Ahmed el-Kâtib'e reddiye (36): Küçük Gaybet dönemindeki Şiî kelâmcıların İmam Mehdî’nin varlığına dair kanıtları

Ahmed el-Kâtib'e reddiye (36): Küçük Gaybet dönemindeki Şiî kelâmcıların İmam Mehdî’nin varlığına dair kanıtları
Şiî mütekellimler Küçük Gaybet döneminde İmam Mehdî’nin varlığını ispat etmek için şu iki metodu kullanmışlardır. Biz burada Şia’nın kadim bilginlerinden üçünün bu konuyu dair nasıl istidlalde bulunduklarına örnek vereceğiz. Bu açıklamaları Şeyh Sadûk’un İkmâlü’d-Dîn adlı eserinden naklediyoruz.

 

Küçük Gaybet döneminde Şiî kelâmcıların İmam Mehdî’nin varlığına dair istidlalleri

 

Seyyid Sâmî el-Bedrî

 

 

Şiî mütekellimler Gaybet-i Suğra (Küçük Gaybet) döneminde İmam Mehdî’nin (a.f.) varlığını ispat etmek için şu iki metodu kullanmışlardır.

 

İlk yol: “Sekaleyn Hadisi” ve “On İki İmam Hadisi” gibi Hz. Peygamber (s.a.a.) ile Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s.) aktarılan sabit rivayetler ve usûl ile istidlal etmişlerdir. Şöyle ki bu hadislere iman, İmam Hasan Askerî’nin (a.s.), geriye imam olacak bir çocuk bırakmadan vefat etmeyeceğine inanmayı gerektirmektedir. Bu kanıta biraz zorlamayla “aklî delil” denmektedir. Üstad Ahmed el-Kâtib ise bunu “felsefî delil” olarak isimlendiriyor!

 

İkinci yol: İmam Hasan Askerî’nin (a.s.) ashabının çoğunluğunca nakledilen, O’nun bir oğlunun olduğuna ilişkin haberlere ve İmam Askerî’nin, oğlunun, imamet makamına geçeceğine dair nassına ve O’nun vadedilen Mehdî olduğuna dair sözlerine duyulan güven. Bu, tarihsel delildir ve tarihteki herhangi bir olayın ispatı için genellikle bu delilden yararlanılır.

 

Biz burada Şia’nın kadim bilginlerinden üçünün bu konuyu dair nasıl istidlalde bulunduklarına örnek vereceğiz. Bu açıklamaları Şeyh Sadûk’un İkmâlü’d-Dîn adlı eserinden naklediyoruz.

 

 

Ebû Sehl en-Nevbahtî’nin[1] delillendirmesi

 

Ebû Sehl İsmâîl b. Ali en-Nevbahtî et-Tenbîh adlı eserin sonunda şöyle der:

 

Onlar bize, ‘Hasan el-Askerî’nin oğlu, ne havas ne de avam için açık bir şekilde ortaya çıkmamıştır! Dolayısıyla onun bu dünyada yaşamakta olduğu sonucuna nasıl vardınız? Onu gördünüz mü yoksa bir topluluk size varlığını mı haber verdi? Onu bizzat gördüklerine dair haberler tevatüre ulaşmış mıdır?’ diye soracak olurlarsa onlara şöyle deriz: ‘Dine dair meselelerin tamamı delillendirme (istidlal) ile bilinir. Bizler Yüce Allah’ı görmeksizin, deliller ile tanıdık. Hz. Rasûlullah’ın (s.a.a.) peygamberliğini ve doğruluğunu delille tanıdık. O’nun Ali b. Ebî Tâlib’i (a.s.) kendi yerine bıraktığını delil ile öğrendik. Hz. Peygamber’in (s.a.a.) ve diğer İmamların Kitabı ve Sünnet’i bildiklerini, herhangi bir mesele hakkında onlar için yanılma, unutkanlık ve kasıtlı yalan söylemenin caiz ve mümkün olmadığını delil ile kavradık. Hasan b. Ali’nin (a.s.) itaati farz olan imam olduğunu da aynı şekilde delil ile öğrendik. 

 

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den (a.s.) sonra imametin sadece oğulda devam edebileceğini ve kardeşten kardeşe veya başka bir yakına geçmesinin caiz olmadığını Sadık İmamlardan (a.s.) mütevatir olarak aktarılan haberlerle bildik. Buradan da imamın, ardında imam olacak bir çocuğu bırakmadan bu dünyadan göçmesinin mümkün olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır. İmam Hasan Askerî’nin (a.s.) imameti ve vefatı gerçek olduğuna göre bu durumda geriye imam olarak bir çocuk bıraktığı da sabittir. İşte bu mesele hakkındaki delil budur.

 

Başka bir delil:

 

İmam Hasan Askerî (a.s.); kendisinden helal ve harama ilişkin konuları rivayet eden, Şia’sının mektuplarını ve mallarını O’na ileten, kendi cevaplarını da onlara ulaştıran güvendiği bir topluluğu tanıtarak ardında bırakmıştır. Bu gizli topluluk, işlerin arka planından haberdar idi ve bu kişiler İmamın adaletlerini onaylaması sayesinde de güvenilirlik konumuna sahiptiler. İmam Askerî’nin (a.s.) şehadetinden sonra bu şahıslar İmam’ın geriye imam bir çocuk bıraktığında hususunda icmâ ettiler. İnsanlara da o çocuğun ismini sormamalarını ve bunu düşmanlarından gizlemelerini emrettiler. Bu arada sultan da çok sıkı bir takibat yürütmekteydi. Bazı kimseleri, İmam Hasan Askerî’nin evlerini ve cariyelerinden hamile olanları izlemekle görevlendirdi. Ardından Hz. Mehdî, yirmi yılı aşkın bir süre boyunca, babasının güvendiği adamlarının elleriyle Şiîlerine emir ve nehiylerini içeren mektuplar yazdı. Bu sürenin ardından mektuplaşmalar kesildi. İmam Hasan Askerî’nin, kendisinden sonraki imam hadisesine tanık olan adamlarından çoğu bu dünyadan göçüp gittiler. Geriye sadece tek bir kişi kaldı. Bunlar da onun adaleti ve sikalığında icmâ etmişlerdir. O insanlara gizliliğe riayet etmelerini, İmam’ın (a.s.) durumuyla ilgili hiçbir bilgiyi yaymamalarını emretti. Mektuplaşma da zaten kesilmişti.

 

Bahsi geçen delillerle İmam Mehdî’nin varlığı sübut kazanıyor. İmam Hasan Askerî’nin ashabının sireti, onların İmam Mehdî’den aktardıkları rivayetler de söylediklerimizin doğruluğunun başka bir delilidir.

 

Ayrıca İmam’ın gaybeti, bu gaybetin iki tane olacağı, bunlardan birinin diğerinden daha zorlu geçeceği hakkındaki elimizdeki meşhur rivayetler de bu konunun doğruluğuna kanıttır.

 

Hâlihazırda, İmamın gaybeti hakkındaki görüşümüz Mûsâ b. Cafer’in (a.s.) gaybetine inanan Memtûre/Vâkifiyye’nin mezhebine benzemez. Çünkü İmam Mûsâ el-Kâzım (a.s.) zahiren vefat etti, insanlar da O’nun naaşını gördüler ve İmam açık bir şekilde de defnedildi. Vefatının üzerinden ise yüz elli yıldan fazla bir süre geçmiştir ve hiç kimse de O’nu gördüğünü veya O’nunla mektuplaştığını iddia etmemiştir.

 

Vâkifîlerin, İmam Kâzım’ın (a.s.) hayatta olduğuna dair iddialarından başka bir şeyleri yoktur. Bu da İmam’ın mübarek naaşını müşahede eden duyu organlarını yalanlamak demektir. Ayrıca İmam Kâzım’dan (a.s.) sonra gelen birkaç imam da İmam Mûsâ el-Kâzım’ın ortaya koyduğu ilimlerin benzerini ortaya koymuştur.

 

Hâlbuki söz konusu İmam’ın (a.s.) gaybetine ilişkin iddiamızda duyu verilerinin tekzibi yoktur, ne de aklen imkânsız bir durumdur. Günümüze kadar da gizli ve güvenilir Şiîleri arasında, O’nunla irtibatta olduklarını, O’nun emir ve nehiylerini Şiîlerine ulaştıran bir kanal rolü gördüklerini iddia eden kimseler var olagelmiştir… Buna göre bu haberleri tasdik etmek vaciptir.

 

İmam Hasan Askerî’nin oğlunun imametine ilişkin inanç açıkladığım şekildedir. Yani buna ilişkin haberlerde de geldiği üzere O gaybete çekilmiştir. Bu haberler meşhur ve mütevatirdir. Şiîler, Kâim’in (a.f.) hak ve adaleti izhar için kıyamının ümitli beklentisi içerisindedirler. Yüce Allah’tan tevfik ve sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.[2]

 

 

İbn Kıbe’nin (ö. h. 319) İbn Beşşâr’a reddiyesi

 

Şeyh Sadûk (r.a.) şöyle der:

 

“Ebu’l-Hasan Ali b. Ahmed b. Beşşâr gaybet konusunda aleyhimizde bazı sözler söylemiş ve Ebû Cafer Muhammed b. Abdurrahmân b. Kıbe er-Râzî de ona cevap vermiştir. Ali b. Ahmed b. Beşşâr’ın bu konuda kendi kitabında bize karşı ileri sürdüğü itirazlardan bazıları şunlardır:

 

Ben derim ki: İmam Mehdî’nin iki gaybetini kabul etmeyenlerin bir şey ispat etmeye ihtiyaçları yoktur. Karşı taraftakiler ise (yani İmam Mehdî’nin varlığını kabul edenler) İmam’ın varlığını inkâr edenlerin müstağni olduğu şeye muhtaçtılar. Bâtıla uymuş seleflerinin itaatinin vacip olduğunu iddia ettikleri kimsenin dışsal varlığını kanıtlamak için diğerlerinin muhtaç olmadığı şeye ihtiyaç duyarlar.

 

Nihayetinde de ihtilafa düştüler ve bu da butlanlarını şiddetlendirdi. Diğer bâtıl ehlinden daha aşağılara yuvarlandılar. Çünkü bâtılda aşırı gitmek insanı daha aşağılara sürükler ve hayrı istemede çaba ise kişiyi yükseltir. Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır.

 

Ben öyle bir şey söyleyeceğim ki sen o konuda bizim ne derece insaflı olduğumuzu anlayacaksın. Gerçi bu kadar insaf üzerimize vacip de değildir.

 

Ben derim ki: Her iddia sahibinin ve lehine iddiada bulunulan herkesin haklı olmadığı malumdur. Her insaf sahibi, iddiacıdan iddiasının doğruluğunu göstermesinin istenmesinin haklılığını tasdik edecektir. Bu topluluk da (İmâmiyye), insanların boyun eğerek teslimiyet göstermesinin vacip olduğunu söyledikleri bir imamın varlığının kendilerine sabit olduğunu iddia ediyor. Biz yukarıda her iddiacıya teslim olmanın vacip olmadığını belirtmiştik. Bizler de lehine iddiada bulunulan bu şahsın dışsal varlığını bize göstermelerinden sonra iddiamızın bâtıl olduğunu itiraf edeceğimizi -bu muhal de olsa- ve onlardan iddialarını kanıtlamalarını istemeyeceğimizi söylüyoruz. Bu sözlerimizde insaftan daha fazlasının olduğu açıktır ve biz böylece sözümüzü yerine getirmiş olduk.[3]

 

Eğer isteğimize icabet ederlerse biz ve itikadımız bâtıl olur. Eğer güçleri yetmez ise, yukarıda söylediğimiz üzere iddialarını ispat edemeyecekleri iyice ortaya çıkar. Onlar hatta her bâtıl grubun karşısında mağlup sayılırlar zira geçmişteki her bâtıl topluluk en azından iddialarının dışsal varlığını kanıtlayabiliyordu. Bunlar ise onların kadir olduğu şeyi ortaya koymaktan acizdir. Dolayısıyla en aşağı konumdadırlar. Tek bir çareleri vardır, o da ‘Yüce Allah’ın hüccetinin kendisiyle kâmil olacağı bir şahsın varlığı zorunludur’ şeklindeki sözlerinden el çekmeleridir. Zira ona bazı sıfatlar yükleyip hakkında iddialarda bulunmadan önce varlığını kanıtlamaları gerekirdi.

 

Bana Ebû Cafer b. Ebû Gânem’in kendisine soru soran birisine şöyle dediği haber verildi. Soru şuydu: ‘Tartıştığın kişiler karşısında nasıl delil getiriyorsun? Çünkü onlar da Kâim, Ehl-i Beyt’ten olmalıdır, diyorlar.’ Ebû Cafer şöyle yanıtlamış: ‘Onlara şöyle diyorum. İşte Cafer’in durumu ortada!’ [Yani Cafer-i Kezzâb’ın Ehl-i Beyt’ten olmasına rağmen imam olmadığı da açıktır; haz.]

 

Şaşılacak şey doğrusu! İnsanlara konuyla ilgisi olmayan bir kişiyle mi cevap verilir?

 

Bu köşede bir şeyh oturuyor ve şöyle diyordu: ‘Ben bunlara ‘labüddiyye’ (olmalıdırcılar) diyorum! Yani bunlar, şu kâinatta izi bulunmayan birini merci ve dayanak alıyorlar!’ Biz de onlara bu ismi verdik! Yani onlar putperestlerden daha düşük pozisyonundadırlar. Çünkü putperestler bâtıl da olsa mevcut bir varlığa tapıyorlar! Bunlar ise mevcut olmayan bir şeye ve mutlak bir bâtıla tutunmuşlar ki gerçekten de kendilerini ‘olmalıdırcılar’ diye tanımlamak gerekiyor! Karşısında ibadete durdukları somut birisi olmalıydı. Çünkü her itaat edilen gerçekte mabuddur! Onların bütün bâtıl düşüncelerine ilişkin sözlerimiz böylece vuzuha kavuştu. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’adır.”

 

Şeyh Sadûk, devamında şöyle diyor:

 

“Biz bu kitabı şöyle sonlandırıyoruz: ‘Biz, tüm mahlûkatın yoksulluğunu kökten silecek ve onları kurtaracak, Ehl-i Beyt’ten bir Kâim imam, Allah’ın hücceti mevcut olmalıdır.’ şeklindeki itikadı önceden benimsemiş kimseleri muhatap alıyor ve onlarla münazara ediyoruz. Burada buna inanmayanları muhatap almıyoruz. Bu konuda önceden icmâya varanlara şöyle bir misal veriyoruz: Bizler ve sizler evin birinin parlak bir lambadan yoksun olmadığı hususunda görüş birliğine vardık. Eve girince de tek odalı olduğunu gördük. Bu durumda lambanın odada bulunması zorunludur demek durumundayız. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’ındır.”

 

İbn Beşşâr’ın kelamı burada sona erdi.

 

 

İbn Kıbe’nin cevabı

 

Ebû Cafer Muhammed b. Abdurrahmân b. Kıbe er-Râzî bu iddiaya şu cevabı vermiştir:

 

“Biz diyoruz ki: -Allah tevfike ulaştırandır- iddiada mübalağalı davranıp sınırı aşmak ve hasıma kendisinin söylemediği sözler nispet etmek onlara karşı kanıt göstermek değildir. Eğer böyle olsaydı ihtilafa düşen kimseler arasındaki tüm ihtilaflar ortadan kalkar ve iki taraftan her biri aklına esen her kötü şeyi muhalifine nispet ederdi! Tartışmalar ise bunun aksine karşılıklı kanıt sunma üzerine kuruludur. Hasmına karşı insaflı davranma (adil olma) ise din ehline yaraşan en iyi muamele şeklidir. Ebu’l-Hasan’ın sözleri müracaat edebileceğimiz ve kendisine kıymet atfedebileceğimiz şeyler değildir. Onun sözü hüccet kabul edebileceğimiz bir senet de değildir. Çünkü iddiası burhandan yoksundur ve burhandan yoksun bir iddia akıl ve fikir erbabı nezdinde makbul sayılmaz.

 

Biz şunu demekten de aciz değiliz. ‘Allah’a hamd olsun ki bizim kendisine müracaat edebileceğimiz, bizim için hücceti sabit olan ve delilleri zahir olan bir imamımız vardır. Eğer sizler: ‘Bu imam nerede? Bize de gösterin!’ diyecek olursanız şöyle deriz: O’nu size nasıl göstermemizi istersiniz? Bizlerden, ona atına binip ve yanınıza gelmesini istememizi mi talep ediyorsunuz? Ya da isterseniz ona bir ev yapalım, siz de o eve gelin ve bunu şark ve garp ehline ilan edelim! Eğer bunu istiyorsanız bizim buna gücümüz yetmez ve zaten bu dediklerinizi yapmak O’na da vacip değildir.

 

Eğer, ‘Madem öyle hangi yol ile onun bize hüccet olduğunu ve kendisine itaat etmemizin gerektiğini söylüyorsunuz?’ derseniz biz de şöyle deriz: ‘Bizler, Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed el-Askerî’nin çocuklarından birinin Allah’ın yeryüzü halkına hücceti olması gerektiğini ikrar ediyoruz.’ Size buna dair istidlali de arz ettik. İnsaflı ve adaletli davranacak olursanız bunu kabul etmek zorundasınız.

 

Üzerimize ve üzerinize düşen sorumlulukların en başta geleni nazar ve fikir ehlinin belirlediği sınırları aşmamak, onlar gibi davranmaktır. Bu sınırları aşan kimseler âlimlerin yolunu terk etmiştir. Bizler aslı sabit olmayan ferî bir mesele hakkında konuşmuyoruz. Varlığını inkâr ettiğiniz bu şahıs, babasından sonra hakkın kendisi için sabit olduğu biridir. Oysa siz babasının varlığını inkâr ediyor değildiniz. Dolayısıyla da babasının O’nun varlığı hakkındaki görüşünü terk etmenin ve O’nun varlığı hakkında sizinle münazarada bulunarak vakit kaybetmenin anlamı yoktur. Çünkü eğer babasının hakkı sabitse, sizin nezdinizde bu husus da zorunlu olarak kesinlik kazanacaktır. Eğer hakkın babasına ait oluşu bâtılsa söz sizin dile getirdiğiniz yere varır. Hâlbuki biz bunun doğru olmadığını ortaya koymuştuk. Heyhat ki hakkın ancak kuvveti artmakta, bâtıl da ancak zayıflamaktadır! Bâtıl ehli ne kadar yaldızlı sözler söyleseler de bu böyledir!”

 

 

İmam Hasan Askerî’nin imametinin doğruluğuna dair delil

 

“İmam Ali Hâdî’nin, Allah’ın hüccetinin kendisi ile sabit olduğu ve mahlûkatın mazeretinin kendisi ile geçersiz kalacağı bir çocuğunun mevcudiyetinin zorunluluğu hususunda biz ve siz ittifak halindeyiz. Sözünü ettiğimiz bu şahsın (İmam Mehdî), O’nu görene karşı hüccet oluşu nasıl bağlayıcı ise O’ndan uzak olan İslam ehline hücciyeti de aynı şekilde bağlayıcıdır. Bu durumda O’nu görmeksizin itaatini bize vacip kılan delilin ardına düşmemiz yerinde olacaktır. Öyleyse Ebu’l-Hasan’dan geriye kalan bu iki şahıstan hangisinin diğerinden daha ehil olduğunu teşhis ettiğimizde, O’nun İmam-ı Zaman ve Allah’ın hücceti olduğunu da anlamışız demektir. Esasen burada sözü uzatmaya gerek yoktur.

 

Ardından peygamberlerin ve imamların sonrasında kişiyi imamet makamına oturan delil ve burhanın ne olduğunu ele alıyoruz. Biz bunu, nakledenlerden uydurma ithamını kaldıran ve hüccetliği vacip kılan bazı rivayetler arasında bulduk. Baktığımızda da iki grup râvî gördük.

 

Bu fırkalardan biri İmam Ali Nakî’nin İmam Hasan-ı Askerî’nin (a.s.) imametini açıklayıp vasiyet ettiğini, onu işaret ettiğini iddia etmekte, ayrıca en büyük ve en âlim oğlu olduğunu da belirttiğini iddia etmektedir.

 

Diğer topluluğun da aynı şeyi Cafer [Kezzâb] için rivayet ettiklerini görmekteyiz. Fakat baktığımızda Cafer’in imametini rivayet edenlerin küçük bir topluluk olduğunu da gördük. Küçük bir cemaatin bir araya gelip, birbirlerine mürsel rivayetler yollayıp bunları yaymaları mümkündür. Onların bu nakilleri şüpheyi ortadan kaldırmamaktadır ve hüccet konumunda değildir. Allah’ın hücceti ise şüphelerle ispat edilemez.

 

Diğer fırkanın nakillerine baktığımızda ise, onların farklı ve uzak diyarlardan, arzuları ve düşünceleri muhtelif insanlar olduklarını gördük. Birbirlerinden uzak oluşları, bir araya gelerek haber uydurmalarını imkânsız kılmaktadır. Biz böylece sahih naklin onların rivayeti olduğunu, hak ehlini onların teşkil ettiğini görüyoruz. Çünkü durumlarını tasvir ettiğimiz bu kimselerin nakli de bâtıl olursa eğer, yeryüzünde rivayet edilen hiçbir habere sahih diyemez ve tamamını bâtıl saymak zorunda kalırız.

 

Allah seni muvaffak eylesin! Bu iki fırka üzerinde düşündüğünde onları anlattığım şekilde bulursun. Tüm rivayetlerin butlanı durumunda İslam’dan bir şey kalmaz, onların sahih olduğunu belirtmek ise haberlerimizi doğrulamaktır. Bu da sözümüzün doğruluğuna delildir. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’ındır.

 

Ayrıca Cafer-i Kezzâb’ın imametine kail olanlara baktığımızda, onun imametini kendilerince çok farklı delillerle ispat ettiklerini ve bu konuda da ihtilaf ettiklerini gördüm. İçlerinden bir grup onun kardeşi Muhammed’den, bir kısmı Hasan’dan, bir bölümü de babasından sonra imam olduğunu söylemektedir.

 

 

İmam Hasan Askerî’nin neslinden bir oğlu kesinlikle mevcut olmalıdır

 

Onların Cafer’den sonra bir imama inanmadıklarını görüyoruz. Biz onların ve bizim seleflerimizin İmam Hasan Askerî’nin imametine delalet eden nakilleri henüz daha olay gerçekleşmeden önce rivayet ettiğini de biliyoruz. Söz konusu hadis de Ebû Abdullah es-Sâdık’tan (a.s.) nakledilen şu rivayettir:

 

إذا توالت ثلاثة أسماء : محمد وعلي والحسن فالرابع القائم

 

‘Şu üç isim (Muhammed, Ali ve el-Hasan) peş peşe gelecek olursa dördüncüleri Kâim’dir.’

 

Bunun dışında da pek çok rivayet vardır. Bu rivayetler imametin sadece İmam Hasan Askerî’ye ait olduğunu, Cafer-i Kezzâb’ın bu makamda bir ortaklığının bulunmadığını gösteriyor. İmam Hasan Askerî’nin (a.s.) imameti döneminde Cafer’i görenler üzerinde Cafer için bir hüccet yoktu. İmam, kendisi için hücceti sabit olan kimsedir, dolayısıyla zorunlu olarak imam, Hasan Askerî’dir. İmam Hasan Askerî de dünyadan göçtüğünden, bize ve size göre ardında ilahi hüccet olması gereken bir evlat bırakması zorunludur. Yani kâim bir oğlunun mevcudiyeti şarttır.

 

Ey Ebû Cafer! Allah seni mesud eylesin, Ebu’l-Hasan İbn Beşşâr’a (Allah onu aziz eylesin!) de ki: Muhammed b. Abdurrahman diyor ki: Biz iddiada bulunduğumuz kimsenin varlığını ortaya koyduk. Öyleyse artık kaçış nereye? Acaba söz verdiğin üzere yanlış yolda olduğunu kabul edecek misin? Yoksa heva ve heveslerine tapman buna engel mi oluyor? Yüce Allah’ın “وإن كثيرا ليضلون بأهوائهم بغير علم / Doğrusu birçokları bilgisizce kendi kötü arzularına uyarak sapıyorlar.” (Enam/119) diye buyurduklarından mı olacaksın yoksa?

 

‘Allah’ın hücceti olacak birisinin varlığı zorunludur’ sözleri nedeniyle Hak ehlinin ‘olmalıdırcılar’ (lâ büddiyye) diye isimlendirilmesine gelince; şaşılacak şey doğrusu! Ebu’l-Hasan da Allah’ın hüccetinin kendisiyle tamamlandığı birisinin mevcut olmasının gerektiğini söylemiyor muydu? Nasıl söylemesin ki bizi kınarken bizzat kendisi de ‘Evet bırakalım imamlığını, önce kendisi var olmalıdır!’ diyordu! Eğer bunu diyorsa bu durumda kendisi ve ashabı da ‘olmalıdırcılar’ grubuna girer. Yok, eğer böyle bir şey demediyse, o zaman ev ve lamba örneği bizim için yeterlidir. İşte Allah’ın velilerine karşı inatlaşanların durumu, fark etmeden kendilerine zarar verir, hatalı durumu düşerler. Delilleri ile hakkı teyit eden Allah’a hamd olsun…”

 

 

İbn Kıbe’nin gaybet hakkındaki sözleri

 

“Biz diyoruz ki: ‘Ey Ebu’l-Hasan -Allah sana hidayet bağışlasın! Acaba Hz. Peygamber’in insanlar ve cinler üzerine hücceti, halka daveti ve risâletini ilandan sonra sabit olmamış mıydı? Peki, Hz. Muhammed (s.a.a.) mağarada gizlenirken de O’nun yerini, kendilerine hüccet tamamlanmış olan beş kişiden başkasının bilmediğinden habersiz misiniz?[4]

 

Eğer, ‘Mağaradaki bu gizleniş, zuhurundan ve yatağına Hz. Ali’yi yatırmasından sonraki gaybettir.’ diyecek olursan ben de şöyle derim ki: ‘Biz burada sana ne onun zuhur durumu ne de yerine kimi bıraktığıyla ilgili kanıt sunuyor değiliz. Biz sana şunu soruyoruz: Hz. Peygamber’in gizlideyken, hangi gerekçeyle olursa olsun yerini bilmeyen kişiler üzerindeki hüccetliği sabit değil midir? Bu soruya kaçınılmaz olarak ‘evet’ demen gerekir. Biz de o zaman ‘İmam’ın hangi gerekçeyle olursa olsun gaybeti durumunda biz de İmam’ın hüccetliğini kabul ediyoruz. Aradaki fark nedir?’ deriz.

 

Öte yandan bu gaybet, İmam-ı Zaman’ın atalarının, gaybetin gerçekleşeceğine ilişkin onca bilgiyi ve bu dönemde ne yapacaklarını Şiîlerine açıklamalarından önce gerçekleşmiş de değildir. Yok, eğer doğumunu sorarsan biz de şöyle deriz: İşte Hz. Musa örneği karşımızdadır! Firavun amansız bir takibat yürütmesine, Musa’nın (a.s.) yerini öğrenebilmek için kadın ve çocuklara karşı işlediği onca cürme rağmen, o da Allah’ın izniyle dünyaya gizlice gelmemiş miydi?

 

İmam Rıza (a.s.) Hz. Hüccet’i vasfederken, ‘Babam ve annem O’na feda olsun! O benim benzerim, ceddim Allah’ın Elçisi’nin adaşıdır ve Musa b. İmran gibidir!’ demiştir.

 

Bir diğer delil de şudur: Biz sana: ‘Ey Ebu’l-Hasan![5] Sen Şiîlerin gaybetle ilgili rivayetlerini doğruluyor musun?’ diye soruyoruz. Eğer ‘hayır’ dersen biz bu haberleri sana gösterebiliriz. Bunları kabul etmen halinde de ‘İmamların gaybet zamanındaki vazifeleri nedir ve hüccet üzerlerine nasıl kâmil olur?’ sorusunu yöneltiriz. ‘O, yerine geçecek birini bırakır.’ dersen, hem siz hem de biz İmam’ın makamına geçecek kimse ancak bir imam olabilir inancındayız. Eğer yerine geçen kimse zâhir imam ise bu durumda gaybet kalmaz. Eğer o bu gaybet hakkında başka bir kanıt sunacak olursa işte bu, içinde bulunduğumuz döneme ilişkin bizim kanıtımızın ta kendisidir.

 

Cafer’in imametinin fasitliği hakkında İbn Kıbe’nin açıklamaları

 

Cafer’in iddiasının yanlışlığına dair delil şudur:

 

Faris b. Hatem’i [Gulat’tan biri, İmam Hasan Askerî tarafından lanetlenmiştir] dost edinip pak bir insan saymasıdır. Hâlbuki İmam Hasan Askerî bile ondan teberri etmişti ve bu beraatı uzak yakın tüm şehirlere yayılmış, sadece dostlar değil düşmanlar bile bundan haberdar olmuştu.

 

Cafer’in bozgunculuğunun bir diğer delili de İmam Hasan Askerî’nin annesinden miras talep etmek için zamanın zalim halifesinden yardım istemesidir. Hâlbuki Ehlibeyt İmamları annesi sağ iken vefat eden birinin erkek kardeşinin miras alamayacağı hususunda icmâ etmiştir.

 

İddiasının boşluğunun bir diğer delili de ‘Ben kardeşim Muhammed’den sonraki imamım.’ şeklindeki sözüdür. Ah keşke kardeşinin imametinin ne zaman sabit olduğunu bilseydim! Hâlbuki kardeşi (Muhammed) babasından önce vefat etmişti! Şaşılacak şey doğrusu! Bir hüccet ve imam olan babası sağ ve imamet makamındayken Muhammed kendisinden sonraki imamı atıyor! Böyle bir uygulama İmamlarda ve çocuklarında ne zaman görülmüş ki sizden böyle bir şeyi kabul edelim! Önce bize Muhammed’in imametini ispat edin ki bizde onun halifesinin imametini kabul edelim! Hakkı destekleyip bâtılı da yerle yeksan eden Allah’a hamd olsun!

 

İbn Ebû Gânem’den (r.a.) nakledilen şeye gelince, o Cafer’in imameti bize göre sabittir demek istememiştir. Soruyu soran kişinin, bu hanedanın aralarında sağ kimse kalmayacak şekilde ortadan kalkmadığını, dolayısıyla imametin Cafer gibi fâsık kimselere geçmeyeceğini anlatmak istemiştir.”

 

 

İbn Kıbe’nin İbn Beşşâr’ın kitabının son kısmında serdettiği şüphesine cevabı

 

“İbn Beşşâr’ın kendisine her itaat edilen kimse mabuddur” şeklindeki sözü de büyük bir yanılgıdır. Çünkü bizler Allah’tan başka mabud tanımadığımız halde Allah’ın elçisine itaat etmekteyiz, yoksa O’na ibadet ediyor değiliz.

 

İbn Kıbe şöyle devam ediyor:

 

“Onun şu sözlerine gelince:

 

‘Onlar [İmâmiyye], ‘Bizler bu hanedandan kâim bir imam üzerinde icmâ ve ittifak etmiş kişilerle münazara etmekteyiz. Şöyle ki onlara göre bu evde Allah’ın hücceti olacak bir Kâim imamın bulunması zorunludur. Evde bir lamba yanıyorsa evin içine girmemiz gerekmez’ diyorlar.

 

Allah onu muvaffak kılsın! Biz onun ‘Bu hanedan arasında Allah’ın hücceti kâim bir imamın bulunması zorunludur.’ sözüne karşı çıkmıyoruz ki! Bizim muhalefetimiz onun kâimliği, zuhuru ve gaybetinin niteliği hakkındadır. Onun ev ve lamba misali ise hayallerden, arzulardan ibarettir ve ‘Arzular müflislerin sermayesidir.’ denmiştir.’

 

Ancak biz [İbn Kıbe] hakikati aydınlatacak bir örnek verelim. Bu konuda düşmanlığı köpürtmeyelim ve karşıtlarımıza zulmetmeyelim. Bu temsille doğruyu bulmayı hedefliyoruz ve bu bize yeter.

 

Biz diyoruz ki: Biz ve bize muhalefet edenler şu konuda görüş birliğine varmışız. Falanca, arkasında bir ev ve iki oğul bırakarak ölmüştür! Bu evin de tek eliyle onlarca kilo ağırlığı kaldıracak oğula ve kıyamet gününe kadar onun neslinden geleceklere ait olduğuna dair bir de vasiyette bulunulmuş olsun! Biz de oğullardan birinin bunu kaldırdığını duyduk diyelim. Bu durumda çocuklardan hangisinin bunu kaldırdığını tespit etmek için o ikisinin bulundukları yere gitme kararı alsak ve yolda birbirinden uzakta yaşayan pek çok topluluktan büyük olanın bu ağırlığı kaldırdığını duysak; bunu karşısında da küçük bir cemaatin o iki şahıstan küçüğünün ağırlığı kaldırdığına dair tanıklıkta bulunduğunu görsek… Bu küçük cemaat buna dair özel bir delil de göstermeseler… Bu durumda akıl, insaf, adet ve tecrübe kalabalık topluluğun şahitliğini kabul etmeyi gerektirir. Çünkü ikinci grup itham edilmeye açık, ilk topluluk ise töhmetten uzaktır.

 

Muhaliflerimiz eğer ‘Selmân, Ebû Zer, Ammâr ve Mikdâd’ın Müminlerin Emiri için tanıklığı ile diğer kalabalık topluluğun şahitliği hakkında ne diyorsunuz peki, sizce hangisi haktır?’ diyecek olurlarsa biz de şöyle deriz: ‘Müminlerin Emiri ve ashabının kendi durumlarına özgü bazı hususiyetleri vardır. Bu özellikler onların karşılarında yer alan çoğunluğu teşkil eden diğer insanlarda bulunmaz.’

 

Eğer siz de bize böyle özellikler veya buna yakın şeyleri gösterirseniz haklı taraf siz olursunuz. İlk husus şudur ki; Müminlerin Emiri’nin bütün düşmanları, O’nun fazilet, paklık ve ilmini ikrar ediyordu. Biz ve onlar bir ağızdan Hz. Peygamber’in (a.s.) ‘Allah’ın Ali’yi (a.s.) veli edineni veli edineceğini ve O’na düşmanlık edenlerin düşmanı olacağını’ buyurduğunu rivayet ediyoruz. Bu nedenle başkasına değil de sadece O’na uymak vaciptir. İkinci olarak da Müminlerin Emiri’nin düşmanları da ‘Hz. Peygamber (s.a.a.) falanca şahsın imametine işaret etmiş ve onu yarattıklarına hüccet kılmıştır.’ dememiştir. Daha önce açıkladığımız üzere üzere onlar ihtiyarlarına dayanarak halife seçmişlerdi. Üçüncü olarak da düşmanları, Müminlerin Emiri’nin (a.s.) ashabından biri için, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) ‘Gökkubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebû Zer’den daha doğru sözlüsü yoktur’ buyurduğunu naklederek onun yalan söylemeyeceğine tanıklıkta bulunmuşlardır. Tek başına Ebu Zer’in tanıklığı diğerlerinin tamamının tanıklığından daha faziletlidir.

 

Dördüncü olarak düşmanları, İmam Ali’nin (a.s.) dostları gibi O’nun imametine delalet eden hadisleri nakletmiş, ama bu rivayetler hakkında yanlış tevillerde bulunmuşlardır.

 

Beşinci olarak Hz. Ali’nin düşmanları da Hasan ve el-Hüseyin’in (a.s.) ‘Cennet gençlerinin iki efendisi olduğunu’ rivayet etmiştir. Ayrıca onlar Hz. Rasûlullah’ın (s.a.a.) “من كذب علي متعمدا فليتبوأ مقعده من النار / Kim benim adıma kasten yalan söyleyecek olursa ateşteki yerine hazırlansın.” hadisini de naklediyorlar. İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s.) ise bu konuda babaları lehine tanıklıkta bulunmuştur. Hz. Rasûlullah’ın (s.a.a.) tanıklığıyla o ikisinin Cennet ehli oldukları kesin ve tasdik edilmeleri de vacip olduğuna göre -çünkü onlar Hz. Peygamber (s.a.a.) adına yalan söylemiş olsalardı Cennet ehli olamazlardı- onların doğruladıklarının doğrulanması gerekir. Cafer’in ashabı da kendi iddialarının kabulü için benzer kanıtlar ortaya koymalıdır. Değilse naklinde ve nakledenlerinde töhmet bulunmayan mütevatir bir rivayeti terk etmenin ve yalan üzerinde birleşmeleri mümkün olanların haberini kabul etmenin geçerli bir mazereti olamaz. Böyle bir şeyi ancak sapkın ve şaşkın biri yapabilir.”

 

İbn Kıbe’nin, İbn Beşşâr’a reddiyesi burada sona erdi.

 

 

Bir diğer delillendirme

 

Şeyh Sadûk der ki:

 

İmâmiyye’nin büyüklerinden bir diğeri şöyle der:

 

Muhaliflerimizin geneli bu konu çerçevesinde bize bazı sorular sormaktalar. Onların, Sâhibü’z-Zamân’ın gaybeti konusunun O’nun Ehl-i Beyt İmamları olan atalarının imametini kabule dayandığını bilmeleri gereklidir. Atalarının imameti ise Hz. Muhammed’in risâletinin tasdikine dayalıdır. Zira bu şerî bir mesele olup katışıksız bir aklî konu değildir. Şerî konularda söz Kitap ve Sünnet’e dayanmalıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

 

فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ

 

‘Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz onu, Allah’a ve peygambere götürün.’ (Nisâ/59) Yani şerî konularda tartışacak olursanız o meseleyi Allah’a ve Rasûlü’ne irca edin. Kitap ve Sünnet ne zaman bizim için bir tanıklıkta bulunur ve aklî hüccet de o yönde olursa bizim sözümüz seçkin görüş olacaktır.

 

Biz diyoruz ki: Zeydiyye ve İmâmiyye’nin bütün tabakaları Hz. Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu hakkında ittifak etmiştir:

 

إني تارك فيكم الثقلين كتاب الله وعترتي أهل بيتي وهما الخليفتان من بعدي وإنهما لن يفترقا حتى يردا علي الحوض

 

“Ben aranızda iki ağır emanet bırakıyorum. Allah’ın Kitabı ve ıtretim Ehl-i Beyt’im. Bu ikisi benden sonraki iki halifedir. Onlar Havuz başında bana varıncaya kadar asla birbirlerinden ayrılmayacaklardır.” Zeydîler ve İmâmîler bu hadisi kabul ederler.

 

Buna göre şu sonuca varmamız zorunludur: Kitabın beraberinde, tenzil ve tevile yakînî ilim ile vâkıf, Yüce Allah’ın muradını şeksiz bir şekilde bilen bir şahıs daima mevcut olmalıdır. Bu zatın Kitab’ın teviline ilişkin bilgisi istinbat ve istihraca dayalı değildir. Nitekim Hz. Rasûlullah’ın (s.a.a.) da buna ilişkin bilgisi istihrac, istinbat ve istidlale dayanmıyordu. Ayrıca O’nun bilgisi lügat ve hitabet ilminden de kaynaklanmıyordu. O, Allah’ın muradını haber vererek insanlar üzerindeki hücceti tamamlıyordu. Dolayısıyla Hz. Rasûlullah’ın ıtretinin Kitaba ilişkin bilgisinin de yakîn ve basiret üzere olması gerekir.

 

Yüce Allah Hz. Rasûlullah’a (s.a.a.) şöyle buyuruyor:

 

قُلْ هٰذِهٖ سَبٖيلٖٓي اَدْعُٓوا اِلَى اللّٰهِ عَلٰى بَصٖيرَةٍ اَنَا۬ وَمَنِ اتَّبَعَنٖيؕ

 

‘De ki: “İşte bu benim yolumdur. Ben, ne yaptığımı bilerek Allah’a çağırıyorum; ben ve bana uyanlar (bunu yapıyoruz).’ (Yûsuf/108)”

 

 

İmam Mehdî’nin varlığını ispatta bizim yöntemimiz

 

Ben derim ki: İmam Hasan Askerî’nin (a.s.) bir çocuğunun varlığına ve O’nun Hz. Peygamber’in (s.a.a.) müjdelediği İmam Mehdî olduğuna, dört naibi aracılığı ile Şiîlerini irşad ettiği yetmiş yıllık Küçük Gaybet’inin ve bunun ardından da günümüze kadar devam eden Büyük Gaybet’inin olacağına, ikinci dönemde de Şiîlerini, atalarının hadislerini rivayet eden adil fakihlere yönlendirdiğine inanıyoruz.  Bunun ispatı iki yolla mümkündür:

 

İlk yol: Şiîlerin ilahî imamet inancına göre imam masum olmalı ve hakkında vasiyet bulunmalıdır. Hz. Peygamber’in (s.a.a.) müjdelediği Mehdî, Ehl-i Beyt’ten ve Hz. Fâtıma çocuklarındandır. Hz. Peygamber’den (s.a.a.) sonraki İmamlar, O’ndan aktarılan nass ve vasiyet ile tanınan on iki kişidir. Önceki imam bir sonrakini tayin eder ve İmam Hasan’dan sonra imamet İmam Hüseyin ve O’nun neslinden dokuz imam ile devam eder. İmam Hasan ve İmam Hüseyin’den (a.s.) sonra imamet asla iki kardeşte birleşmeyecek, bir önceki imamın vasiyeti ve tanıtmasıyla oğluna geçecektir.

 

İkinci yol: İsna Aşeriyye Şiası, fıkıh, hadis ve özel tarihlerini on bir imamdan alan kimselerdir. Dolayısıyla da İmâmiyye Şiası kendi âlimlerinin, İmamların havarilerinin ve onların ilimlerini taşıyanların teşhis ve doğruluklarını kabul etmişlerdir.

 

İlk yolla istidlale duyulan ihtiyacın sırrı şudur: On İkinci İmam olan gâib Muhammed b. el-Hasan el-Askerî’nin varlığına babasının nassı ile inanmak imamet meselesinin füruâtındandır. İmametten bağımsız veya imametin karşısında yer alan bir mesele değildir.

 

İkinci yola duyulan ihtiyacın sırrı ise şudur: Şiîler, İmamlardan kendilerine özgü olan pek çok şey rivayet etmiştir. Bu rivayet ettikleri konulardan biri de On İkinci İmam’ın uzun bir gaybeti olacağıdır. Ayrıca İmam Hasan el-Askerî, seçkin dostlarına, kendisinden sonra imamet makamına geçecek bir çocuğunun olduğunu -ki bu Mehdi-i Mevûd’dur-  haber vermiştir. Bu nedenle Gaybet-i Sugra (Küçük Gaybet) döneminde yaşayan Şiîlerin kahir ekseriyeti Muhammed b. el-Hasan el-Askerî’ye, gaybetine, zuhurunu beklemenin gerekliliğine ve imametin O’nda sonlandığına iman ediyordu.

 

Bu iki mesele ışığında konuyu değerlendirdiğimizde şöyle deriz: Mezkûr iki delilin tasdikini devre dışı bırakacak olursak Muhammed b. el-Hasan el-Askerî’nin muntazar ve gaip imam oluşunu ispatın yolu bütünüyle kapanacaktır. Zira İmam Hasan el-Askerî, oğlu Muhammed’in (a.s.) doğumunu özel dostlarının dışındakilerden gizlemiştir.

 

 

Ahmed el-Kâtib her iki yolu da reddediyor    

 

İlk yol hakkındaki değerlendirmesi:

 

Yazar, Şiî itikadının temelini teşkil eden vasiyet, masumiyet ve On İki İmam inancı hakkında şu sonuca varmıştır:

 

a) Şia’nın benimsediği vasiyet inancı, hicrî birinci yüzyılın ilk yarısında Abdullah b. Sebe tarafından uydurulmuştur.

 

b) Masumiyet inancı ise, Emevî düşüncenin etkisi ile hicrî ikinci asırda Şia’ya dâhil olmuştur.

 

c) Hz. Peygamber’den (s.a.a.) sonra gelecek On İki İmam’dan bahseden hadisler zayıftır. Nerede kaldı ki sonraki imamın önceki imamın tespiti ve nassıyla belirlendiğini belirten hadisler sağlam olsun!

 

Müellif, ikinci yol hakkında (Şiîlerin kendi İmamlarından naklettiklerine güven duyması) da şöyle der:

 

a) Hz. Musa’nın Hz. Harun’a (a.s.) veya Hz. Yuşâ’ya (a.s.) vasiyetine benzer vasiyet görüşünü savunan ilk Şiîler, bu görüşü Osman döneminde Müslüman olan Yahudi asıllı Abdullah b. Sebe’den almakla itham edilmiştir.

 

b) Ebû Basîr, Leys b. el-Bahterî, Murâdî el-Kûfî,[6] Hamdân b. Ayen eş-Şeybânî el-Kûfî,[7] Hişâm b. Hakem,[8] Ali b. İsmâîl b. Şuayb b. Meysem et-Temmâr,[9] Hişâm’ın dostu Muhammed b. el-Halîl es-Sekkâk, Müminü’t-Tâk ve Hişâm b. Sâlim gibi ilk Şiî kelamcıları nass düşüncesini Şiîliğe eklemekle itham etmiştir.

 

c) Gaybet-i Sugra döneminin mercileri olan dört naib, İmam Hasan el-Askerî’nin çocuğu olduğu yalanını, gaybet ve intizar düzmecesini ortaya atmışlardır.  

 

d) Dört naipten sonra gelen İbn Şâzân, Kuleynî, Şeyh Sadûk, Ebû Sehl en-Nevbahtî, İbn Kıbe, Şeyh Müfîd, Şerîf el-Murtazâ, Şeyh Tûsî ve günümüze kadar gelen İmâmiyye Şiası’nın diğer büyükleri nass, ismet ve vasiyet görüşünü, Muhammed b. İmam Hasan el-Askerî’nin mevcudiyetini, İmamların sayısının on iki ile sınırlı olduğu ve gaybet inancını sistematize etmiştir. 

 

 

Cevabımız:

 

İlmî bir araştırma, ilk delillendirme yolunda bahsi geçen meselelere (vasiyet, nass, masumiyet ve On İki İmam inancı) ilişkin kanıtları incelemeyi gerektirir. Buna Kitap ve Sünnet’ten delil getirilince de kadim Şiî ulemasına yöneltilen “vasiyet düşüncesini Abdullah b. Sebe’den almış, Şia’ya masumiyet inancını eklemişlerdir.” ithamı da ortadan kalkar. Şiî âlimlerin, İmamlarının (a.s.) haberleri hakkındaki rivayetleri, sonraki Mâlikî, Hanbelî, Şâfiî ve Hanefî mezhebi ulemasının kendi imamlarının rivayetlerine yönelik atıflarından farklı bir durum da arz etmez.[10]

 

Yeri gelmişken şunu da belirtmek gerekiyor. Şeyh Ahmed el-Kâtib’in kadim Şiî ulemasını ithamı Âmir eş-Şabî ve haleflerinin,  İmam Ali’nin Esbağ b. Nebâte,[11] el-Hâris b. el-Aver el-Hemedânî[12], Reşîd el-Hacerî ve Habbetü’l-Urenî gibi seçkin dostlarına yaptığı ithama benzemektedir. Bu kişiler, bu mümtaz şahsiyetlerin münferid olarak (tek başlarına) aktardıkları rivayetler hakkında haksızlık etmiş, İmam Ali’nin yarenlerinin O’ndan naklettikleri hadislerin büyük bir bölümünü zayi etmişlerdir.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 



[1] İbnü’n-Nedim el-Fihrist adlı eserinde şöyle der: “Ebû Sehl İsmail b. Ali b. Nevbaht; Şia’nın büyüklerindendir.” İbn Hacer ise Lisânü’l-Mîzân adlı eserinde “Mütekellimlerin önde gelenlerindendir” ifadesini kullandıktan sonra birer birer eserlerini sıralar. Devamında da şöyle der: “Ondan Şeyh el-Müfîd diye tanınan Ebû Abdullah b. en-Numân ve diğerleri rivayette bulunmuştur.”

Ben derim ki: Bu zat, Fırakü’ş-Şia’nın müellifi olan en-Nevbahtî’nin dayısıdır.

[2] Kemâlü’d-Dîn, s. 92.

[3] Bu Müntecebüddîn’in başlığa koyduğu Ali b. Ebû Ğanem olmayıp başka bir şahıstır. Biz onun ismine ricâl kitaplarında rastlayamadık.

[4] Bu beş kişi Ali b. Ebû Tâlib (a.s.), Ebû Bekir, Abdullah b. Uraykıt el-Leysî, Esmâ bint Ebû Bekir ve Âmir b. Fuheyre’dir.

 

[5] Şüpheyi ortaya atan şahsın künyesi (çev.)

[6] İmam Bâkır ve İmam Sâdık’ın (a.s.) has yarenlerindendir.

[7] İmam Bâkır ve İmam Sâdık’ın (a.s.) has yarenlerindendir.

[8] İmam Sâdık’ın öğrencilerinden ve İmam Kâzım’ın has dostlarındandı.

[9] Necâşî: Kufelidir, Basra’ya yerleşmiştir ve İmam Kâzım ile İmam Rıza’nın ashabındandır. Ebu’l-Hüzeyl ve en-Nazzâm gibilerle konuşup münazaalarda bulunan mütekellimlerimizin öncülerindendir.

[10] Nitekim önceki bölümlerde İmam Hasan Askerî’nin Şiîlerinin çoğunluğunun, O’nun vasiyetiyle imamet makamına gelen bir oğlu -Mehdi-i Mevûd- olduğunu bildiği geçmişti.

[11] İbn Sa’d şöyle der: “Hz. Ali’den rivayette bulunmuştur. Hz. Ali’nin emniyet amiri idi.” Nasr b. Müzahim şöyle der: “Esbağ yaşı nispeten ilerlemiş ve ibadetine düşkün bir insandı. Ali’nin (a.s.) hazır gücüydü, O’na ölüm pahasına biat etmişti. Irak’ın meşhur silahşorlerinden idi ve Hz. Ali ona çok değer verirdi.”

Bezzâr ise şöyle der: “Hadislerinin çoğu Hz. Ali’den nakledilmiştir. Başkalarından rivayet etmezdi.”

[12] İbn Abdülberr şöyle der: “eş-Şabî’nin, el-Hâris el-Hemedânî hakkında: ‘Bana yalancılardan biri olan el-Hâris anlattı’ dediği için azap göreceğini zannederim. Şabî (bu hadisi Hz. Ali’den rivayet eden) el-Hâris’i yalancılıkla itham etmekte ise de buna itibar edilmez, zira Hâris’in yalan söylediği sabit değildir. Ancak Hz. Ali’ye beslediği aşırı sevgisi ve onu başkalarından faziletli sayması gözden düşmesine sebep olmuş olabilir. İşte doğrusunu en iyi bilir ya, Şabî’nin el-Hâris’i yalancılıkla itham etmesi bence bundandır. Çünkü Şabî, Ebû Bekir’in daha faziletli olduğu kanaatindedir ve onun ilk Müslüman olduğunu savunur.”