Ahmed el-Kâtib'e reddiye (30-31-32): Eşari Kummi ve Abdullah b. Sebe rivayetleri / İbn Sebe gerçek bir şahıs mı yoksa efsane mi / Nass ve biat

Ahmed el-Kâtib'e reddiye (30-31-32): Eşari Kummi ve Abdullah b. Sebe rivayetleri / İbn Sebe gerçek bir şahıs mı yoksa efsane mi / Nass ve biat
Sunduğumuz bu bilgiler Sa’d el-Eşarî’nin, İbn Sebe ve Sebeiyye hakkındaki açıklamalarının bir bölümünü kendisinden önce yazılan mezhepler tarihi kitaplarından, diğer kısmını ise yukarıda işaret ettiğimiz kaynaklardan aldığını teyit etmesi açısından yeterlidir. Nitekim onun “ehl-i ilim diyor ki” sözü de bunu işaret etmektedir. Zira o “ilim ehli” tabiriyle Şia’yı kastetseydi şüphesiz “ashabımızdan bir topluluk” derdi.

 

 

 

Sâmî el-Bedrî

 

OTUZUNCU ŞÜPHE: EŞARÎ KUMMÎ VE ABDULLAH B. SEBE RİVAYETLERİ

 

Yazar şöyle diyor: “İmâmiyye Şiası’nın ilk tarihçileri olan Nevbahtî, Eşarî ve Keşşî, Şia saflarında meydana gelen ilk dönüşümün Abdullah b. Sebe adlı şahsın eliyle meydana geldiğini kaydetmektedir.

Ben derim ki: Bunu sadece Eşarî el-Kummî kaydetmektedir. O bunu Şiî olmayan kaynaklardan almış, el-Keşşî ve diğerleri de ondan nakletmişlerdir.

 

ŞÜPHENİN METNİ:

Yazar şöyle diyor: “İmâmiyye Şiası’nın ilk tarihçileri olan Nevbahtî, Eşarî ve Keşşî, Şia saflarında meydana gelen ilk değişimin [bozulmanın] Müminlerin Emiri Ali b. Ebî Tâlib zamanında, önceleri Yahudî iken daha sonra Müslüman olduğu söylenen Abdullah b. Sebe adlı şahsın eliyle meydana geldiğini kaydetmektedir. Nevbahtî onun hakkında şöyle der: O, Ali’nin (a.s.) imametinin vacipliği iddiasını ilk ortaya atan kişidir. O Yahudî iken de Yûşa b. Nûn’un Hz. Musa’nın (a.s.) vasisi olduğunu söylüyordu. İslam’a girdikten sonra da Resûlullah’ın (s.a.a.) ardından Ali’nin (a.s.) O’nun vasisi olması gerektiğini söyledi. O’nun muhaliflerinden beri olduğunu açıklayarak onlara karşı düşmanlığını açık biçimde dile getirmekten çekinmedi. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve diğer sahabeye dil uzatmaya başladı.

Bu konuda Abdullah b. Sebe’in gerçek veya uydurma bir şahsiyet olması arasında bir fark yoktur. Şiî tarihçiler, Şia’nın siyasal düşüncesindeki ilk dönüşümün ortaya çıkışını, Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) İmam Ali’ye yaptığı vasiyete –bu vasiyet sahihtir, ancak manevî ve kişisel bir vasiyet olduğu da açıkça ortadadır- siyasî birtakım anlamlar yüklenmesi şeklinde açıklamaktadırlar. Bu görüşe, Musa Peygamberin Yûşa b. Nun’a vasiyette bulunuşunu kâhinliğin (dini liderliğin) veraset yoluyla Yûşa’nın çocuklarında kalışı ile kıyaslayarak varmışlardır.

Vesayet görüşü, İmam Ali (a.s.) döneminde, Şia içerisinde yalnızca küçük bir topluluk tarafından kabul edilmekle sınırlı kalmasına, İmam’ın kendisinin bile bunu sert bir biçimde kınamasına ve kabul edenleri azarlamış olmasına rağmen, Muâviye’nin oğlu Yezîd’i kendisinden sonra başa geçirmesiyle yayılmak için çok uygun bir zemin bulmuştur. Her şeye rağmen bu görüşün karşısındaki en büyük zorluk, İmam Hasan ve İmam Hüseyin’in (a.s.) bu görüşü benimsememiş olmaları, ayrıca İmam Ali b. Hüseyin’in siyasetten çekilmesidir. Bu görüş sahipleri krizden kurtulmak için Muhammed b. el-Hanefiyye’yi de Müminlerin Emiri’nin vasisi sayarak onun etrafında toplanmış, özellikle, İmam Hüseyin’in öldürülmesinden sonra Şia’nın liderliğini üstlendiği sırada bu görüşü yaymışlardır. Bu münasebetle Sebeiyye, Muhtâr b. Ubeyd es-Sekafî komutasında oluşturulan ve İmam Hüseyin’in (a.s.) öcünü almak için harekete geçen Keysâniyye Hareketine sızmıştır.[1]

 

ŞÜPHENİN REDDİ

 

Ben derim ki:

1- Şiâ’nın ilmî çevrelerinde el-Makalât ve’l-Fırak ile Fırakü’ş-Şia adlı iki eserin, aynı müellife ait tek kitabın iki nüshası mı yoksa iki müellife ait iki değişik eser mi olduğu yönünde bir tartışma söz konusudur. Bu konuda tercih edilen görüş ilkidir ve bizce doğru olan da budur. Geriye bu eserin müellifinin kim olduğu tartışması kalıyor.

Üstad Abbâs İkbâl el-Aştiyânî, bu eserin Nevbahtî’nin çağdaşı Sa’d b. Abdullah el-Eşarî’ye ait olduğu görüşündedir. Bu tespiti, Doktor Cevâd Meşkûr’un neşrettiği Eşarî’nin el-Makalât ve’l-Fırak adlı eserinin bulunmasından önce yapmıştı. Bu iki eser yayımlandıktan sonra Seyyid Muhammed Rıza el-Hüseynî “Türâsünâ” adlı derginin 1405 yılının ilk sayısında (s. 29-51), Aştiyânî’nin görüşlerini teyit eden bir makaleye imza attı. Seyyid Muhammed Rıza bu makalesinde Nevbahtî’nin “Fırakü’ş-Şia” adlı eserinin el-Eşarî’nin el-Makâlât ve’l-Fırak kitabının özeti olduğu görüşünü savundu.[2]

2- Keşşî, İbn Sebe hakkında şu iki hususu zikreder.

İlki: Keşşî, Muhammed b. Kûleveyh’ten, o Sa’d b. Abdullah el-Eşarî’den, o da Şiî râvîlerden beş rivayet aktarır. Bunlardan birisinin senedi İmam Ali b. Hüseyin’e (a.s.), diğeri İmam Bâkır’a, üçü de İmam Sâdık’a (a.s.) varmaktadır. Bu rivayetler aynı mesele etrafındadır ki buna göre İbn Sebe, İmam Ali’nin rab olduğunu iddia etmiş ve Hz. Ali (a.s.) de bu yüzden onu yakmıştır.[3]

İkincisi: Keşşî şöyle der: “Kimi ilim erbabına göre Abdullah b. Sebe başlangıçta bir Yahudi iken sonradan İslam dinine geçti ve Ali’nin velayetini savunmaya başladı. Zira Yahudî iken de Yûşa b. Nûn’un Hz. Musa’nın (a.s.) vasisi olduğunu söylüyordu. İslam’a girdikten sonra, Resûlullah’ın (s.a.a.) ardından Ali’nin (a.s.) O’nun vasisi olduğunu ileri sürdü. O, İmam Ali’nin (a.s.) imametinin vacip olduğunu söyleyen ilk kişidir. Bu bağlamda O’nun düşmanlarından beri olduğunu izhar ederek onları tekfir etmekten çekinmedi. Şia’ya muhalif olanlar buradan hareketle Şiiliğin Yahudîlikten alınmış olduğunu ileri sürerler.”[4]

Ben derim ki: bu sözler birebir olarak Sa’d el-Eşarî’nin el-Makalât adlı eserinde sunduğu bilgilerin bir bölümünü teşkil etmektedir. Sa’d el-Eşarî’nin eserindeki bilgilerin tamamı ise şu şekildedir:

Sa’d el-Eşarî el-Makalât ve’l-Fırak adlı eserinde şöyle der:

İmam Ali (a.s.) öldürülünce onun imametine inanan ve imametin Allah ve Resûlü’nün zorunlu emri olduğunu kabul eden ümmet/grup ayrılığa düştü ve üç fırkaya bölündü:

Birinci fırka: İmam Ali’nin (a.s.) öldürülmediğini, ölmediğini ve tüm yeryüzünün hükümdarı oluncaya, asasıyla Arapları tedip ederek zulüm ve haksızlıkla dolan dünyayı adaletle ve iyilikle dolduruncaya kadar da ölmeyeceğini söylemiştir. İşte bu fırka, bu ümmetten Nebi’den (a.s.) sonra İslam’da tavakkuf (imameti bir şahısta sona erdirmek) ve aşırılık (gulüv) düşüncesini ileri süren ilk fırkadır. Bu fırkaya, Abdullah b. Sebe’ye uyanlar anlamında ‘Sebeiyye’ denir. Tam adı, Abdullah b. Vehb er-Râsibî el-Hemedânî’dir. Önde gelen iki taraftarı Abdullah b. Hars ve İbn Esved bu konuda kendisine destek vermiştir.

O, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve diğer sahabeye dil uzatan ve onlardan beri olduğunu ilan eden ilk kimsedir. O, İmam Ali’nin (a.s.) bunu emrettiğini, bu konuda takiyyenin caiz olmadığını iddia etmiştir. Bunun üzerine İmam Ali (a.s.) onu getirterek işin aslını sormuş, o da söylediklerini itiraf edince, Ali (a.s.) onun öldürülmesini emretmiştir. İnsanlar ise dört bir taraftan ona “Ey Müminlerin Emiri! Halkı siz Ehl-i Beyt’in sevgisine, senin velayetine ve düşmanlardan beri olmaya davet eden birisini mi öldürüyorsun?” dediler. Bunun üzerine İmam Ali (a.s.) onu Medain’e sürdü.

İlim erbabından bir grubun aktardığına göre Abdullah b. Sebe Yahudi idi. Daha sonra Müslüman oldu ve Ali’yi (a.s.) veli edindi. O Yahudi iken Hz. Musa’nın (a.s.) vasisi Yûşa b. Nûn hakkında söylediklerinin benzerini, Müslüman olunca, Resûlullah’ın (s.a.a.) vefatından sonra Ali (a.s.) için söyledi. İbn Sebe Ali’nin (a.s.) imametinin farz olduğunu söyleyen, düşmanlarından açıkça teberri eden ve O’nun muhaliflerini tekfir eden ilk kimsedir. İşte bu husustan dolayı muhalifler, Şia Yahudilikten gelmektedir, dediler.

Abdullah b. Sebe Medain’de iken bir atlı, Ali’nin şehadet haberini ona ve arkadaşlarına getirdi. Halk ona Müminlerin Emiri’nin durumunu sorunca o da şöyle cevap verdi: İnsanların en bedbahtı ona çok az insanın bundan sağ salim çıkabileceği bir darbe indirdi! Bir müddet sonra Ali’nin (a.s.) ölüm haberi ulaştı. (İbn Sebe ve taraftarları) ölüm haberini getiren şahsa şöyle dediler: Ey Allah’ın düşmanı sen yalan söylüyorsun! Vallahi O’nun beynini bir bohça içinde ve beraberinde yetmiş şahitle de getirseydin sana asla inanmazdık! Çünkü biz kesin olarak biliyoruz ki O öldürülmedi ve ölmedi ve Arapları asasıyla yola getirip yeryüzüne hâkim oluncaya kadar da ölmeyecektir![5]

Bir gün boyunca yürüdükten sonra İmam Ali’nin (a.s.) kapısının önünde durdular ve tıpkı O’nun yaşadığına kesin olarak inanan ve onunla görüşmeyi arzulayan insanlar gibi huzuruna girmek için izin istediler. Orada bulunan ailesi, arkadaşları ve çocukları şu cevabı verdiler: Allah’ı tenzih ederiz! Siz Müminlerin Emiri’nin (a.s.) şehit edildiğini bilmiyor musunuz? Onlar da dediler ki: Biz O’nun daha önce Arapları delil ve burhan ile hidayet ettiği gibi kılıcı ve kırbacıyla onları tekrar hidayet edinceye kadar onun öldürülmediğini ve ölmeyeceğini; fısıldanan sözü işittiğini, yer altında saklı kalan her şeyi bildiğini, parlak ve keskin bir kılıç gibi karanlıkta ışıldadığını kesin olarak biliyoruz! Bu görüş Sebeiyye’nin ve Abdullah b. Amr b. Harb el-Kindî’nin tarafları olan Harbiyye’nin, Ali (a.s.) hakkındaki görüşüdür. Onlar daha sonra Ali (a.s.) hakkında, O’nun âlemlerin ilahı olduğu, insanlara öfkelendiği için onlardan gizlendiği ve daha sonra ortaya çıkacağı iddialarında bulundular.[6]

Bunların bütünü Sa’d el-Eşarî el-Kummî’nin Sebeiyye fırkası hakkındaki görüşlerdir.

Değerli okuyucuya Sa’d el-Eşarî’nin kitabının mukaddimesinde, eserinde takip edeceği metotla bağlantılı olarak belirttiği temel bir hususu hatırlatmamız gerekiyor: “Hz. Muhammed’in (s.a.a.) vefatından sonra Ümmetin Şiî ve Şiî olmayan tüm fırkaları, her asırdaki imamın hayatında veya ölümünden sonra, imamet konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Biz bu kitabımızda ümmetin mezhepleri, görüşleri ve ihtilafları hususunda bize ulaşan bilgileri, ihtilaf sebepleriyle ilgili rivayetlerden elde edebildiklerimizi anlatacağız.[7] Bu cümleler şu anlama gelmektedir: Sa’d’ın kitabında belirttiği hususlar, kendisinin “makalât ve fırak” kitaplarından topladığı veya çağdaş veya geçmiş müelliflerden duyduğu şeylerden müteşekkildir.

Bu hakikatin doğruluğunu teyit etmek için Eşarî’nin el-Makalât ve’l-Fırak adlı eserinde geçen bilgilerin, Sünnî ve Şiî hadis ve tarih kaynaklarında geçen bilgilerle örtüşüp örtüşmediğini araştırmaya, bu bilgilerin aslen Şiî değil Sünnî kitaplardan kaynaklandığını ortaya koymaya çalışacağız. İbn Sebe’nin İmam Ali (a.s.) hakkındaki ulûhiyet iddiası konusu bunun dışındadır. Zira bu konu tek bir Şiî kaynakta geçmektedir ki o da el-Keşşî’nin eseridir. Diğer tüm kitaplara bu eserden geçmiştir.

Yapacağımız incelemenin kolay olması için Eşarî’nin pasajında geçen bilgileri tasnif edeceğiz.  

1- “Abdullah b. Sebe Yahudi idi. Daha sonra Müslüman oldu ve Ali’yi (a.s.) veli edindi… İbn Sebe, Ali’nin (a.s.) imametinin farz olduğunu söyleyen, düşmanlarından açıkça teberri eden ve O’nun muhaliflerini tekfir eden ilk kimsedir.”

2-  “O, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve diğer sahabeye dil uzatan ve onlardan beri olduğunu ilan eden ilk kişidir. Bunun üzerine İmam Ali (a.s.) onu getirterek işin aslını sormuş, o da söylediklerini itiraf edince, Ali (a.s.) onun öldürülmesini emretmiştir.”

3- “İnsanlar İbn Sebe için şefaatçi olunca İmam Ali (a.s.) idam hükmü kaldırılmış ve onu Medain’e sürmüştür.

4- “İbn Sebe ve ashabı Medâin’de bulundukları esnada İmam Ali’nin (a.s.) ölüm haberi kendilerine ulaşınca bunu tasdik etmediler ve şöyle dediler: Vallahi O’nun beynini bir bohça içinde ve beraberinde yetmiş şahitle de getirseydin sana asla inanmazdık! Çünkü biz kesin olarak biliyoruz ki O öldürülmedi ve ölmedi ve Arapları asasıyla yola getirip yeryüzüne hâkim oluncaya kadar da ölmeyecek!

5- “Bu görüş Sebeiyye’nin ve Abdullah b. Amr b. Harb el-Kindî’nin tarafları olan Harbiyye’nin, Ali (a.s.) hakkındaki görüşüdür. Onlar daha sonra Ali (a.s.) hakkında, O’nun âlemlerin ilahı olduğu vs. iddialarında bulundular.”

Şimdi bu rivayetlerin her birinin kaynaklarını inceleyelim:

İlk olarak; “Abdullah b. Sebe Yahudi idi. Daha sonra Müslüman oldu…” Seyf b. Ömer’in, Osman’a karşı gerçekleştirilen ayaklanmayı anlattığı rivayetinde geçmektedir. Bunu ilk rivayet eden Seyf’tir. Seyf bunu Kitâbü’l-Cemel ve Mesîrü Aişete ve Ali adlı eserinde Atiyye kanalıyla Yezîd el-Fakasî’den şöyle rivayet etmektedir:

Abdullah İbn Sebe, Sana asıllı bir Yahudîydi. Annesi de siyahiydi. Osman zamanında Müslüman oldu ve İslam beldeleri arasında mekik dokuyarak Müslümanları saptırmaya çalıştı. Hicaz ile başladı ve ardından Basra, Kufe ve Şam’a gitti. Ancak Şam’da istediklerini tek bir kişiye bile kabul ettiremedi. Müslümanlar onu Şam’dan uzaklaştırınca Mısır’a geçmek zorunda kaldı. Onlarla birlikte umre yaptı. Onlara anlattıkları hususlardan birisi de şuydu: Bin peygamber geldi ve her bir peygamberin bir vasisi vardı. Ali (a.s.) de Muhammed’in (a.s.) vasisidir. Muhammed (s.a.a.) Hâtemü’l-Enbiya, Ali de Hâtemü’l-Evsiya’dır. Resûlullah’ın (s.a.a.) vasiyetini inkâr eden ve O’nun vasisinden yüz çeviren kimseden daha zalim kim olabilir?[8]

Bunu Taberî (Târîhü’l-Ümem- ö. h. 310), İbn Asâkir (Târîhü Dımaşk) (ö. h. 571), Zehebî (Târîhü’l-İslam) (ö. h. 748) ve İbn Ebî Bekir (et-Temhid ve’l-Beyân fi Makteli Osman) (ö. h. 741) Seyf’in kitabından almıştır. Son dönem uleması da bu bilgiyi bunlardan nakletmiştir. Allâme Askerî Abdullah b. Sebe adlı değerli eserinde bunu etraflıca inceleyerek ortaya koymuştur.

Abdullah b. Sebe’nin Sana asıllı bir Yahudi olduğu hususuna gelince bu bilgi İbn Abdürabbih’in (ö. h. 327) el-İkdü’l-Ferîd ve İbn Şâhîn’in (ö. h. 385) el-Latif fi’s-Sünne adlı eserlerinde geçmektedir. İbn Abdürabbih bunu Abdurrahman b. Malik b. Moğol’dan (h. 195), o da Şabî’den aktarmaktadır. İbn Teymiyye de Minhâcü’s-Sünne’nin ilk cildinin mukaddimesinde bunu ondan nakleder.

İkinci bölüme, yani İmam Ali’nin, Ebû Bekir ve Ömer’e taan etmesi yüzünden İbn Sebe’nin öldürülmesini emretmesine gelince… Bu bilgi de İbn Asâkir’in Târîhü Dımaşk’ında geçmektedir. İbn Asâkir kendi isnad zinciri ile Merzûk’tan, o Şube’den, o Seleme b. Küheyl’den, o da Zeyd’den şöyle rivayet etmektedir: “Emirülmüminin (a.s.) şöyle dedi: Benim bu kara yüzlüyle ne işim var?[9]” O bu sözüyle Abdullah b. Sebe’yi ve onun Ebû Bekir ve Ömer hakkında ileri geri konuşmasını kastediyordu.”

İkinci ve üçüncü bölüm ise Ebû İshak er-Râzî’nin (veya el-Fezârî) rivayetinde geçmektedir.

 “عن شعبة عن سلمة بن كهيل عن أبي الزعراء (أو) عن زيد بن وهب « ان سويد بن غفلة دخل على علي (عليه السلام) في إمارته فقال : أني مررت بنفر يذكرون أبا بكر وعمر يرون انك تضمر لهما مثل ذلك ، منهم عبد الله بن سبأ ، وكان عبد الله أول من اظهر ذلك ، فقال علي مالي ولهذا الحميت الأسود (أو الخبيث الأسود) ، ثم قال معاذ الله ان أضمر لهما إلا الحسن الجميل ، ثم أرسل إلى عبد الله بن سبأ فسيره إلى المدائن وقال لا تساكنّي في بلدة أبدا ، ثم نهض إلى المنبر حتى اجتمع الناس وقال إلا لا يبلغني عن أحد يفضلني عليهما (أي أبا بكر وعمر) إلا جلدته حد المفتري

“Ebû İshak er-Râzî Şube’den, o Seleme b. Kuheyl’den, o Ebü’z-Zara’dan veya Zeyd b. Vehb’den şöyle rivayet etmektedir: Süveyd b. Gafele, İmam Ali’nin yönetimi döneminde O’nun huzuruna varıp şöyle dedi: Ben Ebû Bekir ve Ömer hakkında bir şeyler söyleyen bir topluluğa uğradım.  Onlar senin de içinden o ikisine karşı kendileri gibi duygular beslediğini söylüyorlar. Bunlar arasında Abdullah b. Sebe de var ve Abdullah bunu ilk izhar eden kimsedir. Bunun üzerine Ali: ‘Benim o kara suratlıyla ne işim olur?’ dedikten sonra ‘Allah’a sığınırım! Ben o ikisi hakkında ancak güzel duygular beslerim.’ buyurdu. Sonra Abdullah b. Sebe’ye bir elçi gönderip onu Medain’e sürdü ve ‘Benimle asla aynı beldede oturma!’ dedi. Sonra da minbere çıktı ve toplanan insanlara şöyle dedi: Dikkat edin! Birinin beni o ikisinden üstün tuttuğunu duyarsam ona iftira cezası uygularım![10]

İbn Asâkir’e ait rivayette ise şöyle geçmektedir:

عن مغيرة عن سماك قال : « بلغ عليا ان ابن السوداء ينتقص أبا بكر وعمر ، فدعا به ، ودعا بالسيف أو قال فهمَّ بقتله ، فكُلِّم فيه فقال لا يساكني ببلد أنا فيه ، قال فسيره إلى المدائن

“İbn Asâkir kendi isnad zinciri ile Muğire b. Semmâk’ten şöyle rivayet etmektedir: İmam Ali’ye, İbn Sevda’nın Ebû Bekir ve Ömer’i eleştirdiği ulaştı. İmam (a.s.) onu çağırıp kılıç getirilmesini istedi. Râvî der ki: Veya öldürmeye kastetti.

Halk onun için araya girince ‘Benim bulunduğum şehirde asla oturmasın’ buyurdu ve onu Medâin’e sürdü.[11]

 “İbn Sebe ve ashabı Medâin’de iken kendilerine İmam Ali’nin şehadet haberi geldi ve onu inkâr ettiler…” bölümüne gelince... Bu bölüm de Câhiz’in şu rivayetinde geçmektedir:

عن مجالد(تـ 144) عن الشعبي(تـ101) عن جرير بن قيس قال : « قدمت المدائن بعدما ضرب علي بن ابي طالب كرم الله وجهه فلقيني ابن السوداء وهو ابن حرب فقال لي ما الخبر فقلت ضرب أمير المؤمنين ضربة يموت الرجل من ايسر منها ويعيش من اشد منها ، قال لو جئتمونا بدماغه في مائة صُرَّة لعلمنا انه لا يموت حتى يذودكم بعصاه

“Câhiz, Mücâlid’den, o Şa’bî’den, o da Cerîr b. Kays’tan şöyle rivayet etmektedir: Ali b. Ebî Tâlib’in (kerremellahu vecheh) şehit edilmesinden sonra Medâin’e geldim. İbn Sevda -İbn Harb- beni karşılayıp: ‘Haberler nasıl?’ diye sordu. Ben de ‘Müminlerin Emiri öyle bir darbe aldı ki daha hafifi bile insanı öldürmeye yeter! dedim. O ise ‘Sen bize onun beynini yüz bohça içerisinde getirsen dahi biz bunu kabul etmeyiz! O sizin hepinizi asasıyla sürmeden ölmeyecek!dedi.[12]

Mücâlid’in bu rivayetini Hatîb el-Bağdadî de (h. 462) nakletmiştir. Rivayetin isnad zincirinde Cerîr b. Kays yerine Zahr b. Kays bulunmaktadır. Yine rivayetin metninde İbn Sevdâ yerine Abdullah b. Vehb es-Sebeî geçmektedir[13]

İbn Sebe’nin imamet hakkında nasslar uydurduğu ve sahabeye hakareti onun icat ettiği iddiası ise Ebû Ali el-Cübbâî’nin (h. 303) sözünde geçmektedir. Nitekim Kadı Abdülcebbâr el-Mutezilî ondan şöyle rivayet etmektedir: Ebû Ali el-Cubbâî şöyle demektedir:Ali b. Ebî Tâlib’in (a.s.) halifeliğinin son dönemlerinde İbn Sebe’nin işi O’nun hakkında ifrata vardırması, O’na çokça tazimde bulunması ve sahabenin büyüklerine hakaret etmesi İmam Ali’nin kulağına gidince (a.s.) onu çağırıp azarladı ve Kufe’den Medâin’e sürdü. İmam Ali (a.s.) vefat edinceye kadar da orada ikamet etti. Vefatından sonra Kufe’ye döndü ve bir grubu inancına davet etti. Onun verdiği zarar günümüze kadar devam etmiştir. Resûlullah’ın (s.a.a.) ashabı hakkında ileri geri bir konuşmuş ve İmam Ali hakkında da ilâhî nasslar olduğunu iddia etmiştir.[14]
 

Ben derim ki: Sunduğumuz bu bilgiler Sa’d el-Eşarî’nin, İbn Sebe ve Sebeiyye hakkındaki açıklamalarının bir bölümünü kendisinden önce yazılan mezhepler tarihi kitaplarından, diğer kısmını ise yukarıda işaret ettiğimiz kaynaklardan aldığını teyit etmesi açısından yeterlidir.  Nitekim onun “ehl-i ilim diyor ki” sözü de bunu işaret etmektedir. Zira o “ilim ehli” tabiriyle Şia’yı kastetseydi şüphesiz “ashabımızdan bir topluluk” derdi.

İddiamızı doğrulayan başka bir nokta da şudur: İster kadim ister son dönemde yaşamış olsun onun bu görüşlerine inanan tek bir Şiî’ye bile rastlanmaz. Nitekim devasa Şiî külliyatında vasiyet görüşünü Abdullah b. Sebe’ye nispet eden zayıf senetli bir rivayet dahi yoktur.

 

OTUZ BİRİNCİ ŞÜPHE: İBN SEBE’İN GERÇEK Mİ YOKSA HAYALÎ BİR KİŞİLİK Mİ OLDUĞU

 

Yazar şöyle diyor: “Abdullah b. Sebe ister hayal mahsulü ister gerçek biri olsun durum değişmez.

Ben derim ki: “Durum tam aksi yöndedir. Zira Abdullah b. Sebe’nin masal kahramanı olduğunun söylenmesi halinde vasiyet görüşünün ona nispet edilmesinin nedeninin siyasî olduğu anlaşılır. Bu durum Ehl-i Sünnet araştırmacılarının da itirafı ile tüm ölçütleri alt üst edecektir.”

 

ŞÜPHENİN METNİ

Yazar şöyle diyor: “Abdullah b. Sebe ister hayal mahsulü olsun ister hakikat, bir şey değişmez.

Ben derim ki: İkisi aynı şey değildir. Çünkü vasiyet görüşünün kendisine nispet edildiği Abdullah b. Sebe’in hayal mahsulü bir şahsiyet oluşu, Ali’nin (a.s.) vasiliği görüşünün Abdullah b. Sebe’den neşet ettiğini düşünen ve bu görüşü ona bağlayan kimselerin fikrî ölçütlerini sarsacak ve yerle bir edecektir.

Bu ölçütlerin sarsılacağını ve ters yüz olacağını Suudî Arabistan’ın Ehl-i Sünnet mezhebine bağlı iki üniversite hocası açıkça dile getirmiştir.

Bunların ilki Abdullah b. Sebe hakkında yüksek lisansı olan Doktor Süleymân Avde’dir. Avde başlarda böyle bir şahsiyetin varlığına kail olanlardandı ve Seyf b. Ömer’in onun hakkındaki rivayetlerini ispat etmek için bunu sıkı bir şekilde savunanlar arasındaydı.

Avde şöyle der:

“Bu görüş (Abdullah b. Sebe’nin efsane oluşu) kültürel mirasımızın asırlar boyunca güven duyulan benzersiz naklî kitaplarının tamamını yerle yeksan etmektedir. Örneğin Şeyhü’l-İslam İbn Teymiyye’nin Minhâcü’s-Sünne[15] adlı eserini ele alalım. O, Abdullah b. Sebe’nin Rafızîliğin kökeni olduğu görüşünden hareket etmiştir. Ona göre İbn Sebe, başta vasiyet ve rec’at olmak üzere Şia inançlarını ilk izhar eden kimsedir. Bu şahsiyeti inkâr etmek veya bu konuda kuşku oluşturmaya çalışmak bu kitabın tamamını yerle bir etmek demektir. Hatta iş Rafızîliğin tarihsel olarak nasıl teşekkül ettiği hakkında sunulan bilgileri şüpheli kılmaya dek varır.”[16]

Bu son ibaresinden kastı şudur: Abdullah b. Sebe hakkında kuşku duymak, Râfızîliğin İbn Sebe’nin eliyle oluşturulduğu şeklindeki malum düşünceyi şüpheli kılmak demektir. Şia’nın kökeni ve teşekkülü konusunda İbn Teymiyye’nin (ö. h. 728), ondan önce Mutezile şeyhi Ebû Ali el-Cübbâî’nin (h. 303) ve ondan sonra gelenlerin üzerine düşüncelerini inşa ettikleri görüş budur. Bunlar günümüzde de oldukça çokturlar. Yukarıda değindiğimiz Doktor Süleyman el-Avde de yüksek lisans tezinde “Abdullah b. Sebe Şia’nın köküdür.” demektedir.[17]

Bunların ve diğerlerinin bu görüşlerinin çürütülmesi, Şiîliğin oluşumu hakkında sağlıklı ve tutarlı düşüncelere yelken açmalarına vesile olacaktır. Şia’nın kökeni ve teşekkülü vasiyet esaslıdır, bu da Ehl-i Sünnet nezdinde de sened açısından sahih sayılan Sekaleyn, Menzile, Kisa, Dar vd rivayetlere dayanmaktadır.

Bahsedeceğimiz ikinci kişi ise Doktor Hasan b. Fehd el-Hüveymil’dir. O, Doktor Hellânî ve Üstad Hasan el-Mâlikî’nin Abdullah b. Sebe hakkındaki kitaplarına ilişkin değerlendirmelerde bulunur ve şöyle der: “Bu şahsiyetlerin ilki İbn Sebe’nin gerçekten yaşamış tarihî bir şahsiyet olmadığı ve dolayısıyla Osman’a karşı girişilen isyan hareketinde herhangi bir rol oynayamayacağı görüşünde iken, ikincisi de mezkûr isyanlarda herhangi bir rolünün olmadığı görüşündedir.”

O şöyle devam eder:

“Bu iki şahsın yazdıklarına ve bu alandaki gayretlerine vâkıf olmakla birlikte, ortaya koydukları görüşleri benimseyemiyorum. Zira Abdullah b. Sebe’nin varlığının inkârı, Şeyhülislam İbn Teymiyye, İbn Hacer, Zehebî gibi büyük âlimlerimizin büyük kültürel miraslarının ve kitaplarının içinin boşaltılmasıyla sonuçlanacaktır. İbn Sebe akidevî bir mezhebin kurucusudur ve varlığı kabul edilmezse kuşkusuz birçok binamızı sarsacak bir deprem ile karşı karşıya kalırız.[18]

Doktor Hüveymil “İbn Sebe akidevî bir mezhebin kurucusudur…” diyerek Resûlullah’ın İmam Ali’ye yönelik vasiyeti itikadı üzerine kurulu olan Şia’yı kastediyor. Ancak bunu açıkça dile getirmek istememiştir.

Ben Üstad Ahmed el-Kâtib’e yönelerek şöyle diyorum: İlmî araştırma iddiasında bulunan bir şahıs, belirli bir konuyla doğrudan bağlantılı olan diğer konuları ihmal etmemelidir. Abdullah b. Sebe çerçevesindeki konular yaklaşık yüz yıldır, bu şahsiyetin varlığını kabul veya inkâr eden Oryantalistler, Şiî ve Sünnî araştırmacılar tarafından ele alınmaktadır. Üstad Ahmed el-Kâtib ise bunların hepsini göz ardı ederek şöyle demektedir:

“Bu konuda Abdullah b. Sebe’in gerçek veya uydurma bir şahsiyet olması arasında bir fark yoktur. Şiî tarihçiler, Şia’nın siyasal düşüncesindeki ilk dönüşümün ortaya çıkışını, Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) İmam Ali’ye yaptığı vasiyete –bu vasiyet sahihtir, ancak manevî ve kişisel bir vasiyet olduğu da açıkça ortadadır- siyasî birtakım anlamlar yüklenmesi şeklinde açıklamaktadırlar… Vesayet görüşü, İmam Ali (a.s.) döneminde, Şia içerisinde yalnızca küçük bir topluluk tarafından kabul edilmekle sınırlı kalmasına, İmam’ın kendisinin bile bunu sert bir biçimde kınamasına ve kabul edenleri azarlamış olmasına rağmen, Muâviye’nin oğlu Yezîd’i kendisinden sonra başa geçirmesiyle yayılmak için çok uygun bir zemin bulmuştur… Keysâniyye Hareketine sızmıştır.”[19]

 

 

OTUZ İKİNCİ ŞÜPHE: NASS VE BİAT

 

Yazar şöyle diyor: “İmam Ali (a.s.) için sabit bir nass bulunsaydı O, Müslümanların biatına ihtiyaç duymazdı.

Ben derim ki: Nassın bu konudaki işlevi şerî hakkı tespit etmek içindir. Biatın rolü ise siyasî kudretin sağlanmasına yöneliktir.

 

ŞÜPHENİN METNİ

Yazar şöyle diyor:

İmam Ali (a.s.) şûrâ sistemine inanıyordu. Bunun yanında söz konusu hakkın öncelikle Muhacir ve Ensar’a mahsus olduğu kanaatini taşıyordu. Bunun içindir ki Osman’ın öldürülmesinden sonra kendisinin yönetime geçmesini isteyen isyancıların bu talebini ‘Bu sizin işiniz değil, bu iş Muhacirlerin ve Ensar’ın yetkisindedir. Onlar kimi seçerlerse o başkan olur’ diyerek reddetmiştir. Muhacirler ve Ensar kendisine gelip ‘Elini uzat da sana biat edelim!’ dediklerinde ise onları geri çevirmiş, onlar tekrar geldiğinde bir daha geri çevirmiştir. En son geldiklerinde ise onlara şöyle demiştir: “Beni bırakıp başkasını bulun! İyi bilin ki ben teklifinizi kabul edecek olursam, size kendi bildiğim üzere davranırım. Beni bırakırsanız ben de sizin gibi olurum, hatta belki de seçtiğiniz halifeye en iyi ben itaat ederim! Sizin için benim sizin veziriniz olmam, emiriniz olmamdan daha hayırlıdır.’

Sonra kalkıp Talha ve Zübeyr’e gitmiş, yönetimi üstlenmelerini teklif etmiştir. Onlara ‘İkinizden kim isterse ona biat ederim’ demiştir. Onlar ise ‘Hayır, insanlar senden daha çok memnun olur’ demişlerdir. Bunun üzerine ‘Eğer bende ısrarlıysanız, bana yapılacak biat, gizli ve Müslümanların rızası olmadan gerçekleşmeyecek. Ben Mescid’e giderim, bana biat etmek isteyen de gelir biat eder.’ demiştir.

Şayet nass ve tayin görüşü Müslümanlar arasında sabit olsaydı Hz. Ali’nin isyancıları geri çevirmesi, Muhacir ve Ensar’ın seçimini beklemesi caiz olmazdı. Ayrıca ‘Benim sizin için vezir olmam emiriniz olmamdan daha hayırlıdır’ demesi de caiz olmaz, Talha ve Zübeyr’e halifeliği teklif etmesinin ve Müslümanların kendisine biat etmelerini beklemesinin anlamı kalmazdı.[20]

Ben derim ki:

1- Üstad Ahmed el-Kâtib de nassı inkâr eden diğer zevat gibi hakkında nass bulunan kimseye yönelik bir akit olan biat ile şûrâyı birbirinden ayırt edememektedir. İlki ümmetten hayırlı ve seçkin bir grubun yerine getirmesiyle tamamlanmış olur ve bu biat sayesinde hâkim, hükmünü (hükümetini) icra eder ve cihadı yerine getirebilir. Şûrâ ise hakkında nass bulunmayan sahalarda hâkimin, ümmetin çoğunluğunun reyini temel almasıdır. Hz. Peygamber (a.s.) her ikisini de yerine getirmiştir. O’nun ardından da İmam Ali (a.s.) yerine getirmiştir. Ayrıca biat ve şûrâ nass ile çatışamaz. Gerçi hakkında nass bulunan şahsın karşısında başka bir şahsa biat edilerek onun hâkim atanması durumunda, biat ve şûrâ nass ile çatışmış olur. İmam Ali (a.s.) böyle bir inanca asla sahip değildir. Çünkü bu hakiki ve gerçek hükme aykırıdır. Hz. Resûlullah (s.a.a.) Allah’ın emriyle Ali’yi (a.s.) nass ile atamıştır.

2- İmam Ali (a.s.) kıyam edenlerin biatını başta kabul etmemişti. Çünkü bu kıyamcılar ilk merhalede biat ne şekilde gerçekleşirse gerçekleşsin hükümeti sahih kılacağını düşünmüşlerdi. İmam Ali (a.s.) onlara karşı sergilediği bu tutumuyla böyle bir biatın hükümet teşkil etmek için geçerli olmadığına dikkat çekti. Çünkü ilk merhaledeki hilafet veya cihad üzere biat, ilk Müslümanlardan olup iman ve cihadda öne geçenlerin fiiliyle gerçekleşir. O dönemde ise bu niteliği sahip olanlar Muhacirler ve Ensar idi. Bir diğer konu da yönetim konusundaki biatın gizli bir şekilde edilemeyeceğiydi. Biat insanların gözü önünde, Mescit’te ve onların rızası ile vuku bulmalıydı. Zalimlere karşı cihad için biat etmeye gelince, bu durum başlangıçta gizli olabilir. Nitekim Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) Ensar ile yaptığı İkinci Akabe Biatı gizlice gerçekleşmişti.

3- Hz. Peygamber’in (s.a.a.) İmam Ali’ye yönelik nassı O’na biat etmeyi vacip kıldığı gibi bu biatten kaçınmayı da haram kılmaktadır. İlk Müslümanlar ve cihad ehli İmam Ali’ye biat ettiğinde ve Ali (a.s.) de onların biatını kabul edince, bu biat diğer Müslümanlar üzerinde başka bir vaciplik ve haramlık doğurur. Bu konu, müminlerin yoluna uymanın vücubu ve biatını bozanlara karşı çıkmanın gerekliliğidir. Bu hükmün sonucu olarak da bu biatı reddedenler ve biatını bozanlarla çarpışmak vacip olmuştur. Nitekim İmam Ali (a.s.), biatlarını bozmaları yüzünden Cemel ehli ile ve biatı reddettikleri için de Sıffîn ehliyle savaşmıştır.

Bu açıklamaların ışığında şu husus vuzuha kavuşuyor: İmam Ali’nin (a.s.), Talha ve Zübeyr karşısında biat konusunu kanıt olarak kullanmasının ve onlardan ahitlerine vefa göstermelerini istemesinin sebebi buydu. Ahde vefa vaciptir ve bu ahdi kendi özgür iradeleriyle vermişlerdi.

Ayrıca İmam Ali’nin Muâviye’den talebinin gerekçesi de anlaşılıyor. Şöyle ki İmam, ondan Müslümanların girdikleri yola girmelerini talep etmiştir. İmam hükümetini kurmak için ondan biat talep etmiş değildir. İmam (a.s.) ona gönderdiği mektupta şöyle buyurmaktadır: 

فادخل فيما دخل فيه المسلمون ثم حاكم القوم اليَّ احملك واياهم على كتاب الله

Müslümanların girdiği yola sen de gir. Sen önce itaate gel sonra o insanları bana şikâyet et. Ben de seni ve onları Allah’ın Kitabına havale edeceğim.

ان بيعتي بالمدينة لزمتك وانت بالشام

Medîne’de bana biat edilmesi, Şam’daki seni de bağlar.[21]

4- İmam Ali’ye (a.s.) ve Fâtıma’nın zürriyetinden on bir kişiye yönelik nassın varlığı, yönetim ve cihad için her biatı, ne şekilde olursa olsun kabul etmelerinin zorunluluğu anlamına gelmemektedir. Harekete geçmeleri için uygun zaman ve zeminin oluştuğuna yönelik takdirde bulunmaları gereklidir. Osman’ın öldürülmesinden sonraki özel durumda İmam Ali de bu şartların tamamının gerçekleşmesine ihtiyaç duymaktaydı.

İmam’ın “لا تفعلوا فاني اكون وزيرا خير من ان اكون اميراً /Benim size vezir olmam, sizin için emir olmamdan daha hayırlıdır.” sözüne gelince bu kesinlikle uydurmadır ve râvîler tarafından İmam’ın (a.s.) kavli arasına yerleştirilmiştir. Çünkü İmam Ali (a.s.) kendisinden önceki Üç Halife’nin de veziri değildi. Gerçi Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) veziriydi ve bu vezirliği Hz. Hârûn’un, Hz. Mûsâ’ya vezirliğine benzemektedir. Zaten Hz. Peygamber (s.a.a.) de Ali’ye (a.s.) buyurduğu “أما ترضى ان تكون مني بمنزلة هارون من موسى إلا انه لا نبي بعدى / Senin bana olan konumun Hârûn'un Mûsâ’ya olan konumu gibidir; ancak benden sonra peygamber yoktur![22] hadisinde bu benzerliği açıkça dile getirmiştir. Kur’ân da Hz. Harun’un Hz. Musa’nın veziri olduğunu, risâlet konusunda ona ortak olduğunu açıkça belirtmiştir. Hz. Muhammed (s.a.a.) ile nübüvvetin son bulması sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.a.), Ali’nin (a.s.) vezir olmakla birlikte nebi olmadığını vurgulamıştır.

5- Yazarın kanıt olarak kullanmak istediği “Sonra kalkıp Talha ve Zübeyr’e gitmiş, yönetimi üstlenmelerini teklif etmiştir. Onlara ‘İkinizden kim isterse ona biat ederim’ demiştir” şeklindeki rivayete gelince, bu nakil de sahih değildir ve İmam’ın (a.s.) “متى اعترض الريب في مع الأول منهم حتى صرت اقرن إلى هذه النظائر /Benim hakkımda birincisiyle ne zaman şüphe hâsıl oldu ki bu tür kimselere denk tutuldum ben!” sözleriyle çelişmektedir. İmam “nazâir” (benzerler) lafzı ile Osman, Sa’d, Talha, Zübeyr ve Abdurrahmân b. Avf’ı kastetmektedir. İmam’ın, bunlarla denk tutulmasını dahi kabul etmezken aralarından birisine biat teklif etmesi nasıl beklenebilir ki?

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

Medya Şafak

 

 



[1] et-Tatavvur, s. 25.

[2] Bkz. Şübühât ve Rudûd, s. 25

[3] Bkz. İhtiyârü Marifeti’r-Ricâl, 170, 171, 173, 174. rivayet ve 549. rivayetin bir bölümü.

[4] İhtiyârü Marifeti’r-Ricâl,  c. 1, s. 324, tashih ve talik: Seyyid Mehdî er-Recâî. Ayrıca bkz. s. 108, talik: Hasan el-Mustafavî.

[5] Buraya kadar sunulan bilgilerle Nevbahtî’nin Fırakü’ş-Şia adlı eserinde Sebeiyye fırkası hakkındaki açıklamaları son buldu.

[6] Eşarî, el-Makalât ve’l-Fırak, s. 19-21

[7] A.g.e., s. 7-10.

[8] Târîhü’t-Taberî, c. 4, s. 340; Seyf b. Ömer, Kitabü’r-Ridde ve’l-Futûh, c. 2, s. 139, thk. Samerrâî.

[9] Târîhü Dımaşk, c. 7-9, 629.

[10] İbn Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c. 4, s. 24.

[11] İbn Asâkir, Târîhü Dımaşk, c. 29, s. 7-9.

[12] el-Beyân ve’t-Tebyîn, c. 3, s. 46.

[13] Tarîhü Bağdâd, c. 8, s. 488

[14] Kadı Abdülcebbâr, Fadâilü’l-İtizâl ve Tabakâtü’l-Mutezile, s. 143.

[15] Bkz. c. 1, s. 11, 3-6; c. 8, s. 251. Bu son yerde o şöyle demektedir: “İlim ehli İmâmiyye Şiası’ndaki nass görüşünün ilk kez Hulefa-i Raşidin döneminin sonlarında ortaya atıldığını iyi bilir. Bu iftirayı ortaya atan kişi Abdullah b. Sebe’dir.” Ayrıca bkz. c. 9, s. 479.

[16] Suudî Arabistan’da çıkan el-Müslimun adlı gazete, sayı: 654, 12/Rebiülevvel/1416, Cuma.

[17] Abdullah b. Sebe ve Eseruhu fi Ahdâsi’l-Fitneti fi-Sadri’l-İslam, s. 232.

[18] “Cerîdetü’r-Rıyad”, sayı: 4, Yıl 1418.

[19] Tatavvur, s. 25.

[20] Tatavvur, s. 14-15.

[21] Nehcü’l-Belâğa, altıncı mektup.

[22] Sahihü’l-Buharî, c. 2, s. 200, Bâbu Menâkıb Ali b. Ebî Talib; Sahihü Müslim, c. 7, s. 120, Bâbu Fedâili Ali. Bu hadisi Tirmizî, Tayalisî, İbn Mace ve Müsnedü Ahmed b. Hanbel de rivayet etmiştir.