İbrahimi Dinani: İmam Ali ve insan-ı kâmil sırrı

İbrahimi Dinani: İmam Ali ve insan-ı kâmil sırrı
Hz. Emîrü’l-Müminîn (a.s) Allah’ın kâmil bir velisidir, bir insan-ı kâmildir. O, tüm peygamberlerle sırlarında ve Hz. Hâtemü’l-Enbiyâ ile ise açıkta beraber olan bir kimsedir. Şu söz çok önemlidir: “Kuntu meal enbiyai sırren ve mea Muhammedin (s.a.a.) cehran.” (Ben (Hz. Ali) peygamberlerin sırrında idim, Muhammed (s.a.a.) ile açıkça zuhur ettim.)

 

 

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillahirrahmanirrahim

 

Hoşa anan ké eşk u ah darend

Miyan-é khane-yé dél çah darend

Hoşa an eşk u hoş an ah ké her şeb

Be nekhlistan-é Movla rah darend.

 

Ne mutlu o kimselere ki gözyaşları ve âhları var

Gönül evlerinin ortasında kuyuları var

Ne mutlu o gözyaşı ve o âha ki her gece

Mevlâ'nın hurmalığına yol bulurlar.

 

Selam sayın izleyiciler, muvahhidlerin efendisi, ariflerin imamı Mevlâ Ali'nin (a.s) şehâdeti münasebetiyle hepinize taziyelerimizi iletiyoruz. Dua ve ibadetlerinizin kabul olmasını ve Kadir Gecelerinin feyizlerinden faydalanmanızı diliyoruz.

 

Bildiğiniz gibi aziz üstadımız Sayın İbrâhîmî Dînânî ile birlikte, Kadir Gecelerinin incelikleri ve sırları konusunu ele alıyoruz. Bu programda işleyeceğimiz konu, iki büyük sahanın buluşmasıdır. Bunlardan birincisi “marifettir” ve tam olarak o gecede gerçekleşir. Yani Allah, rahmet kapılarını açar, tüm feyizlerini nazil eder; ancak herkes kendi kabiliyeti ve kapasitesi ölçüsünce ondan nasiplenir. İkincisi de Mevlâ Emîrü'l-Müminîn'in Kadir Gecelerinde cari olan velâyet sahasıdır.

 

Üstat çoğunlukla ariflerin söz konusu ettiği bir mesele şudur: Kadir Gecesi yahut Kadir Gecesinin de sırr-ı süveydası, bir başka deyişle sırrının sırrı, Mevlâ Emîrü'l-Müminîn'in velâyet sahasının anlaşılmasıdır. Bunun delili de O'nun mübarek kanının Kadir gecelerinde akıtılması yani şehâdetinin Kadir Gecelerinde olmasıdır. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?

 

Üstat Dînânî:  Bismillahirrahmanirrahim. Evet, aynen öyle. Hz. Emîrü'l-Müminîn (a.s) Allah'ın kâmil bir velisidir, bir insan-ı kâmildir. O, tüm peygamberlerle sırlarında ve Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ ile ise açıkta beraber olan bir kimsedir. Şu söz çok önemlidir: “Kuntu meal enbiyai sırren ve mea Muhammedin (s.a.a.) cehran.” (Ben (Hz. Ali) peygamberlerin sırrında idim, Muhammed (s.a.a.) ile açıkça zuhur ettim.)

 

Evet O, bunların hepsiydi. Musa'nın, İsa'nın, Âdem'in, Nuh'un (a.s.) sırrındaydı ve Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ ile de sırrında ve açıkça birlikteydi. Hz. Emir böylesi bir insandır. Eğer daha rahat konuşacak olursam şunu söyleyebilirim ki: O, ulûhiyetin kâmil bir zuhuru ve Hak Tebârek ve Teâlâ'nın celâl ve cemâl sıfatlarının varlık âlemindeki ve tarihteki tecellisidir.

 

Bizim ve tüm din mensuplarının dikkat etmesi gereken en önemli şeylerden biri şudur: “Allah nedir ve tarih nedir?'' Tarihe esir olan kimseler, tarihselci düşünüyorlar. Elbette tarih önemlidir. Ben tarihin çok önemli olduğuna inanıyorum. Burada tarihe hapsolmuş kişileri kastediyorum. Bu öyle bir tarih ki insanlara geçmişten söz ediyor, ancak sadece bir müze olarak. Tarih, tarihçiler için bir müzeye dönüşüyor.

 

Adeta tarihin bir şafağı vardır, çünkü tarihin şafağı herkes için ayrıdır. Herkes onun bir yerinden başlar. Geçen her şeyin bittiği, öldüğü düşünülür. Bu dışsal bir tarihtir. Demin de söylediğim gibi asla tarihi önemsiz göstermek gibi bir niyetim yok. Tarih çok önemlidir ve tarihi olmayanlar, asla medeniyete de ulaşamazlar.

 

Bu konuda söylenecek çok şey var, ancak ben sizin sorunuza cevap vereceğim için bu konuda ayrıntıya girmek istemiyorum. Her halükârda tarih çok önemlidir ve tarihi olmayan bir halkın kimliği de yoktur. İlginçtir ki tarihe herkesten daha fazla İranlılar önem vermişlerdir.

 

Hatta dilbilimciler arasında “tarih” kelimesinin kökeni konusunda ihtilaf vardır. Bazıları onu Babilce kabul ederler, bazılarına göre ise Farsçadır. Bence de Farsçadır, Arapçada bu kelime yoktu. Şimdi “taarraha, muverreh, erhana” kelimelerini kullanıyorlar. Bu kelimeler türetilmiştir fakat Arapçada “tarih” yoktu.

 

Bazıları tarih kelimesinin “muverreh”ten türetildiğini söylüyor. Bazı dilbilimcilere göre “muverreh” kelimesinin aslı Farsçadır ve “mah ruz”dur. Tarihe özen gösteren, ilk millet İranlılardı ve onlar bir mektup yazdıklarında mah (ay) ve ruzu (gün) belirtirlerdi.

 

“Mah ruz”, “muverreh” edilmiş, yani tarihlendirilmiş demektir. Muverreh kelimesinden de “tarih”i türettiler. Şimdi konumuz bu değil, ben sadece tarihin çok önemli olduğunu belirtmek için bunları söyledim.

 

Bu, dışsal bir tarihtir, yani dışımızdaki olayları kaydetmektedir. Şimdiye kadar tarihte kaydedilmiş olanlar, bir anlamda bizim için kitaplarda kaydedilmiş bir geçmiş müzesi anlamına geliyor.

 

Bir de insanın içinde bir tarih geçmektedir; burada Ahmet'in, Mehmet'in içinden bahsetmiyorum. İnsanın içinde geçen tarih, artık müze değildir, buradaki geçmiş bir müze değildir, geçmiş yok olmuş değildir, geçmiş ölmemiştir ve vardır.

 

Ben burada insanın içindeki tarih derken psikolojik bir şeyden bahsetmiyorum. Bu psikolojik bir hâl değildir, bir gerçekliktir; yani tarihin insanda bir gerçekliği vardır. Tarihin insanda gerçekliği var, ne demektir? Allah'ın tarihle nispeti nedir? Allah, tarihe geliyor. Biz tarihte yaşıyoruz ve tarihte Allah'la ilişki kurmamız gerekiyor, değil mi?

 

İnsan zatı itibariyle tarihidir, hiçbir insan tarihin dışında yaşayamaz. Ben tarihsel değilim diyen biri, sadece kuruntu içerisindedir. Biz tarihin içindeyiz. Evet, tarih esas kabul edilmeyebilir, tarihin temel olduğuna inanılmayabilir ama tarihsel olmamak mümkün değildir.

 

Tarih bir değişimdir, harekettir, geçiştir, bir lahza dahi duraksaması yoktur. Allah, mutlak sabittir; tarih ise mutlak değişimdir. Hâfız'ın tabiriyle:

 

Sobh est saqiya kadehi pur şarab kon

Dovr-é felek déreng ne dared şétab kon

 

Sabahtır ey saki, kadehi şarapla doldur

Feleğin dönüşünde duraklama yoktur, acele et.

 

Biz mutlak hareket ve mutlak değişim olan tarihe, mutlak sabit olan Allah'la ulaşabileceğiz. İşte bu yüzden mesele önemlidir. Allah tarihe gelir. Peki Allah tarihe nasıl gelir? Allah, insanda tecelli eder ve insan da tarihte…

 

Yani Mevlâ Emîrü'l-Müminîn, peygamberlerle sırda birlikteydi ve aynı şekilde Hâtemu'l-Enbiyâ ile birlikteydi. Hâtemu'l-Enbiyâ ile nübüvvet dairesi tamamlanmıştır. Hz. Hâtemu'l-Enbiyâ'dan sonra artık peygamberlik ebedîyen yoktur.

 

Hâtemu'l-Enbiyâ'dan sonra peygamberlik iddia edeni rahatlıkla yalanlayabilirsiniz. Yani nübüvvet kapısı artık kapanmıştır. Nübüvvet dairesi tamamlandı; peki ne başladı? Emîrü'l-Müminîn'in (a.s) imamet dairesi başladı.  Yani sır olarak peygamberlerle ve açık olarak da Hâtemu'l Enbiyâ ile birlikte olan Hz. Emir, (a.s) tarihe gelmiştir.

 

Hz. Emir (a.s) tüm geçmiştir, tüm varlıktır. Bir insandır ama tüm varlığa kendinde sahiptir. Hak Teâlâ'nın tüm tecellisi O'nun mübarek varlığındadır. O yüce insanın şehâdetini soruyorsunuz. Ben şimdi şehâdetin anlamına değiniyorum. Yani Hz. Emir, ölmüyor, evet öldürülüyor. Hz. Mevlâ'nın mübarek bedeni defnedilmiştir ve şu an Necef'te bulunmaktadır. O, bir şaki tarafından, bir taş kafalı cahil, bir ahmak tarafından şehit edilmiştir.

 

Ancak peygamberlerle sırda beraber olan, peygamberliğin sona ermesiyle imâmeti başlatan bu kişi tarihe bırakılınca ölüyor mu? Onun vefatı şuhûddur, onun ölümü (mevt) huzurdur. Dikkat edin, onun vefatı ve mevti huzurdur; Hz. Mevla'nın gönüllerde huzuru bulunmaktadır, âlemin sonuna kadar hazır olacaktır. Bunu bilmeyen kişinin kendisi mahrumdur. Onun huzuru, şuhûdu mevcuttur; şehittir, yani yok olmaz.

 

Ben burada şu önemli noktaya işaret etmeyi gerekli görüyorum. Zira dinler arasındaki farklılıklar biraz da buradan kaynaklanıyor. “Tecelli” ile “tecessüd” (bedenlenmek, cisimleşmek) arasında büyük fark vardır. Bu iki kelimeye dikkat etmek gerekir. “Tecessüd” diye bir şey var, bir de “tecelli” diye bir şey var.

 

Allah, tarihi olan ve tarihte yaşayan insanlar için gelip zahir olacaktır. Biz O'nun bilgisine sahip olmalıyız, Allah bizim hayatımızda olmalı. Eğer bizim hayatımızda ve düşüncemizde Allah yoksa ve bizim hayatımız tevhidî düşünce esasına göre şekillenmezse biz muvahhid olamayız. Dolayısıyla Allah, tarihte insan üzerinden vardır. Peki hangi insan? İnsan-ı kâmil.

 

Yani daha önce peygamberler ve sonra da Hz. Mevlâ üzerinden. Bu, Allah'ın tecessüdü değildir. Bazı şahısların yanlışı işte buradadır. Onlar Mesih'i (Hz. İsa) Allah'ın tecessüdü (incarnation) olarak kabul etmişlerdir. Hz. Mesih, Allah'ın tecellisidir; “tecessüd” ile “tecelli” farklıdır.

 

Bu sadece Hz. Mesih için değil Hz. Ali için de aynı şekildedir. Eğer birileri Hz. Emir'i Allah'ın tecessüdü olarak görürlerse, büyük bir hataya düşmüş ve sapmış olurlar. Yine aynı şekilde birileri diğer evliyayı Allah'ın yeryüzündeki tecessüdü olarak görürse küfre girmiş olur. Tecessüd yoktur, tecelli vardır.

 

Tecessüd ile tecelli arasındaki fark nedir? Tecessüd, işte bu mekânda ve bu zamanda gördüğündür. Eğer bu alemde bir adama tutunup ‘'işte bu yeryüzündeki tanrıdır'' deniyorsa, bu -Hindistan'da da olan- puttur. Tanrı tecessüd etti, yani bedene büründü demek Nietzsche'nin tabiriyle tanrının ölümüdür. Bu, küfrün başlangıcıdır.

 

Tecessüd yoktur ama tecelli vardır. Tecelli ne demektir? Yani; Allah'ın izzet ve kibriyâ makamıyla, samedîyetiyle, ezelîyeti, ebedîyeti, ehadiyeti ve mutlaklığıyla, marifetinin zuhuruyla, isimleri ve sıfatlarıyla insan-ı kâmilin sözlerinde, davranışlarında, yapıp ettiklerinde tecelli etmesidir. Allah'ın Hz. Emir'deki tecellisi budur.      

 

Laricanî: Zâtıâlinizin bu açıklamasını, Cenab-ı Molla Sadrâ “İnne fi zalike le zikra li men kane lehu kalbun ev elka's- sem'a ve huve şehidun.” (‘'Şüphesiz bunda, kalbi olana veya kulak verene ve şahit olana bir ibret vardır.'' Kâf, 37) ayeti çerçevesinde değiniyor.

 

Allâme Tabâtabâî de bu ayete çok iyi bir şekilde değinmiştir. “İnne fi zalike le zikra” (Şüphesiz bunda bir öğüt vardır) “li men kane lehu kalbun” (kalbi olana) “ev elka's- sem'a” (veya kulak verene) “ve huve şehidun.” (ve şahit olana) Eğer insan-ı kâmille ilgili olarak bu aşamalara sahip olunmazsa zâtıâlinizin buyurduğu “tecessüd” sorunu ortaya çıkar.

 

 

Üstat Dînânî: Evet, yani “tecelli”, “tecessüd”e dönüşür ve küfür başlar.

 

Laricanî: “Subhaneke Ya Şahidu tealeyte Ya Şehid.” “Şehid” Allah'ın isimlerinden biridir; hem “şehid” hem de “şahid” Allah'ın isimlerindendir.

 

Üstat Dînânî: “Ve kefa billahi şehida” (‘'Ve şahit olarak Allah yeter.'' Fetih, 28)

 

Laricanî: O halde buradan şu anlam çıkıyor: Kendi yolunda fenâ bulan kimsenin varlığına yerleşen Allah'ın kendisidir.

 

Üstat Dînânî: Evet, Hak Teâlâ'nın zuhurunun insandaki tecellisi. Yani bu toprağın altına giren bedende Hak Teâlâ'nın tecellisi vardır. Yani Hak Teâlâ'nın tam olarak zuhurudur. Şehâdet budur, şehâdet marifetledir. Daha önce de arz etmiştik bir kimse marifete ulaşmamışsa şehid değildir, şehâdet Hak Teâlâ'nın nezdinde huzurdur. “Şehâdet” kelimesi görmek demektir.

 

Şuhûd nedir? Hak Teâlâ'nın sıfatlarını, celâl ve cemâlini görüyor demektir. Şuhûd bir fenâ makâmıdır. Hak nezdindeki huzurdur. Şehâdetin anlamı budur.  Şehid, tam bir velidir ve Hz. Emir de gerçek bir şehiddir. Allah yolunun, insanlık yolunun ve adalet yolunun şehididir.   

 

Laricanî:

 

Cemal-é yar nedared nikab u perde veli  

Gobar-é reh benşan ta nezer tavani kerd

 

Sevgilinin yüzünde peçe ve örtü yok ama

Yolunun tozunu kaldır ki onu görebilesin.

 

O yolun tozunu, O'nun görülmesini engelleyen hicâpları ortadan kaldırmak lazım.

 

Üstat Dînânî: Cehalet, bencillik, nefsanîlik, enanîyet ve firavunluk tozları… Bunları kaldır, işte o zaman Hak Teâlâ'nın cemâlini görebilirsin.

 

Laricanî: Üstat, Allah ve tarih konusunda güzel bir noktaya işaret buyurdunuz. İnsan-ı kâmil ne düne, ne bugüne ne de yarına aittir. Bu çok güzel bir kaidedir. Mevlâ Emîrü'l-Müminîn Ali (a.s) neden arifler tarafından bir insan-ı kâmil olarak söz konusu edilir? Mevlâ Ali'nin kendisi bunu şehâdetinde görüyor.

 

Yani Allah'ın tecellisinin mazharı olan bir kimsenin artık dünü, bugünü, yarını yoktur. O, tüm zamanlara aittir.

 

Şimdi benim sorum şu: Mevlâ Emîrü'l-Mü'minîn, neden bu tecelliyi şehâdetiyle kemâle erdiriyor? Nitekim tarihte de geçiyor ki Allah'ın Resulü, O'na şehâdeti vaat etti ve İbn Mülcem kılıcıyla O'na vurduğu zaman -işte bu sebeple- “Kâbe'nin Rabbine and olsun ki kurtuldum” dedi.

 

Üstat Dînânî: Hz. Emir'in şehâdeti konusunda çok sayıda husus var. Biraz önce siz onun bir cümlesini söylediniz: “Kâbe'nin Rabbine and olsun ki kurtuldum.” Bu büyük bir üstünlüktür. Rabbine kavuşmak için koşmaktır. Hak Teâlâ'nın mazharında tam anlamıyla hazır olmaktır. Kâbe'nin Rabbine yemin ederim ki büyük bir üstünlüğe kavuştum, diyor.

 

Onun şehâdetiyle ilgili bir diğer nokta da şudur: O adalet yolunun şehididir, insanlık yolunun şehididir. O, gericiliğin, fikri donukluğun, taş kafalılığın mazharı tarafından şehit edilmiştir. İbn Mülcem, taş kafalılığın (tahaccür) mazharıdır, cehâletin mazharıdır, kasvet ve karanlığın mazharıdır, o kalbi kararmış şakide sevgi ve duygunun zerresi yoktur.

 

Kemâlin, sevginin, insanlığın mazharı olan, Hak Teâlâ'nın celâl ve cemâlinin mazharı olan Hz. Emir; şekâvetin, kasâvetin, cehâletin, ahmaklığın mazharı olan birinin eliyle şehit edilmiştir. Bu, insanlık için bir ibret dersidir. Bu, insanlık tarihi açısından çok müthiş bir kesittir.

 

Laricanî:

 

Der khun şéna numuden isbat-é eşq u khişîst

Ver ne bé herf u de'va, dilber ke ra pezired

 

Kanda yüzmek aşkın ve kendinin ispatıdır

Söz ve iddia değil, sevgili kimi kabul eder.

 

Bu gösteriyor ki Kur'an'a, Nehc'ül-Belâğa'ya ve Ehl-i Beyt'e dayanan bir İslam irfanı, toplumsal bir irfandır, uzletçi değil toplumcu bir irfandır.

 

Üstat Dînânî: İrfanda o anlamda bir uzlet yoktur. İrfanda uzlet olsa bile bu, seyr-u sülûk için birkaç günlük bir uzlettir. İrfan veya arif halktan ayrı olamaz. Arz ettiğim gibi insan tarihte yaşar, halkla birlikte yaşar. İnsan zatı itibariyle toplumsal bir varlıktır. İrfan'ın anlamı, halkın içinde Hakk'ın yolunu bulmaktır. Halkın zamanına, mekanına gark olmamalı, halkın ortasında, halkın arasında Hakk'ın yolunu bulmalıdır.

 

Laricanî: Pekâlâ üstat, kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Üstat, çok güzel bir noktaya değindiniz. Hz. Emir, adalet şehididir. Adalet de aslında halka hizmet etmektir. Hz. Emir, kemâl ve yüceliklerin zirvesi olduğu halde kendini halka hizmete adıyor.

 

Sahib dili z medrese amed be khanqah

Béşkest ahd-é sohbet-é ehl-é tariq ra

Goftem miyan-é âlim u âbid çé farq bud

Ta ikhtiyar kerdi ez an in feriq ra

Goft, an gelim-é khiş bé der mi bord z movc

V'in cehd mi koned ké bégired gariq ra.

 

Gönül ehli biri medreseden dergâha geldi

Tarikat ehlinin sohbetini bozdu

Dedim ki âlim ile âbid arasında ne fark var

Ki sen oradan ayrılıp bu grubu seçtin

Dedi ki: O kendi kilimini dalgalardan kurtarıyor

Bu ise boğulanı kurtarmaya çalışıyor.

 

Yani İmamlar, bizim elimizden tutup cehâletten, zulümden, fesattan kurtarmak istediler. Meşhur olaydır, İmam Ali bir yerden geçerken bir kadının ve bir çocuğun omzunda su taşımaya çalıştığını ancak güçsüzlüğünden dolayı bunu yapamadığını gördü.

 

Kadın O'ndan yardım istedi, İmam, onu evine götürünce kadının üç yetimi olduğunu gördü. Babalarına ne olduğunu sorunca, kadın Sıffin Savaşı'nda şehit olduğu söyledi.

 

Mevlâ Emîrü'l-Müminîn çok üzüldü ve ben nasıl bundan gâfil olabilirim, diye etkilendi. Eve yiyecek, su, hurma vs. gibi o günün ihtiyaçlarını götürdü. Kadın ekmek yapmak için hamurla uğraşırken, O da ona yardım etmek için fırını hazırladı. Fırın yanınca mübarek yüzünü ateşe yaklaştırıyor ve “Bu acıyı tat ve bir daha çaresizlerin durumundan gâfil olma” diyor.

 

Allah'ın evinde dünyaya gelen biri, doğal olarak çok daha hassastır ve mahrumların sıkıntısıyla daha ilgilidir. Bu, Ehl-i Beyt İmamlarının mahrum sınıflara olan ilgisinin derinliğini gösteriyor.

 

Şimdi sorum şu: Mevlâ Emîrü'l-Müminîn, tam bir insan-ı kâmildir, bunu herkes itiraf ediyor. Mevlânâ da çok güzel bir şekilde anlatıyor. Hendek Savaşı'nda Amr b. Abdived, küfür ve nifâk perdesi kalktığında O'na bir nurun yansıdığını gördü.

 

Ey Ali ké cümle aql u didei

Şem'e-yé vagu ez ançé didei.

 

Ey Ali sen bütün bir akıl ve görüşsün

Gördüğünün bir parçasını bize anlat.

 

Ya tu vagu ançé aqlet yafte

Ya béguyem ançé ber men tafte.

 

Ya sen anlat aklının bulduğunu

Veya ben söyleyeyim bana yansıyanı.

 

Bunlar Emîrü'l-Müminîn'in şahsiyeti konusunda söylenen şeylerdir. Fakat İmam Ali kendisini Allah'ın karşısında küçük bir kul olarak görüyor. İnsan-ı kâmil ile Allah'a kulluk arasında nasıl bir sır var?

 

Üstat Dînânî: Sırrı tek bir kelimedir. Biraz önce Mevlânâ'dan okuduğunuz şiirde de söylendiği gibi: “Ey Ali! Sen bütün bir akıl ve görüşsün.” Görüş, basiret demektir. Yani sen akılsın ve basiretsin. Basiret de şuhûddur. İşte sırrı budur. Aklın ilahî ve kâmil bir akıl olmasıdır.

 

Aklın hasleti, marifet ve kavrayıştır. Hak Tebârek ve Teâlâ'nın azametini kavramanın hasleti tevazûdur. Tevazûnun hasleti itaat ve ibadettir. İtaat ve ibadetin hasleti geceleri uyanık kalmaktır. Şehriyâr bir şiirinde şöyle diyor:

 

Fecr ta sine-yi afak şékaft

Çeşm-é bidar-é Ali khofte ne yaft.

 

Şafak, ufukların göğsünü yardı

Ali'nin uyanık gözünü uyur bulmadı.

 

Hz. Mevlâ'nın geceleri uyanık kalması, gece münacaatları ve hatta derdini kuyulara anlatması… Hz. Ali, o kadar dertlidir ki derdini kuyulara döküyor. Bu ne kadar elem vericidir, bu nasıl bir şeydir?

 

Derdini kuyulara anlatmak ne demektir? Onun derdini kuyulara anlatması çok anlamlıdır. Kuyu bir muhatap mıdır? Bu, Hz. Emir'in kendi dönemindeki insanların cehâletinin esiri olduğuna dair bir kinaye, bir işaret ve bir kanıttır.

 

O, kâmil bir akıldı; tam bir akıl ve basiretti. Akıl ve basiretin mazharı ve akıl ve basiretin kemâli olan O, nasıl insanlarla karşı karşıyaydı? Cahillerle…

 

İşte o cahilliğin, karanlığın ve taş kafalılığın bariz örneklerinden biri de İbn Mülcem'di. Doğru yol üzere değildi, hiçbir akli delille ikna olmuyordu, hiçbir söze kulak vermiyordu. Kendi cahilliğinin ve bağnazlığının esiriydi ve o, bu tiplerden sadece bir tanesiydi.

 

Onun derdini kuyulara anlatması, “sözüme kulak verecek bir kimsem yok” demektir. Bu cahiller, söz dinlemiyorlardı. Bunlar “cehl-i mürekkeb” içindeydiler. “Cehl-i basit” hiçbir şekilde kusurlu değildir. ‘'Cehl-i basit'' masumdur; çünkü bilmiyor ama bilmediğini biliyor. Bu yüzden de dinleyip öğrenebilir ve harekete geçebilir.

 

Tehlikeli olan ve Hz. Ali'yi şehid edenlerin de sahip olduğu cehalet, “cehl-i mürekkeb”dir; çünkü onlar kibirlidir, kendilerini bilen kimseler olarak görürler ama gerçekte cahildirler. Onlar söylenen söze kulak bile vermezler. Mesela Hz. Emir'in sözünü dinlemiyorlardı O da derdini kuyulara anlatıyordu. Hz. Mevlâ'nın derdi kıyamete kadar bakîdir.

 

Dert sahibi olan kimseler ve hakikati dinleyecek kulağa sahip olanlar için Emîrü'l-Müminîn'in feryâdı tüm zamanlar ve mekânlarda yankılanır. Onun feryâdı tarihte kıyamete kadar yankılanacaktır. O, adaletin sesiydi ve adalet yolunun şehidi oldu. Hz. Mevlâ'nın yolu adalet yoluydu, insanlık yoluydu, insanlığa sevgi yoluydu.

 

Ancak döneminin insanlarının buna takati yoktu maalesef. Hz. Emir, akılcılığın (aklaniyet) tecessümüydü. Bir başka ifadeyle O, dairenin merkeziydi. Her geometrik dairenin bir merkezi bir de çevresi vardır. Ortada merkez bulunur, çevre de merkezi ihata eder.

 

Marifet âleminde ise durum bunun tersidir. Marifet dairesinde çevre merkezi ihata etmez, merkez çevreyi ihata eder (kuşatır). Mana, akıl ve marifet âleminde Hz. Emir'in tam mazharı olduğu marifet, akılcılık ve insaniyet âleminin varlık dairesinde merkez, muhiti ihata eder. Yani merkez, dairenin çevresini çevreler.

 

Peki bu ne demektir? Bir ilim bir de malum âlemi vardır. Âlim ile malum bir bakıma birliktedir; çünkü âlim ile malum birbirinden ayrı değildir. Fakat marifet âlemindeki manevi daire, ilimdir; geometrinin dairesindeki ise malumdur. Eğer siz ilme değil maluma bakarsanız, dairenin çevresi merkezi ihata eder. Yok eğer ilme bakarsanız merkez, daireyi ihata eder.

 

Acaba ilim mi malumu ihata eder, yoksa malum mu ilmi ihata eder? Kesinlikle ilim malumu ihata eder, işte bu manevi dairedir. Merkez ilimdir. Hz. Emir (a.s.) de bütün bir akıl ve basirettir. Yani ilahi marifetin kâmil bir mazharıdır, insanlığın modelidir.

 

Onun öğretileri, sözleri, davranışları, O'nun gece iniltileri, ibadetleri,  Allah'a olan sevgisi, insanlara olan davranışı… O kadar adalet mazharıdır ki bunu tarihi bir örnekle açıklayayım.

 

Hz. Ali biriyle mahkemeliktir. Hâkim, ona “Ey Ebu'l-Hasan” diye hitap ediyor; bunun üzerine Hz. Ali kızıyor. Bunun üzerine hâkim “Neden kızdın ey Emîrü'l-Müminîn?” diye sorunca o şöyle cevap veriyor: “Neden bana künyemle, ona ise sıradan adıyla hitap ettin? Biz bu mahkemede iki davalı tarafız. Bizim ikimize de aynı gözle bakmalısın. Bana saygı ifadesi olarak künyemle hitap ediyorsun ve Ebu'l Hasan diyorsun, ona ise normal ismiyle hitap ediyorsun. Bu adalet değildir.” İşte insanlığa model budur.  

 

Laricanî: Yani siz bu adaleti, marifetin bir neticesi olarak görüyorsunuz.

 

Üstat Dînânî: Tabii ki… Marifet olmasa adalet olur mu? Marifetsiz adalet, adalet değildir, bir masaldan başka bir şey değildir. Eğer biri adalet iddiasında bulunduğu halde marifet sahibi değilse, sadece masal anlatıyordur, hatta aptaldır. Marifet sahibi olmaksızın adaletten bahsedilebilir mi? Adalet tanınabilir mi? Marifet sahibi olmayan biri adaleti tanıyamaz ki. Her şey marifetin aydınlığı sayesindedir.

 

Hz. Emir'in mahkemede söylediği söz, hem Doğu hem de Batı dünyasının yargıçları için model olmalıdır. İnsanın mahkemede tarafsız kalması, sevgisine veya öfkesine kapılmaması, siyasi veya partisel tutumundan bağımsız kalması, menfaatlerinden veya parasal çıkarlarından uzak durması ve tarafsız bir şekilde hüküm vermesi çok zordur.

 

Bizim adliyelerimizde temsili bir figür vardır. Biri elinde bir terazi tutar ve gözleri de kapalıdır, kördür. Onun körlüğü, tarafsızlığını anlatır, yani o herhangi bir tarafa bakmamakta ve tarafsız hüküm vermektedir. Bu toplumsal adalettir. Daha önce de söylemiştim bir kez daha tekrar edeyim.

 

Doğru bir toplumsal tavır marifet sayesinde olur. İnsan marifete, bilince, bilgiye sahip değilse toplumsal ilişkileri de iyi değildir. Adaletten bahsetse de onunki adalet değildir. Onunki sadece sözden ibarettir.

 

Adaletin anlaşılması akıl ve marifetledir. Hele de eğer marifeti, ilahî marifet olursa hem adaletin anlamı ortaya çıkar hem de adaletle davranır. Hz. Emir işte böylesi bir adaletin mazharıydı.   

 

Laricanî: Yani O'nun marifetinin kemâli hayatının tüm alanlarına tecelli etmiştir.

 

Üstat Dînânî: Evet, bir başka deyişle adalet, marifet ve bilincin neticesidir. Yani kâmil anlamda bir bilince sahip olmayanlar, adaletten söz etseler de adaletin ne olduğunu bilemezler. Şimdi de bazı ekoller adaletten dem vuruyorlar. Mesela Marksistler yıllarca adaletten dem vurdular ama onlarınki adalet değildi. Nitekim devam edemedi ve çöktü gitti. Hayat, doğru bir akletme esasına dayalıdır; eğer akletme yoksa hayat aksaktır.

 

Laricanî: Hz. İmam Ali'nin bunca azametine rağmen yine de marifete teşnedir. Yani O'nun doyamadığı şey ‘'marifetullah'' pınarıydı.

 

Üstat Dînânî: İnsanın hiç doyamayacağı tek şey ilahî marifettir. İnsan suya doyar, yiyeceğe doyar, insan birçok şeye doyar; ancak marifete hiçbir zaman doyulmaz. Zulmanî hicaplar (karanlık engelleri) olduğu gibi nuranî hicaplar (aydınlık engelleri) da vardır. Zulmanî hicaplar kenara çekildiğinde bu kez de nuranî hicaplar ortaya çıkar ve bu kez de nuranî hicapları kaldırmak ve nurun madenine ulaşmak gerekir.  

 

Laricanî: Üstat, bu gecede herkes Mevlâ'dan duayla ve ibadetle bir şeyler istiyor. Yani bir bakıma Kadir Gecesi'nin hakikâti İmam Ali'yle düğümlüdür. Felsefî ve irfanî sahaları geçmiş biri olarak siz bu gecede O'ndan ne istiyorsunuz?

 

Üstat Dînânî: Ruhumuz O'na feda olsun, Mevlâ Ali'nin (a.s) yüce manevi makamından bana da marifet bahşetmesini, Onun sâliki olduğu yolun yoldaşı olmayı isterim. Arzum iştiyâkım budur.

 

Laricanî: Gerçekten de bu alanda bir sınırlılık yoktur. İbn Ebi'l-Hadid-i Mutezilî, kitabının mukaddimesinde diyor ki “Ey Ali! Ben senin âşığınım. Gönlümü, dinimi sende kaybettim. Bu aşktan sağ salim kurtulamayacağımı biliyorum ve senin aşkının şehidi olacağım.”

 

İmam Şâfiî de “Eğer Ali'nin sevgisi insanı Râfızî yapıyorsa ey insanlar ve cinler şahit olun ki ben Râfızîyim.” diyor.

 

Hz. Mevlâ da “Allah'ım! Bana gözyaşı yağdıran iki göz ver!” demiştir.

 

Üstat Dînânî: Yani iki göz ver ki biriyle senin cemâlini diğeriyle de celâlini göreyim. Zaten iki gözün sırrı da işte budur. “Elem nec'al lehu ayneyn ve lisanen ve şefeteyn ve hedeynâhu'n-necdeyn” (‘'Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Ona iki yolu (doğru ve eğriyi) göstermedik mi?'' Beled, 8-10) Hz. Ali'nin istediği o iki göz işte budur. Ve o bu iki göze de sahiptir. Allah O'nun gören gözü, tutan elidir. O'nun gözü Allah'ın gözüdür, dili Allah'ın dilidir, kulağı Allah'ın kulağıdır, yüzü Allah'ın yüzü ve eli de Allah'ın elidir. (Mümin Allah'a nafilelerle o kadar yaklaşır ki gören gözü, tutan eli olur anlamındaki hadise işaret; haz.)

 

Laricanî: Hutbetü'l-Beyân'da bunlar söyleniyor.

 

Üstat Dînânî:  Evet, Hutbetü'l-Beyân, muteber bir hutbedir.

 

Laricanî: Evet üstat, bizi Hz. Mevlâ'nın temennasının zirvelerine ulaştırdınız. O gerçekten mana ve marifet deryasıdır. Biz de Allah'tan Mevlâ'nın marifet kemâllerinin velâyetini bizim gönüllerimize de nasip etmesini diliyoruz.

 

Ba saba der çemen-é lale seher mi goftem

Ké şehidan-é kiend in hemé khunîn kefen

Goft Hafez, men u to mahrem-é în râz neîm

Ez mey-é la'l hikayet kon ve şîrîn dehenân.

 

Sabah vakti lale bahçesinde sabah meltemiyle konuşuyordum.

Bunca kanlı kefenliler kimin şehitleridir, diye sordum.

Dedi ki Hâfız ben ve sen bu sırra vakıf kimseler değiliz.

Gel kırmızı şarabı ve tatlı dilleri hikâye et.

 

Konu çok güzel bir yere geldi ama programımızın süresi de doldu. Bir başka programda buluşmak dileğiyle hoşça kalın.

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak 

 

    

https://www.youtube.com/watch?v=VZs7zjR4w1s