Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre Hz. Fâtıma'nın makamı ve mazlumiyeti (8)

Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre Hz. Fâtıma'nın makamı ve mazlumiyeti (8)
Hz. Fâtıma’nın imlası ve Hz. Ali’nin yazısıyla oluşan bu eser sonraları Mushaf-ı Fâtıma olarak adlandırılacaktır. Bunun Kur’ân’ın tahrifiyle bir alakası bulunmamaktadır. Yoksa bu bazı cahillerin uğursuz ve meşum iddiası gibi Kur’ân’ın dışında başka bir Kur’ân değildir.

 

 

Sunucu: Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla… Salat ve selâm Efendimiz Hz. Muhammed'e (s.a.a.) ve pak Ehl-i Beyt'ine olsun. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû. Seyyidim önceki programın bir özetini sunabilmeniz mümkün mü?

 

Seyyid Kemâl Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Ben öyle düşünüyorum ki değerli izleyiciler benim şu kanaatime katılacaklardır. Hz. Mustafa'nın ciğerparesi Hz. Zehrâ-i Betûl (Allah'ın selâmı O'nun, babasının, eşinin ve evlatlarının üzerine olsun) ezelden ebede kadar bütün kadınların en üstünüdür ve Hz. Meryem'den de üstün olduğu hususunda tartışmaya mahal bir durum söz konusu değildir. Bu sadece Şia âlimlerinin veya Ehl-i Beyt Okulunun görüşü değildir. Biz Ehl-i Sünnet'in büyük âlimlerinden Allâme Alûsî'nin de bu hakikati -yani Hz. Zehrâ'nın ezelden ebede kadar âlemlerin kadınlarının hanımefendisi olduğunu- açıkça ifade ettiğini gördük. Bu esasa göre -ister Kur'ân düzeyinde olsun ister Kur'ân'da geçmeyen ve diğer kaynaklarda geçen kadınlardan olsun- herhangi birisinin sahip olduğu bir menkıbe, kemâl ve fazilet aynısıyla Hz. Zehrâ için de geçerlidir. Ancak delille istisna edilenler müstesnadır. Her bir âmm hükmün muhakkak bir istisnası olur. Buna göre Kur'ân'ı Kerim'in Hz. Meryem için ortaya koyduğu bütün makamlar daha üst, şerefli ve kâmil düzeyde Hz. Mustafa'nın ciğerparesi Fâtımetü'z-Zehrâ (a.s.) için de geçerlidir. Kimsenin aklına bu faziletlerin aynı seviye ve düzlemde Hz. Zehrâ'da bulunduğu şeklinde bir düşünce gelmesin. Zira bu durumda sahih nasların da açıkça belirttiği üzere efdaliyet, ekmeliyet ve siyadetin herhangi bir anlamı olmazdı.

 

Hatırlayacak olursak Kur'ân'ı Kerim Hz. Meryem (a.s.) için şöyle buyurmaktadır:

 

Bunun üzerine Rabbi ona hüsnükabul gösterdi ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. (Âl-i İmrân, 37)

 

Allah-u Teâlâ'nın Hz. Fâtıma'yı Hz. Meryem'den daha güzel ve üstün bir derecede kabul ettiğini söyleyebiliriz. Yine aynı şekilde Allah-u Teâlâ, Hz. Zehrâ'yı da güzel bir şekilde yetiştirdi. Şunu da kesin bir şekilde söyleyebiliriz ki, Hz. Fâtıma'nın bakımını üstlenen, bütün mahlûkatın en efendisi Muhammed Mustafa'dır. Hatta Hz. Resûlullah (s.a.a.) Hz. Fâtıma'nın veladetinden önce de veladeti esnasında ve sonrasında da O'nun bakımını üstlenmiştir. Bu nasıl sıcak ve içten bir ilişkidir, bilemiyorum. Hz. Resûlullah (s.a.a.) bu dünyadan göçeceğini haber verdiğinde ağlıyor, ancak bana ilk kavuşan sen olacaksın deyince seviniyor. Hangi baba ve kız arasında böyle bir ilişki vardır? Yine Hz. Resûlullah (s.a.a.) O'nun hakkında “babasının annesi” ve “benim parçam” ifadelerini kullanıyor. Allâme Alûsî ‘‘varlığın ve bütün varlıkların ruhunun bir parçası'' ifadesini kullanıyor. Vaktimiz sınırlı olduğundan etraflıca açıklayamıyoruz.

 

‘‘Onu güzel bir şekilde yetiştirdi.” Bu özel ve rabbani inayet nedir? Bu yetiştirmedeki ilahi adımlar nelerdir?

 

İkinci âyete geçelim. Âyet açık ve uzun uzun üzerinde konuşmaya gerek yok.

 

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 

Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve seni âlemlerdeki kadınlara üstün eyledi. (Âl-i İmrân, 42)

 

Bu âyete istinaden şöyle diyebiliriz: Melekler Hz. Fâtıma'ya “Ey Fâtıma! Allah seni seçti” demişlerdir. Kimsenin aklına bizim Kur'ân âyetleri ile oynadığımız veya Kur'ân'ın tahrif edildiği düşüncesine sahip olduğumuz ve ‘‘âyette aslında Fâtıma'nın ismi geçtiği daha sonra bu ismin kaldırılıp yerine Meryem'in (a.s.) isminin konulduğu'' görüşünde olduğumuz şeklinde bir düşünce gelmesin. Âyette Hz. Meryem'in (a.s.) ismi geçiyor ve âyet bu şekilde Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) nazil olmuştur. Ancak Hz. Resûlullah'tan aktarılan sahih, sarih ve ittifakla aktarılan rivayetler, Hz. Fâtıma'nın bu âyetin misdaklarından olduğunu bize açıklamaktadır.

 

Buna göre: Ey Fâtıma! Allah seni seçmiş, tertemiz kılmış ve âlemlerin kadınlarına üstün kılmıştır.

 

Önceki programda şu soruyu sormuştuk: Hz. Meryem (a.s.) ne için seçilip arındırılmış idi? Cevaben de demiştik ki Hz. Meryem (a.s.) bir sorumluluk ve yükümlülüğü taşımak için seçilip temizlenmişti. Zira O'ndan Hz. İsa Mesih dünyaya gelecekti. Allah Mustafa'nın kızı Fâtıma'yı da (a.s.) Hz. İsa'ya imam olacak birisini dünyaya getirmek için seçmiştir. Bu konuda herhangi bir tartışmanın bulunacağını tahmin etmiyorum.

 

Bundan dolayı Hz. Meryem'in sahip olduğu bütün makamların aynısıyla ve daha fazlasıyla Hz. Zehrâ'da bulunduğunu söylemekteyiz. Zira Hz. Zehrâ “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzâb, 33) tathir âyetinin kapsamına girmektedir. Tathir âyetindeki ilmî nükteler ve fazladan dakik işaretler, asla ve kata Âl-i İmrân Sûresi'nin bu âyetiyle mukayese edilemez. Bundan dolayıdır ki Hz. Meryem'in sahip olduğu bütün menkıbeler, daha üst, şerefli ve kâmil bir şekilde âlemlerin kadınlarının hanımefendisi Hz. Zehrâ'da bulunmaktadır. Hz. Zehrâ'ya (a.s.) sadece Hz. İsa'ya imamlık yapacak birisini dünyaya getirmek görevi verilmiş değildir. Dahası O (a.s.) aralarında ulu'l-azm peygamberlerin de bulunduğu cennet ehli gençlerinin iki efendisini dünyaya getirmek sorumluluğunu da yüklenmiştir.

 

‘‘Seyyidim, Hz. Resûlullah (s.a.a.) hakkında ne buyuruyorsunuz'' diye sorarsanız deriz ki; Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) ve Hz. Ali'nin bu ikisinden daha üstün olduğuna dair elimizde deliller olmasaydı bunu da söylerdik. Ancak Resûlullah'ın ve Hz. Ali'nin bu ikisinden üstün olduğuna dair delil aktarılmıştır. “Babaları o ikisinden daha hayırlıdır.” Hz. Ali (a.s.) da Hz. Resûlullah (s.a.a.) hakkında “Yazıklar olsun sana, ben O'nun kölelerinden bir köleyim” demektedir. Diğer sekiz İmama girmek de istemiyorum. Bu kadarı bize yeterlidir. İmam Seccâd'ı, İmam Sâdık'ı, İmam Kâzım'ı, İmam Rızâ'yı, İmam Cevâd'ı, İmam Hâdî'yi ve İmam Askerî'yi bir tarafa bırakınız. Bize bu üçü yeter. Cennet ehlinin iki genci ve Hz. İsa'ya imam olacak zat! Allah aşkına, bu sorumluluğun ne kadar önemli olduğunu görebiliyor musunuz? Gerçi her ne kadar konumuzun dışına çıkacak olsa da şu konuya da değinmek istiyorum: Neslin yetişmesi ve eğitilmesi noktasında kadının merkezî bir rolü vardır. Hz. Zehrâ (a.s.) işin merkezinde bulunmaktadır. Bir rahim ne kadar mübarek, ne kadar pak ve bereketli olursa eserleri de o derece büyük olur.

 

Allah-u Teâlâ'nın hakkında “Allah seni seçmiş, tertemiz eylemiş ve seni âlemlerin kadınlarının hanımefendisi eylemiş” buyurduğu Hz. Zehrâ'ya yüklenen sorumluluğu anlayabilmemiz için şimdilik bir hadise işaret etmemiz bizim için yeterli gelecektir. Hz. Zehrâ'dan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (a.s.) dünyaya gelmiştir. Bakınız, İmam Ahmed Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (a.s.) hakkında ne demektedir:

 

Ebû Hureyre, Resûlullah'ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Kim bu ikisini (Hasan ve Hüseyin'i) severse beni sevmiş olur. Kim o ikisine buğzederse bana buğzetmiş olur.

 

Bu hadisin isnadı kuvvetli ve ricâli de sika kişilerdir.[i]

 

Resûlullah'ı sevmenin ve buğzetmenin ölçütü bu ikisini sevip sevmemektir.

 

Bu hadisin Allâme Albânî'nin (tahkik ettiği) Sahîhü Süneni İbn Mâce adlı eserinde de geçmektedir.

 

Bu mana ve açıklama açık ve net bir şekilde ortaya konulup ispat edildiğine göre Kur'ân'ın Hz. Meryem'e ait olduğunu söylediği bütün bu makamlar daha üst seviyede, şerefli ve kâmil bir şekilde Hz. Fâtıma (a.s.) için de geçerlidir. Tabii rivayetler açısından konuya yaklaşmıyoruz.    

       

Sunucu: En azından bize Allah'ın Kitabı yeter diyenler için…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Allah'ın Hz. Meryem'e verdiği bu sıfatlarda herhangi bir tartışma söz konusu değildir.

 

Sunucu: Kur'ân'ı Kerim'in Hz. Meryem (a.s.) için belirttiği makamların en önemlisi nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Konuyu uzatmayalım. Kur'ân'ı Kerim'de Hz. Meryem'in makamlarını açıklayan çeşitli âyetler vardır. Vakıada, Allah en iyisini bilir, Kur'ân'ı Kerim'de Hz. Meryem'in makamlarını bütün detaylarıyla ortaya koymaya çalışsak belki on-on beş programa ihtiyaç duyabiliriz.

 

Örneğin Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 

Ey Meryem! Rabbine ibadet et; secdeye kapan, huzurunda eğilenlerle beraber sen de eğil. (Âl-i İmrân, 43)

 

Bu makam Hz. Meryem'in makamıdır.

 

Yahut da Kur'ân'ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

 

Melekler demişti ki: Ey Meryem! Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. (Âl-i İmrân, 45)

 

Hz. Meryem'e müjdelenen kelime Hz. İsa Mesih'tir. Hz. Fâtıma'ya müjdelenen kelime nedir? Emin olunuz ki bu metinlerin anlaşılması, âlemlerin kadınlarının hanımefendisi, Hz. Mustafa'nın ciğerparesi Hz. Fâtıma'ya (a.s.) tatbik etme hususunda bize yardımcı olacaktır. Ancak vaktimiz dar olduğundan bunları ele alamayacağız.

 

İlk nitelik: Kur'ân'ı Kerim'in işaret ettiği ilk nitelik, hiç kimsenin üstünde tartışamayacağı ve Kur'ân'ın açık ve net bir şekilde dile getirdiği meleklerin Hz. Meryem ile konuşması ve Hz. Meryem'in de onlarla konuşması makamıdır. Bir başka ifadeyle Hz. Meryem (a.s.) muhaddese kadınlardandır. Yani meleklerin kendisiyle konuştuğu, kendisinin de meleklerle konuştuğu kadın. Bu konuya delâlet eden âyetler çoktur. Bu âyetlerden bazılarına işaret edelim.

 

İlk âyet:

 

Melekler demişti ki: Ey Meryem! Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. (Âl-i İmrân, 45)

 

Bu doğrudan bir hitaptır. Hz. Meryem ile konuşan sadece tek bir melek değil. Usûl ilminde “çoğul bir sözcüğün başına gelen elif lam takısı umum ifade eder” şeklinde bir kural bulunmaktadır. Ama mukarreb melekler de bunun içinde mi, değil mi, bilemiyorum. Âyet ‘‘meleklerden bir melek'' ifadesini kullanmamaktadır.

 

İkinci âyet:

 

Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve seni âlemlerdeki kadınlara üstün eyledi. (Âl-i İmrân, 42)

 

Bu âyette Hz. Meryem'e bir müjde veriyorlar ve bir de ulaştığı makamı kendisine tebliğ ediyorlar.

 

Üçüncü âyet:

 

Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, ona ruhumuzu gönderdik; ruh ona tam bir insan şeklinde göründü. Meryem, ‘‘Ben, senden, çok esirgeyici olan Rahmân'a sığınırım! Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma)'' dedi. Melek, ‘‘Ben ancak sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamak için rabbin tarafından gönderilmiş bir elçiyim'' dedi.

 

Meryem, ‘‘Ben iffetsiz olmadığım ve bana bir erkek eli bile değmediği halde nasıl çocuğum olur?'' dedi. Melek cevap verdi: Orası öyle; ancak rabbin buyurdu ki: O bana kolaydır. Biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, kararlaştırılmış bir iştir. (Meryem,17-21)

 

İlk âyette konuşmanın en üst seviyesi söz konusudur. Çünkü konuşma bazen sadece dinlemek ile olur. Yani muhatap görülmemekte ve sadece sesi duyulmaktadır. Bu âyet daha ileri ve kâmil bir boyuta işaret etmektedir. Âyette ayrıca “ruhumuz” ifadesi geçmektedir.

 

İkinci âyet sadece duymadığını, aynı zamanda ‘‘gördüğünü'' de ifade etmektedir.  Pasaj, diyalogun bir defa da başlayıp bitmediğini, devam ettiğini ifade etmektedir. Ben konunun son derece açık ve net olduğunu düşünüyorum.

 

Soru: Konumuza geçecek olursak; bu yüce ve büyük şeref, meleklerin kendisine konuşma şerefi ve makamıdır. Zira Hz. Meryem (a.s.) böyle bir makama ulaşmıştır. Nasıl ki O sıradan insanlarla konuşabiliyorsa meleklerle de konuşabilmektedir. Böyle bir makam herkesin nail olabileceği bir makam değildir. Muhtemeldir ki Hz. Meryem (a.s.) bir peygamberdir. Hatta İmam Kurtubî O'nun ‘‘peygamber olduğunu'' kabul etmektedir. Ona göre melekler kendisiyle konuştuğuna göre Hz. Meryem bir peygamberdir. Kur'ân'ı Kerim nübüvveti sabit olmayan kimselerle de meleklerin konuştuğunu belirtmektedir. Aklî delil ile de bunu elde edebiliyoruz. Yani meleklerle konuşma nübüvveti gerektirmemektedir. 

 

Sunucu: Yani bir muhaddeslerin makamı var, bir de nübüvvet makamı var.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. İkisinin birleştiği anlar olduğu gibi ikisinin ayrıldıkları anlar da oluyor. Yani aralarında ‘‘umum-husus min vecih'' ilişkisi bulunmaktadır.

 

Ona el uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içine bir korku düştü. ‘‘Korkma! Biz Lût kavmine gönderildik'' dediler. Ayakta bekleyen karısı rahatlayıp güldü, hemen ona İshak'ı, İshak'ın ardından da Yakub'u müjdeledik. ‘‘Aman Yâ Rabbi! Ben bir yaşlı kadın, şu da ihtiyar kocam; bu halde ben çocuk mu doğuracağım? Doğrusu bu şaşılacak bir şey!'' dedi.

 

Elçiler de ‘‘Allah'ın işine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmet ve bereketi üzerinizdedir, ey hâne halkı! Şüphesiz ki O, övülmeye lâyıktır, şanı yücedir'' dediler. (Hûd, 70-73)

 

Bu âyetlere göre Hz. İbrâhîm'in hanımı melekleri görmekte ve onlarla doğrudan konuşmaktadır.

 

Bu âyetler “Ey İbrâhîm! Bunu hanımını tebliğ et” demiyor, doğrudan meleklerin Hz. İbrâhîm'in (a.s.) hanımı ile konuştuğunu belirtiyor.

 

قَالُواْ أَتَعْجَبِينَ مِنْ أَمْرِ اللّهِ / Allah'ın işine mi şaşıyorsun?” bu bölümde de hitap / konuşma doğrudan melekler ile Hz. İbrâhîm'in hanımı arasında geçmektedir.

 

Hz. Musa'nın (a.s.) annesini konu edinen şu âyetler de bizim bir diğer delilimizdir.

 

Mûsâ'nın annesine, ‘‘Onu emzir, başına bir şey gelmesinden endişe ettiğinde onu nehre bırak. Korkup kaygılanma. Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız'' diye vahyettik. (Kasas, 7)

 

Bu âyet konuşmayla bağlantılı değil, ancak vahiy ile bağlantılı.

 

Öyleyse ilk asıl şudur ki Kur'ânî perspektiften bakıldığında tahdis / konuşma ile nübüvvet arasında herhangi bir zorunluluk bulunmamaktadır. Bütün Peygamberler muhaddestir. Ancak bir muhaddesin peygamber olma zorunluluğu bulunmamaktadır. Ancak bir kişi muhaddes olduğu halde peygamber olmayabilir. Bundan dolayı bizler Hz. Meryem'in muhaddes olduğunu âyetlerin ispat ettiğine inanmaktayız. Bu âyetler O'nun nebi olduğuna delâlet etmemektedir. Çünkü tahdis (meleklerle konuşma) nübüvvetten daha genel bir kavramdır.

 

Soru: Hz. Meryem'in muhaddese olduğu ispat edildiğine göre bu muhaddeslik özelliği Hz. Meryem (a.s.) için kemâl midir, değil midir? Eğer meleklerle konuşmanın Hz. Meryem (a.s.) için kemâl olmadığını söyleyecek olursak bu özelliğin Hz. Zehrâ (a.s.) için sabit olma zorunluluğu bulunmamaktadır. Çünkü biz, Hz. Zehrâ'nın Hz. Meryem'den üstün olduğunu belirtirken kemâller hususunda olduğunu belirtmiştik. Hâlbuki bu varsayıma göre tahdis kemâl değildir ki bu niteliğin de Hz. Zehrâ (a.s.) için de sabit olduğunu söyleyelim. Bunu söyleyebilecek akıllı bir şahsın olacağını düşünemiyorum. Kimileri sahâbeden bazılarının muhaddeslerden olduğu hususunda aşırı çaba göstermişlerdir. Eğer tahdis bir fazilet, kemâl, derece ve menkıbe değilse ve varlıksal bir kıymeti ifade etmemekteyse Ömer'in muhaddeslerden olduğu hususunda neden bunca ısrar ediliyor? Öyleyse -erkek olsun kadın olsun- bir insanın muhaddes olması Allah'ın veli kullarının ulaşabileceği en önemli kemâllerdendir. Yani tahdis makamı, velâyet makamının semerelerinden birisidir.

 

Gerçi şu konuda ihtilaf bulunmaktadır. Acaba Hz. Meryem ile konuşanlar mukarreb melekler miydi? Yani emirler verip de kendilerine itaat olunan melekler mi konuşmuşlardır? Yoksa O'nunla üst meleklerin verdikleri emirleri yerine getiren ast melekler mi konuşmuşlardır? Açıktır ki melekler aynı derecede değildirler. Meleklerin bir bölümü vardır ki mukarreb meleklerdendir. “(Elçi) orada saygın ve güvenilirdir.” (Tekvîr, 21) Yani vahiy meleği Hz. Cebrail (a.s.), itaat edilen meleklerdendir. Melekler arasında öyleleri vardır ki emir verdiği zaman verdiği emirler yerine getirilir. “Onlar Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere isyan etmezler.” Ancak bu emrin doğrudan Allah'tan sadır olma zorunluluğu bulunmamaktadır. Allah'ın emirleri bazen vasıtalar kanalıyla vuku bulur. Durum bu şekilde olduğuna göre bu makam, kemâl, fazilet ve menkıbe Kur'ânîdir, rivayetlerden elde edilmiş değildir. Çünkü bu menkıbe ve kemâl, rivayet menşeli olsaydı senede ve delâletine bakmamız gerekirdi. Râvinin karıştırıp karıştırmadığı, mana ile nakledip etmediği gibi hususlara da bakıp incelememiz gerekirdi. Nitekim Sekaleyn hadisinde onlar şöyle demişlerdir: Sekaleyn hadisi mana ile rivayet edilmiştir, hadisin bazı cümlelerinde vehim bulunmaktadır. Râvi karıştırmıştır. Hadisin metninde birtakım eklemeler vardır.

 

Ama burada öyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü Hz. Meryem'e ait olan bu menkıbe Kur'ân menşelidir. Hz. Meryem'den daha kâmil olan ve Meryem'in de hanımefendisi olan, Hz. Meryem'den daha faziletli ve kâmil olan bir kadın için daha kâmil, şerefli ve daha üst seviyede sabittir.

 

Seyyidim, bu yargınıza ve hükmünüze dair bir deliliniz var mı, diye soracak olursanız şöyle deriz: Evet, rivayet menşeli bir şahidimiz vardır. Ancak bu rivayet bizim kaynaklarda geçmektedir.

 

Şöyle bir itiraz gelebilir: Seyyidim siz kendiniz bir rivayetin kabul edilebilmesi için şu üç şartı taşıması gerektiğini belirttiniz:

 

a- Sahih olmalı,

 

b- Sarih (net) olmalı,

 

c- Üzerinde icma tahakkuk etmiş olmalı.

 

Üstad Ala, bir hususa değinmem gerekiyor. E-posta ve internet adresime bazı sorular geliyor. Azizlerim, sahih dediğim zaman, kastımız ‘‘sened açısından sahih'' olmasıdır. Sarih dediğimiz zaman, metne delâlet ve içerik açısından yaklaşıyoruz. Üzerinde icma tahakkuk etmeli dediğimiz zaman, kimsenin aklında bütün Müslümanların üzerinde icma ettiği rivayet ve düşünce gibi bir algı oluşmasın. Bir hadisi ortaya koyacağımız zaman emin olunuz ki Emevici din anlayışı hemen karşı çıkacaktır. Örneğin tevhid konusunda İbn Teymiyye'nin tecsime kail olduğunu… Bizler tenzihe delâlet eden ve Allah'ın cisim olmadığını ifade eden bir rivayet sunduğumuzda hemen denilecektir ‘‘bu konu ihtilaflıdır''. Çünkü İbn Teymiyye bu hadise muhalefet etmiştir. Dolayısıyla bizler icma dediğimizde kastımız âlimlerin genel yaklaşımıdır. Bu konuda aykırı görüşler ortaya atanların herhangi bir kıymet-i harbiyesi bulunmamaktadır.

 

Seyyidim, bu sunacağınız hadis Şia'nın naklettiği bir hadistir, diğerlerine karşı kanıt olma özelliğine sahip olamaz. Azizlerim, önceki programlarda bir diğer kuraldan bahsetmiştik. Demiştik ki Sünnî olsun Şiî olsun bir rivayetin kıymeti Kitap'a arz edilmesinden sonra anlaşılır. Eğer Kitap'a uygun ise kanıttır. Eğer Kitap ile çatışırsa onu duvara çarpınız. Bu arz edeceğimiz rivayet Kur'ân'a uygun mu, değil mi? Kur'ân'a uygundur. Çünkü Kur'ân Hz. Meryem'in tahdis makamına sabit olduğunu ispat etmektedir.

 

Sunucu: Özellikle üzerinde icmanın tahakkuk ettiği rivayetler tarafından destekleniyorsa…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tam isabet. Rivayet Kuleynî'nin Usûlu Kâfî'sinde geçmektedir. Rivayet uzun olduğundan bizimle ilgili olan bölümü sunuyoruz.

 

İmam Sâdık (a.s.) şöyle buyurdular:

 

‘‘…Sizler, anlamak istediğiniz ve istemediğiniz her şeyden soruyorsunuz. Fâtıma, Resûlullah'dan (s.a.a) sonra yetmiş beş gün hayatta kaldı. Bu sırada, babasını yitirmenin etkisiyle büyük bir üzüntüye gark oldu. Cebrâîl, O'na geliyor ve babasının ölümünden dolayı O'na teselli veriyor, gönlünü hoş ediyordu. Bu arada babasından ve mekânından bahsediyor, kendisinden sonra soyundan gelenlerin başından geçecek olayları haber veriyordu. Hz. Ali (a.s.) bunları yazıyordu. İşte Fâtıma'nın mushafı budur.”[ii]

 

Hz. Fâtıma'nın Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra ne kadar yaşadığı hususunda değişik rivayetler vardır. 75 gün ise bu rivayetlerden biridir.

 

Hz. Fâtıma'nın huzuruna gelip konuşan melek, üçüncü veya ikinci dereceden bir melek midir yoksa birinci dereceden ve mukarreb meleklerden midir? Rivayete göre Hz. Cebrail (a.s.) geliyordu.

 

Allah'ın selâmı O'nun üzerine olsun Hz. Zehrâ (a.s.), Hz. Ali'ye (a.s.) ‘‘melek benim yanıma gelip benimle konuşuyor'' diye haber veriyor. Emirü'l-Müminîn Ali (a.s.) O'na şöyle karşılık veriyor: Eğer bir daha gelirse bana haber ver. Melekler gelip de Hz. Fâtıma ile konuşup zürriyeti hakkında kendisine birtakım bilgiler verdiğinde Hz. Fâtıma bu verilen haberleri İmam Ali'ye yazdırıyordu.  Gerçekten ilginç bir makam! Konuşan Hz. Cebrail (a.s.), kendisiyle konuşulan Hz. Fâtıma, kâtip ise Hz. Ali. Emin olunuz ki bu konuyu ele alıp inceleyebilecek takatim yok. Bundan dolayı özür diliyorum.

 

Sunucu: Yani bu hadis Hz. Zehrâ'nın makamını açıklıyor. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, İmam Ali (a.s.) bu verilen haberlerin kâtibi. Meleklerin söylediğini yazıyor. Azizlerim, önceki programlarda belirttim ve bir hususa işaret ettim. Bize özgü olan rivayetlerimizi kabul eden eder, kabul etmeyen de özgürdür, hürdür, reddedebilir. Ancak bu rivayetlerimiz bizim katımızda ve Ehl-i Beyt Mezhebine göre muteberdir. “Ali (a.s.) yaratılmamış olsaydı Fâtıma'ya (a.s.) denk bir eş bulunamazdı.” Dikkat buyurunuz, ‘‘Hz. Ali, Hz. Fâtıma'nın dengidir'' diyor rivayet. ‘‘Fâtıma, Ali'nin (a.s.) dengidir'' demiyor. Hz. Fâtıma'nın imlası ve Hz. Ali'nin yazısıyla oluşan bu eser sonraları Mushaf-ı Fâtıma olarak adlandırılacaktır. Bunun Kur'ân'ın tahrifiyle bir alakası bulunmamaktadır. Yoksa bu bazı cahillerin uğursuz ve meşum iddiası gibi Kur'ân'ın dışında başka bir Kur'ân değildir. Eğer sizler kendi rivayetlerinizi değil de bizim rivayetlerimizi okuyacaksanız ve bizim kanallarımızdan aktarılan hadisleri inceleyecekseniz lütfen bunu iyi bir şekilde anlayarak okuyunuz. Bu rivayetin Kur'ân ile bir alakası yoktur. İbare şu şekildedir: “Ali (a.s.) bunları yazıyordu. İşte Fâtıma'nın (a.s.) mushafı budur.” Ve bu ibare açıktır ve açıklanmaya ihtiyaç duyacak herhangi bir şey de yoktur. Bu konuya girmek istemiyorum.

 

‘‘Bu rivayet sahih midir” diye sorulabilir.

 

Allâme Meclisî Mirâtü'l-Ukûl adlı eserinde şöyle der:

 

Beşinci hadis sahihtir.[iii]

 

Yani bu hadis sened açısından sahihtir.

 

Bir diğer asli ilkeyi açıklayalım. Varsayalım ki bu hadis sened açısından zayıf olsun. Bu durumda dahi hadis yine muteberdir. Çünkü bu rivayeti Kur'ân'a arz ederiz. Kur'ân ise Hz. Meryem'in muhaddese olduğunu ispat etmektedir. Naslar ise Hz. Fâtıma'nın (a.s.) Hz. Meryem'den daha kâmil olduğunu ispat etmektedir. Bu durumda Hz. Fâtıma da muhaddese olmuş olur. Bu hususa Kur'ân âyetlerinden şahit de vardır. Şu hususu aklınızın bir köşesine iyice yerleştiriniz. Bizler muteber ve sahih rivayetler dediğimizde bu rivayetlerin zorunlu olarak sened açısından sahih oluşunu kastetmiyoruz. Bir diğer ifade ile bir hadisin sıhhati için senedinin sahih oluşu şart değildir. Muteberlik ‘‘delâlet ve içerik açısından muteber olması'' demektir. Bu sözü söyleyen yegâne kişi ben değilim. Büyük âlimlerin bir bölümü de bu görüştedir. Allâme Albânî bunlardan birisidir. 

 

Sunucu: Aksi de söz konusu. Bazen içerik senedden daha önemli olabilmektedir. Zira sened de bazen uydurulabilmektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elbette, bazen sened uydurulmuş veya senedde birtakım oynamalar olabilir. Dolayısıyla hadisin metninin Kur'ân'a arz edilmesi gerekmektedir. Rivayet açısından asıl, sened değil metnin delâletidir.

 

Allâme Albânî Sahîhü İbn Mâce adlı eserde şöyle demektedir:

 

“Bu kitapta sened açısından zayıf olan birtakım hadisleri başka kanallardan şahitleri ile kuvvetlendirdim.”[iv]

 

Yani bir hadisin isnad zinciri her ne kadar zayıf da olsa metnini kuvvetlendiren başka şahitler varsa bu hadisin metni kuvvetlenerek sahih hadis seviyesine çıkabilir. Bu sağlam ve sahih bir kuraldır ve asıldır. Gerçi isnad zinciri ve hadisin metni ikisi de birlikte sahihse bu nur üzerine nurdur. Ancak sened zayıfsa ve delil olma özelliğine sahip değilse bu durum rivayetin muteber olmadığı anlamına gelmez. Rivayetin metnini sıhhat ölçülerine arz ederiz. Rivayetin metninin doğruluğuna ilişkin şahidler ve mutabeatlar varsa ve doğruluğunu gösteren karineler bulunuyorsa hadisin metninin doğruluğu sabit olur. Böylece açık ve sarih bir şekilde Hz. Zehrâ (a.s.) için de muhaddese makamı sabit olur. Yani meleklerin ne söylediklerini, Hz. Fâtıma (a.s.) ile konuşanların kimler olduğunu ve işaret edilen konuların neler olduğunu görmek istiyorsak rivayetlerin sözlerine müracaat etmemiz gerekiyor. Bu meseleler için Hz. Fâtıma'nın mushafı konusuna girmemiz gerekir ki bu bağımsız bir araştırma konusudur. Ancak özet bir şekilde söyleyecek olursak Hz. Fâtıma'nın Mushafı'nın Kur'ân-ı Kerim ile uzaktan yakından bir alakası bulunmamaktadır.  Gerçi bazı garazkâr veya cahil kimseler televizyon kanallarına çıkıp ‘‘Şiîlerin Fâtıma Mushafı adında bir mushafları vardır'' derler. Genelde ben bunların cahil olduğuna itibar etmekteyim ve bunların isimlerinin önünde ve arkasında beş veya on unvan olması da benim için önem arz etmemektedir.

 

Azizlerim, Allah aşkına söyleyiniz, İbn Sina'nın defalarca tekrarladığım bir ibaresi vardır.  İbn Sina öğrencisi Behmenyâr'a ‘‘benim bu hitabım sana ve muhatap alınmayı hak eden herkesedir'' der. Çünkü hakikaten bazıları muhatap alınmayı hak etmemektedir ve ilim ehlinden değildir. Emin olunuz ki her ne kadar iki ayak üzere yürüseler de bâtınları itibariyle dört ayaklı hayvanlardır. Müminlerin Emiri Ali'nin Nehcü'l-Belâga'da geçen ifadesiyle söyleyecek olursak bazılarının ‘‘görünümleri insan, kalpleri hayvan'' şeklindedir. İşte bunlar, diri olanlar arasındaki ölülerdir. Hakikatte de bunlar ölü kimselerdir.  Ama yatay şekilde değil de dikey şekilde ölü kimselerdir! 

 

Azizlerim, sahih ve açık olan rivayetlerimize baktığımızda bu rivayetler Fâtıma'nın (a.s.) Mushafı diyorlar. Yani meleklerin kendisiyle konuştuğu âlemlerin hanımefendisinin mushafı. Bizim rivayetlerimiz meleklerin Kıyamet Gününe kadar meydana gelecek olayların Hz. Fâtıma tarafından zürriyetine ve İmamlara haber verildiğini ifade etmektedir. Ehl-i Beyt İmamlarına bazen gelecekle ilgili konular hakkında sorulduğunda şöyle derler: Ninemiz Hz. Fâtıma'nın mushafına bakmamız gerekmektedir. Çünkü Hz. Cebrail (a.s.) âlemlerin kadınlarının hanımefendisine haber vermiş ve Hz. Ali (a.s.) da bunları yazmıştır. Özetle bu hususiyet Hz. Mustafa'nın ciğerparesi Hz. Fâtıma için daha üstün ve şerefli bir şekilde sabittir.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid muhaddeslerin makamına ulaştık. Burada akla şu soru geliyor: Acaba âlimler içerisinde muhaddese düşüncesini ve olgusunu kabul edenler var mı? İster Hz. Zehrâ (a.s.) olsun ister Hz. Zehrâ dışında başka insanlar olsun, muhaddeselerin varlığını kabul eden var mıdır? Yahut da bunun bir aşırılık olduğunu ve bu ümmet içinde hiçbir kimsenin bu makama ulaşamayacağı mı söylenmektedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Asli ilkelerden birini açıklamak istiyorum. Biz bu makamın Hz. Zehrâ ve Hz. Ali'ye ait olduğunu ve bunun yanında diğer İmamlar için de geçerli olduğunu kabul etmekteyiz. Çünkü Ehl-i Beyt İmamlarının tamamının muhaddeslerden olduğuna dair bizim elimizde sahih ve sarih rivayetler vardır. Kimse ‘‘bunlar nübüvvetin İmamlarında olduklarını kabul etmektedirler'' demesin. Çünkü bizler tahdis ile nübüvvet arasında herhangi bir zorunluluk ilişkisi olmadığını söylüyoruz. Muhaddes nebi olabilir de olmayabilir de.

 

Biz Hz. Ali, evlatları ve Hz. Fâtıma'nın bu makama sahip olduğunu söylediğimizde yer yerinde oynuyor. ‘‘Bu gulattır, aşırıya kaçmaktır, Sasanî kökenli bir düşüncedir, Fars orjinlidir, Yahudi veya Hıristiyan menşeli bir tefekkürdür'' denilerek yığınlarca söz söyleniyor. Ancak aynı makam diğer insanlar için söz konusu olduğunda bu durum onların kemâl, menkıbe ve faziletlerinin en önemli delillerinden kabul edilmektedir. Problemleri Ehl-i Beyt ile ilgili, yoksa düşünce ile ilgili herhangi bir sıkıntıları yok. Bu bir asıldır. Emin olunuz ki ilmî açıdan şunu söyleyebilir ve meydan okuyabilirim. Bizim Ehl-i Beyt İmamlarına (a.s.) ait olduğunu ispat ettiğimiz hangi menkıbe ve fazilet varsa, Ehl-i Beyt düşmanları Ehl-i Beyt'in bu fazilet ve menkıbeye sahip olduklarını inkâr etmekte ancak diğer sahâbenin veya sahâbeden bazı kimselerin bu fazilete sahip olduğunu kabul etmektedirler. Emin olunuz ki bu noktada herhangi bir istisna da söz konusu değildir. Geliniz, bu söylediğimizi ve tespitimizi ‘‘muhaddes'' kavramı ve düşüncesine tatbik edelim.

 

Soru: Âlimler muhaddes olgusunu kabul mü ediyorlar yoksa red mi?

 

El-cevap: Evet, âlimler muhaddes olgusunu kabul etmekte ve bu sıfatı Ömer b. Hattâb için ispat etmeye çalışmaktadırlar! Bu ümmet içinde muhaddes birisi varsa o da Ömer'dir, demektedirler. Tahdis makamı Ömer'e özgüdür. ‘‘Ebû Bekir'in makamı nedir'' diye sorunca ise ‘‘onun makamı tahdis makamının üstündedir'' diyorlar. Allah aşkına, İmamlarımızın bu makama sahip veya makamlarının muhaddeslik makamının üstünde olduğunu söyleyecek olursak ‘‘gulatlığı görüyor musunuz'' diye hemen yaygarayı koparırlar. Ebû Bekir konusuna girmek istemiyorum. Şu an sadece muhaddes konusunu ele almak istiyorum.

 

Buhârî Sahîh'inde şöyle rivayet etmektedir:

 

Ebû Hureyre'den şöyle rivayet edilmektedir: Önceki ümmetler içinde muhaddesler vardır. Eğer benim ümmetim arasında da böyle birisi varsa o da Ömer b. Hattâb'tır.[v]

 

Ömer b. el-Hattâb denilince akan sular durur!

 

İkinci kaynağa geçelim.

 

Rivayet yine Sahîhü'l-Buhârî'den. Rivayet şöyle:

 

Ebû Hureyre şöyle demiştir: Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdu:

 

Muhakkak sizden önce gelip geçen ümmetler içinde muhaddesler bulunurdu. Eğer ümmetim içinde de bunlardan bir kimse bulunursa, şüphesiz o da Ömer'dir.

 

Ebû Seleme'den, o da Ebû Hureyre'den olmak üzere şu fazlalığı rivayet etti: Ebû Hureyre şöyle demiştir: Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurdu: And olsun İsrâîloğullarından sizden evvel gelip geçen insanlar içinde öyle kimseler vardı ki, onlar peygamberler (derecesinde) olmadıkları hâlde kendilerine doğrular söyletilirdi. Eğer ümmetim içinde de bunlardan bir kimse bulunuyorsa, o da Ömer'dir. [vi]

 

Öyleyse nübüvvet ile tahdis arasında bir zorunluluk ilişkisi bulunmamaktadır.

 

Muhaddesler meleklerin kendileri ile konuştukları kimselerdir. Ömer de bunlardan birisidir. Bir kimse bize ‘‘Seyyidim, sizler Ömer'in muhaddes olduğuna inanmakta mısınız'' diye soracak olursa ‘‘onlar böyle inanıyorlar'' deriz. Bu, bizim problemimiz değil. Zira sundukları rivayet kendileri için delildir. Bizim için hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Çünkü daha öncesinde de belirttiğimiz gibi bir hadisin kanıt olabilmesi için sahih, açık ve üzerinde icma edilen hadislerden olması gerekir. Bu tür hadisler bizim kanallarımızdan aktarılmış değildir. Onlar Sahîhü'l-Buhârî'yi kabul etmek istiyorlar ise kendilerine mübarek olsun, özgürdürler. Bu bizim problemimiz değil.

 

Size İbn Hacer, Tibî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyım el-Cevziyye'den olmak üzere üç pasaj aktaracağım.

 

İbn Hacer el-Askalânî Fethü'l-Bârî adlı eserinde şöyle der:

 

Resûlullah'ın ‘‘eğer benim ümmetim içinde'' sözüne gelince ise bu söz tereddüt ifadesiyle söylenmiş değildir. Zira O'nun ümmeti, ümmetlerin en hayırlısıdır.[vii]

 

Yani Hz. Peygamber (s.a.a.) bu sözü ‘‘var mı / yok mu'' diye değil de tekit manasıyla söylemiştir. Yani benim ümmetim arasında da muhakkak böyleleri vardır.

 

Şimdi biz Hz. Zehrâ'nın (a.s.) muhaddese olduğunu söyleyecek olursak kıyamet kopar ve bize binlerce söz söylenir. Hz. Meryem için sabit olan bir faziletin Hz. Hadîce için de sabit olduğunu söyleyecek olursak ‘‘nereden çıkardınız'' derler.

 

Ancak İbn Hacer bu makamı Ömer'e tatbik ediyor ve şöyle diyor:

 

Diğer ümmetlerde muhaddeslik makamı varsa bu ümmet arasında evleviyet ile vardır…

 

O, Ömer'in muhaddeslerden olduğunu söylüyor. Problemimiz bu değil. Ancak sonraki cümlelerde öyle ifadeler kullanıyor ki insan şaşırıp kalıyor. Mealen şöyle diyor:

 

Hz. Resûlullah'tan sonra nübüvvet kapısı kapandı. Nübüvvet makamını hak ettiği halde nebi olmayan insanlar var. İşte bunlar muhaddes oldular.

 

Bizim hakkımızda ‘‘bunlar imamlarını Peygamber sayıyorlar” diyerek bizi itham edenler bir bakınız neler yazıyorlar! Bu ümmet içinde nübüvvet makamına hatta önceki peygamberlerin nübüvvet makamının üstünde bir makama ulaşanlar vardır. Ancak Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile birlikte olduklarından ve Hz. Peygamber (s.a.a.) nübüvvet makamını sonlandırdığından bunlar nebi olamadılar ve muhaddes oldular. 

 

Sunucu: Yani Allah ve Resûlü tarafından zulme uğratıldılar!

 

Seyyid Kemal Haydarî: ‘‘Seyyidim, hakikaten bu adam böyle mi diyor'' derseniz evet, aynen böyle söylüyor. İbaresini okuyalım:

 

Bu ümmet içerisinde muhaddeslerin çokça bulunmasındaki hikmete gelince ise Benî İsrail'e çokça peygamber gönderilmesine benzemesi içindir. Bu ümmet, peygamberlerinin Hâtemü'l-Enbiya olmasından ötürü kendilerine çokça peygamber gönderilme fırsatını kaçırdıklarından, buna karşılık kendilerine ilhama mazhar olunmuş kişiler verildi.[viii]

 

Yani İslam ümmeti içinde muhaddeslerin çok olması gerekmektedir. İsrailoğulları arasından ne kadar çok peygamber çıkmışsa onlara benzemek için de bu ümmet arasından o derece çok muhaddes çıkmalıdır.

 

Yazarın pasajından anlaşıldığına göre muhaddesler peygamberler konumundadırlar. Allah aşkına biz ‘‘imamlarımız önceki ümmetlerin peygamberleri konumundadır'' deyince ‘‘guluvv ve aşırılığı görüyor musunuz'' diyorlar!

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) ‘‘Hâtemü'l-Enbiya'' olduğundan ötürü artık kimse nübüvvet iddiasında bulunamaz.

 

Yazar devamında öyle bir cümle söyler ki insan şaşırıp kalıyor. O şöyle der:

 

Tîbî der ki: Muhaddes ile doğruluk hususunda Hz. Peygamber'in makamına ulaşan, ilhama mazhar olan kimse kastedilir. Buna göre hadisin anlamı şöyle olur: Sizden önceki ümmetler içerisinde ilhama mazhar olan nebiler olurdu. Benim bu ümmetim içerisinde böyle birisi varsa o da ancak Ömer'dir. Sanki Hz. Resûlullah (s.a.a.) en yakın dostunu bu makamdan engelleyen kimse gibi olmuştur. Bunu Peygamber'in (s.a.a.) ‘‘Eğer benden sonra Peygamber olacak olsaydı kuşkusuz bu Ömer olurdu.'' sözü de desteklemektedir.[ix]

 

Yani Ömer doğruluk hususunda Hz. Peygamber'in (s.a.a.) makamına ulaşmıştır! Bundan dolayı biz diyoruz ki, biz İmamlarımız için hangi niteliği ispat edip ortaya koyuyorsak onlar bu niteliğin İmamlarımıza (a.s.) ait olduğunu inkâr edip başkalarının bu makama sahip olduğunu iddia etmektedirler. Bizler “İmamlarımız Hz. Peygamber (s.a.a.) seviyesinde sadık ve masum kimselerdir” dediğimizde bunlar bu makamın Ömer'e ait olduğunu iddia etmektedirler.

 

Nübüvvet sonlandığı için aynı seviyede bulunan kimse bu makamdan mahrum kalır.

 

Biz pasajda geçen hadisin uydurma olduğunu belirtmiş ve ispatlamıştık.

 

Sunucu: Hadisin başı ile sonu arasında bir çelişki ve problem vardır. Zira hadisin başında çokça peygamberden bahsetmektedir. Burada ise sadece Ömer ile yetinmektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Önemli olan Ömer'dir. Esasında sanki Hz. Resûlullah (s.a.a.) Ebû Bekir ve Ömer'den başkasını yetiştirmemiş gibi bir anlatım var. Bunlar İbn Hacer ile Tîbî'nin açıklamasıydı. Aslında bu pasajın bizim konumuzla doğrudan bağlantısı yoktur.

 

Allah aşkına, biz bu sözleri Hz. Zehrâ (a.s.) hakkında söylemiş olsaydık bizi nelerle itham ederdiniz! Biz Hz. Zehrâ'nın nübüvvet makamına ulaştığını, doğrulukta Hz. Peygamber (s.a.a.) seviyesine eriştiğini söyleyecek olsaydık ‘‘Gulatlığı ve aşırılığı görüyor musunuz?'' diye yaygarayı koparırdınız. Ancak aynı sözler Ömer için söylendiğinde sıkıntı olmuyor.

 

İkinci pasaja geçelim. İbn Teymiyye'nin er-Risâletü's-Safediyye adlı eserine. Bu ilk pasajdan daha önemlidir.  İbn Teymiyye bu eserinde şöyle diyor:

 

Hz. Peygamber'den sahih olarak aktarıldığı üzere ‘‘Önceki ümmetler arasında muhaddesler vardı. Benim ümmetim içinde böyle birisi varsa da o da Ömer'dir.'' Ömer muhaddes ve mülhemdir. Hatta o ümmetlerin en hayırlısı olan bu ümmet içinde muhaddeslerin en faziletlisidir.[x]

 

Ömer'in muhaddes olduğunu hadisle ortaya koydunuz! Peki, muhaddeslerin en faziletlisi olduğunu nereden çıkardınız? Ekleme üzerine ekleme! Varsayalım ki Ömer muhaddes, beşinci dereceden bir muhaddes olsun. Onun muhaddeslerin en üstünü olduğunu nereden çıkardınız? Bu ilk husus. Daha önemlisi geliyor:

 

Bu ümmet içerisinde Peygamberin vasıtalığı olmaksızın Allah'tan bir şey alan veli kulları içerisinde Ömer'den daha faziletlisi bulunmamaktadır.[xi]

 

Yani Ömer, Hz. Resûlullah'ın aracılığı olmaksızın doğrudan Allah'tan hakikatleri alıyor. Esasında Ömer'in Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) ihtiyacı da bulunmamaktadır ve Allah ile doğrudan bağlantı halindedir!

 

Soru: İnsaf sahibi herkese bir sorumuz var. Allah aşkına biz bu sözleri Hz. Ali (a.s.) ve Ehl-i Beyt İmamları hakkında söylemiş olsaydık, biz onların hakikatleri, maarifi ve vahyi Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) vasıtası olmaksızın Allah'tan aldıklarını söyleseydik… Sizler, bize şöyle demez miydiniz: Sizler nübüvvetin sona erdiğine inanmıyorsunuz!

 

Sunucu: Bu ibare söz konusu durumun Resûlullah (s.a.a.) döneminde vuku bulduğu anlamına gelmektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, doğrudan irtibat halinde. Bundan dolayı ki Sahîhü'l-Buhârî'de Resûlullah'ın (s.a.a.) Ömer'e tâbi olduğunu ifade eden rivayetleri okuyunca garipsemiyoruz. Ömer bir şey önerdiğinde Resûlullah (s.a.a.) ‘‘Doğru söylüyorsun, bu benim dikkatimi çekmemişti'' diyor!

 

Sunucu: Vahiy gecikince…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hatta kimi zamanlar Allah (Resûlullah değil) Ömer'in zannının ne olduğunu bekliyor! Ömer bir zanda ve bir tahminde bulununca Allah diyor ki işte doğru zan budur! Allah aşkına bu tevhid midir yoksa tevhide bir ta'n mıdır? Bu sözleri nasıl değerlendiriyor ve ne şekilde okuyorsunuz?

 

Kimsenin bizi itham etmemesi için ibareyi bir defa daha okuyalım:

 

Bu ümmet içerisinde Peygamber vasıtası olmaksızın Allah'tan bir şey alan veli kulları içerisinde Ömer'den daha faziletlisi bulunmamaktadır.

 

Üçüncü pasaja, en önemlisine geçelim. Aynı ekolden bir diğer şahsa geçiyorum.

 

İbn Kayyım el-Cevziyye Miftâhü Dâri's-Seade adlı eserinde şöyle diyor:

 

Sahihayn'da Aişe kanalıyla Hz. Peygamber'den şöyle rivayet edilmektedir: ‘‘Sizden önceki ümmetler içinde muhaddesler vardır.''

 

‘‘İsrailoğulları arasında kendilerinin dilleriyle hakikatler ortaya konulanlar vardır. Benim ümmetim arasında ise Ömer…''

 

Sahihayn'da Ömer'den şöyle rivayet edilmektedir: Ben üç hususta Rabbime muvafakat ettim.[xii]

 

Bu ibarelerde problem olmayabilir. Ancak bir de şu ibareye bir bakalım.

 

Sahîhü'l-Buhârî'de Enes kanalıyla Ömer'den şöyle rivayet edilmiştir: Allah bana üç hususta muvafakat etmiştir.[xiii]

 

Yani Allah o sınırsız ilmiyle herhangi bir amelin ve fiilin maslahat olup olmadığına ulaşamıyor. Ömer'in zihnine bir şey geliyor, Allah da ondan sonra (haşa) o konudaki maslahat ve doğruya ulaşabiliyor! Ömer'i bekliyor, ne zaman ki Ömer bir zanda bulununca işte doğru budur, diyor!

 

Hadisin orijinalinde geçen وافقني الله / vafekanillahu” fiilinin faili Ömer değil, Allah'tır. Yani ben Allah'a değil, Allah bana muvafakat etti!

 

Devamında şöyle diyor:

 

Resûlullah'a dedim ki: Ey Allah'ın Resûlü, İbrâhîm'in makamını musalla edinse idin…  Sahîhayn'da geçtiğine göre Hz. Resûlullah (s.a.a.) münafıkların lideri Abdullah b. Übey b. Selûl'e namaz kılmak için kalktığında Ömer kalkıp O'nu çekti ve elbisesinden tuttu. ‘‘Ey Allah'ın Resûlü, onun cenaze namazını mı kılacaksın? Allah seni onun cenaze namazını eda etmekten nehiy etmemiş miydi?'' diye sorunca Resûlullah (s.a.a.) ‘‘Allah beni muhayyer bıraktı'' diye karşılık verdi. Allah ‘‘Onların bağışlanması için Allah'a ister dua et, ister etme; onların affedilmesi için yetmiş kere de dua etsen Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü onlar Allah ve Resûlünü inkâr etmişlerdir. Allah günaha batmış kimseleri doğru yola iletmez.” (Tevbe, 80) buyurmaktadır. Ben de onun bağışlanması için yetmişten fazla istiğfar dileyeceğim. Bunun üzerine ‘‘Onlardan hiçbirisine namaz kılma'' âyeti nazil oldu da Hz. Peygamber (s.a.a.) onun cenaze namazını kılmadı.[xiv]

 

Çekme şekli ve soru sorma şekli Resûlullah'a itiraz etme amaçlıdır. Hz. Resûlullah (s.a.a.) mı peygamber, yoksa Ömer mi? Resûlullah'a (s.a.a.) mı vahiy geliyor, yoksa Ömer'e mi? Resûlullah (s.a.a.) mi uyan, yoksa Ömer mi?

 

Ömer, şer'î hükmü anlamak cihetiyle Resûlullah'a (s.a.a.) sormuyor, itiraz sadedinde ve karşı çıkmak amaçlı soruyor. İşte Ömer'in din anlayışı ve algılayışı budur! Karar vermek size kalmış. Bu aslında Allah-u Teâlâ'nın Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun.”  (Haşr, 7) ve “O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) sadece vahiydir.” (Necm, 3-4) buyruklarını tartışmak ve bu âyetlere ta'n etmek demektir.

 

Cenaze namaz kılma meselesinde Ömer Resûlullah'a “Sen, Allah'a muhalefet mi ediyorsun?” diye soruyor. Sanki Ömer bir amir ve Allah'ın Resûlü bir memur mesabesinde!

 

Âyet konusuna gelince sanki Resûlullah (s.a.a.) Kur'ân'ı anlamamış da Ömer anlamış gibi bir görüntü var!

 

Buraya kadar yapılan açıklamalarla şu hususlar açıklığa kavuştu. Allah azze ve celle bazı şer'î hükümlerde Ömer'e muvafakat etmiştir.

 

Yine Resûlullah (s.a.a.) bazı amellerinde Allah'a muhalefet etmiştir.

 

Geliniz, büyük musibete bakalım. Öyle bir musibet ki daha ötesi yok gibi!

 

Emevici din anlayışının mensuplarından birisi olan bu adamın sözlerine bir bakınız:

 

Allah'ın dini ve şeriatı hususunda Ömer'in Rabbine muvafakat etmesi demek Ömer'in bir şey söylediği zaman o şeyin emredilen ve teşrî edilen şey olmasıdır. Allah'ın takdir ve kazasında Ömer'e muvafakat etmesi uzak bir olasılık değildir. Buna göre Ömer bir şey der, o şey de takdir ve tedbir edilen olur.[xv]  

 

Sunucu: Yani müşerri (şeriat koyucu) Ömer!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Allah açıklayan ve memur olandır. Yani Ömer bir şey söyler ve o şey de derhal emredilen ve teşrî edilen şey haline gelir!

 

Bu teşrî sahasında. Peki, tekvin sahasında durum nasıldır? Tekvinde de Allah onca yüceliğine ve müdebbirliğine rağmen Ömer'i beklemektedir! Takdir ve tedbirde bulunabilmek için Ömer'in ne söyleyeceğini beklemektedir!

 

Bir diğer ifadeyle âlemin tedbiri âlemlerin Rabbinin mi yoksa Ömer'in elinde mi? 

 

Sunucu: Müslümanların Uhud ve Huneyn'de hezimete uğramaları da bu takdirlerden birisi mi acaba?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu sözün neyi gerektirdiği ve ne tür sonuçlar doğurduğuna girmek istemiyorum. Aslında bu söz Âlemlerin Rabbinin rububiyetine bir ta'ndır. Gerçi bundan önce bu rivayetler Kur'ân ve Resûlullah'a hakaret anlamı da taşır. Eserin ilerleyen sayfalarında ise şöyle der:

 

Ömer'den daha alt seviyedeki insanlar için de bu durum çokça tahakkuk etmiştir. Hâlbuki muhaddes ve mülhem olan Ömer bir şey hakkında ‘‘Ben böyle olduğunu zannediyorum'' deyince o şey dediği gibi tahakkuk ederdi. O bir şey söyler veya bir şeye işaret ederdi, Kur'ân da buna muvafık olarak inerdi.[xvi]

 

Bilemiyorum artık, bundan daha üst seviyede bir masumiyet söz konusu mu?

 

Buna göre niçin Şia'yı “Bunlar Ali'nin masumiyetine inanmaktadırlar” diye itham etmektedirler. Eğer aşırılık görmek istiyorsanız, bu sözlere bir bakınız.

 

İşte Ümeyyeoğullarının kültür mirası budur! Dinî işler Ömer'in sözlerine uygun olarak nazil olurdu. Allah aşkına, biz bu makamları aslında Resûlullah (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt İmamları için söz konusu ettiğimizde ‘‘Allah, Resûlullah'ın bir şey söylemesini beklerdi'' dediğimizde ‘‘İşte bu, aşırılıktır'' diye yaygarayı koparırlar! Ama onlar aynı şeyi Ömer için söylediklerinde herhangi bir sıkıntı meydana gelmemektedir!

 

Sunucu: İşte bazılarının Resûlullah'a ittibaları ve tevhid anlayışları. Saygıdeğer Seyyid, bu sözleri duyduğumuzda şaşırmayalım. Bazı Peygamberlerin kabirlerini yıkmaları, Ehl-i Beyt'e eziyet etmeleri…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Müslümanları şirk ile itham etmeleri…

 

Sunucu: Hükmeden Âlemlerin Rabbinden daha bilgili! Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 



[i] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 13, s. 260, Hadis No: 7876 Tahkik: Allâme Şuayb el-Arnavût.

[ii] Küleynî, Ebû Cafer Muhammed b. Yakûb, el-Usûl mine'l-Kâfî, Kitâbü'l-Huccet, Sahife ve Cifir Bâbı, c. 1, s. 599, Hadis No: 641 Tahkik: Merkezü Buhûsi Dâri'l-Hadis

[iii] Allâme Meclisî, Mirâtü'l-Ukûl fi Şerhi Ahbâri Âli'r-Rasûl, c. 3, s. 59.

[iv] Albânî, Muhammed Nâsırüddîn, Sahîhü Süneni İbn Mâce, c. 1, s. 6, Mukaddime.

[v] Sahîhü'l-Buhârî, c. 3, s. 85, Kitâbü Ehâdîsi'l-Enbiyâ, Bab No: 54, Hadis No: 3469, Tahkik: Allâme Şuayb el-Arnavût.

[vi] A.g.e., Kitâbü Fadâili's-Sahâbe, Bab No: 6, Hadis No: 3689.

[vii] İbn Hacer el-Askalânî, Fethü'l-Bârî bi Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, c. 8, s. 388, Tahkik: Abdurrahman b. Nâsır el-Berrâk, Dârü Taybe.

[viii] A.g.e., a.g.y.

[ix] A.g.e., a.g.y.

[x] İbn Teymiyye, er-Risâletü's-Safediyye Kaidetün fî Tahkîki'r-Risâleti ve İbtâli Kavli Ehli'z-Zayği ve'd-Dalâleti, s. 254, Takdim: Abdullah b. Abdurrahman b. Sa'd, Edvâü's-Selef.

[xi] A.g.e., a.g.y.

[xii] İbn Kayyım el-Cevziyye, Miftâhü Dâri's-Seâde ve Menşûru Vilâyeti'l-İlim ve'l-İrâde, c. 3, s. 1540, Tahkik: Abdurrahmân b. Hasan er-Râid, Dârü Âlemi'l-Fevâid.

[xiii] A.g.e., a.g.y.

[xiv] A.g.e., a.g.y.

[xv] A.g.e., a.g.y.

[xvi] A.g.e., s. 1540.