet ederek, Kur'an okuyarak, geceleri ibadetle geçirerek ruhunu ne kadar latif kılarsa, yani tecerrüde ve nur âlemine ne kadar çok yaklaşırsa rüya âleminden daha fazla hakikat elde edebilir. O hakikatler onun rüyasına yansır. Ama eğer bir insan o nefsi latifliğe ulaşamamışsa onun rüyada o hakikatlere ulaşıp ulaşamayacağı belli değildir. Onun rüyası daha çok vehimlerden ibarettir. Kur'an'ın tabiriyle “edğasu ahlam”dır (karmakarışık düşler).

 

Kur'an-ı Kerim de rüyayı iki şekilde tanımlıyor. Bir Hz. İbrahim'in, ya da peygamberlerle evliyanın rüyası var. Bunlar sadık rüyalardır. Peygamberlerin rüyası sadık rüyadır. Çünkü onlar tecerrüttedirler, mutlak nuraniyettirler, dolayısıyla da bu âlemden ilişkilerini kestikleri anda mücerredât âleminyle bağlantı kuruyorlar ve rüyaları da sadık oluyor. Ancak bu âlemin zulmetine yani karanlığına gark olmuş bir insanın rüyası “edğasu ahlam”dır.

 

O halde her rüyanın doğru olduğu söylenemez. Yani rüya, o rüyayı gören kişiye bağlıdır. Kimlerin hakikatlere ulaşabileceğine dair söylediği şartları okudunuz, o şartları zikretmişti. Ruhu latif olan ve tecerrüd merhalesine ulaşmış olan, vahiy kelamını sürekli zikreden yani mücerredat âlemine ünsiyeti olan kişi, bu âlemle ilgisini kesip rüya âlemine geçtiğinde ona bazı hakikatler aşikâr olabilir.

 

Laricani: Pekâlâ, üstat çok önemli bir ölçüt ortaya koydunuz: Yani rüya, onu kimin gördüğüne bağlıdır. Eğer melekûtî bir ruha sahipse, gece namazları kılıyorsa, nefsini cismani hazlardan sakındırıyorsa, Kur'an tilavet ediyorsa onun gördüğü rüya sadık olabilir. Bunun dışındakiler ise “ahlam” yani düştür. Kur'an'ın tabiriyle “edğasu ahlam”dır. Dolayısıyla onları çok da dikkate almamak gerekir.

 

Üstat Dinani: Rüya konusu tehlikelidir, daha önce de söylemiştim. İnsanlar asla işlerini rüyalarla halledebileceklerini düşünmemelidir. Bundan dolayıdır ki bizim fakihlerimiz istisnasız olarak asla rüyayı hüccet olarak görmezler. Rüya asla hüccet, delil olamaz, o sadece rüyayı gören kişinin kendisiyle ilgili bir meseledir.

 

Şeyh-i İşrak, rüyaya önem verir, çünkü kendisi tecerrüd ehli biridir. Ama biz burada insanların rüyanın hüccet olduğunu, her görülen rüyanın doğru olduğunu düşünmesine sebep olacak şeyler söylememeliyiz. Hayır, rüyaların yüzde 99'u “edğasu ahlam”dır, kuruntudur, hayaldir ve çok da ciddiye alınacak gibi değildir.  

 

Laricani: Ancak Hz. İbrahim'in rüyası hüccetti.

 

Üstat Dinani: Söyledim işte, peygamberlerin ve evliyanın rüyası sadıktır. Çünkü onların bu âlemin bağlarından geçmişlerdir. Söylediğim gibi rüya, onu gören kişiye bağlıdır. Yani rüyayı gören kişinin kim olduğuna bağlıdır.

 

Eğer o insan huzur ehliyse, tecerrüd ehliyse gözü, kulağı kapanıp bu âlemle ilişkisi kesilince ruhunun uçuşu daha fazla oluyor, aydınlığı daha fazla oluyor ve hakikatler ona daha fazla aşikâr oluyor.

 

 

Laricani: Üstat kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Laricani: Pekâlâ üstat, demek ki sadece peygamberler ve evliya değil, nefsini temizlemesi, ibadetlerle, gece namazlarıyla, Kur'an tilavetleriyle ruhunu latif hale getirmesi durumunda sıradan insanlar da sadık rüyalar görebilirler. Ve rüya, insanın faydalanabileceği bir âlemdir. Nitekim Allah da Kur'an-ı Kerim'de ashab-ı kehf ile bize örnek veriyor. Eğer bizler ashab-ı kehf örneğinin şifrelerini çözebilirsek rüya ile “edğasu ahlam” arasındaki farkı ve bunların hakikatini anlayabiliriz.

 

Üstat Dinani: Kur'an-ı Kerim, bu konuda hem “ashab-ı kehf”i hem de Hz. Yusuf'u örnek olarak gösteriyor. “in kuntum li rüya tabirun” (Eğer rüya yorumluyorsanız, rüyamı bana tabir edin” (Yusuf:43) Elbette rüyanın tabiri vardır. Ama demin de söylediğim gibi, rüya, onu gören kişiye bağlıdır. Herkes ben rüyam ile hakikate ulaştım diyemez.

 

Laricani: Allah, Kur'an'da buyuruyor ki: “Huvellezî yeteveffâkum bi'l-leyl” (Odur, sizi geceleyin vefat ettiren (alan) En'am:60) Yani Allah her gece bizleri öldürüyor ise o halde gördüğü rüya nedir?

 

Üstat Dinani: Burada uykuda öldürüyor anlamında değildir. “Huvelezi yeteveffakum bi'l-leyl” derken o kastedilmiyor. İnsanlar gündüz de ölür, gece de ölür, burada kastedilen o değil. Onun ayrı bir anlamı var.

 

Laricani: Allah her gece ruhları almıyor mu, kabzetmiyor mu?

 

Üstat Dinani: Hayır yanlış anlam verilmesin, burada ruh kabzedilmiyor. Bakın, ayrıca “kabz ve bast” ruhun bedenden ayrılması da değildir. Zaten ayrılmak diye bir şey yoktur. Eğer Molla Sadra gibi düşünecek olursak daha önce de dediğim gibi ruh nefsin bir mertebesidir ve bedenle bir bütündür.

 

Ayrılıktan kastedilen anlam, huzur âlemine yakınlaşmaktır; ölmek değildir. Bakınız kimi insanlar, huzur âlemine, mücerredat âlemine o kadar dalmışlardır ki adeta bu âlemde değildirler. Onlar ölmüş değildirler, onlar hayattadırlar, yaşarlar; ancak huzur âlemine gark olmuşlardır. Onlar için burası gecedir. Beden onlar için gecedir.

 

Bedenin kendisi gecedir. Beden zulmettir; çünkü beden bu âlemdir. Onlar için uyumak veya uyanık olmak birdir. Mevlana'nın da bir şiirinde dediği gibi arif insan için uyku ve uyanıklık diye bir şey yoktur. Onlar her zaman huzur makamındadırlar. Bunlar azdırlar. Daima huzur makamında olan insanlar için beden bir karanlıktır. Ama bu ölmek değildir, ruh ile bedenin birbirinden ayrılıp gitmesi demek değildir. Zaten ruhun bedenden ayrılığı anlamı olmayan bir şeydir.

 

Eğer gerçekten bir ayrılma olsa ceset olur ve bozulur. Buradaki ayrılık ile bir cismin diğer bir cisimden ayrılığından farklı görmek gerekir. Mesela kabuk elmadan ayrılıyor, örneğin çekirdek meyveden ayrılıyor, ruhun bedenden ayrılması böyle bir şey değil.

  

Mesela ashab-ı kehf, güzel bir örnektir. Onlar ölmediler, hatta uyandıklarında yaşlanmamışlardı bile. Suları bile değişmemişti. Yiyecekleri tazeydi. Evet demek ki bu, ruhun ayrılması demek değildir. Hayır canlıydılar; fakat huzur makamındaydılar. Sanki bu âlemde değildiler. Huzur âlemine gark olmuşlardı. Rüya işte yaklaşık olarak böyle bir özelliğe sahip. Sadık rüyadaki kişi huzur âlemindedir. Ancak bu âlemin karanlıklarına, meşgalelerine gark olmuş birinin rüyası hüccet değildir, “edğasu ahlam”dır.

 

Sühreverdi zaten bu okuduğunuz bölümde kimlerin, hangi şartlardaki rüyasının doğru olabileceğini açıklıyor. Biraz önce sizin okuduğunuz ifadelerde işte bu anlam ifade ediliyor. Yani rüyayı gören kişi için şartlar olduğunu söylüyor.

 

Laricani: Mevlana bir şiirinde şöyle diyor:

 

Ey besa ashab-ı kehf ender cehan

Pehlu-yi to, piş-i to hest in zeman

Yar ba u, gar ba u der surud

Mohr ber çeşmest ve ber guşet çe sud

 

Adeta ashab-ı kehf dünyanın içinde

Senin yanında senin önünde şu anda

Yar onunla, mağara onunla övgülerde

Gözünde ve kulağında mühür varsa ne fayda

 

Yani burada arifler için uykunun şuhûd âleminin bir mukaddimesi olduğunu söylemek istemiyor mu?

 

Üstat Dinani: Hayır, Mevlana bu şiirde diyor ki uyanıkken bile yani senin yanındayken bile adeta ashab-ı kehf gibidirler. Ama mağarada uyumuyorlar, senin önündeler. Yani bunlar ashab-ı kehf gibi insanlardır ve senin karşında oturuyorlar; ama sen bunu bilmiyorsun. Şiir bunu söylüyor.

 

Yani diyor ki ashab-ı kehf, bir mağarada gözlerden uzak bir şekilde uyuyordu. Ama adeta o kişiler öyle bir makama ulaştılar ki şu an senin yanındalar, onların mağarası da sevgilisi de oradadır. Hatta gözleri de açıktır; ama huzur makamındadırlar. Onlar seninle konuşuyor da olabilir; ama onların makamı huzur makamıdır.

 

Siz “hazır ve gaib hadisini” işittiniz mi? Orada deniyor ki “ben topluluğun içindeyim ama gönlüm başka yerde”, yani huzuru başka bir yerde bulunuyor. Huzur âlemine gark olmuş bulunuyor. Burada oturup, sizinle çay içiyor olsa bile huzuru mahfuzdur. Mevlana'nın şiiri işte bunu söylüyor.

 

Laricani: Pekâlâ, izin verirseniz devamını da okuyayım. Şöyle diyor:

 

“Müşterek hisse bir aydınlık düşer, güneşten daha da aydın ve onun lezzetiyle bu nur, aydın ruhlularda meleke olur. Ne zaman bulmak isteseler nur âlemine yükselirler. Bu şimşekler, bir ilim veya akli suret değil; kutsi bir ışıktır. Kuds âleminden nurlar gelir, maddeden mücerret ve temiz ruhlular o aydınlıktan nasiplenir.”

 

Üstat Dinani: İzin verirseniz bu okuduğunuz paragrafta Sühreverdi'nin işaret ettiği iki çok önemli felsefi noktaya değinelim. Birincisi “müşterek his”tir. Neden Sühreverdi, insanın tüm idrak güçleri arasında “müşterek hisse” bu kadar vurgu yapıyor.

 

Sühreverdi de diğer hekimler de insanın idraklerini çeşitli gruplara ayırmışlardır. Bizler hislere, beş duyuya sahibiz. Beş duyu bir idraktir. Görme, dokunma, işitme, tatma, koklama birer idraktir.

 

Ayrıca hayal gücüne sahibiz, vehmi idrake sahibiz ve akli idrake sahibiz. Şuhudi idrak ise taltif edilmiş olan akıldır. Ancak bunlardan başka bir idrake daha sahibiz ki hekimler buna “müşterek his” derler. Müşterek his meselesine hekimler arasında bile çok az değinilmiştir. Sühreverdi ise müşterek his meselesine parmak basıyor. İzin verirseniz ben müşterek hissi açıklayayım ki neden ona parmak bastığını anlayalım. Bu gerçekten çok önemlidir ve konuyla ilgilidir.

 

Müşterek his, insanda var olan ve hem zahiri hem de batıni yönü olan bir histir. Beş duyu yalnızca zahiri algılar. Göz dışarıyı görür, kulak, dışarıdaki sesi duyar, dil dışarıdan gelen bir tadı alır, burun dışarıdan gelen kokuyu duyar. Ancak insanda bir his daha var ki Yunanlılar ona “fantasia” derler. Şimdilerde “fantezi” diye kullanılan kelime de budur. Fantasia Arapçada “bintasia” oldu. Fantasia işte müşterek histir.

 

Peki bu fantasia veya müşterek his, nasıl bir histir? Ve hangi delillerle ispat edilmiştir? Bakınız şimdi bu kaptaki şekerleri görüyorsunuz. Bunların rengi beyazdır.

 

Gözünle yalnızca beyazlığını görüyorsun. Yediğin zaman tatlı olduğunu anlıyorsun. Dilin tatlığını anlar, ama gözün tatlılığını anlamaz. Dilin de beyazlığını anlamaz. Elinle ağırlığını anlarsın; ama eline aldığında tatlılığını anlayabilir misin? Beyazlığını anlayabilir misin?

 

Peki göz yalnızca beyazlığını, dil yalnızca tatlılığını, el ise ağırlığını, sertliğini, yumuşaklığını anlayabiliyorsa peki bunların tümünün bu şekerde olduğunu nereden anlıyor? Beyazlık, tatlılık ve sertlik, yumuşaklık veya ağırlığın birbiriyle ne ilgisi var? Hâlbuki siz diyorsunuz ki bu şeker hem tatlı olan şekerdir, hem beyaz olan şekerdir, hem sert ve şu kadar ağırlığı olan şekerdir. Bunların hepsini bir yerde topluyorsunuz.

 

Hâlbuki bunların hepsi birbirinden ayrıydı. Beyazlık tatlılıktan, tatlılık beyazlıktan, ağırlık da her ikisinden ayrıdır. Tatlı, beyaz, sert, yumuşak veya ağırlık birbirinden ayrı makulelerdir. Peki siz bunun hem tatlı, hem beyaz, hem sert hem de şu kadar ağırlıkta olduğuna nasıl hükmediyorsunuz?

 

Eski hekimler şöyle diyor: İnsanda bir his vardır ki gözden oraya beyazlık hissi gidiyor. Tat alma yoluyla oraya tatlılık hissi gidiyor. Dokunma yoluyla ise oraya sertlik, yumuşaklık veya ağırlık gidiyor. İşte bu, müşterek histir. Yani müşterek his işte bunların hepsini alıyor ve bunların hepsinin bir olduğuna hükmediyor. Yani müşterek his, işte bunların hepsini kapsıyor.

 

Müşterek his, iki anlamla müşterektir. Birincisi zahir âleminin farklılarını bir araya topluyor. Mesela tatmanın tatlılığını, görmenin beyazlığını, dokunmanın sertliğini, yumuşaklığını vs. alıp bir araya getiriyor. Ancak bundan başka bir özelliği daha var: Bu özelliğinde ise bazen zahirden alıyor bazen ise batından alıyor.

      

Bizim hekimlerimizden Hac Sebzevari, Şeyh-i İşrak'ın bu konusunu bir beytinde çok güzel açıklıyor.  Diyor ki “Vel ilmu fi bintasia kema hasal, min nakşi haricin keza mimma dahal” Yani dışarıdan müşterek hisse gelenler olduğu gibi, müşterek hissin bir de batın âlemine açılan bir penceresi var. Ve batın âleminden aldıklarıyla zahir âleminden aldıklarını birbiriyle irtibatlandırıyor. Müşterek his, iki role sahiptir. Hem zahir âlemindeki farklılıkları bir araya topluyor. Bazen de batın âlemi ile bağlantı kuruyor ve onu zahir âlemi ile birleştiriyor. İşte bintasia da denen müşterek his budur.

 

Sühreverdi, işte bu yüzden müşterek hisse parmak basıyor. Uykuda müşterek hissin etkin rolü zahir ve batın arasındadır. O yüzden gündüz senin idrak alanına giren şeyler, rüyada latif ruha sahip olanların rüyasında batın âlemine açılan bu pencere de açıktır ve hem oradan aldıklarını hem de buradan aldıklarını karıştırıyor ve anlam dolu hale getiriyor. Burada müşterek his kavramını kullanması çok hassastır.   

 

Laricani: Sühreverdi'nin “ilm-i huzûrî”ye inandığı düşünülecek olursa müşterek hissin ilm-i huzûrî ile ilgisi nasıl bir ilgidir?

 

Üstat Dinani: Tüm idrakler huzurdan kaynaklanır. Daha önce de arz ettim. İster müşterek his, ister, zahiri his isterse batıni his, ister akıl, ister vehim, ister hayal hepsi âlem-i huzurdan kaynaklanır. Âlem-i huzur olmasa bu idraklerin hiçbiri gerçekleşemez.

 

Bakınız ben size bir örnek vereyim böylece ilm-i huzûrî biraz daha açıklık kazansın. Bazı derslerde veya sınıflarda “ilm-i huzûrî”yi tasavvur etmeye kalkışıyorlar. Bu olmaz, ilm-i huzûrî tasavvur edilemez. Onu tenebbuh etmek gerekir. Benim bir şeyi tasavvur etmem ile tenebbuh etmem arasında fark vardır. Tenebbuhta benim uykudan uyanmam gerekir. Tasavvurda ise zihnime suretler gelir.

 

Şimdi ben örneğime geçeyim. Bakınız siz asla kendinizi unutmazsınız. İnsan bir şeylerini unutabilir; ama insan “ben”i unutabilir mi? Allah korusun bir kişi bir kaza yapabilir ve komaya girebilir. O hastanedeyken mekânı zamanı, nerde olduğunu vs. her şeyi unutabilir. Hatta ismini bile unutabilir. Ancak “ben”ini unutabilir mi? Yani “ben” olduğunu unutamaz. İsmini bile unutabilir, ama ben demeye devam eder. İşte o ben huzurdur.

 

Bir örnek daha vereyim: Bakın siz bu masayı biliyor musunuz? Bu masa karedir ve şu an sizin zihninizdedir. Bu masanın bir sureti sizin zihninizdedir ve buraya konan masayı siz o suret ile biliyorsunuz. Eğer sizin zihninizde o masanın sureti olmasaydı siz bu masayı bilemezdiniz.

 

O halde siz bu masayı hangi vasıta ile biliyorsunuz? Zihni suretiniz vasıtasıyla. Peki şimdi size şunu sorayım: Siz o zihni sureti nasıl biliyorsunuz? İlm-i huzûrî ile yani siz kendinizde hazırsınız. Siz masayı zihni suret vasıtasıyla biliyorsunuz, peki zihni suretinizin kendisini neyle biliyorsunuz? Başka bir suretle mi? Hayır onun kendisinin huzuru var.

 

Laricani: Evet, bu yüzden de müşterek hisle aydınlanmaya müsait olduğunu ve aydınlanmasını artırabileceğini söylüyor.  

 

Üstat Dinani: Evet artırabilir; çünkü bölgeler arasındadır. Adeta iki deniz arasındadır. Yani zahir ile batın arasında vasıtadır.     

 

Laricani: Peki o halde bir anlamda ariflerin zahir ve batın his taksimini bu müşterek hisle açıklayabiliriz.

 

Üstat Dinani: Evet, evet, Mevlana bir şiirinde şöyle diyor:

 

Penc hissi hest gayr ez penc his

An çu zer zurh est u in hisha çu mis

(Bu beş histen başka beş his daha var / O, kızıl altın gibi, bu hisler ise bakır gibi)

 

İnsanın zahir duyuları olduğu gibi batın duyuları da vardır. Müşterek his ise işte tüm bu hisleri bir araya toplayandır.

 

Laricani: Pekâlâ üstat, ilginç olan şu ki lezzet de müşterek hisle birliktedir. “Müşterek hisse bir aydınlık düşer, güneşten daha da aydın ve onun lezzetiyle bu nur, aydın ruhlularda meleke olur” diyor.

        

Üstat Dinani: Şeyh-i İşrak'ın ifadesinden bir konu daha çıkıyor. İzin verirseniz onu açıklayayım. Bu çok önemli bir sözdür. “Meleke” olmasından söz ediyor. Meleke olduğu zaman huzur toplanır. Bakın, lezzet almak, haz almak topludur, toplu bir şekilde olur. Bir örnek vereyim mesela bir yemek yediğinizde, diyelim ki sinirlisiniz, dikkatiniz dağınık ve aklınız başka yerde siz o yemekten çok lezzet alamazsınız.

 

Yediğiniz şey tatlı da olsa sinirliyseniz, tartışıyorsanız, aklınız başka yerlerdeyse o yiyecekten olması gerektiği kadar lezzet alamazsınız. Ne zaman lezzet alırsınız, odaklandığınız zaman. Bu, diğer duyular için de böyledir.

 

Mesela görmek de böyledir. Bir şeye veya bir yere bakarken eğer yoğunlaşmıyorsan, ona odaklanmıyorsan bakarsın ama adeta göremezsin. Ne zaman iyi görebilirsin, tam anlamıyla dikkat ettiğin zaman.

 

Şimdi vahdet yönü yani birleşme toplanma boyutu ne kadar çok olursa lezzet de o kadar çok olur. Dikkat ne kadar dağınık, uzak ve ayrı olursa lezzet de azalır. Yani lezzet vahdettedir. Yani bir yerde toplu halde bütün halinde olması gerekir.

 

İnsan bu dünyada olduğu zaman dağınıktır. Görüyor, işitiyor, yürüyor, oturuyor, konuşuyor vs. birçok şey yapıyor. Ama bedenden ayrıldığı zaman, yani bu makama ister riyazetle gelmiş olsun isterse ölümle olsun, bütün bu müteferrıklar (ayrı ayrı parçalar) toplanır. O vakit insan kemâl halindeyse kendi kemâlinden ne kadar lezzet büyük bir lezzet alır düşünün.

 

Kâmil insanlar da tıpkı peygamberler ve evliyalar gibi bu dünyada olduklarında doğal olarak bu dünya ile meşguldürler. Ama bu meşguliyet ortadan kalktığında, bu âlemin farklılıkları ondan alındığında, o tek bir mesele üzerine kendi kemâline yoğunlaşır ve çok büyük bir lezzet alır.

 

İyiler, Allah'ın velileri, öldüklerinde sonsuz bir lezzete gark olurlar. O lezzet, onların kendi kemalidir. Kendi kemâllerinden lezzet alıyorlar. O, orada bir araya toplanmış kemâlinin lezzetidir. Burada ise dağınık haldeydi.

 

İnsan nakıs olduğu zaman, burada dağınık halde bulunduğu için kendi noksanının farkında değil. Fakat bu dağınıklık bitince yani öldüğünde kendi noksanlığından dolayı en büyük acıları çeker. Kâmil insan, bu âlemden ayrıldıktan sonra en mükemmel lezzetleri kendi kemâlinden alıyor. Nakıs insan ise bu âlemden gittikten sonra en büyük acıları kendi noksanlığından dolayı çekiyor.        

 

Laricani: Konu, çok ilginç ve güzel bir yere geldi; ama bizim vaktimiz de doldu üstat. Bu paragrafı da tamamlayamadık. Ancak daha sonraki programda onlara da değiniriz.

 

Bir diğer programda buluşmak dileğiyle aziz üstatla birlikte hoşça kalın diyoruz.  

             

             

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

www.medyasafak.net

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=8T_FEyYBkzY