İbrahimi Dinani: İbn Sina Dersleri (2): Bahsî Hikmet / Zevkî Hikmet

İbrahimi Dinani: İbn Sina Dersleri (2): Bahsî Hikmet / Zevkî Hikmet
Batılılar İbn Sînâ’yı okudular, Ortaçağ’da ve ilahiyat için okudular, oldukça da yararlandılar, bu iyi bir şey. Ama modern dönemdekilerin de okuması gerekir. Modern dünya bugün “artık bizim İbn Sînâ’ya ihtiyacımız yok, İbn Sînâ Ortaçağ’a ve ilahiyata ait bir şeydi, biz moderniz” diyebilir. Ancak bana göre modern dünyanın da İbn Sînâ’ya şiddetle ihtiyacı var.

 

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

 

Sana söyleyecek sözüm var, söyleyemiyorum

Bu gizli yakıcı derdi saklayamıyorum

Sıcak sohbetinden ve kadeh bakışından

Öyle sarhoşum ki seni duyamıyorum

 

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Bildiğiniz gibi geçen programda Şeyhü’r-Reîs Ebu Ali Sînâ’nın her zaman canlı olan düşünce bahçesine girdik. Geçen programda sayın üstadımızın değerli eserlerinden biri olan İbn Sînâ’nın Sözü ve Behmenyar’ın Açıklaması adlı kitabını konu aldık.

 

Kısa bir süre önce çıkan bu kitapta İbn Sînâ’nın çok özgün ve gizli kalmış düşünceleri yer alıyor. Geçen programda İbn Sînâ’nın 20 ciltlik değerli kitabı el-İnsâf’tan bahsetmiştik. Bu kitap maalesef kayboldu ve şu an bizim elimizde değil. O kitap eğer şu an bizim elimizde olsaydı tüm dünyada bilim ve kültür alanında birçok değişiklikler yaşanabilirdi.

 

Üstad, İbn Sînâ’nın Aristo’nun düşüncelerinde takılıp kalmadığını, onu aştığını belirttiniz. Onun eleştirel akla sahip olduğunu, Aristo’nun düşüncesindeki boşlukları görüp onu “Hikmet-i Hosrovanî” [antik İran felsefesi] ile doldurduğunu belirtmiştiniz.

 

Bu kitapta çok güzel bir ifadeniz var. Hikmeti ikiye ayırıyorsunuz. Birincisinin “bahsî hikmet” olan Yunan hikmeti, ikincisinin ise “zevkî hikmet” olduğunu söylüyorsunuz. Acaba “zevkî hikmet” “Hosrovanî hikmet” midir? Bu üç hikmetin birbirinden farkı nedir?  

 

Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Buyurduğunuz üzere “bahsî hikmet”, cedele değil, bahse ve diyaloga dayalı hikmettir. Bu açıdan Yunan hikmeti, özellikle de Aristo hikmeti bahsî hikmettir. Sokrat ve Eflatun bir anlamda bazı İşrâkî yönlere sahiptir. Kimileri Eflatun’un antik İran muğanlarının etkisinde kaldığını ve buna ilişkin kanıtlara sahip olduklarını öne sürüyor.

 

Bahsî hikmet; diyaloga, sohbete ve derse dayalı hikmettir. Ancak bu, zevkî hikmette bahsin ve dersin yeri olmadığı anlamına gelmez. İbn Sînâ’nın benim bu kitapta yer verdiğim bir düşüncesi var. Ona göre “müşâhedât, [müşahede edilenler] tecrübiyyât [tecrübe edilenler], hissiyyât [duyularla algılananlar], mütevâtirât [farklı kanallardan ortaklaşa geldiği için yanlış olması imkânsız olan şeyler], evveliyyât ve fıtriyyât”ı içeren “yakîniyyât” [kesin bilgi] arasında “hadsiyyât” da bulunmaktadır.   

 

İbn Sînâ, “hadsiyyât”ı da “yakiniyyât”tan sayıyor. Yalnız burada “hads” kelimesi, bizim günlük hayatta kullandığımız “tahmin” kelimesiyle aynı anlamda değildir. Şu an “hads” kelimesinin yaygın olarak kullanıldığı anlam, kesinlik içermez. “Ben tahmin ediyorum” demek “ben öyle zannediyorum” demektir, yani kesin değil zanni bir bilgidir.

 

Fakat İbn Sînâ’nın kesin bilgiden (yakiniyyât) saydığı “hadsiyyât”, farklı bir iradeye sahiptir. Bu hal her insanda meydana gelmeyebilir. Ama İbn Sînâ’nın kendisi bu “hadse” sahipti. Hads de belirli öncülleri olmayan bir hâl değildir, bir öncesi olmaksızın gerçekleşiyor. Bunu şöyle açıklayayım:

 

Mesela burhanda “sugra” ve “kübra” vardır. Örneğin denir ki: “Âlem değişkendir, her değişken hâdistir”, bunun devamında zihin kendiliğinden şu sonuca ulaşıyor: “Âlem de hâdistir.” Veya bir başka örnek verelim: A, B’ye eşittir; B, C’ye eşittir, o halde bunun sonucu olarak A, C’ye eşittir. Bu, burhandır.

 

“Hads”de ise zihin o kadar hızlı bir şekilde intikal eder ki “burhan”da yukarıda örneklerini verdiğimiz bu öncülleri uğramaksızın doğrudan neticeye atlar. Yani “hads”, bir zihinsel sıçramadır. İbn Sînâ’nın “zevk” dediği işte budur. Yani bir tür tatmadır, onda zihin ve kalp bir oluyor. Kalple zihin arasında bir birlik kuruluyor. Yani insanın bütün bir kimliği kullanılıyor; ayrılık ortadan kalkıyor.

 

İnsan bütün bir varlık olduğu gibi aynı zamanda parçalıdır. Evet, insanın tek bir bedeni var; ama gözü, kulağı, hayali, müşterek hissi, aklı, vehmi vs. vardır. Bunların hepsi birbirinden ayrı şeylerdir. Bedenimiz tek bir tane olmasına rağmen bunların hepsi ayrı ayrı kendi işini yapıyor. Fakat bazen de tüm idrak güçleri bir vahdet oluşturuyor, toplu bir durum kazanıyor. İşte burada da akıl ve kalp mesafesi ortadan kalkıyor. Kalp akıl oluyor, akıl da kalp oluyor. İşte İbn Sînâ’nın “zevk” dediği şey budur. İbn Sînâ’nın kendisi buna sahiptir.  

 

Laricanî: Siz, Hikmetü’l-Meşrıkiyyîn kitabının mukaddimesinde şöyle diyorsunuz. İzin verirseniz aynen oradan okuyayım:

 

“Bu büyük filozof, genel anlamda hikmette rayiç olmayan büyük bir meseleyi ortaya koymuştur. İbn Sînâ bunun başka tür bir hikmet olduğunu ve kendisine verildiğini ilave ediyor. Öyle gözüküyor ki Şeyhü’r-Reîs bu sözleriyle el-İnsâf kitabının içeriğine işaret ediyor ki maalesef bu kitap kaybolmuş ve bizim elimize ulaşmamıştır. Eldeki kanıtlara ve belgelere göre İbn Sînâ el-İnsâf kitabında Aristo’yu takip etmemiş ve bunun sonucu olarak da Meşşâî bir filozof olmaktan ayrılmış; hatta bununla da kalmamış, insaflı bir şekilde ve tam bir incelemeyle onun düşüncelerinin eleştirisini yapmış ve onu kendi elde ettiği hikmetle süslemiştir.”

 

Yani onu eleştirmiş ve kendi hikmetiyle de onun düşüncelerini güzelleştirmiştir.

 

Üstad Dînânî: İnsaf da budur zaten ve kitabın ismini el-İnsâf olarak seçmesinin sebebi de budur. O, Aristo’yu eleştirmişken onu nasıl Meşşâî olarak niteleyebiliriz?

 

Laricanî: Defalarca buyurduğunuz üzere, İbn Sînâ’nın Hikmet-i Meşrıkiyyîn’i, Şeyh-i İşrâk’in düşüncelerinin doğuşunun mukaddimesi olmuştur. Bunu da çok güzel bir şekilde ifade etmişsiniz.

 

Üstad ayrıca şu ifadeleriniz de oldukça önemlidir. İbn Sînâ’nın bulduğu şeye Batı felsefesinin henüz ulaşamamış olmasını şöyle ifade ediyorsunuz:

 

“Günümüz felsefesinin yitik malı da işte budur. Ahlakçı bir filozof olan Kant, nazari aklın tabiat ötesi alanla ilgili yetersizliğini itiraf etmiş; amelî akla ve ahlaki hükümlere dikkat çekmiştir. İnsanın fillilerini, onun kapasitesinin mizanı ve miyarı saymaktadır. Bir başka deyişle şöyle denebilir: O, insanın mahiyetinin idraki için her şeyden çok insanın fiillerine dikkat etmiştir.”

 

Burası çok önemli bir nokta Üstad. Yani İbn Sînâ’nın açtığı fezaya onlar henüz ulaşamadılar.

 

Üstad Dînânî: Batı, Rönesans’tan önce yani Ortaçağ’da İbn Sînâ’nın ilahiyatından çok istifade etmiştir. Hıristiyan dünyasının en büyük azizlerinden olan Thomas Aquinas, İbn Sînâ’yı çok iyi okumuş ve Hıristiyan ilahiyatı için ondan çok yararlanmıştı. Bence Thomas Aquinas, İbn Sînâ’nın düşüncesinin derinliklerine ulaşamamıştı; ancak çokça istifade etmişti.

 

Modern dönemde ise sizin de işaret ettiğiniz üzere Kant, felsefe tarihinde bir dönüm noktasıdır. Kant, geldi ve yeni bir çığır açtı. Kant’tan sonra neredeyse herkes bir şekilde onun etkisi altındadır. Ondan sonrakiler ise bir şekilde Kant’ın düşünce evreninin dışında değildirler.

 

Kant, çok müthiş bir şey yaptı, o ‘‘insan düşüncesinin metafiziğe ulaşacak yolu yoktur’’ dedi. Böyle bir şeyin çelişki olacağını söyledi. O “biz eğer tabiatın ötesine adım atarsak çelişkiye düşeriz” dedi ve buna “antinomi” dedi. Ona göre biz tabiat ötesine geçtiğimizde çelişkiye düşüyorsak, o halde geçmemeliyiz. Bizim aklımız bu tabiatta faaldir. Biz bu tabiatı iyi tanıyoruz fakat aklımız bu tabiatı aştığında artık tabiat ötesinde işlemez olur.

 

Öte yandan Kant bir Hıristiyan’dır, tam anlamıyla bir Hıristiyan’dır. Kant, Allah’a inanıyordu, dolayısıyla kendi kendine şu soruyu sordu: Nazari aklın tabiat ötesine ulaşacak bir yolu yoksa o halde Allah’ı, melekleri ve tabiat ötesini nasıl anlayacağız? Bunun için başka bir öneride bulunuyor ve önerdiği şey de amelî-pratik akıldır.

 

Amelî akıl ahlaktır. Ahlak nedir, ahlak amelde işe yarar? Onun amelî akıl veya amelî ahlak dediği şey ahlaktır ve ahlak da pratikle ilgili bir şeydir. Yani Kant, tabiat ötesini amele ve ahlaka bırakıyor. Teori için ise bu yolu kapatıyor.

 

Bu, Kant’tan sonra meydana gelen bir şeydir ve oldukça tehlikelidir. Yani tabiat ötesi, eğer nazari aklın erişimine kapalıysa ve biz ona ulaşamıyorsak orada bir belirsizlik ve bilgisizlik söz konusudur. Amelî olan, nazari olanın yerini tutabilir mi? Ahlak, nazari aklın yerini tutabilir mi? Elbette hayır, bizim teoriye ihtiyacımız var. Yani onu tanımamız gerekir.

 

Laricanî: Amelî akıl, nazari aklın mahsulüdür.

 

Üstad Dînânî: Evet bravo, nazari akıl olmasa, amelî akıl da etkin olamaz. O düşünceye göre bir taraf nazari akıl, diğer taraf da amelî akıldır. Hâlbuki böylesi bir taksim yanlıştır; nazarın (teori) olmaması halinde amelin (pratik) de hiçbir anlamı yoktur. Elbette amel nazar değildir, ama amel nazarın ışığı altında kendi konumunu bulabiliyor ve bir anlam kazanıyor.   

 

Laricanî: Fenomenolojistler de aynen bunu söylüyor. Yani “numene ulaşma yolumuz yoktur o halde fenomende kalalım” diyorlar.

 

Üstad Dînânî:  Evet, aynen öyle. Kant da ‘‘âlemin gerçekliği olan numene ulaşma yolumuz yok, bizim bilebildiğimiz şeyler fenomenlerdir’’ demek istiyor. Yani bizim âleme dair edindiklerimizdir. Gerçeklik bizim idrak sistemimizde olandır; çıplak gerçekliğin kendisi ise “nâ-malum-bilinmez”dir.

 

Ancak burada teknik bir sorun var çünkü “nâ-malum” demek bir hükümdür. Eğer “numen” düşüncenin erişiminin dışında ise onun hakkında olumsuz bir hüküm de vermememiz gerekir. Ona “bilinmez” demek bir hükümdür. Bu, teknik bir sorun ve şu an bu konuya girecek değiliz.

 

Şu an biz Kant’tan bahsetmiyoruz, konumuz Kant değil. İbn Sînâ, nazarı hem tabiat hem de tabiat ötesi için geçerli kılıyor. Ayrıca İbn Sînâ’nın tabiat ötesi için söylediği şeyler de tamamen burhana dayalıdır ve hesaplı sözlerdir. Burada bir diğer önemli nokta da şudur: Bence şu an İbn Sînâ’nın hâlâ boşluğu doldurulabilmiş değil ve Batılıların onu tekrar okuması gerekir.

 

Elbette Batılılar İbn Sînâ’yı okudular, Ortaçağ’da ve ilahiyat için okudular, oldukça da yararlandılar, bu iyi bir şey. Ama modern dönemdekilerin de okuması gerekir. Modern dünya bugün “artık bizim İbn Sînâ’ya ihtiyacımız yok, İbn Sînâ Ortaçağ’a ve ilahiyata ait bir şeydi, biz moderniz” diyebilir. Ancak bana göre modern dünyanın da İbn Sînâ’ya şiddetle ihtiyacı var.

 

Neden, diye sorabilirsiniz. Çünkü modern dünyanın en büyük sorunu “marifet-bilgi”dir, yani epistemoloji. Günümüzde artık ontolojiden daha az söz ediliyor. Epistemoloji bilgi felsefesi dediğimiz şeydir. Kant’tan sonra şu an Batı dünyasında söz konusu olan problem budur.  Kant şu meseleyi ortaya attı: Felsefe, şimdiye kadar dünyayı, âlemi, gerçekliği tanımaya çalıştı; biz ise şimdi bilmenin kendisini tanımaya çalışıyoruz. Yani bilmenin ne demek olduğunu bilmeye çalışıyoruz.

 

Bu, Kant’tan sonra revaç buldu. Bu konuda hâlâ nihai bir çözüm yolu ortaya konamamıştır. Birçok yeni felsefi ekoller çıktı, fakat marifet meselesini nihai olarak çözen olmadı. Analitik felsefe (dil felsefesi); Wittgenstein, Husserl, Heidegger, hiçbiri epistemolojide meseleyi halledecek son sözü söyleyemediler.  

 

Laricanî: Doğal olarak ontoloji meselesi de halledilemedi.

 

Üstad Dînânî: Tabii, marifet meselesi çözülmeyince ontoloji de çözülmedi. İbn Sînâ gerçekten de hayret verici bir bilince sahip. O, bin yıl önce öyle bir şey önerdi ki ne dünün dünyası ne de bugünün dünyası İbn Sînâ’nın epistemolojiye ilişkin çözüm yolunu iyi tanıyabilmiş değildir. İlm-i husûlî ile ilm-i husûlî meselesini çözmek mümkün değildir. Düşünce, kendini çözemiyor. Düşünce ötesinden bir şey, düşünceyi çözmelidir.

 

Düşünce ne kadar çırpınırsa çırpınsın sonuçta düşüncedir. Düşünce, düşüncenin ne olduğunu söylemeye çalışıyor. Onu söylediğinde, söylediği şey de bir düşünce olacak zaten. Kendisi düşünceden dışarı mı çıkıyor? Düşünce, ‘‘düşünce nedir’’ diyor. Pekâlâ, diyen kim? Düşüncenin kendisi kendisini nasıl çözebilecek? O halde düşünce ötesinden bir şeyin konuşması gerekir.

 

Ben ‘‘düşünce ötesi’’ derken şu an metafizikten bahsetmiyorum. Burada bahsettiğim şey ilm-i husûlînin ötesidir. İlm-i husûlî, herkesin bildiği ve sözünü ettiği ilimdir. Tasavvurlar, tasdikler, kaziyeler, burhanlar, cedel vs. bütün bunlar ilmi husûlî ile ilgili şeylerdir. Yani bizim âlemi zihinsel olarak idrak etmemizdir. Zihin, ilm-i husûlîdir.

 

İbn Sînâ ‘‘zihin, zihnin kendisini çözümleyemez’’ diyor. Peki, zihni, zihnin ürünü olan şeyi, zihnin muhteviyatını çözümleyebilecek ve onun ne olduğunu söyleyecek olan şey nedir? İşte o ilm-i huzûrîdir. Peki, ilm-i huzûrî nedir? Siz bana bu soruyu sorduğunuzda ben maalesef size ilm-i huzûrînin ne olduğunu söyleyebilecek durumda değilim. Neden? Çünkü ben size ‘‘ilm-i huzûrî şudur’’ demeye başladığım anda onu ilm-i husûlîye dönüştürmüş olurum. Bu durumda da yeniden ilm-i husûlî ile ilmi husûlîyi çözümlemeye çalışmış olurum.

 

Kimileri ilm-i huzûrîden bahsedip duruyor; ama o, söylenip anlatılabilecek bir şey değildir. Evet söylenebilir ama onu kavrayabilmek için ona huzur âlemi ile ulaşman gerekir. Husûl ile huzura ulaşamazsın. İlm-i huzûrîden bahsedebiliriz, anlatabiliriz. İbn Sînâ da zaten ilm-i huzûrî var diyor ama ilm-i huzûrî, huzurda nasıl idrak edilebilir? Huzur, sadece huzurda idrak edilebilir. Onu sadece kendi huzurunuzda tenebbuh edebilirsiniz. İbn Sînâ “tenbih” ve “tenebbuh” diyor.

 

Burada daha önce de söylemiştim. Onun kitabının ismi el-İşârât ve’t-Tenbihât’tır. Tenbih ne demektir? Tenbih uyanmak, uyandırmak demektir. Yani siz adeta huzur âleminde değilken ve uyuyorken uyanıyorsunuz. Peki, neden “işârât” demiştir? Çünkü bedîhî (apaçık) olan şeylere işaret ediyor.

 

Laricanî: Ârifler de sülûka ilm-i huzûrî ile “yakaza” (uyanış) makamında başlıyorlar.  

 

Üstad Dînânî: Evet, eğer huzura varamamışsan husûlün hiçbir anlamı yok. Bir kimse eğer huzur makamına ulaşırsa o zaman husûlî olan tüm şeyler artık huzûrîdir. Ancak tabii ki huzur makamına ulaştıktan sonra… Huzur makamına ulaşmak ne demektir? Bundan, çeşitli vesilelerle burada defalarca bahsettik.

 

Mesela ben şimdi kendimi tanımak istersem nasıl tanıyacağım? Bende bana ait bir suretin olması gerekir. Örneğin şu masanın benim zihnimde bir sureti vardır. Ağacın, gökyüzünün, taşın, torağın sureti vardır. Peki, ben dediğim şeyi, kendimi, tanımak istersem “ben”im bendeki sureti nedir? Muhtemelen ‘‘gidip aynada kendime bakarım’’ diyebilirsiniz. Yani ‘‘ben o aynada gördüğümüm’’ diyebilirsiniz. Hâlbuki benim o aynada gördüğüm ben değilim, benim şeklimdir.

 

Benim bedenim, ruhum, “ben” değildir, benim [bana ait] bedenim veya ruhumdur. “Ben” dediğimiz şey nedir ki hem bedenimiz ve hem de ruhumuz ona aittir?

 

Laricanî: Sizin kendi zatınızdır.

 

Üstad Dînânî: Onu nasıl tanıyabilirim?

 

Laricanî: İlm-i huzûrîde.

 

Üstad Dînânî: Farz edelim ki bir mucize oldu ve ben o benden bir surete sahip oldum. Acaba o suret, ben midir yoksa benim suretim midir?

 

Laricanî: O “ben” sizin beninizdir.

 

Üstad Dînânî: Hayır, benim suretimdir. Kendime ait bir surete sahip olsam bile o yine de benim suretim olacak

 

Laricanî: Yani huzur, husûle geliyor, peki husûl huzura gelmiyor mu?

 

Üstad Dînânî: Hayır, huzur husûle gelmiyor. Huzuru kavradığınız zaman husûlün huzura dayalı olduğunu anlıyorsunuz, eğer huzur olmazsa husûl olmaz. Huzûrî olan o “ben” suret değildir. O, şekilsizdir, onun hiçbir şekli yoktur. Siz kendinize dair her nasıl bir şekil tasavvur ederseniz edin o şekil sizin kendiniz değil, şeklinizdir. Peki, sizin kendiniz nerededir? O, huzurdadır ve onu sadece tenebbuh edebilirsiniz.

 

İbn Sînâ ‘‘insan eğer huzur makamına ulaşamazsa meseleler husûl ile halledilemez’’ diyor. İşte şu an ilm-i husûlînin “bilgi nedir” meselesinde tıkandığı nokta budur. Biz huzur makamına ulaşamadığımız sürece bilgi problemini halledemeyiz. Bu ister analitik dil felsefesi olsun, ister Kant’ın ya da Husserl’in fenomenolojisi ya da hermenötik olsun, bunu halledemez.

 

Elbette bunlar çok güzel işler yapmışlar, büyük emekler vermişler, ben bunlar hakkında olumsuz bir şey söylemiyorum; ama nihai bir çözüm olmamıştır. Yaklaşmışlar ama nihai çözüme varamamışlar. Marifet meselesinde, epistemolojide nihai çözüm, huzur makamının kavranmasıyla mümkündür.

 

İnsan huzur makamına eremiyorsa ve huzurun ne olduğunu bilmiyorsa -ki onu da huzurda anlamak mecburiyetindedir- marifet meselesi çözülebilecek bir konu değildir. İbn Sînâ bundan bin yıl önce buna işaret etmiş ve bize “muallâk insan” örneğini vermiştir.

 

Laricanî: Üstad kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Üstad mantıkta temel ilkeler vardır. Mesela “tümel, tikelden büyüktür” gibi. İbn Sînâ bunun mantığın temel ilkesi olmadığını söylemek istiyor. O halde bu nedir?

 

Üstad Dînânî: Hayır, mantığın ilkesidir ama bu huzûrî değildir. “Tümel, tikelden büyüktür” sözünde hiçbir vasıta yoktur. “Tümel tikelden büyüktür” dediğiniz zaman bir vasıta gerekmez. Sadece tümeli ve tikeli tasavvur etmeniz yeterlidir. Tikelin ve tümelin ne olduğunu kavramışsanız artık tümelin tikelden büyük olduğunu anlamanız için bir vasıta gerekmez. Tümelin tikelden büyük olduğunu bilirsiniz.

 

Fakat bu husûlî bir idraktir. Yani önce tümeli tasavvur edeceksiniz, sonra tikeli tasavvur edeceksiniz. Ancak dikkat edin bu tasavvurdur. Tasavvur nedir, zihinsel surettir. Zatın ise zihinsel sureti yoktur.

 

Bakın şunu söylemek istiyorum. İlim vehbî de olabilir, kesbî de olabilir, fark etmez. Yani ilim ister vehbî olsun yani size ilham edilmiş olsun veya siz onu iktisap etmiş olun yani kendi çabanızla kazanmış olun. Bu ilim sizde hâsıl mı oluyor yoksa sizde her zaman var mıydı?

 

Laricanî: Hâsıl oluyor.

 

Üstad Dînânî: Evet, hâsıl oluyor. Yani daha önce yoktu ve siz onu kazandınız veya daha önce yoktu ve o size bahşedildi; yani bulundu, meydana geldi.  Peki, bu durumda ilmi kazanan (kâsib) kimdir? Sizsiniz, ilim ise kazanılandır (mukteseb), siz ilmi iktisap ediyorsunuz, yani kazanıyor, elde ediyorsunuz. İlmi kazanan kimdir? İnsanın kendisidir. Yani insan kâsibdir, kâsib mukteseb değildir. O halde bir kâsib olarak o kâsibi nasıl idrak edebilirsiniz, mükteseb olarak mı? Elbette hayır, o artık zattır ve ilm-i huzûrîdir. Kâsib, ilmi elde ediyor ama kendisi elde edilen değildir.

 

Laricanî: Büyük insanlar boş yere insanın kendini tanıması gerektiğini o kadar vurgulamıyorlar.

 

Üstad Dînânî: Ben birkaç hafta önce birine ders veriyordum. Nakledeceğim söz İbn Sînâ’ya ait ve o söz sizin bahsini ettiğiniz bu kitapta yer almıyor. İbn Sînâ’nın o sözü beni o kadar etkiledi ki birkaç haftadır o sözün etkisi altındayım. İbn Sînâ Ta’lîkât kitabında şöyle buyuruyor: “Hak Tebarek ve Teâlâ hekimun fi ilmih ve muhkemun fi fiilih” Burada dört kelime kullanıyor: Hekim, muhkem, ilim ve fiil.

 

Yani Hak Tebarek ve Teâlâ, ilminde hekimdir, fiilinde ise muhkemdir. Bakın, ne kadar güzel bir söz. Ben Hak Teâlâ’nın ilmiyle ilgili olarak bundan daha güzel bir söz duymadım. Peki, ‘‘Allah ilminde hekimdir’’ ne demektir? Yani Allah ilim makamında hekimdir. O’nun ilmi, akli ölçülerdedir. Mutlak akıldır, Hak Teâlâ’nın ilmi hikmettir, hikmetin ta kendisidir. Âlimdir, hekimdir; bildiği şey hikmettir. Hikmet olması ise maslahat olması demektir.    

 

Şimdi “muhkemun fi fiilihi” kısmına gelecek olursak… Hak Teâlâ’nın fiili, O’nun ilminden kaynaklanmaktadır. Allah, ilminde hekimdir, fiilinde ise muhkemdir. Muhkem kelimesi günlük hayatta Arapçada veya Farsçada sert, sıkı, sağlam anlamlarında kullanılır. Mesela ipi “muhkem” tut deriz. Bununla ipi sıkı ve sağlam bir şekilde tut ki gitmesin demek isteriz. İşi muhkem yap deriz, bununla da işin sağlam yapılmasını isteriz.

 

Muhkem kelimesi, hikmetle aynı köktedir. Peki, düğümün sıkı bağlanması mı hikmettir, yoksa onun içinde akıl olması mı?

 

Laricanî: İçinde akıl olması demektir. Zira akıl da “ikal” kelimesinden yani bağlamak kelimesinden geliyor.

 

Üstad Dînânî:  Ama her zaman değil, gerektiği zaman… Yani bazen de sıkı bağlamamak gerekir. Eğer işin içinde akıl olursa her zaman muhkem bağlanıp kördüğüm yapılır mı?

 

Laricanî: Hayır tabii ki belirli bir hesaba göre yapılmalıdır.

 

Üstad Dînânî: Evet bravo, biz “muhkem” denince her zaman sıkı ve sert olarak anlıyoruz; hâlbuki “muhkemun fi fi’lih”,  fiilinin hikmetle olması demektir ve hikmet de bazen gevşek bağlamayı gerektirir. Yeri geldiğinde hatta çözmek gerekir. Yeri geldiğinde şiddet göstermek, bazen de affetmek gerekir. Allah hem “Eşeddu’l muakıbin”dir (şiddetle cezalandıran) hem de “Erhemur-rahimin”dir (merhametlilerin en merhametlisi).

 

Biz muhkemi her zaman sert ve sıkı diye anlıyoruz. Hayır, Allah’ın muhkem fiili yeri geldiğinde gevşektir. O halde muhkem, içinde hikmet bulunan şey demektir. Sert, sıkı veya şiddetli olan şey değil. Şiddet muhkemlik değildir; muhkem, içinde hikmet olan şeydir. Allah’ın gazabı mı rahmetine galiptir, yoksa rahmeti mi gazabına galiptir?

 

Laricanî: “Sebeqat rahmetuhû alâ gadabih” (Rahmeti gazabını geçmiş olan). O halde Hâfız şöyle buyururken maksadı cebir ve ihtiyar değildir.

 

Kısmet dairesinde biz teslim noktasındayız

Lütuf senin düşündüğün, hüküm senin buyurduğundur

 

Üstad Dînânî: Hayır, yani muhkem olmasıdır. “Hüküm senin buyurduğundur” demek sen hüküm verdiğinde fiilin muhkem demektir. Muhkemin üstünde de artık başka bir şey yoktur. İbn Sînâ ‘‘Allah ilminde hekim, fiilinde muhkemdir’’ sözüyle şunu söylüyor: Allah’ın fiilinde akıl, hikmet, maslahat vardır. Allah’ın fiilinin muhkem olması sert, sıkı ve haşin olması demek değildir.     

 

Laricanî. O halde “muhkem âyetler” de bu anlama geliyor.

 

Üstad Dînânî: Evet, aynen öyle. Muhkem âyetler, içinde çok hikmetler bulunan âyetler demektir. Biz, sıkı ve sert olan şeyler için muhkem kelimesini kullanıyoruz; hâlbuki muhkem, içinde hikmet olan şey demektir. Demek ki bu kelimeyi doğru kullanmamız gerekir. “Hak Teâlâ ilminde hekim, fiilinde muhkemdir” bu sözü altın harflerle yazmak lazım. Bizim de Hak Teâlâ’nın fiilinin mazharı olmamız gerekir.

 

Yani hikmeti kendi hidayet yolumuzun ışığı kılmalıyız. Hikmete uygun konuşmalı, hikmete uygun davranmalıyız. Yoksa işi sıkı, sert ve şiddetli yapmak her zaman sağlamlık demek değildir. Tenasübün neyi gerektirdiğine bakmak gerekir, işte hikmet odur.

 

Laricanî: Üstad çok güzel bir hususa değindiniz. Batı’da çözülemeyen sorun epistemolojidir. İbn Sînâ, bunu ilm-i huzûrî ile çok güzel bir şekilde söz konusu etmiştir. Bizler çoğunlukla ilm-i husûlînin ötesine geçemiyoruz. Hz. Ali de “el-âlimu men arefe qadreh” (Kendi değerini bilen âlimdir) buyuruyor ve hikmetin özünü açıklıyor. Peki, biz bu ilahî cevheri nasıl elde edeceğiz Üstad?

 

Üstad Dînânî:  Ben daha önce başka bir şekilde bu sorunuza cevap vermiştim. Burada irfani veya dinî açıdan değil felsefi açıdan açıklayayım. İbn Sînâ daha sonra ayrıntılı olarak değineceğimiz “muallâk insan” örneğinde buna değiniyor. Huzur âlemine ulaşmak için, yani huzuru tenebbuh edebilmek ve uyanmak için öncelikle kendinden uzaklaşmalısın. Kendinden uzaklaşmak ne demektir? Bedenimizden mi ayrılacağız? Hayır. Peki, kendinden uzaklaşmak ne demektir? Herkes eğer biraz dikkat ederse bunu yapabilir. Bir an şöyle düşünmelisin: Benim bildiğim her şeyi, yani benim bilgi dairemin içerisinde yer alan her şeyi ben dışarıdan mı aldım, yoksa doğuştan mı onlara sahibim?

 

İnsan doğduğunda hiçbir şey bilmiyordu; bu bilgileri kazandı. Bu bilgiler dışarıdan bize geldi. Bunları dışarı dökmek gibi bir şey mümkün değil; ancak bir an için onları paranteze alalım. Onları paranteze aldığınızda siz de yok oluyor musunuz, yoksa siz hâlâ var mısınız? Asıl o zaman kendiniz kendinizle olursunuz. Tüm bilgilerinizi paranteze alıp daha sonra onlar olmaksızın kendinizi bilin.

 

O bilgiler sizden uzaklaşıp gitmez ama siz onlara yukardan bakarak onların sizden ayrı bir şey olduğunu görürsünüz. Onlar sizin biriktirdiklerinizdir, siz değilsiniz. Peki, benim “ben”im kimdir? Benim “ben”im onları biriktirendir. İşte o bana ait “ben” huzurdur. İşte yolu budur ve bu da kolaydır. Yani siz şu bilince varmış oluyorsunuz: Benim bildiklerim, bilgi dairemin içinde olan her şey, benim biriktirdiklerimdir, “ben” değildir. Bu, kendine dair yeni bir bilinçtir. Bana ait olan o “ben”, onların sahibidir ve onların sahibi olan da “huzur”dur. İşte bu şekilde yavaş yavaş huzura ulaşma temrinleri yapabilirsin.

 

Laricanî: Yani bizim kendimiz ile bilincimiz arasında sürekli bir alışveriş var.

 

Üstad Dînânî: Bu alışveriş sürekli olmalıdır. İnsan eğer kendinden uzaklaşamazsa ilerleyemez. Ancak o zaman neyi bildiğini, neyi bilmediğini, hangilerinin fazladan, hangilerinin ise zatından olduğunu bilebilirsin. Kendinden uzaklaşma temrin yapmayı gerektirir. İnsanın bunun için kendi lahzalarını parantez içine alabilmelidir.

 

Laricanî: Düşünmek üzerine tefekkür de bu olmalı.

 

Üstad Dînânî: Evet, tam olarak budur. Düşünme üzerine düşünmektir. Felsefenin yolu da budur zaten, bunu yapamayan kimse filozof değildir. Yani yeri, göğü, bağı, bahçeyi düşündüğün gibi düşünmeyi de düşünmek gerekir. Huzur makamına da bu şekilde ulaşılabilir. Huzura ulaştığın zaman düşünmeyi düşünmenizi sağlayanın huzur olduğunu anlıyorsunuz.

 

Laricanî: Üstad çok güzel bir bahis oldu. İbn Sînâ gerçekten hakikatleri anlamanın anahtarını, sizin güzel açıklamanızla bize verdi. Bir sonraki programda buluşmak dileğiyle hoşça kalın.

 

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

 

Medya Şafak

 

   

 

https://www.youtube.com/watch?v=PvPn5lWV5JY