İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (28): Ahlakın cevheri de akıldır / Kant'ın büyük yanılgısı

İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (28): Ahlakın cevheri de akıldır / Kant'ın büyük yanılgısı
Felsefe tarihinin dönüm noktasını teşkil eden Kant, konu iman olunca akıldan ziyade ahlâkı devreye sokmuştur. Örneğin bizim hakîmlerimiz hem nazarî akıl hem de amelî akıl derken o daha çok pratik akla vurgu yapmış, Hıristiyanlığın hakikatine ahlâk üzerinden ulaşılması gerektiğine inanmıştır. Buna benzer düşüncelere İslâm dünyasında da rastlamaktayız [Mesela Faslı Müslüman düşünür Taha Abdurrahman; Medya Şafak].

 

Üç Merhale: Günah, Hubût ve Kurtuluş

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Feyz-i Kâşânî, El-Kelimâtu’l-Meknûne’de Kadir gecesi hakkında çok ilginç ifadelere yer vermiş:

Kur’ân, gecenin Kur’ân’ın hakikatlerine ve sırlarına perde olabilmesi için geceleyin nazil olmuştur. Aynı zamanda o tıpkı gündüz gibi, mahlûklara rızık olur. Bu nedenle gece ile gündüzü iki büyük âyet olarak karar kılmıştır.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Kadir gecesi münasebetiyle Feyz’den çok güzel bir pasaj naklettiniz. O, tıpkı diğer şeylerde olduğu gibi, bu konu hakkında da gerçekten çok güzel açıklamalar yapmış. Allah, Kur’ân’ı Kadir gecesinde nazil ettiğini buyuruyor. Kadir gecesine elbette ki daha sonra da değineceğiz; ancak burada ilk olarak Kur’ân’ın niçin gece vakti indirildiği üzerinde durmak istiyorum. Gündüz de indirilebilirdi; ancak indirilmemiş. Ârif kimse âyetleri irdelediğinde onlar hakkında daha latif anlamlara ulaşır. Gecenin özelliği, karanlığıdır. Gece ile gündüz arasındaki fark nedir? Görünürde her ikisi de zamanın belli bir dilimini ifade ederler, öyle değil mi? Gecenin karanlığı, Kur’ân’ın hakikatlerine bir perdedir. Onun tüm hakikatleri insanlara aşikâr mıdır? Hayır, duyular ve yüzeysel idrakler de buna bir perde oluşturabilmektedir. Kur’ân’ı duyu, hayal ve vehm ile mi, yoksa bunların perdeleri olmaksızın mı anlamalı? Tabii ki bunların perdeleri olmaksızın... Ancak gelgelelim bu saydıklarımızdan ari bir insan yoktur. Çünkü onun içinde bulunduğu âlem mahsûsât âlemidir. Bu âlemde yaşayabilmesi için beş duyuya ihtiyacı vardır. İnsan akl-ı mahz [mutlak akıl] değildir; âkil bir varlık olmanın yanında duyu, vehim ve hayal gibi yetilere de sahiptir. Mücahede, riyazet ve taakkul sayesinde duyu, hayal ve vehmin ötesine geçmek mümkündür. Peki, bu sanıldığı kadar kolay mıdır, yoksa birtakım zorluklarla mı hâsıl olmaktadır? Elbette ki zorluklarla… Dolayısıyla duyu, hayal ve vehmin mertebeleri hakikatlere birer perde teşkil etmektedirler. Hakikatlere ulaşmak akıldan geçer. Gece bir hicaptır, hatta esasında tüm bu âlem hakikatlere bir hicaptır. Kur’ân’dan nasibimizi/rızkımızı gündüz kadar alırız. Bu ne demek? Kur’ân’ı anlamak için gündüz gibi olmanız demektir. Nasıl gündüz gibi olabiliriz? Akıllı olarak… Duyunun, vehmin ve hayalin hicaplarının kalkması için, Kur’ân’ın hakikatlerinden gündüz kadar rızıklanmak/nasiplenmek gereklidir. Akılcı bir bilinç ölçüsünde… Ne kadar akıllı olursanız, Kur’ân’dan da o ölçüde nasiplenirsiniz. Duyu, vehim ve hayal mertebesinde kaldıkça bunlardan mahrum kalırsınız. Bu sizin için tıpkı bir gece gibi hicap olacaktır. Evet, Kur’ân’ı yine görmeye, okumaya devam edersiniz; ancak ona duyuların, hayallerin ve vehimlerin perdesinden bakarsınız. Bu geceye niçin Kadir gecesi denmiş? Ondan bilinciniz kadar nasiplenebileceğiniz için. İnsanlar Kur’ân’dan aynı ölçüde mi nasiplenirler? Bilinciniz sizin rızkınız ve gündüzünüzdür. Bizler hem gece hem de gündüz kendimize özgü bir hal içindeyiz öyle değil mi? Lakin şu noktaya dikkat ediniz: Biz insanların da gecesi ve gündüzü vardır. İnsanın hem yükselişi hem de düşüşü/inişi söz konusudur. Dolayısıyla o (insan) üç merhaleden ibarettir: Günah, hubut (iniş) ve kurtuluş… İnsan (Hz. Âdem) ilk olarak günah işlemişti. Gerçi bizler bir peygamber olması hasebiyle Hz. Âdem’in (a.s.) fiili için “günah” ifadesini kullanmak istemiyoruz. Bunun kelâmdaki adı terk-i evlâ’dır [daha iyi olanın terki]. Âdem (a.s.) bildiğiniz gibi ağaca yaklaşmamakla sınanmıştı. Bu fiil, Hıristiyanlıkta bir günah kabul edilmiştir. Bazılarına göre bu günahın neticesi hubût (yeryüzüne iniş) olmuştur. Bu hadiseyi Kur’ân da bu şekilde adlandırmıştır. Bu inişin “yukarı”sı ne idi? Cennet, melekût… İnilen yer ise bu fani ve geçici tabiat âlemiydi. Zorluk, meşakkat ve korku yurdu… Sürekli olarak bir mücadelenin ve keşmekeşin hüküm sürdüğü yer… Bu dünyanın yazı, kışı, soğuğu, sıcağı, darlığı, hastalıkları ve musibetleri vardır. Peki, bizler sonsuza kadar bu hubutta mı kalacağız, yoksa buradan bir kurtuluş yolu mevcut mudur? Ortada her ne kadar bir günah ve hubût var ise de, kurtuluşa dair bir ümit de mevcuttur. Dolayısıyla felâha giden yol daima açıktır. Yapılması gereken, kurtuluşa erişmek için çabalamaktır. Bu tabii ki o kadar kolay olmayacaktır. Kurtuluşa nasıl erişiriz? Şehvetlerin zulmetlerinden ve bu âlemin fani zevklerinden uzaklaşarak… Gece ve karanlık bunlar(da)dır. Geceden yeniden gündüze doğru yol almak gerekir. Bilincin ve aklın gündüzüyle…

Hubûta duçar olduğumuzda pek çok zorlukla karşılaştık. Bunun bedeli insanoğlu için çok ağır oldu. Bu âlemde kaygı ve korkularla yaşamak gibi… Hubût sonrası insanın en büyük özelliklerinden biri –belki de insandan başka hiçbir varlığın böyle bir özelliği yoktur– kendini tanımaya mecbur olmasıdır. Bir hayvanın kendisini tanımak zorunda olduğunu sanmıyorum. Yine bitkiler de oldukları gibidirler. Kendini tanımak insan gibi zaten kaygılı olan bir varlık için kolay bir ödev değildir. Burada Allah’ın velilerini hariç tutuyorum. Onların kemâle ulaşmak konusunda hiçbir kaygı ve korkuları yoktur: “Bilesiniz ki Allah’ın velilerine asla bir korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.[1] Kastettiğim sıradan insanlar… Yeryüzünde kaygısı ve korkusu olmayan bir insana rast gelebilir misiniz? Kaygı ve korku arasında ne gibi bir fark vardır? Korku hayvanlarda da vardır. Hayvanlar tehlikeli durumlardan korkarlar; ancak insan gibi kaygı duymazlar. Korku ile kaygı arasında çok ince bir fark var. Bazıları bu ikisini birbiriyle karıştırabilir veya eşanlamlılarmış gibi düşünebilir. Oysa bunları birbirine karıştırmamak gerekir. Korku, tanımlanması kolay bir olgudur. Karanlıktan, geceden, yırtıcı bir hayvandan, onulmaz hastalıklardan, zalim düşmanlardan vd. korkarsınız örneğin. Korkunun kaynağı her zaman bellidir. Belli bir şeyden korkarsınız. Kaygı da bir tür korkudur; ancak onun kaynağını tanıyamaz, tanımlayamazsınız. Bu duyguları yaşayan insanlara bir sebep sorduğunuzda size bunun sebebini açıklayamazlar.

Lârîcânî: Kaygı korkudan daha zor.

Dînânî: Gerçekten öyle.

Lârîcânî: Hakîm Molla Sadrâ, Mefâtîhu’l-Gayb’da hubûtu çok güzel açıklıyor: “Hubut, kendisinde suûd (yükseliş) kabiliyeti olan iniştir.

Dînânî: Evet. “Sukût” yerine “hubût” sözcüğünü tercih etmemizin sebebi budur. Hubutta her zaman bir yükseliş ve dönüş vardır. Hıristiyanlar tek kurtuluşun Hz. İsa’nın (a.s.) şefaati olduğunu söylerler. Şiîler olarak bizler de şefaati kabul ediyoruz elbette. Ancak bundan ayrı olarak insan, akılcılığı sayesinde de kurtulabilir. Aklımızı kullanırsak kurtulmaz mıyız? Kurtuluruz tabii ki. Akıl, gündüzün kendisidir. Biraz önce de belirttiğim gibi duyu, vehim ve hayal gecedir. İnsan bir şeyleri duyularıyla da anlayabilir. Ancak hakikate duyularla erişilir mi? Örneğin önümüzdeki masaya baktığımızda onun zahirini mi görürüz, hakikatini mi? Sadece zahirini görürüz. Hakikatleri akılla idrak etmek gerekir. Duyudan hakikatlere yol yoktur. Hakikatleri idrak eden, sadece akıldır. Bu âlem gece âlemidir. Gündüze ulaşmamız için aklın rehberliğinden faydalanmamız gerekir. Akıl nurdur. Akıldan daha parlak bir nur yoktur. Güneş ışınları sadece dış dünyayı aydınlatır. Peki, kişinin içini aydınlatabilir mi? Hayır. Akıl derunî bir nurdur. Onun nuru insanın tüm derinliklerine nüfuz eder. Aklın güneşi nereden doğuyor? Kişinin derûnundan… Bazı zahirci ve yüzeysel kimseler akıl konusundan epey muzdariptirler… Ona kerli ferli filozoflar bile karşı olabilmiştir. Felsefe tarihinin dönüm noktasını teşkil eden Kant, konu iman olunca akıldan ziyade ahlâkı devreye sokmuştur. Örneğin bizim hakîmlerimiz hem nazarî akıl hem de amelî akıl derken o daha çok pratik akla vurgu yapmış, Hıristiyanlığın hakikatine ahlâk üzerinden ulaşılması gerektiğine inanmıştır. Buna benzer düşüncelere İslâm dünyasında da rastlamaktayız [Mesela Faslı Müslüman düşünür Taha Abdurrahman; Medya Şafak]. Bizler ahlâkı kesinlikle inkâr etmiyor ve kendi yerinde önemli görüyoruz. Ahlâk elbette ki insan için takip edilebilecek en iyi yollardan biri… Hatta insanlığın yoludur desek, abartmış olmayız. O, insana özgü bir haslet olup, bitkilerden ya da hayvanlardan beklenebilecek bir şey değildir. Burada sorgulanmaya değer olan şey, tercih edilmesi gerekenin aklı önceleyen bir ahlâk mı, yoksa arka plana atan bir ahlâk mı olduğudur.

Lârîcânî: Ahlâkın cevheri de akıldır.

Dînânî: Akılsız (irrasyonel) bir ahlâk anlayışının bir anlamının olabileceğine dahi inanmıyorum.

Lârîcânî: Bu gibi konularda gözlerinde çok büyüttükleri Kant, gerçekte aklı sınırlandırmıştır…

Dînânî: Onun yerine ahlâkı koydu.

Lârîcânî: Metafiziğin üstesinden gelemeyince akla bir sınır çizdi ve ondan boşalan yeri ahlâkla doldurmaya çalıştı.

Dînânî: Evet, nazarî (teorik) aklı sınırlandırırken ahlâka oldukça geniş bir alan tanıdı. Teorik aklın sınırlılığına inanan Kantçılara şunu sormak lazım: “Kant aklın Tanrı’ya ulaştırmayacağı fikrine ahlâkla mı varmıştı, yoksa akılla mı?”

Lârîcânî: Problem de burada zaten.

Dînânî: Kendi kendisinin yetersiz olduğunu söyleyecek olan yine aklın kendisidir. Çünkü akıl, yetersizliğini itiraf edecek kadar mütevazıdır.

Lârîcânî: Aklı “fâilî” ve “kâbilî” olmak üzere ikiye ayırmıştık. Hadi akl-ı fâilîyi bir kenara koydunuz diyelim… Gerçekte akl-ı kâbilîyi bu kadar kolay kenara koyamazsınız ki… Kabiliyet de aklın sahasındadır… Onun dışında değildir.

Dînânî: Aklı failî ve kâbilî olarak ikiye ayırdığınızda bu gruplandırmayı yapan hangi akıldır? Kâbilî mi, fâilî mi? Hayır, bunların da üstünde olan bir şey… Maksam (kısımlandırılan), kısımlardan daha üstündür. O, kısımlardan biri değildir; bilakis onlardan üstündür. Kendisini taksim eden yine akıldır.

Lârîcânî: İnsanın hayret uyandıran bir başka kabiliyeti… Biraz önce söylediğiniz “İnsanın da bir gecesi (karanlık tarafı) ve gündüzü (aydınlık tarafı) vardır” ifadesi de çok ilginçti. Zaten bu ikisine sahip olduğu için böylesi bir vücûdî seyri var insanın.

Dînânî: İnsanın gecesi irrasyonelliği, gündüzü ise rasyonelliğidir. Aklı olmasaydı, gündüzü de olmazdı. Her varlığın içsel ve dışsal bir gecesi ve gündüzü vardır. İnsanınki ise hem dışsal hem de içseldir. Gecesi de, gündüzü de onun içindedir. Gündüzü akıl denen cevher sayesindedir. Bazılarının akla neden bu kadar hasım kesildiklerini anlayamıyorum doğrusu.

Lârîcânî: Üstat, insanın iniş çıkış (yükseliş) kabiliyetinin kapsamı üzerinde durmak istiyorum. Kişi eğer nefsin iştahlarından arınırsa, kendisini zirvelere ulaştıran yola ilk adımını atmış olacaktır. İnsanda, maddiyattan uzaklaştığında kendisini maneviyata yaklaştıran bu kabiliyetin sırrı nedir?

Dînânî: Varlığı kendisi için düşünme konusu olan tek varlık insandır. Masa da mevcuttur; ancak onun mevcudiyeti kendisi için bir tefekkür ve inceleme konusu değildir. Diğer varlıklar ne olduklarını bilmezler. Ama insan ne olduğunu bildiği anda, bu bilgi onun için hemen bir düşünce ve merak konusu olur. Kendisini ne şekilde tanımlar? Cennet, cehennem, mülk, melekût, melek, gece, gündüz olarak mı?

Lârîcânî: Gerçekte bunların hepsidir.

Dînânî: Kesinlikle öyle. Bir varlıkta bunların hepsi varsa, o çok komplike bir varlık olur. Ancak dilerse bunların hepsini aşabilir. İnsan kendisi için bir meseledir. Mesele, Arapçadaki “sual” sözcüğünden türemiştir. Demek ki mesele sorulması gereken, üzerine soru sorulmasını hak eden bir şeydir. İnsanın soru sormadığı bir yer var mıdır?

Lârîcânî: Soruların en önemlisi “Ben kimim?” sorusudur.

Dînânî: Bu, soruların en zorudur; dış dünyadaki şeylerin ne olduğunu sormak gibi değildir. Burada soruyu soran bizzat insandır; kaderin bir cilvesi olarak soruyu cevaplayacak olan da… Size göre sorunun bir değeri var mıdır Sayın Lârîcânî?

Lârîcânî: Kesinlikle bir değeri var… O, düşüncenin bir parçasıdır.

Dînânî: Soru diyaloğun kaynağı, âlemdeki kapalı kapıların anahtarıdır. Soru olmasaydı, diyaloğun da bir anlamı olmazdı. İki insan –siyasî ya da ilmî bir alanda– ama dostça ama düşmanca diyalog kuruyor. Diyaloğun da farklı türleri ve kısımları bulunmaktadır. Tabii ki onun en güzel biçimi dostça gerçekleştirilenidir. Soru olmazsa diyalog gerçekleştirilmez. Soru dediğimiz şey –zahirde olmasa bile–  diyaloğun içinde mutlaka mevcuttur. Burada konu konuyu açıyor ve üzerinde durulan her şey başka bir soruya kapı aralıyor. O halde diyaloğun anahtarı sorudur. Eğer âlemde diyalog olmasaydı, ne olurdu?

Lârîcânî: Fikrî bir alışveriş, faaliyet ve rüşd olmazdı.

Dînânî: Karşılıklı anlayış ve uzlaşı da olmazdı. Diyalog olmasaydı eğitim ve öğretim de olmazdı. Gerçekte eğitim ve öğretim de bir tür diyalogdur. Dolayısıyla diyalog açılmanın (infitah) esası, bilginin yayılması ve âlemin tanınmasıdır. Bilgide durağanlık diye bir şey yoktur. Burada bir sınır yoktur; ilerleyebildiğiniz kadar ilerlersiniz. Dur durak bilmeksizin ilerlersiniz ya da bir duraktan başka bir durağa varırsınız… Günden güne yeni keşiflerin yapıldığı bir dünyada bu ilerleyişin nereye kadar sürebileceğini ancak Allah bilir. Bunun anahtarı diyalog, diyaloğun anahtarı da sorudur. Dolayısıyla soruya/soru sormaya değer vermeliyiz.

Lârîcânî: Gece ile gündüz arasında da bir diyalog mevcuttur.

Dînânî: Burada sorunun kendisine vurgu yapmak istiyorum: Soru insanla başlar. Bitkiler ve hayvanlar soru soramazlar. İnsanın soruları sadece dışarıdaki muhataplarına yönelik değildir; o bazen kendi kendine de sorular sorar. Bugün bilim dünyasında şahit olduğumuz gelişmeler, insanın dış dünyaya yönelttiği sorulardır aslında. Atom nedir, molekül nedir? Bu gibi sorularla başladı her şey. Günümüzde dışarıya yönelik sorular çoktur; ancak içsel sorular pek azdır. Evren hakkında soru soran çok; ancak kendisi hakkında soru soran yok. Bilim ve akademi camiası tamamen dış dünyaya odaklanmış vaziyette… Bununla birlikte öze ve içe dönme konusunda aynı ölçüde gayret göstermiyorlar. Bu konu hakkındaki soruları da neredeyse yok denecek kadar az. Eğer soruyorlarsa bile bunlar insanı tabiî bir varlık mesabesinde görmekten ileri gelen sorulardır. Peki, yapılması gereken, insanı diğer tabiî varlıklar gibi tanımaya çalışmak mıydı? Doğa mı sorabiliyor, insan mı? Soru denen şey insanla mı ilişkilidir, tabiatla mı? Tabiat hakkında soru soran insandır; tabiat insan hakkında soru soramaz. Dolayısıyla kendimize sorular sormayı fazlasıyla ciddiye almamız gerekir. İnsan niçin sorar? Mutlak İlim’de soruya yer var mıdır? Yoktur. Niçin? Çünkü O, Mutlak İlim’dir. Kur’ân’da soru formunda pek çok âyet var. Ancak bunlar inkârî istifhamlardır. Yani gerçek soru değillerdir. Niçin? Mutlak İlim olan Allah’ın soru ve cevaba ihtiyacı olmadığı için. Mutlak İlim soru sorabilir mi hiç? Hayır. Cehl-i mutlak da soru soramaz. Sorular bilmek ile bilmemek arasında döner durur. İnsan hem bilen hem de bilmeyen bir varlıktır. Bildikleri mi daha çoktur, bilmedikleri mi? Bilmedikleri her zaman daha çoktur. Malûm ile meçhul, bilmek ile bilmemek arasındaki insan sürekli olarak sorular sorar. Soru sordukça bilmediklerinin ne kadar fazla olduğunu görür. Böylece meçhuller gitgide malumlardan daha fazla olur.

Lârîcânî: Sonrasında Feyz şöyle devam ediyor: “Gece ehli olanlar, Kur’ân’ın hakikat denizine ulaşabilecek liyakatte olurlar.İnsan hakkında söylediklerimiz, bir yönüyle Kur’ân için de geçerlidir: Yani Kur’ân’ın bir bölümü bizlere gizli kalmış ve perdelenmiştir, ki Peygamber de (s.a.a.) Kur’ân’ın yetmiş bâtınının olduğunu buyurmuştu. Öyle ki bu bâtınlardan her biri, bir diğerine hicap dahi olabilmektedir. Ancak diğer taraftan bu öyle kutlu bir hicap ki, insanı aydınlığa davet ediyor.

Dînânî: Emîrü’l-mü’minîn Ali’nin (a.s.) Kur’ân hakkındaki şu sözleri ne kadar da güzel: “Onun zahiri güzel, bâtını ise derindir.” Zahiri gerçekten çok güzel; çünkü Kur’ân’ın kelimeleri çok güzel… Fesahat ve belagat ilimlerine vâkıf olan herkes bu gerçeği takdir edecektir. Bâtınına gelince, Kur’ân’daki derinlikleri ölçebilecek bir metre/cihaz mevcut mudur? Kur’ân’ın bâtınları insanın bâtınları kadardır. İnsân-ı Kâmil’in derinlikleri sonsuzdur. Mesela Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.)…

Lârîcânî: Kadir gecesinin bin aydan hayırlı olması da aynı gerçeğe işaret ediyor. Yani onda derinleşmenin bir sonu yok…

Dînânî: Ân ne kadardır? Bir göz açıp kapayıncaya kadar… Bunca kısalığına rağmen bazen tarihin tüm asırlarından daha değerli olabilmektedir. Ânı ölçemezsiniz; ancak tarihi ölçebilirsiniz. Felsefede nicelik (kemmiyet) ve nitelik (keyfiyet) olmak üzere iki kategori mevcut. Niteliğin ölçüsü yoktur. İnsanın hem kemmiyeti hem de keyfiyeti vardır. Bu hemen her varlık için geçerlidir. Kemmiyet mi daha değerlidir, keyfiyet mi? Kesinlikle keyfiyet… Kemmiyet de kendi yerinde değerlidir hiç şüphesiz. Ancak değer açısından baktığımızda keyfiyet elbette ki daha önemlidir. İnsanın derinlikleri/bâtınları da bu şekildedir. Ömrün kemiyetçe uzun, ancak nitelikten yoksun olması mı daha değerli ve anlamlıdır, yoksa kısa olup nitelikçe üstün olması mı? İbn Sînâ, nitelik bakımından üstün bir ömrü, nicelik bakımından üstün bir ömre tercih edeceğini söylemiştir.

Lârîcânî: Gerçekten de böyle yaşadı…

Dînânî: Bunu kime sorarsanız sorun, nitelikçe üstün bir ömrü tercih edecektir.

Lârîcânî: Diğer türlüsü tekdüze bir hayat olurdu zaten…

Dînânî: İnsanoğlu ölmeyi de sevmez, istemez hâlbuki… Genelde ömrümüzün uzun olmasını isteriz. Bunun bir sebebi de ölüm korkusudur. Ona karşı doğal bir korku mevcuttur. Sıradan insanlardan, böyle bir korkusu olmayana pek az rastlanır. Burada tabii ki peygamberleri ve velileri hariç tutuyorum. İnsan ölümden onu bilmediği için korkar. Oysa bilenler için korkuya mahal yoktur: Örneğin Mevlânâ’nın ölümle ilgili olarak “Ölüm eğer yiğitse/erkekse…” diye başlayan beyitleri vardır. Yine programın başındaki korku ve kaygı konusuna dönüyoruz. Kierkegaard’ın Korku ve Titreme adlı bir kitabı mevcut. İnsanın ölüm ve gelecek gibi konulardan yana hep bir korkusu ve kaygısı vardır. Sonuç itibariyle her insan ölümü düşünür. Ondan gaflete kapılanlar bile bir şekilde onu geçmişte mutlaka düşünmüşlerdir. Bu kaçınılmaz bir gerçekliktir; ondan gafil kalmak bu gerçekliği değiştirmeye yetmez. Bir başka gerçeklik de insanın fani bir varlık olduğudur. Ölümü düşünen tek varlık insandır. Bu âlemdeki tüm varlıklar ölümlüdürler. Ancak ölümü –tıpkı insan gibi– düşünüyor değildirler. İnsan da diğer varlıklar gibi, bir gün ölecektir. Ancak öteki varlıklardan farklı olarak ölüm hakkında düşünür. Aslolan ölümdür. Ölümü düşünmeyenin gerçek bir hayatı yoktur. Hayatın aslı/özü, ölümü düşünmekte gizlidir.

Lârîcânî: Kierkegaard’ın Korku ve Titreme adlı kitabını birkaç yıl önce okumuştum. O bazı korkuların, içlerinde bir ümidi de barındırdıklarından söz ediyor. Gerçekte İslâm’da “haşyet” olarak bildiğimiz korkudan söz ediyor gibi burada.

Dînânî: Haşyet azametten kaynaklanır. Korku (havf) ile haşyet arasındaki fark da buradadır. Mesela uçsuz bucaksız bir denize baktığınızda ondan korkmazsınız belki ama heybeti/görkemi ve azameti sizi sizden alır. Buna karşılık korku, böyle olmak zorunda değildir ve çoğunlukla tehlikeden kaynaklanır.

Lârîcânî: Allah anıldığında haşyete kapılmak mesela.

Dînânî: Evet, bu haşyettir.

Lârîcânî: Bugün de gerçekten çok güzel bir konuya değindik. Gece felsefesinden çıkaracağımız sonuç şu oldu: İnsan tüm bu hicapların ardından hakikate yol alabilir. Eğer mü’minlere teheccüd namazı tavsiye edildiyse, bu, hakikat yolunda adım atıp ilerleyecek hazırlığa sahip olmaları içindir. Hz. Ali’nin (a.s.) de buyurduğu gibi: “Mü’minler geceyi severler.

Dînânî: Evet, yapılması gereken budur: Geceyi ihya edip, gündüzlerin de kadrini bilmek…

Lârîcânî: Çok güzel söylediniz gerçekten.

Bir sonraki programımızda tekrar görüşmek dileğiyle aziz üstadımızla birlikte siz kıymetli izleyicilerimize Allah’a ısmarladık diyoruz.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://philosophyar.net/marefat/08-june-2018/

 



[1] Yûnus Sûresi, 62. âyet