İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (9)

İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (9)
Oradaki dil, ses ve kelime dili değil, varlığın diliydi. Varlığın dili vardır, dil zaten varlığa aittir. Varlık olmasa dil de olmazdı, dil varlığın mazharıdır. Bizim ariflerimiz ve hekimlerimiz yıllar önce bu noktaya ulaşmıştı; Martin Heidegger bunu yeni söylüyor.

 

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

 

Dîrâmedi ey négâr-é sermest

Zûdet ne dehîmdâmen ez dest

Bîçârekesîké ez to bobrîd

Âsudetenî ké bâ to peyvest

 

Geç geldin ey sermest sevgili

Eteğinden el çekmeyiz hemen

Bîçaredir senden ayrılan kimse

Mutludur sana kavuşan.

 

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Bereket dolu bu manevi Ramazan ayında yaptığınız ibadetlerinizin kabul olmasını diliyoruz. Programımıza gösterdiğiniz ilgiden dolayı siz değerli izleyicilerimize çok teşekkür ediyoruz. Elektronik posta aracılığıyla gönderdiğiniz programla ilgili görüşleriniz ve önerileriniz bize ulaşıyor, bundan dolayı ayrıca hepinize teşekkür ederiz.

 

Evet Üstad, Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden bahsediyorduk. Mesnevî gerçekten sonu olmayan bir deniz gibi. İzleyicilerimizin sorduğu bazı sorular var ve ben o soruları sınıflandırmaya çalıştım, sevgili izleyicilerimizin bu sorularını izin verirseniz size yönelteyim.

 

Birçok değerli izleyicimizin sorduğu sorulardan biri şuydu: Biz ne için yaratıldık? Yaratılışın hedefi nedir? Acaba yaratılış âlemi, gerçekten onun yaratıcısının hedefi doğrultusunda mı ilerliyor? Biz O’nun isteği doğrultusunda ilerlediğimizi nereden bilebiliriz?

 

Bu konuyu “Mevlânâ’ya göre yaratılış amelindeki görevimiz veya sorumluluğumuz” başlığı altında ele almamız yerinde olur. O, şöyle buyuruyor:

 

Biz bu kader yargıcının dehlizinde

‘‘Elest’’ ve ‘‘bela’’ davasını görmek için duruyoruz

 

‘‘Kader yargıcının dehlizi’’ diyerek geçmekte olduğumuz dünyayı kastediyor. Bizim bu dünyadaki görevimizi A’râf Sûresi’nin 172. âyetine “Ve-iżeḣażerabbukemin benî âdeme minzuhûrihimżurriyyetehumveeşhedehum ‘alâenfusihimelestubirabbikumkâlû belâ” (Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.) işaret ederek açıklıyor. Sonra bu âyetin inceliklerine değiniyor, nitekim onların tefsirini zatıâlinizden dinleyeceğiz. Sonra şöyle devam ediyor:

 

Ké belâ goftîm u ân ra z émtéhân

Fé’l u qovl-é mâşehûdest u beyân

Ez çé der dehliz-é qâziten zedîm

Ne kémâbehr-é guvahîâmedîm

 

Ki ‘‘bela’’ (evet) dedik ve o sınavda

Fiilimiz ve sözümüz bunu göstermek ve bildirmektir

Neden yargıcın dehlizinde durmaktayız

Biz şahit olmak için gelmedik mi?

 

Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Evet, sizin de buyurduğunuz gibi Mevlânâ’nın bu konudaki şiirleri, “elestubirabbikum” âyetinin tefsiridir. Belki de cüret ederek şunu iddia edebiliriz: Mevlânâ’nın tüm şiirleri hadis rivayetlerine veya Kur’ân’a dayandırılmıştır.

 

Bu âyet, gerçekten çok incelikli ve hayret vericidir. Siz yaratılışın sebebini ve “elest”in amacını sormuştunuz. Mevlânâ burada “yargıcın dehlizi” tabirini kullanıyor. Dehliz bir geçiş yeridir ve dardır. Bu âlem bir dehlizdir ve geçiş yeridir. Peki, buradaki “yargıç” kelimesi nedir? Burada “kaza (yargı) yargıcı” ifadesini kullanmıştır.

 

Buradaki kelimeler hesaplı kullanılmıştır. “Kaza yargıcı” derken “kaza”yla neyi kastediyor ve neden biz o kazanın (yargının) yargıcıyız? Biz yargının yargıcıyız; çünkü yargıç olmak yargıyı gerektirir.

 

Sizin demin okuduğunuz âyette “elest” âleminden veya “ilk günden” söz ediliyor. Yahut bizim çok meşhur olmayan hekimlerimizden Celâleddîn Devânî, “ilk nispet” ifadesini kullanıyor ve “ilk nispeti” diğer tüm nispetlerin anası olarak niteliyor. Bu çok ilginçtir.

 

O, “yaratılmış olan”dan ve “yaratıcı”dan bahsetmiyor. “İllet”ten ve “malul”den bahsetmiyor. “Sebep”ten ve “sebep olan”dan (müsebbeb) söz etmiyor. Hatta “vacip”ten ve “mümkün”den de bahsetmiyor. Hâlbuki mesela İbn Sînâ gibi birçok hekim vacipten ve mümkünden, illet ve malülden, sebepten ve sebep olandan, yaratılmıştan ve yaratıcıdan bahsetmiştir.

 

O ise gelip “ilk nispet”ten söz etmiştir ki onun bu sözüne çok fazla dikkat eden olmamıştır. O, ilk nispeti, tüm nispetlerin anası olarak görüyor. Bu noktada düşünce tarzı bir anda değişiyor. İnanç aynı inanç ama ifade farklı.

 

İlk nispet nedir, bunu açıklayalım, böylece “elest gününün” nasıl bir gün olduğu anlaşılmış olsun. İlk nispet şudur: Sebepsiz olan ve idraki mümkün olmayan Hak Teâlâ’nın zatı, sıfata sahiptir. Sıfatının da kendisine bir nispeti vardır. Sıfatı, zatının aynısıdır, fiilleri de sıfatın ardındandır. Sıfatı, fiilleri ve zatının şuûnu, zatın kendisinden neşet etmektedir. Bir başka ifadeyle zatın kendisidir. Ancak zâhiren bir çokluk (tekessür) kazandığı için o çokluk kendisiyle bir nispet oluşturur. Bu ise varlığın ilk nispetidir.

 

Bakınız, âlemde tamamen nispetler vardır. Mesela ben ve siz birbirimizle bir nispete sahibiz. Biz iki kişi olarak bu masayla bir nispete sahibiz. Bu masanın bu odayla bir nispeti vardır, bizim bu kamerayla bir nispetimiz var. Duvarla, havayla, suyla, yerle, gökle vs. aynı şekilde nispetler söz konusudur.

 

Biz bu nispetleri çok küçük şeyler olarak görüyoruz. Eşya ve ayanın bizim nazarımızda önemi büyüktür ama ayanlar arasındaki nispet bizim nazarımızda çok naçizdir. Ama iyi baktığımızda belki de nispetlerden başka hiçbir şey yoktur. Evet, ayanlar vardır ama ayanlar arasında nispet vardır ve eğer nispetler yoksa hiçbir şey yoktur.

 

Bir an için âlemde hiçbir nispetin olmadığını farz edin. Bu durumda ne var olabilir? Bana öyle bir varlık gösterin ki hiçbir varlıkla hiçbir nispeti olmasın. Böyle bir varlık gösterebilir misiniz? Bu her tür varlık olabilir, mülki melekûtî, maddi, manevi vs. her tür varlık…

 

Laricanî: Hayır, hatta Allah’ın bile kendine bir nisbeti vardır.

 

Üstad Dînânî: Bir varlık asla nispetsiz olmaz. Evet, Allah’ın zatına olduğu gibi sıfatlarına da bir nispeti vardır. Sıfatları da zatının aynıdır, sıfatlarıyla zatı arasında bir mesafe yoktur. Sıfat zatının aynısıdır ama aynı zamanda Hak Teâlâ’nın zatıyla sıfatı arasında bir nispet vardır. İşte bu sebeple Muhakkik Devânî, “ilk nispet” veya “nisbetin ilki” diyor. Bu ise varlık âlemindeki tüm nispetlerin anasıdır. Bu âlemde her ne nispet varsa işte o ilk nisbetin evladıdır. Şimdi bu ilk nisbeti anladığımıza göre artık yavaş yavaş “elest âlemine” gelebiliriz.

 

“Elest âlemi” derken daha önce âlem kelimesinin anlamına değinmiştik. Şimdi çok ayrıntıya girmeyeceğim. Genel olarak bizim içinde bulunduğumuz bu yerküreye ve içindeki varlıklara âlem deniyor. Ancak bunlar âlem midir yoksa âlemde midir?

 

Laricanî: Bunlar âlemdedir.

 

Üstad Dînânî: Evet, âlemdedir. Peki, âlemin kendisi nerededir ki bunlar âlemde oluyor? Âlemin kendisi boş bir ortam mıdır? Hayır, boş ortam diye bir şey yoktur. O halde âlem nedir? Âlem varlıklar arasında bir varlık değildir. Genellikle böyle bir yanlış yapılıyor ve âlemin de diğer varlıklar arasında bir varlık olduğu sanılıyor. Mesela şu duvar bir varlıktır, gök, dağ deniz, sahra, ağaç bunlar bir varlıktır ve âlem de bunlar gibi bir varlıktır sanılıyor. Hâlbuki böyle bir şey yok.

 

Âlem bizim bakış ufkumuzdur. Bu yüzden de diğer varlıkların âlemi yoktur. Diğer varlıkların nispeti vardır ama âlemi yoktur. Âlem insana özgüdür, insanın âlemi vardır. Çünkü insan kendinden uzaklaşabilir ve bakış ufkuna sahiptir, yani perspektife sahiptir.

 

Şimdi gelelim sizin bahsettiğiniz “elest âlemine”… Burada gerçekten bir bilge olan Hekim Nizâmî’nin bir şiirini okuyup bu konuyu açıklayayım. Hekim Nizâmî diyor ki:

 

Der âlem-é âlem âferiden

Behzîn ne tevan reqem keşiden

 

Âlem yaratma âleminde

Bundan daha iyi bir rakam çizilemezdi.

 

Burada benim için önemli olan birinci mısradır. Zira ikinci mısrada, “Allah’ın yarattığı bu âlemden daha güzeli ve iyisi yaratılamazdı; bu en iyi âlemdir” diyor. Bu gerçekten de böyledir; bu âlem en iyisidir. Zira daha iyisi olsaydı, Allah onu yaratırdı. Daha iyi bir âlem yaratılabilseydi ve Allah onu yaratmamış olsaydı, o zaman Allah ya cimri davranmış veya buna güç yetirememiş olurdu ki her ikisi de imkânsızdır. Zira Allah ne cimridir ne de güçsüz! O halde bu âlemden daha iyisi yaratılamazdı, yaratılabiliyor olsaydı zaten yaratılırdı.

 

Laricanî: Ama Hâfız da “Başka bir âlem yapmak gerek” diyor?

 

Üstad Dînânî: O kendi âlemini diyor, o ufkunu değiştirmek istiyor.  Evet, Nizâmî’nin beytindeki ilk mısra önemlidir. Orada “yaratma âleminin âlemi” diyor. Yani yaratmanın kendisi bir âlem gerektirir. Bu çok acayip bir sözdür. Eğer bu âlemin yaratılması âlemi bir âlemdeyse o halde biz âlem içinde âlem içinde âleme sahibiz. Yani ufuklara sahibiz, açıldıkça açılan ufuklara sahibiz. Her iç âlemin açılan bir ufku var.

 

Şimdi siz o okuduğunuz âyetten bir âlem çıkararak ona “elest âlemi” adını verdiniz. Elest âlemi adını âyetin kendisinden çıkardınız. Çünkü âyette Allah “elestubirabbikum” yani ‘‘ben sizin rabbiniz değil miyim’’ diyor. ‘‘Elest’’ Arapçada “değil miyim” anlamına geliyor ve biz bundan hareketle buna “elest âlemi” adını vermişiz.

 

Şu an bizim yaşamakta olduğumuz âlem bir dehlizdir. Ama o âlem dehliz değildi. Orası son derece geniş ve sonsuz açıklıktaydı. Ufuk son derece genişti. Oradaki dil, ses ve kelime dili değil, varlığın diliydi. Varlığın dili vardır, dil zaten varlığa aittir. Varlık olmasa dil de olmazdı, dil varlığın mazharıdır. Bizim ariflerimiz ve hekimlerimiz yıllar önce bu noktaya ulaşmıştı; Martin Heidegger bunu yeni söylüyor.

 

Bu sesi tüm varlıklarıyla kavradılar. Varlıkları bir kulaktı ve bu sesi gaybın mekmeninden işittiler: “Elestubirabbikum?” Yani Hak Teâlâ ‘‘siz Rab değilsiniz, siz benim tecellimsiniz, âyetimsiniz; benim zatım değilsiniz’’ diyor.

 

Herkes “evet” dedi. Herkes oradaydı, herkes ve her şey ezelde vardı. Ancak bu âlemde ve bu anda her şey yoktur. Çünkü biz bu âlemde dehlizdeyiz. Dehlizden sırayla geçilir. Dehlizden herkes bir anda geçebilir mi? Hayır, dehlizden birer birer sırayla geçmek gerekir. Bu âlem dehlizdir, o yüzden de birer ikişer geçmek gerekir. Zaman da tedricidir, bizim bulunduğumuz an tüm ezel ve ebed değildir; biz sadece bir lahzada bulunuyoruz. Bir lahza gidiyor ve diğer lahza geliyor ve sürekli olarak bir lahzadan fazlasında yaşamıyoruz. Ancak ezelde tüm lahzalar toplu haldedir. Lahza ardında lahza değildir. Ebette de tüm lahzalar toplu haldedir, yani lahzalar birbiri ardınca değildir. Bu âlem dehliz olduğuna göre lahzalar birbiri ardıncadır.

 

Ezelde ve ebette ise her şey ve her lahza bir yerdedir. İşte bu elesttir. Tüm insanlar, muhtelif zamanlardaki tüm insanlar oradadır. Tüm zaman orada toplu halde olduğu için tüm zamanlardaki her şey de oradadır. O halde bakın o âlemin ufku ne kadar geniş ve açıktır. İşte bu elest âlemidir. Orada varlığın hâl dili budur. Varlığın dili bizim şu an konuştuğumuz dilden daha açıktır. Çünkü bizim dilimiz, lafız, ses, söz ve nefestir; bizim dilimiz nefesten, lafızlardan seslerden oluşuyor.

 

Varlık dili ise en açık, en beliğ dildir. Her şey tüm varlığıyla “ben sizin rabbiniz değil miyim?” sesini duydu ve hepsi varlık diliyle “evet” dedi. Yani varlığın diliyle itiraf etiler. Ondan sonra da dindiler ve dehliz olan bu âlemden geçmek için geldiler. İşte burada bir yargıda bulunmaları gerekiyor.

 

Laricanî: Üstad burada ‘‘ezel ile elest âleminin farkı nedir” sorusu gündeme geliyor.

 

Üstad Dînânî: Elest âlemi, ezelin kendisidir. “Elest” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği için biz onun adını “elest” koymuşuz. Elest ezelin ta kendisidir. Yani bu ezelî sorudur. Şimdi bu ezelî sorunun cevabı konusunda bizim bu zaman dehlizinde yargıda bulunmamız gerekiyor.

 

Laricanî: Peki bu sorunun cevapsız kaldığını düşünmüyor musunuz?

 

Üstad Dînânî: Hayır, soruya “bela” yani “evet” denerek cevap verildi.

 

Laricanî: Biliyorum ama bu dünyada? Hayyâm “Senin esrarını ne sen biliyorsun ne de ben”diyor.

 

Üstad Dînânî: Hayyâm, esrardan bahsediyor, birçok esrar vardır ki bizler bilemeyebiliriz. Esrar ile soru ayrı şeylerdir. Ezelî soruya cevap verildi ve “evet” dendi. Şeyh Bahai’nin tabiriyle: “Der ruz-é elest bela gofti / Emruz be bester-é lâ khofti” (Dün elest gününde evet dedin ama bugün hayır yatağında uyudun!) Yani şimdi bazıları uykuya dalmış olabilir. Biz orada evet dedik ve bu evet tüm insanların doğasında vardır. Herkes Hak Teâlâ’nın rububiyetini itiraf etmiştir.

 

Ben hiç kimsenin Allah’ı inkâr edebileceğini sanmıyorum. İnkâr edenler dille inkâr ediyorlar ve inat ediyorlar. Yoksa herkesin bir başlangıcı vardır; ancak herkes onu tanıyamayabilir. Ateistler, misdakta yanılıyorlar. Yoksa onlar da bir başlangıcı kabul ederler. Sonuçta onlar da bir başlangıç olduğunu biliyorlar.

 

O “evet” bizimle birliktedir ama bazen onun üstü bir tozla örtülmüş olabilir ve bizler misdaklarda yanlışa düşebiliriz. Mevlânâ’nın “yargı yargıcı” dediği budur. Yani o yargı konusunda şimdi yargıda bulunmamız gerekiyor. Bu dehlizde onun yargısını vermeliyiz.

 

Laricanî: Evet, Üstad, çok güzel bir açıklama oldu. İzin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Pekâlâ, Üstad şu anlaşıldı ki bu dünya bir geçiş yeri olduğuna göre bizim bu dünyada yapmamız gereken “elestubirabbikum”u gerçekleştirmektir. Mevlânâ daha sonraki beyitte şöyle diyor:

 

Daha ne kadar yargıcın dehlizinde hapsolacaksın

Ey şahit sabahtan şahitliğini ver kurtul

 

Seni buraya çağırdılar ki sen

İnat etmeyesin ve o şehadette bulunasın.

 

Üstad Dînânî: Mevlânâ, tevhidin fıtri oluşunu beyan ediyor. Okuduğunuz ilk beyitte geçen ‘‘pegâh’’ kelimesi sabah demektir. Bu sabah, bir anlamda ezeldir, bir diğer anlamda ise doğum günüdür. Bunların bir farkı yok, doğum günü de ezelin temsilcisidir. Pegâh burada “ilk” anlamındadır.

 

Bakınız çocuk dünyaya geldiğinde tevhidî fıtratı gereği annesinin memesini arıyor. Bir şey istiyor, bir şey arıyor. Yani ‘‘ben annemin memesini emmem gerekir’’ diye bir istidlalde bulunmuyor. Başlangıç önemlidir. Her varlığın bir başlangıcı vardır ve o varlık başlangıcını bilmek ister. Bu insanın yaratılışında olan bir şeydir. Ancak daha sonra gelip geçici istekler, nefsanî istekler ve şehvetler geliyor ve yavaş yavaş o asıl isteğin yerini alıyor.

 

Yahut insan bir şeye düşmanlık kazanıyor. Batı’daki büyük ateistlerin birçoğu Allah’a karşı olmaktan çok kiliseye karşılar. Kiliseye olan küskünlüklerinden dolayı inatlaşıyorlar. Daha sonra da dinsizliğe yöneliyorlar. Eğer bazı tavırlardan dolayı o küskünlükler olmasa insanın doğası aslına dönme yönündedir.

 

Mevlânâ tüm Mesnevî’de ve hatta Divan-ı Şems’te Asl’a dönüşü anlatır. Biz Mesnevî’nin ilk beyitlerinden bahsetmiştik. İnsanı aslına dönmeye davet ediyordu. Mesela:

 

Kendi aslından uzak kalan herkes

Kendi kavuşma gününü arayıp bulsun.

 

Nitekim sizin demin okuduğunuz şiirde geçen “pegâh” kelimesi de sabah, doğum günü veya ezel sabahı demektir. O sabaha geri dönmek istiyor ancak bazı lekeler ve kirler insanın özünü kapatıyor. İnsanın kalbini saran o kirlerden arınmak için çaba göstermesi gerekiyor.

 

Bu noktada tefekkür, insaf, dürüstlük lazımdır. Öncelikle dürüstlük gerekir insan kendi kendine küsmemelidir. Kendine küsmemeli ve kendiyle inatlaşmamalıdır. Dürüstlük ve tefekkür ile “pegâh”a geri dönebilir.

 

Her ibadet eylemi, inancın göstergesidir; inanç, marifetin göstergesidir ve marifet de ezel “pegâhı”dır. Amelin arkasında bir inanç yoksa örneğin insan namaz kılıp oruç tutsun ama inancı olmasın, marifet sahibi olmasın o zaman bunun hiçbir etkisi olmaz. Sadece zahmetten ve eğilip doğrulmaktan ibarettir. Amel, inancın göstergesi; inanç, marifetin göstergesi ve marifet de asla dönüştür.

 

Mevlânâ bunun inancın bir göstergesi olduğunu söylüyor. Eğer inancının göstergesine sahip değilsen yahut başka bir şey gösteriyorsan bundan Allah korusun. Allah bizi amellerimizin başka bir şey göstermesinden korusun. Bir başka ifadeyle amel, düşüncenin zuhurudur. Düşünce insanın davranışlarında ortaya çıkar. İnsan düşüncesini nasıl ortaya koyar, ya sözüyle ya da davranışıyla. Dolaysıyla amel düşüncenin ortaya çıkışıdır.

 

Bakınız, birçok din daha sonra renk değişimine uğramıştır. Daha önce de defalarca söyledim mesela Hinduizm’in aslı tevhiddi; ama daha sonradan putperestliğe ve düalizme gitti. Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta da aynı şekilde birtakım şeyler ekleyip çıkardılar. Ben bunun İslam’da da olmadığını söylemiyorum. Bazı İslami fırkaların söyledikleri de İslam inancıyla uyumlu değildir.

 

Laricanî: Mevlânâ şu beyitlerde de ince bir noktaya değiniyor:

 

Ey şahit, bu şahitlikte bulunmadıkça

Sen bu dehlizden nasıl kurtulacaksın?

 

Üstad Dînânî: Burada önemli bir noktaya dayanıyor. Diyor ki orada “bela” demiştin; ama varlık diliyle “bela” demiştin, yani bu söz diliyle değil. Şimdi bu dille de bu şahitliği yapmalısın. Yani sen o hakikatin zuhurusun. Aslınla çelişmemelisin, sen osun ve o olmalısın. Kendini değiştirme, sahtekârlık yapma ve orada nasıl şahitlik yaptıysan burada da bu şahitliği ortaya koy. Şahitliği ortaya koymak hem sözle hem de davranışla olur.

 

Laricanî: Çok güzel bir açıklama oldu. Mevlânâ şöyle devam ediyor:

 

İş zamanıdır, işe davran ve bitir

Kısa işini uzatıp durma

 

İster yüz yılda olsun isterse bir anda

Bu emaneti bırak ve kurtul.

 

Üstad Dînânî: Yani kendini oyalama, kendini felakete sürükleme, zaman kaybetme ve sahip olduğun fırsatı değerlendir. Bu, hemen hemen Hz. Peygamber’den (s.a.a) nakledilen şu hadisle aynı içeriğe sahiptir: “İnnalillah fi eyyami dehrikum nefehât; elâ feta’reduleha.”

 

Ömrünüz boyunca sizin önünüze lahzalar, fırsatlar çıkar. Bu fırsatlarda ‘‘tenebbuh’’ sahibi, uyanık olmalısınız, Hakk’a yönelik olacağınız o fırsatı kaçırmayın. İnsanın önüne birçok anlar çıkar, bunlar altın değerindedir. Eğer o fırsatları kaçırmazsak vakti uzatmamış oluruz.

 

Laricanî: Şehadet veya şehid kavramları ile ilgili olarak Hekim Molla Hâdî Sebzevârî’nin çok ilginç bir tabiri var. Gerçekten de ona boşuna hekim demiyorlar. O şöyle diyor: “Şehid, Hak Teâlâ’nın tecelli kabından marifet tadını (şehd) tadan kimsedir. Onu tadan ilk kimse Hak Teâlâ’nın kendisidir.”

 

Üstad Dînânî: Tabii şehidi şehadet “şehdini” yani tadını alan kimse olarak ifade etmek Molla Hâdî Sebzevârî’nin sanatıdır. Fakat “şehid” lügat açısından müşahededir, yani görmektir. Şehadetin tatmak olduğunun söylenmesi zerafet taşıyan ayrı bir konudur. Fakat şehadet görmektir, şehid ise gören kimsedir. İlk şehid ve ilk muvahhid, Allah’ın kendisidir. İbn Arabî “Varlıkta hiçbir muvahhid, Allah’ın kendisi gibi olamaz” diyor. Yani hiç kimse Allah’ın kendisi kadar Allah’ı tanıyamaz.

 

Allah’ın kendisi, kendisini olması gerektiği gibi tanır. O halde ilk muvahhid Hak Teâlâ’nın kendisidir. O halde O’nun tevhidinin ışığı ile peygamberler tevhide ulaşıyor ve diğer insanlara bunu ulaştırıyorlar. Evet, Allah ilk “şehadet”, ilk “şehid”, ilk “şahid” ve ilk “meşhud”dur. Allah’ın kendi zatını müşahedesinin ışığı peygamberlere ve evliyaya yansıyor.

 

“O Allah ki: O'ndan başka ilah yoktur; Melik'tir, Kuddûs’tür, Selam’dır, Mü’min’dir, Muheymin’dir, Aziz’dir, Cebbar’dır, Mutekebbir’dir. Allah, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Haşr, 23)

 

Ben bu âyetteki sıfatları saydım. Allah’ın zat makamı olan “huve” zamirinden sonra 8 zati sıfat sayıyor. Bu sıfatlardan dördü cemâl, dördü de celâl sıfatıdır.

 

Âyette “Huvallahullezi la ilahe illa huve,”den sonra melik, kuddûs, selam ve mümin cemâl sıfatlarını sayıyor. Melik idare edendir, kuddûs kutsîdir, selam güvenlidir ve mümin de eminliktir. Bunlar cemâl sıfatlarıdır. Bunlardan sonra ise celâl sıfatlarını sayıyor: Muheymin, aziz, cebbar ve mütekebbir. Muheymin heymenedir, heymene kahhariyettir. Aziz, izzet ve azamettir. Cebbar ve mütekebbir güç yetirme ve büyüklüktür.

 

Yani zat makamı olan “huve” zamirinden sonra dörderli olarak adil bir taksim yapılmıştır: Dört tanesi cemâl sıfatı, dört tanesi de celâl sıfatıdır. Bu âyet ne kadar güzeldir, tıpkı diğer âyetler gibi.

 

Laricanî: Mevlânâ da şöyle diyor:

 

Bizim hareketimiz her an sana şahitlik etmektedir

Ki celâl sahibi Allah’a bir şahitliktir.

 

Yani şehadet sadece dille değildir, hareketlerle de şahitlik edilmektedir.

 

Üstad Dînânî: Tabii kesinlikle… Peki, neden her hareket şahitliktir, izin verirseniz bunu açıklayayım. Her hareketimiz, hatta gözümüzü her kırpmamız bile bir harekettir. Gözün sağa sola bakması, elin bir hareketi de hatta nabız hareketi bile şahitliktir. Peki neden?

 

Çünkü bu hareket kendi kendine değildir, yani insanın kendi zatıyla kaim olan bir şey değildir. Evet, kalbin kendi başına çarptığı doğrudur ama acaba kalp boşlukta mı çarpıyor? Göz kırpıyor ama bu, öyle amaçsızca mı oluyor? Hayır, bunun arkasında bir şey vardır. Bu bazen bilinçli bazen de bilinçsizdir.

 

Evet, bizim bazı hareketlerimiz bilinçsizcedir. Bazı hareketlerimiz ise bilinçlidir. Bilinçli olan hareketlerimizi irade ediyoruz. Neden irade ediyorum, neden istiyorum? Ben yalnızca kendi istediğimi biliyorum ama neden istediğimi bilmiyorum. Ben bir şeyi istiyorsam bunu hissediyorum ama neden hissettiğimi bilmiyorum.

 

Benim burada olmam da olmamam da mümkündü. Hatta benim var olmamam da mümkündür; tıpkı var olmayan diğer şeyler gibi. O halde benim var olmam imkan dâhilindeyse ve şu an var isem; aynı şekilde falan hareketi yapmamam mümkün olmasına rağmen onu yapmışsam bunun arkasında bir sebep vardır.

 

Benim o hareketi yapmamın hatta benim var olmamın arkasındaki sebep işte o şahitliktir. Yani şahitlik ediyorum ki bu hareket, bir hareket ettiriciye bağlıdır. Hareket, hareket ettiren olmasını gerektirir. Hareket ettireni olmayan bir hareket olabilir mi?

 

Laricanî: O halde şu sonuca varabiliriz: Yaratılış âleminde var olan her şey tekvini bir tanıklıktır.

 

Üstad Dînânî: Evet, her hareket “elestubirabbikum”a “bela” demektir. Bu âlemdeki her hareket hâl diliyle O’na tanıklık ediyor.

 

Laricanî: Çok teşekkür ederim, çok güzel bir açıklama oldu. Umarım sorularımıza cevap olmuştur. Süremiz sona erdi. Bir sonraki programda birçok izleyicimizin sorularını gündeme getireceğiz. Üstad izleyicilerimiz Mesnevî ile ilgili olarak bu kadar soru sorabildiğine göre demek ki herkesin evinde Mesnevî var ve herkes az ya da çok Mesnevî ile ilgili. Bizim halkımızın hikmet ve irfan konusunda derin bir maziye sahip olması çok güzel bir şey.

 

Üstad Dînânî: Mesnevî birçok yerde var ama Hâfız Divanı kadar değil. Hâfız’ın divanı herkesin evinde var.

 

Laricanî: İnşallah ona da, Attâr’a da Senâî’ye de değiniriz.

 

Ezel esrarını ne sen biliyorsun ne ben

Bu muamma sözü ne sen söylüyorsun ne ben

Perde gerisinde senin ve benim sohbetimiz var

Perde düşünce ne sen kalırsın ne de ben!

 

Bir sonraki programda görüşmek dileğiyle aziz Üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=URYs-KFwXJI