İbrahimi Dinani: Farabi Dersleri (1): Felsefe filozofun diline gelir (filozofun dilinde cari olur)

İbrahimi Dinani: Farabi Dersleri (1): Felsefe filozofun diline gelir (filozofun dilinde cari olur)
Fârâbî’nin Uyûnu’l-Mesâil’ini okuyan William James, “Ben bu kitaba gelecekte de erişebilmeliyim” demiştir. James, psikoloji (ilmu’n-nefs) alanında oldukça yetkinleştiğinden, ruhun mertebelerinin ele alındığı bu kitap hakkında az önce aktardığım cümleyi söylemiştir. Ki Fârâbî bunu hicrî III. yüzyılda yazmıştır.

 

Felsefe Filozofun Diline Gelir (Filozofun Diliyle/Dilinde Cari Olur)

 

[Videonun bulunduğu tüm kaynaklarda (Youtube, www.philosophyar.net) programın giriş kısmı/ilk dakikaları kesilmiş bir haldeydi. Bu nedenle çeviriler kesilmiş videonun ilk dakikasından başlatılmıştır].

 

Lârîcânî: …Bu bağlamda sizin Fârâbî hakkındaki genel görüşünüzü de bilmek istiyoruz.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Sizin de belirttiğiniz gibi, hiç kuşkusuz Fârâbî büyük bir filozoftur. O, hicrî III. yüzyıldan hicrî IV. yüzyıla kadarki zaman diliminde yaşamıştır. Fârâbî’nin İslâm dünyasının ilk ve en büyük filozofu olduğunu söyleyebilmek mümkündür. Ben Fârâbî’nin İbn Sînâ’dan daha büyük olduğunu söylemek istemiyorum. Ancak [kronolojik bakımdan] İbn Sînâ’dan daha önce geldiği için, bizim Fârâbî’den önce, Fârâbî’nin dengi olabilecek bir filozofumuz yoktur demek istiyorum. Örneğin Kindî, bendenize göre bir mütekellim ve mütefekkir idi; ancak bir Fârâbî’nin konumunda değildir [onun makamına ulaşamamıştır]. Yani İslâm dünyasındaki ilk büyük filozofun hiç kuşkusuz Ebû Nasr Fârâbî olduğunu söyleyebiliriz. Konuşmanızda da işaret ettiğiniz gibi; onun doğum yeri, soyadından da anlaşılacağı üzere Fârâb şehri olabilir. Ancak Fârâb şehrinin nerede olduğu konusunda ihtilâf var. Örneğin hâlihazırda devlet üniversitesinin adı da El-Fârâbî Üniversitesi olan Kazakistan’daki Fârâb şehri midir yoksa bu isimde bir şehri olan İran mıdır, bu konuda bir görüş ayrılığı söz konusudur. Bizler ise bu ihtilaflara değinmeyeceğiz. Neticede neresi olursa olsun, orası bir İslâm diyarıydı. İran’ın sınırları da ta bu noktalara kadar uzanmakta ve Maveraünnehir’in tamamını kapsamaktaydı. İran toprakları hicrî III. asırda oldukça genişti.

Lârîcânî: İslâm’ın tüm diyarları Fârâbî’nin memleketidir.

Dînânî: Gerçekten de öyle. Fakat burada söylemek istediğim şey şudur: Bunları söylerken amacımız, onları sınıflandırmak ve kavmiyetçi söylemlerde bulunmak değildir. Diğerlerinin bizim düşünürlerimizi sahiplendikleri bir gerçektir. Örneğin Araplar, tüm düşünürlerin Arap olduğunu söylerler. Oysa bunların ekseriyeti İranlı idi. Her halükârda vurgulamak istediğim şey, Fârâbî’nin Arap diline vukûfiyetinde tereddüt edilemeyeceğidir. Soğdca konuştuğu ve bu dili bildiği söylenmektedir. Soğdca, Antik İran dillerinden biridir. Onun eserlerinde Türkçe sözcüklere hiç rastlamadım. Bazen de Farsça konuşmuştur. Nihayetinde Farsça bilmekteydi; aynı zamanda Arapçaya da vakıftı ve Soğdca da konuşmaktaydı. Biz bu meselelere genel hatlarıyla değinip geçeceğiz. Onun üstatları da Hıristiyan idiler. Sizin bu konuda işaret ettiğiniz şey doğrudur. O dönemde felsefeye pek bir rağbet yoktu. Hicrî III. yüzyılda henüz bu konulara yeni yeni girilmekteydi. Bu nedenle onun üstatlarının çoğu Hıristiyandı. Ancak Fârâbî’nin, kendi üstatlarından da daha üstün olduğundan şüphe edilemez. Öğrencinin, öğretmeni geçmesi çok az kişinin başına gelebilecek bir şeydir. Meselâ İbn Sînâ, Abdullah Nâtıkî’den ders almıştır. Ancak Abdullah Nâtıkî nerede, İbn Sînâ nerede? Yüzbinlerce Abdullah Nâtıkî, İbn Sînâ’nın topuğuna dahi erişemez. Öğrenci, öğretmenini işte böyle aşar. Molla Sadrâ da Mîr Dâmâd’ın talebesi idi. Ancak Molla Sadrâ’nın felsefedeki büyüklüğünün, Mîr Dâmâd’dan çok daha fazla olduğu hususunda bir kuşkunuz olmasın. Aynı şekilde Fârâbî… Onun fikrî azameti, çoğunluğu Hıristiyan olan üstatlarıyla mukayese edilecek gibi değildir. Kesin olarak söyleyebileceğimiz şey, Fârâbî’nin dünyanın en büyük filozoflarından biri olduğudur. O, büyük bir filozoftur ve İslâm dünyasının ilk filozofudur. Yani bizim, İslâm dünyasında Fârâbî’den önce onun azametinde hiçbir filozofumuz yoktur. Burada bazılarının bize şunları söylemesi mümkündür – ki nice vakitler bunlar kulağıma gelmektedir – “Bizim bin yüz veya bin iki yüz yıl öncesine gidip, Fârâbî’den söz etmemizin ne faydası var?” Bazı yüzeysel dindarların, bunları dillendirdiklerini duyuyoruz.

Bakınız Sayın Lârîcânî! Eğer bizler her bir filozofla aynı dili konuşmayı başarabilirsek, yalnızca bir Müslüman ve Müslüman bir filozof olarak bilinen Fârâbî’yi değil, diğer filozofları da – Aristoteles, Platon, Herakleitos, Parmenides – anlarız. Geçmişteki herhangi bir filozofla aynı dili konuştuğumuzda onu “şimdi”nin diline taşımış oluruz. Yani onunla şimdide/bugünde konuşmuş oluruz. Eğer ben Sokrates ile, Platon ile aynı dili konuşabilirsem gerçekte onlarla “şimdi”de konuşmuş olurum. İnsanlar bunu anlayamıyorlar.

Lârîcânî: Onlarla konuşabilmek belli bir zamana özgü değildir.

Dînânî: Evet. Eğer siz ve ben Fârâbî hakkında konuşuyorsak; bu, Fârâbî’nin burada bizimle oturması ve bizlerin de onunla bugünün diliyle konuşması demektir. Ben bin üç yüz yıl öncesine dönemem; ancak o zamanın düşüncesine geri dönebilirim. Çünkü düşüncenin zamanı ve mekânı yoktur. Özellikle de felsefî düşüncenin… Benim burada felsefî düşünceyi açıklamam gerekir: Felsefî düşünce, varlık/vücûd fikridir. Bu konuya girdiğimizde, gerçekte filozofun felsefeyi meydana getirdiğini değil, felsefenin filozofun diliyle konuştuğunu görürüz. İnsanların bu ince noktayı anlamaları gerekir. Felsefe filozofun diline gelir, filozof felsefeyi keşfetmez. Peki niçin? Çünkü felsefe, varlığın dilidir.

Lârîcânî: Yaratılışın bir söylemidir.

Dînânî: Bizatihi varlığın dilidir. Hatta yaratılıştan da fazlasıdır. Yaratılış, varlığın tecellisidir. Eğer bir kimsenin filozofun dilinden yana [dilini anlamaktan ya da onunla aynı dili konuşabilmekten yana] bir nasibi ve bunu anlamaya dair bir istidadı var ise, bu kimse varlığın o filozofun diliyle konuştuğunu görecektir. Varlık Sokrates’in, Platon’un, Aristoteles’in, Fârâbî’nin ve İbn Sînâ’nın vd. dilinden/diliyle konuşmuştur. Dolayısıyla varlığın dili eskimez ki… Binlerce yıl geçtiği halde niçin eskimediğini sorabilirsiniz. Mesela filozoflar arasında birtakım ihtilaflar mevcuttur, öyle değil mi? Bazıları bu ihtilafların niçin meydana geldiğini sormaktadırlar. Hatta felsefeye yöneltilen eleştirilerden biri de budur: “Hakikate ulaşan filozoflar arasında niçin ihtilaflar mevcuttur? Eğer onlar hakikate eriştiyse, dilleri varlığın diliyse ve gerçeği keşfetmişseler o halde niçin birbirleriyle ihtilaf halindedirler?” Bu kimseler, eğer ihtilaf olmasaydı hiçbir şeyin olamayacağını bilmemektedirler. Aslında kültürün özü/temeli, ihtilaftır ve varlığın tek bir dili yoktur. Varlığın dili her lahza konuşmaktadır ve her an varlığın dilidir. Aynı zamanda bu kimseler zamanın neyi gerektirdiğine hiç dikkat etmemektedirler. Zamanın kendisi de varlığın bir akışı/cereyanıdır. Zaman, varlıktan ayrı değildir. Zaman, varlığın zuhurudur. Dolayısıyla felsefenin tek bir sözü vardır; fakat o, binlerce dilde konuşmaktadır. Felsefe tek bir hakikattir; ancak diller, asırların gerektirdiğince birbirlerinden farklıdırlar. O halde bizler, Fârâbî’ye döndüğümüzde, onunla zamanın diliyle konuşuruz. O da yanımızda hâzır bulunur ve bizimle, zamanımızın diliyle konuşur. Düşüncelerinin bir zerresi dahi eskimemiştir. Birazdan yavaş yavaş bu konuya girecek ve felsefenin dilinde eskimek/eskilik diye bir şeyin olmadığını göreceğiz. Sözü edilen ihtilaf ise dostane ve sevgiye dayalı bir ihtilaftır; yani tek renklilik ve tekrar değildir. Zira hakikatin farklı tezahürleri vardır. Dünyadaki tüm filozoflar – bu söyleyeceğim yeni bir şeydir; aslında yeni değildir, sadece bazıları buna çok dikkat etmemiştir – dünyanın hangi noktasında olurlarsa olsunlar hem mekânsal açıdan - bu işin Doğulusu, Batılısı yoktur – hem de zamansal açıdan birbirleriyle hemşeridirler/yurttaştırlar. Tüm filozoflar aynı vatandandırlar ve birbirleriyle konuşmaktadırlar. Bizler bugün hem Aristoteles ile hem Fârâbî ile hem Sokrates ile ve hem de İbn Sînâ ile konuşabiliriz. Onlar şimdide de hazırdırlar ve bizimle konuşmaktadırlar.

Bakınız, bilim tarihi ile felsefe tarihi birbirinden farklıdır. Bilimciliğe müptelâ olmuş kimseler bu hususa pek dikkat etmiyorlar. Bu sözlerimizle, bizlerin bilime muhalif olduğumuz sonucunun çıkarılmamasını ümit ediyoruz. Zira bizler hiçbir zaman bilime muhalefet etmedik; bilakis biz bilim taraftarıyız. Bir bilim tarihi vardır, bir de felsefe tarihi… Siz bilim tarihine müracaat ettiğinizde, geçmiş bilimsel teorileri geride bırakırsınız ve artık bunları referans almazsınız. Örneğin; astronomide Batlamyus’un teorileri oldukça yaygındı. Ancak Galileo ve Kepler ile birlikte artık Batlamyus’a bir yer kalmamıştır. Aristoteles’in fiziği ve bugünün quantum fiziği... Bunların birbirlerinden ne kadar farklı olduğu gayet açıktır. Bilim tarihine müracaat eden kimse artık bunları geride bırakır ve şimdiye bakar. Bu, bilimin geleceğe dönük olduğunu ve artık geçmişe bakmak istemediğini gösterir. Eğer bakacak olursa da her halükârda bunu geçmişte bırakır. Günümüz tıbbının, Galenus’un tıbbıyla pek de bir ilgisi kalmamıştır. Tıp bunları gerilerde bırakmış ve artık yeni şeylerden söz etmeye başlamıştır. Fakat felsefe böyle değildir. Bizim felsefede de [tıpkı bilimde olduğu gibi] yeni şeyler söyleyebildiğimiz doğrudur; fakat biz daima geçmiştekilerle konuşuruz. Bizler bugün Sokrates ile konuşuruz, Fârâbî’yi konuşuruz…

Lârîcânî: Onların hemşeri/yurttaş (hemvatan) değil, yurtsuz (bî-vatan) olduğunu söylememiz daha doğru olacaktır.

Dînânî: Evet, aynen öyle. Onların yurtsuz olmaları, kelimenin olumsuz anlamıyla yurtsuz olmak değildir. Yani onların bir mekâna bağlılıklarının olmadığı ve her yerin onların vatanı olduğu anlamındadır. Benim burada söylediklerim, bize yöneltilebilecek muhtemel bir eleştiriye cevap niteliğindedir. Dolayısıyla bizlere niçin Fârâbî hakkında konuştuğumuz sorulmamalı. Bizim Fârâbî’ye dönme ve binlerce yıl sonrasında dahi onunla ilgili konuşma hakkımız vardır. Dünya, yaklaşık iki bin beş yüz yıl sonrasında bile hâlâ Aristoteles hakkında konuşmaya devam etmektedir ve binlerce yıl sonrasında da konuşmaya devam edebilir. Filozofun sözü eskimez; o yeniden yorumlanmakta ve yeniden açıklanmaktadır, başka lafızlarla ifade edilmektedir.

Lârîcânî: Ben de sizin açıklamalarınızı teyit bâbında şunu aktarmak istiyorum: Fârâbî’nin Uyûnu’l-Mesâil’ini okuyan William James, “Ben bu kitaba gelecekte de erişebilmeliyim” demiştir. James, psikoloji (ilmu’n-nefs) alanında oldukça yetkinleştiğinden, ruhun mertebelerinin ele alındığı bu kitap hakkında az önce aktardığım cümleyi söylemiştir. Ki Fârâbî bunu hicrî III. yüzyılda yazmıştır.

Dînânî: O, 1200-1300 yıl öncesinden, bugünün problemlerini bilir gibi konuşmuştur. Elbette bugün yaşıyor olsaydı, Fârâbî’nin başka bir şekilde konuşacağından hiç kuşkum olmayacaktır. Ancak bu, onun sözünün eskidiği anlamında değildir. Her ne kadar, bugün yaşasa farklı bir şekilde konuşacak olsa dahi… Felsefe varlığın dilidir ve her çağın diliyle konuşur.

Lârîcânî: Çok ilginçti, üstat. Corci Zeydan, İslâm Uygarlıkları Tarihi adlı eserinde, Bağdat’ın hicrî III. ve IV. yüzyıllarda dünyanın kültür başkenti olduğunu yazmıştır. Bu çok ilginç bir husus.

Dînânî: Hiç kuşkusuz ki öyleydi.

Lârîcânî: Bağdat, fikir alışverişlerinin, filozofların, âlimlerin ve düşünürlerin giriş ve çıkış merkezi/uğrak noktasıydı. Bu bir şehir için ne kadar parlak bir tarih! Ve Fârâbî gibi bir şahsiyet de bu fırsatlardan olabilecek en iyi şekilde istifade etmiştir. Çok güzel bir noktaydı.

Üstat, Fârâbî hakkındaki bir diğer durum da bazılarının, o tercüme çağında Aristoteles’in, Platon’un ve diğer Yunan filozoflarının eserlerini İslâm dünyasına dâhil etme konusunda ihtimam gösteren kişinin Fârâbî olduğunu söylemesidir. Bu nedenle o dönemde, Yunanca metinlerin Arapçaya çevrilmesi dine ve diyanete zarar verdiği gerekçesiyle birçokları tarafından eleştirilmiştir. İşte burada Fârâbî, Aristoteles’i ve Platon’u oldukça cesur bir şekilde müdafaa etmiş ve Tahsîlu’s-Saâde adlı kitabında Aristoteles ve Platon’un iki müteellih filozof (hakîm) olduklarını belirtmiştir. Ben bunu çok az kişiden duydum. İkinci olarak bizler, onları taklit etmiyoruz; bilakis onlar vasıtasıyla harekete geçiriyoruz. Bakınız, ne kadar da güzel bir nokta.

Dînânî: Sizin de belirttiğiniz gibidir; bu söylediklerinizin en iyi kanıtı Fârâbî’nin hem Platon’un hem de Aristoteles’in düşüncelerine tamamen aşina olmasıdır. Ancak daha sonraları da değineceğimiz üzere, İbn Sînâ’nın Platon’a pek bir ilgisi yoktu; o daha çok Aristoteles’i benimsemiştir. Fakat Fârâbî her ikisini de tasvip etmiş ve [bu konuyla ilgili olarak] el-Cem‘u beyne Re’yeyi’l-Hakîmeyn (İki Filozofun Görüşlerinin Birleştirilmesi-Uzlaştırılması) adlı kıymetli bir kitap kaleme almıştır. Bu, Fârâbî’nin kitaplarından biridir. Aristoteles ve Platon arasında taklit diye bir şey söz konusu değildi. Yalnızca bir öğretmen ve öğrenci ilişkisi vardı; Aristoteles, Platon’un Platon da Sokrates’in öğrencisiydi. Ancak Aristoteles ile Platon arasında düşünce bakımından pek çok farklılık bulunmaktadır. Bir öğrencinin, bir öğretmenden ders alıp, daha sonra öğretmeninden farklı düşüncelere sahip olması gayet doğal bir durumdur. Bu gibi şeyler hem İslâm’da hem de İran’da yaşanmıştır ve Antik Yunan’da da meydana gelmiştir. Aristoteles’in düşünceleri, Platon’un öğrencisi olmasına rağmen onun düşüncelerinden tamamen farklıdır. Bazıları bunun bir çelişki olduğunu ve bu düşüncelerin birbiriyle uyuşmadığını iddia etmektedir. Büyük düşünür Fârâbî, her ikisinin de müteellih olmaları hasebiyle – ki Platon hiç kuşkusuz müteellih/inançlı idi ve Tanrı’ya inanan bir filozoftu- Aristoteles’in de Tanrı’ya inanan, müteellih bir kimse olduğunu düşünmekteydi. Onların yalnızca izledikleri yollar ve hakikati tanıma biçimleri farklıdır. O bu kitapta her iki filozofun da görüşlerini bir araya getirmiş ve gerçekte bunların birbirleriyle çelişmediklerini göstermek istemiştir. Bu çelişki, yalnızca görünürdedir. Zira eğer güzel bir şekilde bakarlarsa her ikisi de tek bir yoldan aynı neticeye ulaşırlar. Bu, oldukça önemli bir kitaptır.

Lârîcânî: Hikmetin toplandığı kitaptır.

Dînânî: Tabii ki öyle. O, nihayetinde iki filozofun görüşlerinin derlendiği bir kitaptır. Örneğin bu eserde, Aristoteles’in söylediği şey, gerçekte Platon’un söylediği şu söze muhalif değildir, denmek isteniyor. Yalnızca zahirde bir çelişki var gibi görünmektedir. Ancak dikkatlice bakarsak, bunların her ikisi de birdir. Ve sizin de işaret ettiğiniz gibi, Fârâbî’nin düşüncesinde her ikisi de müteellih bir hakîmdir, Tanrı’ya inanırlar ve Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-Vücûd) konusuna derin bir şekilde vâkıftırlar. Aynı zamanda bu konuda oldukça güzel ve kıymetli deliller de sunmuşlardır. Bu, Fârâbî’nin görüşüdür ve doğrudur da.

Lârîcânî: O, bu kitabın bir bölümünü, “taklit ve tahkik” konusuna ayırmıştır. Bana göre felsefe, irfân ya da herhangi bir ilmî sahaya adım atıp araştırma yapmak isteyen herkes bu bölümü okumalıdır. O, edebe riayet etmek ve Aristoteles ile Platon’a tamamen saygı duymakla birlikte, bir anlamda onların zayıf noktalarını ve eksikliklerini de göstermektedir. Bu oldukça güzel bir tutum. O aynı zamanda taklidi oldukça zararlı bilmektedir.

Dînânî: Tabii ki de böyle olmalı. Sizin bu açıklamanızla bile birtakım ithamları ve eleştirileri izale etmek mümkündür. Çünkü felsefeye muhalif olan bazı kimseler, felsefenin Yunanlara ait olduğunu ve onlardan alındığını söylemektedirler. Bu oldukça alâkasız bir söylemdir. Evet, onlardan aldıkları doğrudur ve bizim herkesten de almamız gerekir. [Felsefe gerçekte hiçbir yere ait değildir], bu programda daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi felsefî ve kültürel meselelerde [aslında belli bir medeniyete, kültüre ve millete ait olmak gibi bir durum söz konusu değildir] ve felsefe bir tarihtir. O, varlığın dili olduğundan, tarihle anlaşılmalıdır. Bir kimse sadece felsefe kitaplarını okuyarak ve felsefe tarihini es geçerek filozof olamaz. Böyle biri felsefenin ruhunu değil, yalnızca cismini okumuş ve birtakım terimleri öğrenmekle kalmıştır. Felsefenin tarihte/tarihle okunması gerekir. Çünkü o, varlığın dilidir. Dolayısıyla filozoflarımız, Yunan filozoflarını okumak konusunda haklıydılar ve okudular da. Ne mutlu onlara ki, okudular! Fakat bizim filozoflarımız, özellikle de Fârâbî, İbn Sînâ ve şimdiye kadar gelip geçen diğer büyük düşünürlerimiz kesinlikle mukallit değillerdi. Aslında taklit, felsefe de sayılmaz. Felsefede taklit diye bir şey söz konusu olamaz. Bu bakımdan bizim düşünürlerimiz her şeyi çok iyi anlamışlar ve bazı şeyleri de güzel bir şekilde eleştirmişlerdir. Fârâbî ve İbn Sînâ, Aristoteles’i ve hatta Platon’u dahi aşmıştır. Tasvip etmedikleri bir düşünceyle karşılaştıklarında, onu terk etmişler, hatta eleştirmişlerdir. Onlar Aristoteles’i ve Platon’u bile geçmiştir. Eğer İbn Sînâ ve Fârâbî, onlardan daha üstün değilse bile, - ki ben ikisini bazı konularda onlardan da daha üstün bulmaktayım – en azından kelimenin tam anlamıyla İslâm’ın Aristoteles’i ve Platon’larıdırlar. Dolayısıyla felsefede taklit yoktur. Esasında düşüncesi olmayan bir kimsenin vakti de yoktur. Bazıları, düşüncenin vakitle bir ilgisinin olmadığını sanır. Oysa vakit, tefekküründür [tefekkür, vakti gerektirir]. Düşüncesi olmayan insanın vakti olmadığı gibi, aynı zamanda bir âlemi de/dünyası da yoktur. Âlem ve vakit, tefekküre aittir. Düşünce olmazsa hiçbir şey olmaz ki… Ânın neticesiz tekrarları oluverir sadece… Bakınız, içinde bulunduğumuz an, sonsuza dek tekrarlanır durur. Eğer bir kimse tefekkür etmezse, bu tekrarlar birer sonuçsuzluk [demek] olacaktır. Filozof olmayan bir kimse için zaman, sonuçsuz tekrarlardan ibarettir. Vakti, âlemi ve netice itibariyle tarihi olan ve tarihi anlayan kimse, sadece düşünen/mütefekkir kimsedir.

Lârîcânî: Tıpkı Mevlâ Emîrü’l-Mü’minîn’in (a.s.) buyurduğu gibi, “Bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlıdır.

Dînânî: Bakınız, nasıl rivayetlerimiz var ve bunlar ne kadar da derin!

Lârîcânî: Evet, kesinlikle. Çok teşekkür ederim. Gerçekten çok ilginç açıklamalar yapıyorsunuz.

Üstat, siz Filozofun Yakarışı adlı kitabınızda çok ilgi çekici bir noktaya değinmişsiniz: Fârâbî bir diyalog filozofudur. Nitekim Aristoteles ve Platon’un fikirlerini birbiriyle karşılaştırmıştır. El-Cem‘u Beyne Re’yeyi’l-Hakîmeyn adlı kitapta da onlar adeta karşı karşıya oturmuş gibidirler. Sizin, filozofun zaman ve mekânının olmadığını ifade eden cümleniz, bu büyük düşünürlerin şahsiyetinde tecessüm etmiş gibidir. Ve Fârâbî çok kısa denilebilecek bir sürede onları kendi safına çekmiştir. Yani Aristoteles’i ve Platon’u kesinlikle taklit etmemiştir. Fârâbî’nin Aristoteles ve Platon’u bizzat eleştirmek yerine birbirinin karşısında konumlandırması [yani onları karşılaştırması], onların kuvvetli ve zayıf noktalarını sayması ve sonrasında kendi düşüncelerini beyan etmesi ne de güzel bir yöntem! Yani o, mezkûr kitapta, bir araştırmacının benimsemesi gereken yöntemi çok güzel bir şekilde ihya etmiş, uygulamıştır.

Dînânî: Eğer diyalektik düşünecek olursak, Platon’un tez, Aristoteles’in anti-tez ve Fârâbî’nin ise sentez olduğunu söylememiz mümkündür. Bakınız, bunları karşılaştıran, bunlar hakkında bir yargıda bulunan ve onların kuvvetli ve zayıf noktalarını ortaya çıkaran bir kimsenin, her ikisini de kuşatması ve onları aşmış olması gerekir. Aksi takdirde onun bir yargılama gücü olamaz. Dolayısıyla Fârâbî’de bir taklit boyutu söz konusu değildir. O bunları karşılaştırmış ve konuşturmuştur. Daha önce de belirttiğim gibi, hiçbir filozof geçmişe kayıtsız kalamaz. Felsefenin geçmişi, yalnızca bir geçmişten ibaret değildir. Felsefenin geçmişi bizimle adım adım ilerlemeye devam etmektedir. O, geçmiş olmaktan ziyade, bizim önümüzde yürümektedir, bizim ilerimizdedir. Düşünce eskimez. Dolayısıyla sizin de ifade ettiğiniz gibi Fârâbî el-Cem‘u Beyne Re’yeyi’l-Hakîmeyn adlı eserinde onları çok güzel bir şekilde mukayese etmiştir.

Felsefeye az çok aşina olan herkes, Platon’un mağarasını duymuştur. Bakınız, Fârâbî’nin bakış açısında bu mağara nasıl yorumlanıyor: Daha önce de bu programda defalarca sözünü ettiğimiz gibi, Platon’un mağara alegorisi şu şekildedir: O, karanlık bir mağarada doğup büyüyen ve kırk ilâ elli yaşlarına kadar hiçbir şekilde dışarıyı görmemiş bir kimseyi varsaymıştır. Diğer taraftan, bu mağaranın kapısında bir ateş yakılmış ve mağaradakiler, yüzleri mağaranın duvarlarına dönük bir şekilde durarak, ateşin ışığı sayesinde mağaranın kapısından geçenlerin duvara yansıyan gölgelerini müşahede etmiş ve bunları gerçek sanmıştır. Peki, Platon bu alegoriyle ne anlatmak istemişti? O, burada bir örnek vermiştir. Bunu bir açıklayayım; zira söyleyeceklerim Fârâbî’nin ifadelerinde de geçmektedir. Platon’un mağarası, tek bir yerdeki bir mağara değildir. Duyulara ve alışkanlıklara kapılan herkes, bu mağarada mahpustur. Bu mağara, oldukça geniştir, Sayın Lârîcânî! Bu, taklide müptelâ olan, duyularla algılananların [mahsûsât] ötesine geçemeyen ve yanlış âdetlerin kendilerinin elini kolunu bağladığı herkesin mağarasıdır. Müptezel alışkanlıklara esir olan ve duyuyu aşamayan kimseler, Platon’un mağarasındadırlar. Platon’un mağarası birkaç metrekarelik bir mekân/alan değildir; yeryüzünü baştan sona kaplamış olan bir mağaradır. O, vehimlerin ve pozitivizmin – özellikle dinsel pozitivizmin ve ondan daha kapsamlı olan günümüz pozitivizminin  - mağarasıdır. Duyu ve deneyin ötesine geçebilecek kudreti olmayan kimse, işte bu mağarada tutsaktır. O, her şeyi bir alegori olarak görür ve gerçekliği kavrayamaz. Platon’un bu büyük mağarasından, yalnızca deneyin ve duyunun ardında başka bir âlemin olduğuna inanan kimseler kurtulabilir. İnsana bir ömür ayak bağı olan bu âdetlerin ötesinde birtakım hakikatler vardır. Eğer insan kendisini âdetlerden özgürleştirebilir ve duyu ve deneyin ötesine geçebilirse mağaradan çıkmış/kurtulmuş olur. Yani tahkik ehli olmamız gerekiyor. İşte Fârâbî, bize bunu öğretiyor.

Lârîcânî: Mevlânâ’nın da tahkik ve taklit ile ilgili çok güzel ifadeleri var: Bir yolcu, bir grup hırsızın da bulunduğu bir kervansarayda konaklamış. Ancak bir süre sonra oradaki hırsızlar onun eşeğini kurban edip yemişler. Sarhoş oldukları sırada, “Eşek gitti, eşek gitti” demeye başlamışlar. Eşeği kurban edilen yolcu da onlarla beraber hatta onlardan da daha fazla raks etmeye başlamıştır.

“Eşek gitti, eşek gitti” diye tuttular usul,

Hepsine bir hararet olmuştu vâsıl

Ellerini çırpıp ayaklarını vurdular ve olmuştu seher vakti

Dilleri tekrar edip durdu: “Eşek gitti, eşek gitti”

Hırsızlardan biri, yolcuya, “Biz senin eşeğini yedik. Peki, sen niye bu kadar sevinçlisin ve böylesine raks ediyorsun? demiş. O da,

Yolcu “onların” dedi, “buydu sözleri”

Şevk içinde bana da güzel gelmişti

Onları taklit ederek ben de söyledim,

Lânet olsun ervâhına böyle taklidin”

Gerçekten, ne kadar da güzel!

Dînânî: Bu konuların hepsi hikemî ve felsefîdir. Filozoflarımız, şairlerimiz ve âriflerimiz… Kısacası büyüklerimiz bu gibi konuları ne kadar da güzel bir dille beyan etmişler! Bunlardan biri de az önce sizin nakletmiş olduğunuz bu Mesnevî hikâyesidir. Hatta bu konuda, herkesin bildiği bir Nasreddin Hoca kıssası da mevcuttur. Biri, bir yalan uyduruyor ve insanların bir yere gitmesini sağlıyor. Ve sonrasında kendi de onların ardından gidiyor. Ona, kendisinin bu yalanı uydurduğu halde niçin o gidenlerle birlikte gittiğini soruyorlar. O da, insanlar söylenenin peşinden gittiği için buna inandığını ve böylelikle onların ardından gittiğini söylüyor. Bu da insanın, meşhûrâtın tesirinde kaldığını göstermektedir. Bu, felsefî bir konudur. Nitekim insanların büyük bir çoğunluğu, daha çok meşhûrâtın etkisindedir. Şöhret bulan ve yaygınlık kazanan/revaç bulan şey, asıl olmaktadır. Oysa bir filozof meşhûrâtın tesiri altında mı olmalıdır yoksa bedihiyâtın mı?

Lârîcânî: Bedihiyâtın.

Dînânî: İnsanların çoğu, bedihiyât ile meşhurât arasında bir fark gözetmezler. Meşhûr olan şeyin aynı zamanda bedihî olduğunu sanmaktadırlar. Filozof her meşhurun bedihî olmadığını bilen kimsedir. Bedihî başka bir şeydir; o, aklın zarureti demektir ve onun karşısında hiçbir şey yapılamaz. Ancak pek çok insan, meşhûrâta aldanmakta ve yoldan sapmaktadırlar. Hem de öyle sapkınlıklar ki, bunlardan bir kurtuluş yolu da yoktur… Meşhur olan şey her ne ise, onu benimsemektedirler. Eğer Batı’da bir şey revaç bulursa - ki yalnızca Batı’da demek istemiyorum, Doğu’da da böyledir - bu, tüm insanları etkilemektedir. Bugün herhangi bir şey sinema yoluyla dahi şöhret bulsa, sanatın, kitleleri etkileme gücü nedeniyle söz konusu şey tüm insanları etkisi altına alır. Ben burada sanatı eleştirmek istemiyorum; zira sanat, kendi görevini icra etmektedir. Ancak filozof, meşhûrâta aldanmayan kimsedir. Filozof, hakikatlere meşhurât esasınca değil, bedihiyât ve aklî zaruretler esasınca bakar. Sizin okuduğunuz şiir de bu minvaldeydi. Eğer bizler Fârâbî ile aynı dili konuşmayı başarabilirsek, artık meşhûrâta aldanmaz, alışkanlıklara esir olmaz ve duyumsanan şeylerin [mahsûsât] mağarasında mahpus kalmayız. Çünkü duyunun da ötesinde birtakım hakikatlerin olduğunu biliriz.

Lârîcânî: Bizleri Yunan felsefesinin mukallitleri olarak görenlere bir cevap olarak el-Cem‘u Beyne Re’yeyi’l-Hakîmeyn adlı kitapta felsefeye araştırmacı bir sahada/düzlemde yön veren ilk şahsiyetin, felsefenin kurucusu unvanıyla Fârâbî olduğunu söylememiz gerekir. Bunlara sonraki programlarda da sırasıyla yer vereceğiz.

Sayın üstat, Fârâbî’nin özelliklerinden biri de, onun felsefe, mantık, tıp, astronomi, matematik ve hatta musikîde dahi yetkinleşmesidir. Fârâbî’den geriye kalan elli iki eserde onun gerçekten insanî ve İslâmî ilimlerimizin kaynağı olduğunu görmekteyiz. Gerçekten de insan, onun kitaplarını okuduğunda, bunların sanki yeni yazılmış olduğu düşüncesine kapılmaktadır. Onun felsefedeki hocalarının biliniyor olduğunu bir kenara bırakırsak, sözü edilen yenilikleri ve onun çok yönlü kişiliğini nasıl değerlendirirsiniz?

Dînânî: İşte bu nedenle Muallim-i Sânî (ikinci öğretmen) lakabı ve unvanı onun için oldukça uygundur. Aristoteles’e de Muallim-i Evvel (ilk öğretmen) demişlerdir. Bu öğretmenlik sıfatı, onların kendi zamanlarının ilimlerini bilmeleri ve bunları ihata etmeleri anlamındadır. Aristoteles’in durumu böyleydi. O, kendi zamanında fizik, biyoloji ve felsefe de dâhil olmak üzere her şeyi bilmekteydi. Fârâbî de sizin işaret ettiğiniz gibi kendi zamanındaki tüm ilimleri – matematik, astronomi, felsefe, fıkıh, tıp - bilmekteydi. Özellikle şu anda dahi onun musikî alanında bir kitabı hâlâ mevcuttur: el-Mûsiki’l-Kebîr. Kendisini “musikîşinâs” olarak adlandıranlar, bu kitabı bir okusunlar ve bu büyük düşünürün musikî alanında ne gibi maharetlerinin olduğunu bir görsünler. Elbette bizler musikîşinâs değiliz; sadece Fârâbî’nin kendi döneminde musikî alanında eşsiz olduğunu biliyoruz. Bu arada ben, sadece bestelemekle/musikî aletlerini çalmakla meşgul olmayıp, aynı zamanda tahkikler yapan ve musikî ilminde derinleşmiş olan musikîşinâslar da gördüm. Onlar mezkûr eseri okumuşlar ve bunun etkisinde kalarak, o büyük düşünürün muazzam bir kimse olduğunu itiraf etmişlerdir. İşte bu nedenle o, kendi zamanının tüm ilimlerini bildiği için “Muallim-i Sânî” lakabını almıştır. Ancak biz onun azametini diğer her alandan önce, felsefede görmekteyiz. Bu, bizim diğer ilimleri inkâr ettiğimiz anlamına gelmemelidir. Zira her ilmin hakkını vermek ve hakkını verenleri de takdir etmek gerekir. Ancak bu bilimler artık değişmiştir. Bilimler sürekli değişim halindedir. Daha önce de ifade ettiğim gibi; bilimin ilerleyişi, geçmiş meseleleri/problematikleri/teorileri geride bırakmak suretiyle gerçekleşir. Fârâbî’nin musikî alanındaki bilgilerinin henüz geride bırakılmamış olması mümkündür belki. Ancak fiziği, astronomisi ve matematiği terk edilmiş olabilir. Özellikle de günümüzde matematiğin daha da ilerlediği düşünüldüğünde... Ancak felsefe, geride bırakılabilecek bir şey değildir. Daha önce de belirttiğim gibi, felsefe varlığın (vücûdun), bilim ise var olanın (mevcûdun) dilidir. Bunların arasında bir fark vardır. Bizler bazen vücûdun bazen de mevcûdun dilini konuşuruz. Tüm problem, günümüz insanının – dünün insanı da buna dâhildir, ancak sözünü ettiğim durum daha çok günümüz insanı için geçerlidir – daha çok mevcûdu tanıyor olmasıdır; oysa vücûdu/varlığı tanıyanlar epey azdırlar. Dolayısıyla, Fârâbî’nin felsefî yönü de aynı şekilde güçlüdür. İlginç olan bir diğer şey de sizin işaret ettiğiniz yaklaşık elli eserin daha çok muhtasar bir şekilde yazılmış olmasıdır. Örneğin İbn Sînâ’nın hem mufassal (ayrıntılı) hem de muhtasar (özet) eserleri vardır – inşallah İbn Sînâ’ya ulaştığımızda bunları konuşuruz -. Ancak Fârâbî’den, günümüze ayrıntılı bir eser ulaşmamıştır. Onun eserleri yaklaşık olarak yüz, iki yüz veya en fazla üç yüz sayfadır. Galiba en kapsamlı eseri de Harfler Kitabı’dır (Kitâbu’l-Hurûf). Nitekim bu kitap da, geçen şu bin yıllık süreçte çok az okunmuştur. Fârâbî’nin şaşırtıcı/ilginç kitaplarından biridir Kitâbu’l-Hurûf. Ancak bazıları kitabın ismine bakarak, onun harfler hakkında olduğunu sanmıştır. Nihayetinde hurûf, harfin çoğuludur. Fakat o, dünya tarihi boyunca yazılmış en derin felsefî kitaplardan biridir. Bu çok muazzam bir kitap olup, nispeten ayrıntılıdır da. Ancak Şifâ ve benzeri kitaplara göre mufassal değildir. Fârâbî, icazlı ve muhtasar bir şekilde yazmayı alışkanlık edinmişti. Muhtasar ancak anlam yüklü; icazlı fakat muhtevalı… Ve daha sonraları bu eserlerden İbn Sînâ ve diğer filozoflar da istifade etmişlerdir.

Lârîcânî: Evet. Benim, onun musikîsiyle ilgili söyleyeceklerim var ve yeri gelmişken bir münasebetle bunları aktarmak istiyorum: O, tar çalmakta ve tarı tüm sazların temeli olarak görmekteydi. Gerçekten şu anda da bu böyle. Ancak bu tar ilminin kaynağını nereden aldığıyla ilgili olarak, bu konuda örümceğin ağlarından esinlendiğini söylemiştir. Ağının havaya asılı durduğu sırada örümceğin yukarı doğru tırmanmasıyla birlikte ellerini ve ayaklarını ağlara değdirerek hareket ettirmesi sonucu çıkan sesi duymuş ve bunu tara da uygulamıştır. Çok ilginç. Yani onun zevkî ve irfanî düşüncesinin kaynağına bir bakınız.

Dînânî: Fikrin zarafetine bir bakınız.

Lârîcânî: Bizim geleneksel müziğimizin irfânî bir kökeninin olması işte bu yüzdendir.

Dînânî: Gerçekten de öyle. Kur’ân-ı Kerîm’de de zikredildiği gibi örümcek ağı, evlerin en zayıfı/dayanıksızıdır.[1] Elinizi değdirseniz yıkılır gider. Buna hiçbir şüphe yok. Ancak zayıflığın bu nihaî noktasında bile nasıl da bir düzen ve ahenk var! Ve Fârâbî bu meseleye nasıl da dikkat etmiş! O, dünyanın en zayıf şeyidir. Elinizi değdirseniz yıkılacağı doğrudur. Ancak bu zayıflığın son noktasında bile aynı zamanda nihaî bir kuvvete sahiptir.

Burada felsefî konular konuştuğumuz için, ben de bunu felsefî bir dille izah etmek istiyorum: Heyûlâ ya da ilk madde (mâdde-i ûlâ), filozoflara ve Sadrulmüteellihîn’e göre, varlığın/vücûdun en zayıf mertebesidir. Yani kendisine heyûlâ denen o ilk maddeden aşağısı artık yokluktur. Teşkikî (dereceli) mertebelerin en altı heyûlâdır. Ancak eğer heyûlâ olmasaydı, ne olurdu? Bu âlem meydana gelmezdi. Zayıfları ciddiye almak gerekir. O en zayıf mertebe olan heyûlâ, bu âlemin esasıdır. O olmasaydı, tüm azametiyle bu âlem de var olmazdı. Örümceğin evinin zayıf olduğu doğrudur. Ancak bu zayıflıkta, pek çok şey mevcuttur/gizlidir. Sizin bu söylediğiniz, bu ilginçliklerin yalnızca tek bir numunesidir. Fârâbî bu zayıf evin sahip olduğu o ahengi bile musikîde kullanabilmiştir. Bu evin mühendislik/geometrik boyutu da bir hayli ilginçtir. Yine bir mühendisin de hiç olmazsa o evi biraz gözlemlemesi gerekir. Fârâbî, ona musikî açısından kulak kabartırken; bir mühendis de onu başka bir açıdan inceler. Bu ev, altıgendir. Altıgen şeklindeki bir evi yapmanın en zor şey olduğu söylenir. Allah rahmet eylesin, Hâce Sebzevârî de bu meseleye dikkat çekmiş ve bunu bir şiir formunda terennüm etmiştir. O bile, örümceğin ağındaki mühendisliğe/geometriye dikkat etmiştir. Bu zayıf ve güçsüz evi, pek çok farklı açıdan inceleyebilmek mümkündür. Ve sizin de ifade ettiğiniz gibi Fârâbî de musikî ahengini bu düzenden almıştır. Bunlar bir filozofun varlık üzerinde dikkat ettiği inceliklerdendir. Sadece baş gözüyle bakanların bu inceliklerden nasiplenmesi mümkün değildir.

Lârîcânî: Zünnûn-i Mısrî’nin karanlık bir çilehanedeyken, baharın kokusunu almaya başladığı söylenir. Ona bu kokuyu nereden aldığı sorulmuş - ki bizler genelde baharın gelişini, ağaçların çiçek açmasından ve bülbüllerin ötüşünden anlarız – ve o da şöyle bir cevap vermiş: “Ben bunu, şu köşeden girip çıkan örümceğin nağmelerinden anladım.” Yani örümceğin, kendi evine bir dip temizliği yapmasından anladığını söylemiştir.

Dînânî: Gerçekten de varlığın dilini okumak/anlamak işte böyle bir şeydir.

Lârîcânî: İmam Humeynî’nin de bu konuda bir şiiri mevcuttur:

Gönlümüzün kulağına bir tar nağmesi gelmiştir

Yani burada örümceğe işaret etmiştir.

Dînânî: Bu, gerçekte varlığın nağmesidir. Bakınız, hayvanların insanî bir aklı olmamakla birlikte onlar âlemin nizamını ve varlığın nağmesini işitmektedirler. Varlığın nağmesi bülbülün, kulağa gelen ötüşünde, örümceğin ağında, çiçekte, suda, denizde ve dağların zirvelerindedir. Bu, varlığın ezgisidir.

Lârîcânî: Rûzbehân Baklî de Meşrebu’l-Ervâh’ta tüm mevcudatın/varlıkların, yaratılışın musikîsini çaldığını söylemektedir.

Dînânî: Aslında yaratılışın kendisi, bir musikîyi terennüm etmektir. Eğer bir kimse duyan kulaklara sahipse en güzel nağme olan yaratılış ezgisini duyar. Ondan daha güzeli yoktur.

Lârîcânî: Çok güzeldi, üstat. Fârâbî gerçekten de çok yönlü bir şahsiyet. Öyle bir cazibeye sahip ki… Bizim tüm büyüklerimiz böyleler. Bunlar, Fârâbî hakkında daha derin konulara girmezden önce giriş niteliğinde birtakım bilgilerdi. Vaktimiz burada sona erdi. İnşallah sonraki programlarımızda bu konunun izini sürmeye devam edeceğiz.

Bir sonraki programımızda görüşünceye dek, aziz üstadımızla birlikte tüm saygıdeğer izleyicilerimizi Allah’a ısmarlıyoruz. Hoşçakalın.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

 

Medya Şafak

 

 

https://youtu.be/o7rTfLNKp14

 

 



[1] Ankebût Sûresi, 41. âyet