İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (18)

İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (18)
Ayrıca Hz. Ali de Münacat-ı Şabaniye’de şöyle buyuruyor: “إِلَهِی هَبْ لِی کَمَالَ الانْقِطَاعِ إِلَیْکَ وَ أَنِرْ أَبْصَارَ قُلُوبِنَا بِضِیَاءِ نَظَرِهَا إِلَیْکَ حَتَّى تَخْرِقَ أَبْصَارُ الْقُلُوبِ حُجُبَ النُّورِ فَتَصِلَ إِلَى مَعْدِنِ الْعَظَمَهِ” (Allah’ım bize yaratılmışlardan kopup sana yönelmenin kemâlini bahşet. Kalplerimizin gözünü sana bakma ışığıyla aydınlat ta ki kalp gözlerimiz nur hicaplarını yırtıp azametinin kaynağına ulaşsın!)

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

 

Fâş mi guyem o ez gofte-yé khod dilşâdem

Bende-yé éşqem o ez her do céhan âzadem

Tair-é golşen-é qodsem çé dehem şerh-é ferâq

Ké der în dâmgeh-é hâdise çon oftadem

 

Aşikâr ediyorum ve söylediğim için de memnunum

Ben aşkın kölesiyim ve her iki dünyada da özgürüm

Ben cennet bahçesinin kuşuyum, ayrılığı nasıl şerh edeyim

Bu dünya tuzağına düşmüşken

 

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Bir kez daha programımıza gösterdiğiniz ilgiden dolayı sizlere çok teşekkür ediyoruz. İnşallah şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da sizin sorularınızı programlarımızda gündeme getirmeye devam edeceğiz.

 

Kaynağını Kur’ân ve Ehl-i Beyt’ten alan İslam irfanının ve hikmetinin halkımız arasında bu kadar yerleşmiş olmasından dolayı çok mutluyuz.

 

Mesnevî-yi Manevi’nin engin denizlerinden üstadımızın dalgıçlığı sayesinde bizler de nasipleniyoruz. Üstad, daha önceki programlarımızda hissî, akli idraklerden bahsettikten sonra, son iki programda da Mevlânâ’da aşk konusuna değindik.  

 

İlkin onun idrakin veya marifetin temelinin his olduğunu düşündüğü akla geliyor. Nitekim bu doğrudur. Ardından aklı, sonra da aşkı anlatıyor. Fakat Üstad, Mevlânâ ansızın bir başka atmosfere geçiyor. Birçok Mesnevî yorumcusu da dalgaların yükseldiği bu noktada demir atmak zorunda kalıyor. İzin verirseniz ben o beyitleri okuyayım ardından da zatıâlinizin değerli açıklamalarınızdan istifade edelim.

 

Aşk, iki âleme de yabancıdır

Onda yetmiş iki delilik vardır

Yetmiş iki millet aşkın dininin dışındadır

Padişahların tahtları aşkın karşısında basit bir tahta parçasıdır

O halde aşk nedir, yokluk denizi

Aklın ayağı orada kırıktır.

 

Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Evet, sizin de buyurduğunuz gibi bu beyitler insanı bir sınırsızlık vadisine götürüyor. Gerçekten de akıl sahiplerini, filozofları, mütefekkirleri hayrete düşürüyor. Zira nihayetinde deliliği asli bir şey olarak gösteriyor. Elbette bu, bildiğimiz anlamdaki delilik değildir. Bu, diğer her şeyin aksak kaldığı bir yerdir. Sınırsızlıkta artık söylenebilecek bir şey yoktur. Burada artık demir atılacak bir yer yoktur, ayağın yere basacağı bir yer yoktur. Bir sahil yoktur ve burası kıyısı olmayan bir denizdir.

 

Bu, sonuç itibariyle insanın gitmesi gereken ve gidebileceği bir istikamettir. Yani aşk öyle bir noktaya ulaşıyor ki artık orada hiçbir sınır, hat, kalıp, suret, şekil, ölçü, nitelik, neden ve niçin kalmıyor. Tüm makulât devre dışı kalıyor; hatta felsefi makulât bile… İşte bu sınırsızlıktır.

 

Akıl kelimesi “ikal” kelimesinden gelmektedir ve “bağ” demektir. Yani “akıl”, “makul”e bağdır. Çünkü makul olmayan hiçbir akıl yoktur. Her aklın zirvesi, onun makulüdür. Aşk da sevgiliye bağlıdır çünkü sevgilisiz bir aşk olmaz. Ben aşığım ama sevgilim yok denebilir mi? Aşkın kendisine âşık olmak müstesna…

 

Bir şair belli ki bu meseleyi dikkate almış ve “Aşkın âşığı ve deliliğin delisiyim” demiştir. Kime âşıksın dedikleri zaman ‘‘aşkın kendisine âşığım’’ diyor. Aşk sınırsızdır ve bu sınırsızlığa bir âşık getirmektedir. Bunun dışında âşık, her kime âşık olursa sevgilisinin kim olduğu da bellidir; aşkı da bellidir.

 

Mecnun’un tüm aşkı ve azameti Leyla’da hulâsa olmaktadır. Yani Leyla’dan başkasını kabul etmemektedir. Ferhat Şirin’de, Vamık Azra’da yani her âşık sevgilisinde hulâsa olmaktadır. Ancak aşk bazen öyle bir noktaya ulaşıyor ki artık haddi kalmıyor. O sevgili, sınırsızlıktır. Sevgili sınırsız olunca da aşkın kendisi olur. Sınırsız sevgili, aşkın kendisidir.

 

Demin de bahsettiğim şairin dediği gibi “Ben aşkın âşığı ve deliliğin delisiyim.” Âriflerden biri de diyor ki Hak Teâlâ ezelde, yani hiçbir taayyünün olmadığı, hiçbir yaratmanın olmadığı bir zamanda, yani varlığın özünün özünde “Kendine âşıklık kumarını kaybetti.” Bu tabii Allah’a karşı edepsiz bir sözdür; ama şairler bazen böyle şeyler söyleyebiliyor.

 

Laricanî: Hâfız da şöyle diyor:

 

Nebûd naqş-é do âlem ké reng-é olfet bûd

Zemane terh-é mehebbet ne în zeman endakht

 

Henüz bu iki âlemin sureti dahi yokken ülfetin rengi vardı

Zaman, bu sevgiyi bu zamanda ortaya atmadı [sevgi ezelî olarak vardı]

 

Üstad Dînânî: Hâfız burada “renk” kelimesini kullanıyor ama belki de aslında o anda renk de yoktu, âlem renksizdi. Daha önce okuduğunuz şiirde Mevlânâ “yetmiş iki millet” derken Hâfız da şöyle diyor:

 

Yetmiş iki milletin savaşını mazur gör

Çünkü hakikat yolunu görmedi ve masal uydurdular

 

Hâfız’ın burada kullandığı yetmiş iki sayısı, çokluğu ifade etmek içindir. Yetmiş iki milletin masal uydurması, hepsinin masal uydurmasıdır. Renksizlik âlemi, millet veya fırka tanımaz. Mevlânâ şöyle diyor:

 

Renksizlik âlemi renge esir olunca

Bir Musa, diğer Musa ile savaştı

 

Renksizlik âlemine ulaşırsan

Musa ile Firavun’un barıştığı âleme ulaşırsın

 

Yani hakikatin özünde Firavun kimdir, hatta Musa nerededir? Renk âlemine geldiğimizde biri kırmızı, biri beyaz, biri sarı olarak beliriyor. Ancak renksizlik âleminde taayyün yoktur. Kur’ân-ı Kerim’deki bir âyette “sıbğatullah” yani Allah’ın renginden söz ediliyor. Bu renkler ilahi renklerdir ama renkler renksizlikten gelmektedirler.

 

Mesela hak ve hakikatin ve varlığın aslı eğer kırmızı olsaydı; artık siyahlık, beyazlık görülmezdi. Çünkü onun kendisi bir renkti ve hepsi o renkte olurdu. O halde tüm renkler, renksizlikten gelmektedir. Renkler de çeşit çeşittir, biz renkleri sayacak olduğumuzda sarı, kırmızı, mavi vs. diye birkaç renk sayıyoruz ama sadece kırmızıya baktığımızda bile ne kadar farklı tonları olduğunu görüyoruz. Mevlânâ bizi, sınırsızlık âlemi dediğimiz âleme götürüyor. Bu âlem vardır ve hakikatin ta kendisidir.

 

Burada “vakıa” [olay] ve “vakiiyyet” [gerçeklik] kavramlarını açıklamam gerekiyor. Sınırsızlık konusunu anlatmak çok zor, o yüzden örnek vererek biraz olsun açıklamaya çalışayım. Her insan günlük hayatında “vakıalarla” karşı karşıya kalır. Tarih dediğimiz şey vakıaların tarihidir. Tarih cevherlerin tarihi değildir, tarih arazların tarihidir. Tarih vakıalardan, hadiselerden oluşur. Âlemde yaşanan olaylar tarihtir, insanın hayatı da olaylardan oluştur. Olaylar küçük, büyük ya da acı veya tatlı olsa da benim karşılaştığım vakıalardır.

 

Peki, “vakıa” nedir? Ben vakıanın sözlük anlamını açıklamak istiyorum. Vakıa kelimesi, vakiiyetten gelmektedir. “Vakıa”, “vakiiyyet”ten bir taayyündür. Şimdi vakıa ile vakiiyyet arasındaki farkın ne olduğunu görelim. Vakıa, vakiiyyetten geliyor, zira vakiiyyet olmasa vaka olamazdı. Hatta Kur’ân-ı Kerim, insanlık için gerçekleşecek olan bu en önemli olaydan “vakıa” diye söz ediyor. Tüm azametine rağmen o olaydan vakıa diye bahsediyor ve vakıa da vakiiyyetten daha küçük bir şeydir.

 

Ben vakıayı şöyle tanımlıyorum: Vakıa, insanın bir şeyle karşılaşmasıdır. Yani vakıa insanla bağlantılı olarak gerçekleşir. İnsan olmasaydı vakıa da olmazdı. İnsan olmasaydı vakıanın ve hadiselerin bir anlamı olmazdı. Âlemde olaylar olurdu, diyebilirsiniz. Evet, olurdu ama bir anlamı olmazdı. Olaylara anlam veren bizleriz.

 

Buradan başka bir konuya atlayayım: Eğer insan olmasaydı tarih de olmazdı. Tarih insana özgü bir şeydir ve başka hiçbir varlığın tarihi yoktur. Elbette her varlığın örneğin karıncanın, böceğin, ağacın da tabii ki tarihi var ama o tarihi onlara söyleyen biziz. Yani ‘‘şu sineğin, şu ağacın tarihi budur’’ diyen bizleriz. Biz geçen zaman içinde onlar için bir tarih oluşturuyoruz. Ancak onlar tarih bilincine sahip değildir.

 

Bir hayvan tarihte yaşar ama tarih bilinci yoktur. Tarih bilinçleri olmadığından da değişime sahip değildirler. Onların sadece biyolojik değişimleri olabilir ama sosyolojik değişimleri yoktur. Yani Hz. Peygamber (s.a.a.) zamanında veya bir milyar yıl önce yaşayan bir örümcek o zaman nasıl ağ örüyorsa şimdi de aynı şekilde örüyor. Şimdiki örümceğin hayat tarzı ile bir milyar yıl önceki örümceğin hayat tarzı arasında hiçbir fark yoktur. Onlar çeşitli mutasyonlar geçirmiş ve biyolojik değişimler yaşamış olabilirler, ancak sosyolojik olarak hiçbir farklılıkları yoktur.

 

Bu yüzden de hayvanlar hiçbir zaman icat veya keşif yapmamıştır. Bir başka ifadeyle hayvanların yaratıcılığı yoktur. Çünkü tarih bilincine sahip değildirler, geçmiş ve gelecek ayrımı yapamıyorlar; hayvanlar yalnızca bugünü yaşarlar. Elbette insanlar da bugünü yaşıyor ama bugün, insan için geçmişe ve geleceğe gidiş yeridir. Bugün, insanın sıçrama rampasıdır, insan buradan geçmişe gidebiliyor, geleceğe de bakabiliyor.  Demek ki tarih insan için anlam taşıyor ve olaylar tarih içerisinde gerçekleşiyor.

 

Şimdi vakıanın anlamını, onun tarihle irtibatlı olduğunu, tarihin de vakıaların tarihi olduğunu, bütün bunların insani olduğunu ve insan idraki ile anlam kazandığını anladığımıza göre şimdi “vakiiyyet” [gerçeklik] kavramına geçebiliriz. Peki, vakiiyyet nedir?

 

Demin de arz ettiğim gibi vakıa, insanla ilişkili olduğunda anlam kazanır. Ben yoksam vakıa da yoktur; ancak “vakiiyyet”in insanla bir ilgisi yoktur. Tam tersine insan vakiiyyetle ilişki kurmaya çalışmalıdır. İnsan olmasa da vakiiyyet vakiiyyettir. Varsayalım ki insan yaratılmamış olsun, insan diye bir şey mevcut olmasın, peki, gerçeklik gerçek olmaz mıydı?

 

Laricanî: Gerçekliğin olmaması, olabilir mi?

 

Üstad Dînânî: Hayır, gerçekliğin olmaması olamaz. Bravo, böyle bir şey olamaz. İnsan yaratılmamış olsaydı, âlemde insan olmamış olsaydı da vakiiyyet yine vakiiyyet olurdu. Bir başka deyişle nafsu’l-emr, nefsu’l-emrdir. Varlık her nasılsa öyledir. Vakiiyyet bize bağlı bir şey değildir ama vakıa bizim başımıza gelir. İnsan, hayatında vakıalarla karşılaşır.

 

Mevlânâ, bu şiirde bizi yavaş yavaş “vakiiyyet”e götürüyor. Vakıalar, sınırlılıktır; doğal olarak bizler de vakıalar içinde sınırlıyız. Yani örneğin ben bir olayla karşılaştığımda o olayla sınırlıyım, sonra bir başka olayla karşılaşınca da onunla sınırlı hale geliyorum. Mevlânâ ise bize “vakıalardan [olaylardan], vakiiyyete [gerçekliğe] git” diyor. Vakiiyyet sınırsızdır, benim varlığıma bağlı değildir. Orada artık “onlardan herhangi biri” diye bir şey yoktur. Birinci şahıs zamiri, ikinci şahıs zamiri, üçüncü şahıs zamiri yoktur. Ben, sen o yoktur, mesafeler ortadan kalkmıştır.  Tıpkı biraz önce okuduğu şu beyitteki gibi:

 

Renksizlik âlemine ulaşırsan

Musa ile Firavun’un barıştığı âleme ulaşırsın

 

Hz. Musa Kelimullah ile Firavun’un savaşı bir vakıadır. Bir tarihî olaydır, bir dinî olaydır, dünyanın büyük bir olayıdır; çünkü Firavun’un küfrü, Hz. Musa’nın imanı ile karşı karşıya gelmiştir. Ama vakiiyyette savaş değildir.

 

Laricanî: Üstad, bahsettiğiniz bu vakıa ve vakiiyyet çok yeni bir teoridir. Ben, buna nasıl anlam verdiklerini anlamak için başka kaynaklara da baktım. Kimileri Mevlânâ’nın yalnızca sıradan bir şiir söylediğini düşünüyorlar ama bence çok çocukça düşünüyorlar. Zira o, bu şiirle insanı sizin de bahsettiğiniz üzere sınırsızlığa götürüyor.

 

Şimdi izin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

Üstad, vakıa vadisinden vakiiyyet vadisine gidiş veya sınırsızlığa geçiş yahut bugün bazılarının tabiriyle melekût sahasına geçiş konusunda Mevlânâ irfanın işte burada anlam kazandığını düşünüyor. Neredeyse iki bin beyitlik şiiri söyledikten sonra insanın her neyi varsa silkeleyip saflaşmasını istiyor. Sonra şöyle diyor:

 

O halde aşk nedir, yokluk denizi

Aklın ayağı orada kırılmıştır

 

Keşke varlığın bir dili olsaydı da

Ta ki var olanlardan perdeyi kaldırsaydı [hakikati ortaya çıkarsaydı]

 

Ey varlık nefesi ona dair her ne söylersen

Bil ki onun üstüne bir perde daha örtmüş olursun

 

Onu idrak etmenin afeti sözdür ve haldir

Kanı kan ile yıkamak ise muhalden de muhaldir

 

Şu ihlâs ve sevgiye, teslimiyete bakın Üstad!

 

Üstad Dînânî: Evet ve şu inceliğe ve derinliğe bakın! İdrak perdeleri kaldırmaktır, burada idrakin büyüklüğünü de söylüyor. İdrak ne kadar artarsa bir perde aralanmış olur. Fakat bir perdeyi aralayınca daha kalın bir başka perdeyle karşılaşıyor. O kalın perdeyi de aralayınca başka bir perdeyle karşılaşıyor. Bu şekilde hiçbir perdenin olmadığı o sınırsızlığa varıncaya kadar perde içinde perdeyle karşılaşır.

 

Ben bu vadiye girmeye korkuyorum ama izin verirseniz biraz gireyim. Akıl perdeleri aralar. Aynı şekilde iman da böyledir, imanda ihlâs sahibi oldukça daha halis bir vadiye girersiniz. İman bir yerde durmak, oradan başka bir yere kıpırdamamak demek değildir. Bazıları imanı bir yerde durmak sanıyor. Hayır, iman yükselmektir. Bir mümin yükselmiyorsa yerinde çakılı kalmıştır. İman bir yerde saplanıp kalmak ve hareket etmemek değil, yükselmek, yücelmektir.   

 

Yükselmek de perdeleri birbiri ardınca aralamaktır. Peki, bu şekilde daha ileri nereye gidilemez? Zatın harem perdesine gidilemez. Sıfatlar, fiiller âlemine gidebilirsiniz. Fiillerin tevhidi (tevhid-i ef’âlî) konusunda “la müessire fi’l-vucud illallah” [varlıkta Allah’tan başka etkin güç yoktur] noktasına kadar perdeleri aralayarak gidebilirsiniz. Bütün fiil perdeleri aralanıp sâlikin Hak’tan ve Hakk’ın elinden başka hiçbir şeyi görmediği bir noktaya kadar gidilebilir. “Varlıkta Allah’tan başka müessir yoktur” ve “Onu attığın zaman sen atmadın; fakat Allah attı.” (Enfâl, 17) İşte bunlar, “tevhid-i ef’âlî”dir.   

 

Bundan sonra sıfatların perdeleri başlar. Bunlar da sıfat içinde sıfattır. Rahmet içinde rahman, rahman içinde rahim, utufet içinde muhabbet, hikmet içinde ilim (…) Bu şekilde gidebildiğin kadar gidebilirsin. Bu seyir de sınırsızdır, gidebildiğin kadar gidersin.

 

Ancak bir perde vardır ki bu ezelden ebede kadar asla ortadan kalkmayacaktır. Zat makamı, idraki ezelden ebede kadar mümkün olmayan bir makamdır. Nispi bir ğaybu’l ğuyûb (gizlinin gizlisi) değil, mutlak bir ğaybu’l-ğuyûbdur.

 

Biz çoğunlukla ğayb denince nispi ğaybı anlıyoruz. Nispi ğayba örnek vermek gerekirse şu duvarın arkası benim için ğaybdır. Ancak ben kapıdan çıkıp duvarın arkasında ne olduğuna bakabilirim. Bunun hiçbir önemi yoktur. Fakat mutlak ğayb, asla ulaşılamayacak bir ğaybdır. İşte cesaret edemediğim konu budur. Peki, orada kim duruyor ve bizim içeri girmemizi engelliyor? Orada da bir perdeci var. Ben artık bu vadiye daha fazla giremem.

 

Zatın harim olan haremine girilemez. Harem, başkalarına mahrem olan şey demektir. Yani başkaları oraya giremez. Harem, harim ve haram kelimeleri aynı kökten kelimelerdir. Başkalarının girmesinin mümkün olmadığı bu makama Mevlânâ bu şiirinde işaret ediyor. Orada insanın kendisinin bunu anlaması gerekiyor, nitekim insan-ı kâmil bunu anlıyor.

 

Peki, bunu ifade eden insan-ı kâmil kimdir? Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Peygamberdir (s.a.a.). Hz. Peygamber, tüm âleme ve bu âlemdeki muvahhidlere sonsuza kadar ders olacak bir şey söylemiştir. O, şöyle buyurmuştur: “Mâ arefnâke hakka marifetike ve mâ abednâke hakka ibadetike” [Biz seni sana yaraşır şekilde tanıyamadık, biz sana, sana yaraşır şekilde ibadet edemedik.]

 

Yani: ‘‘Ey Rabbim! Ben tüm perdeleri aştım, İsra gecesinde ‘kabe kavseyni ev edna’ noktasına kadar gittim. Benim gittiğim yere hiçbir peygamber ve melek gidememişti. Ben hiç kimsenin gidemediği o yere kadar gittim ama ben senin zatına ulaşamadım. Ben seni sana yaraşır şekilde övebilecek sözlere sahip değilim, seni övebileceğim sözleri yine ancak senin sözlerinle dile getirebilirim.’’

 

Mevlânâ işte bu şiirde bunlara işaret ediyor. İnsanın büyüklüğüne bakın, insan her zaman sınırsızlık ile sınırlılık arasındaki o berzahta bulunuyor. Bizler sınırlıyız, zamanda ve mekânda hapsolmuş durumdayız. Zaman ve mekânın zincirleriyle bağlıyız ve nereye gidersek gidelim, zaman ve mekâna tutsağız. Bütün bunlara rağmen yine de bir yüzümüz sınırsızlığa yönelmektedir.       

 

İnsan sınırsızlık ile sınırlılık arasına düşmüştür. Bazı Batılı filozoflar insanın atıldığını, fırlatıldığını söylüyor. Peki, insanı fırlatıyorlar mı? İzin verirseniz ben insanın fırlatılmasının anlamını açıklayayım. Fırlatılmak şu demektir. Ben, daima imkânlarımla yüz yüzeyim. İmkânlarım her ne kadar fiiliyata geçse bile benim karşıma yine bir imkân çıkıyor. Yani ben tüm imkânlarımı fiiliyata geçirdiğimi ve artık önümde hiçbir imkânımın kalmadığını düşüneceğim bir yere ulaşamıyorum.

 

Nereye gidersem gideyim önümde bir imkânla karşılaşıyorum. İnsanın imkânları sınırsızdır. İnsanın imkânları sınırsız olduğuna göre imkân âleminin ötesinin nasıl olduğunu varın siz hesap edin.

 

Laricanî: Aslında insan kanadı olmadan uçmaktadır.

 

Üstad Dînânî: Evet, insan en büyük kanada sahiptir. İnsanın karga veya güvercin gibi kanadı yoktur ama insanda olan kanat Cebrail’de bile yoktur.

 

Laricanî: Üstad, zatıâlinizin yaptığı açıklama çok güzel oldu. Ayrıca Hz. Ali de Münacat-ı Şabaniye’de şöyle buyuruyor: إِلَهِی هَبْ لِی کَمَالَ الانْقِطَاعِ إِلَیْکَ وَ أَنِرْ أَبْصَارَ قُلُوبِنَا بِضِیَاءِ نَظَرِهَا إِلَیْکَ حَتَّى تَخْرِقَ أَبْصَارُ الْقُلُوبِ حُجُبَ النُّورِ فَتَصِلَ إِلَى مَعْدِنِ الْعَظَمَهِ” (Allah’ım bize yaratılmışlardan kopup sana yönelmenin kemâlini bahşet. Kalplerimizin gözünü sana bakma ışığıyla aydınlat ta ki kalp gözlerimiz nur hicaplarını yırtıp azametinin kaynağına ulaşsın!)

 

Üstad Dînânî: Nur hicaplarını ortadan kaldırmak… Hicaplar her zaman karanlık olmayabiliyor. Bu âlemde insan zulmani yani karanlık hicaplarla karşı karşıyadır. Bu âlemden sonra ise nurani hicaplar vardır. Hz. Emir burada “hucube’n-nur” diyor. Yani içinizdeki nur hicaplarını da kaldır! Hz. Peygamberin gittiği her yerde Hz. Ali de O’nunla birlikteydi. Şimdilik bu konuya girmiyorum, izin verirseniz başka bir zaman bu konuya değiniriz.

 

Laricanî: İmam Musa Kâzım’dan (a.s.) gelen bir hadiste Emîrülmü’minîn Ali’nin (a.s.) tüm peygamberlerin sırrına vâkıf olduğu söyleniyor.

 

Üstad Dînânî: Mevlânâ’nın şiirinde işte bu âlemlere işaret ediliyor. Bence eğer Mevlânâ bu şiirleri yazmamış olsaydı, insanlık büyük bir eksiklik içinde kalacaktı. İnsanlar Farsça öğrenip Mesnevî’yi aslından okumalıdır.

 

Laricanî: Ben Mevlânâ’da bir bölüm daha okuyayım:

 

Bu tür akıldansa cahil olmak daha iyi

Deliliğe vurmak daha iyi

 

Ben ilerisini düşünen aklı denedim

Bundan sonra kendimi deliliğe vuracağım

 

Üstad Dînânî:  Bu şiirleri söyleyen Mevlânâ, bunu eylemiyle de ortaya koydu. Mevlânâ’nın Mesnevî’si altı defterden oluşuyor. Mevlânâ buraya geldiğinde “benim devem yattı” diyor. Bu deve sülûk devesiydi, yani sülûk devesine binmiş ilerliyordu. Bu Mesnevî, Mevlânâ’nın sülûkudur. Bu, Mevlânâ’nın manevi hareketidir, o şiir söylemek ya da şairlik yapmak peşinde değildi. O diyor ki:

 

Mufteilun mufteilun mufteilun beni öldürdü

Çürüsün, çürüsün, çürüsün şairlerin beyni!

 

Bu şiir Mevlânâ’nın sülûkudur; ama onu şiir diliyle ifade etmiştir. Onun şiirinin de ayrıca hiçbir şiirden geri kalır yanı yoktur, çok güzeldir. O, işte sülûk devesine binip ilerlerken, “ben altıncı deftere geldiğimde artık devem yattı” diyor. Bu yüzden yedinci defteri yazmıyor, hâlbuki o, Mesnevî’yi yedi defter olarak yazmayı planlamıştı. Yedinci defter yazılmamış, çünkü burada artık hayret vadisine ulaşmıştır. Burada artık söz tükenmiştir.

 

Harfi, sesi, sözü birbirine vurayım da

Seninle bu üçü olmaksızın konuşayım

 

Altıncı defterde bitirip yedinci defteri söylememek, pratik olarak işte budur. Yani o artık öyle bir vadiye ulaşmıştır ki orada artık sükût var. Mevlânâ’nın mahlasının “Hamuş” olduğuna dikkat ediniz. Hamuş, sessiz demektir. Eğer vaktimiz varsa sükûtla ilgili olarak bir şeyler söyleyerek bitireyim. Sükût, sadece sözü olan birinin yapacağı bir şeydir. Söylenecek sözü olmayan biri sükût etmez. Duvar için sakittir yani sessizdir demeyiz, bunun bir anlamı yoktur; çünkü duvarın zaten konuşacak bir şeyi yoktur. Bir masa için sessizdir demeyiz çünkü masanın söyleyeceği bir sözü yoktur. Fakat bir insanın söyleyecek sözü olmasına rağmen söylemiyorsa işte o sakittir.

 

Sükût, söyleyecek sözün olmasına rağmen ya söylemek istemediğin veya söyleyemediğin yahut söylemeyi uygun bulmadığın zaman vardır. Mevlânâ burada sükût ediyor, yedinci defterde susuyor. Aslında hâlâ söyleyeceği sözler var. O kadar söyledikten sonra burada artık söylememesi gereken yere gelmiştir.

 

Laricanî: Allah, Allâme Muhammed Taki Caferî’ye rahmet etsin. O, Mesnevî tefsirine çok büyük emek verdi. O şöyle diyor: Ben hangi kitabı okuduysam sonunda onun bir yorgunluğu oldu. Yani onları okuduktan sonra ya bir çay içerek veya uyuyarak dinlendim. Fakat Mesnevî’yi okudukça vecde kapıldım. İçsel bir heyecana kapıldım.

 

Evet Üstad, süremiz bitti ama konumuz hâlâ tamamlanmadı. Mevlânâ hisse, akla, aşka saygı duymakla birlikte bizim önümüze başka sınırsız bir vadi açıyor. Zatıâliniz de bunu çok güzel bir şekilde vakıa ve vakiiyyet kavramlarıyla açıkladınız.

 

Ben, sonraki programda ele almak için onun şu beytini tekrar okuyayım. O, buyuruyor ki:

 

İdrakin afeti söz ve haldir

Kanı kanla yıkamak muhaldir

 

Yani burada hem sözü hem de hali idrakin afeti olarak dile getiriyor. O, bu şekilde marifetin afetini de açıklıyor. İzin verirseniz buradan izleyicilerimize de bir sonraki programımızda bu konuyu ele alma sözü verelim.

 

Evet Üstad, size de bizi izlemekte olan dostlara da çok teşekkür ediyorum. Bir sonraki programda görüşmek dileğiyle aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

 

 

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=qtFG7OjDBIA