ÖZEL: İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) Siyer Rivayetlerinin Tahrifini Önlemedeki Rolü
- Medyasafak.net
- EHL-İ BEYT OKULU
- 02.12.2024
"İslâm dünyasında siyer yazıcılığı Urve ve Zührî’nin öncülüğünde, belli bir hizbe hizmet etmek amacıyla, bir açıdan hastalıklı bir disiplin olarak ortaya çıkmıştır. İmam Zeynelâbidin’den (a.s.) nakledilen siyer rivayetlerinin muhtevası, onun bu alana girme nedenini göstermekte ve amacının siyer rivayetlerini tashih etmek ve Ehl-i Beyt’i (a.s.) savunmak olduğunu somut bir biçimde ortaya koymaktadır."
İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) Siyer Rivayetlerinin Tahrifini Önlemedeki Rolü[1]
Hüseyin Hüseyniyân Mukaddem[2]
Özet
Hz. Peygamber’in (s.a.a.) siyerine dair rivayetlerin aktarımına ve bu rivayetleri delil olarak kullanmaya yönelik ilgi, Hilâfet Dönemi’nin ilk günlerinde ortaya çıkmıştır. Bu ilgiyi ortaya çıkaran ise, siyer rivayetlerinin Müslümanlara hayatlarında uygulayabilecekleri pratik örnekler ve İslâm toplumunun karşı karşıya kaldığı sorunlara çıkış yolu sunması olmuştur. Bununla birlikte, aynı rivayetler, rakip hiziplerin kendi siyasî ve toplumsal görüşlerini kanıtlamada faydalandıkları birer araca da dönüşmüştür. Farklı eğilimlerle iç içe giren bu ilgi ve faydalanma isteği, bazı rivayetlerin görmezden gelinmesine, bazılarının ön plana çıkarılmasına, bazılarının da önemsizleştirilmesine neden olmuştur. Bütün bunlar bir araya geldiğinde siyer rivayetlerinin tahrif edilmesi tehlikesini ortaya çıkmıştır. Böyle bir ortamda gerçeği bilmek isteyip her rivayete güvenmeyenler için tahrifi önleyip hakikati ortaya çıkarmak zaruret halini almıştır. Siyer rivayetlerinin yazılı hale getirilip tedvin edildiği ve bu yolla sonraki nesillere aktarıldığı devreye tesadüf etmesi hasebiyle İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) döneminde tahrif tehlikesi çok daha kalıcı bir hal almıştır. Bu nedenle İmam Zeynelâbidin (a.s.), Hz. Peygamber (s.a.a.) döneminin tarihsel gerçeklerini açıklayarak tarihin ve siyerin tahrif edilmesine tepki göstermiştir. Bununla birlikte, kendisinden siyer rivayetleri nakledilmesi ve siyere dair bir kitap yazdığının varsayılmasından ötürü İmam Zeynelâbidin (a.s.) ne bir siyer râvisi ne de bir siyer müellifi olarak algılanabilir. Elinizdeki makalede, İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) özelde siyere dair gerçekleri ortaya çıkarmada, genelde Ehl-i Beyt’in (a.s.) haklarının savunulmasında üstlendiği tarihî rol ele alınıp tahlil edilecektir.
Giriş
İnsanların dinî öğretilere ve Hz. Peygamber’in (s.a.a.) yaşamöyküsüne, siyere olan ilgisi, Hilâfet Dönemi’nin[3] başından itibaren siyer rivayetlerinin sözlü olarak nakledilmesine neden olmuştur. Farklılaşan duygular ve değişen ihtiyaçlar, siyer rivayetlerinin intikalinde, duygulara ve ihtiyaçlara göre değişen farklı görüş ve eğilimlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. Bu farklı görüş ve eğilimler, siyer rivayetlerinde zaten mevcut olan ekleme (ziyade), çıkarma (hazf) ve değiştirme (tebdil ve tağyir) ihtimalini daha da artırmıştır. Hz. Fâtıma (s.a.), meşhur [Fedek] hutbesinde geçen bir sözünde, bu ihtimalin bir tehlikeye dönüştüğü gerçeğinin altını çizmiştir. O, bu sözünde, sahabîlerin tutumunun peygamberlik misyonuyla ve Hz. Peygamber’in (s.a.a.) hedefleriyle bağdaşmadığını dile getirmiştir. İmam Ali (a.s.) de, henüz vefatının üzerinden çok geçmemişken, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) hadislerini naklederek tahrifle sonuçlanacak her türden teşebbüse karşı en baştan tavır almış ve tahrifin ortaya çıkaracağı tehlikelere karşı sahabeyi uyarmıştır. Diğer Ehl-i Beyt İmamları (a.s.) da kendi zamanlarındaki benzer eğilimlere karşı aynı tutumu benimsemiştir.
Çok geçmeden siyer rivayetleri yazılı olarak nakledilmeye başlanmış ve sadece bu konuya tahsis edilmiş kitaplar yazılmıştır. Meğâzî yazıcılığı uzmanlık isteyen bir disipline dönüştüğünde ve resmîleştiğinde, tahrif tehlikesi ve bu tehlikeye karşı alınan muhalif tavır çok daha belirgin hale gelmiştir. Vâkıdî (ö. 207/823), siyer yazımını Urve b. Zübeyr’in (ö. 94/713), Abdurrahman Süheylî (ö. 581/1185) ise İbn Şihâb Zührî’nin (ö. 124/742) başlattığını bildirmişlerdir.[4] Vâkıdî, ayrıca, her iki siyer müellifini meğâzi ilminin öncüleri addetmiştir. Hamilton Gibb de Zührî’nin Meğâzi’sinin sonraki meğâzi metinlerinde kaynak olarak kullandığı görüşündedir.[5] Bu kısa açıklamalardan da anlaşılacağı üzere İmam Zeynelâbidin’in (ö. 94/712) dönemi, tam da Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’inin (a.s.) tam tersi düşünce ve duygulara sahip olan ve Emevî sarayı ile bir şekilde bağlantısı bulunan müelliflerin sonraki eserlere kaynaklık eden siyer kitaplarını yazdıkları döneme tesadüf etmektedir.
Emevî sarayınca doğrudan ya da dolaylı olarak himaye edilen uzmanlaşmış yazarların, meşru ve resmî kabul edilen eserlerini kaleme aldıkları bu dönemde İmam Zeynelâbidin (a.s.), siyer rivayetlerine önem vermeyi kültürel bir zorunluluk olarak görmüş ve bu doğrultuda, imamet düşüncesine muhalif olanların görüşlerini tenkit ederek, mensubu olduğu Peygamber Hanedanı’nın görüşlerinin haklılığını ortaya koymak amacıyla Hz. Peygamber (s.a.a.) döneminde cereyan eden olaylara dair anlatıların doğru ve gerçek bir biçimde rivayet edilmesine ihtimam göstermiştir. Vâkıdî’nin İmam Zeynelâbidin’den (a.s.) naklettiği şu söz, onun bu konuya ne denli ehemmiyet verdiğini göstermesi açısından önemlidir: “Biz Hz. Peygamber’in (s.a.a.) meğâzi ve seriyyelerini Kur’ân’dan bir sureyi öğrenir gibi öğrenirdik.”[6]
İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) bu sözünü Vâkidî’den ilk defa Hatib Bağdadî (ö. 463/1071) aktarmış, Şemseddin Salihî (ö. 942/1536) ve muhtemelen İbn Kesîr (ö. 774/1373) ile Celaleddin Suyûtî (ö. 911/1505) de onu Hatib Bağdadî’den nakletmişlerdir. Çağdaş döneme kadar Şiî hadis derlemelerinde ve tarih kaynaklarında yer bulmamış olması, bilhassa râvilerinin İmam Ali (a.s.) neslinden oldukları göz önüne alındığında, bu sözün sıhhatini ciddi anlamda şüpheli kılmaktadır. Bu rivayet, İran İslâm İnkılâbı’ndan sonra İslâm tarihi araştırmalarının ivme kazanmasıyla birlikte bilhassa Şiîlik tarihi çalışmalarında görülmeye başlanmış ve ilk defa Resûl Caferiyân tarafından yukarıda adı geçen yazarların kitapları kaynak gösterilerek alıntılanmıştır.[7] Sonrasında Ahmedî-i Miyâncî ve ardından Murtaza Âmilî gibi araştırmacıların çalışmalarına da girmiştir.[8] Her halükârda İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) Hz. Peygamber’in (s.a.a.) hayatını öğrenmeyi Kur’ân öğrenmekle bir tuttuğu bu sözü, onun nezdinde siyerin ne kadar ehemmiyetli bir konuma sahip olduğunu ve siyere dair sahih rivayetlerin gelecek nesillere aktarımına ne denli ihtimam gösterdiğini ortaya koyması açısından önemlidir. Bununla birlikte, bu ihtimamına ve siyere dair -Berîd İclî’nin bildirdiğine göre İmam Muhammed Bâkır’ın (a.s.) (ö. 114/733) atıfta bulunduğu- bir kitap yazmış olmasına karşın İmam Zeynelâbidin (a.s.), kelimenin terim anlamıyla bir siyer râvisi veya bir siyer müellifi olarak anılmayı tercih etmemiş, kendisini siyer rivayetlerini tahriflerden arındıran bir düzeltici olarak görmüştür.[9]
Dârimî’nin (ö. 255/869) ikinci halifenin fermanına dair yorumu, İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) nazarında tahrifi önlemeye yönelik çabaların ne denli önemli olduğunu ortaya koymuştur ve bu durum, İmam Zeynelâbidin’den (a.s.) nakledilen rivayetlerin muhtevasıyla da tamamen örtüşmektedir. İkinci halifenin amel olunanlar dışında Hz. Peygamber’den (s.a.a) hadis rivayetinin azaltılması emrini yorumlarken Dârimî, önce hadis sözcüğünü tanımlamış ve bu yasağın şerî hükümleri içeren rivayetleri kapsamadığını ifade etmiştir.[10] Onun bu görüşünü kabul ettiğimizde, halifenin, Hz. Peygamber (s.a.a.) dönemine dair tarih rivayetlerini, yani Hz. Peygamber’in düşmanlarını dostlarından ayırmamızı sağlayan, Kureyş’in faaliyetlerini tasvir eden, Hz. Peygamber’i himaye edip onunla omuz omuza çarpışmaya hazır olanlarla savaş meydanından kaçanları ve nifak çıkaranları birbirinden ayrıştıran haberleri nakletmeyi yasakladığı sonucuna varabiliriz. Emevî halifesi tarafından bu yasağın gevşetilmesi, resmî siyer yazıcılığı için ortam hazırlamıştır. Böylece, bir yandan siyer müellifleri Emevî sarayına cezp olunurken diğer yandan hâkim ideolojinin iddialarıyla bağdaşan siyer kitapları üretilmiştir. İmam Zeynelâbidin (a.s.) dönemine tesadüf eden bütün bu gelişmeler, siyer yazıcılığı tarihinde bir dönüm noktası olmuş, İmam’ın tahrife ve muğlaklığa karşı yürüttüğü çalışmaları tarihî bir misyona dönüştürmüş ve önemlerini artırmıştır. İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) tarihte siyer rivayetlerini tahriften arındırmaya yönelik bir misyon üstlendiği iddiası, İmam’ın hayatını konu alan modern çalışmalarda daha önce üzerinde neredeyse hiç durulmamış veya kısaca değinilmiş yeni bir iddiadır.
İmam Zeynelâbidin’den (a.s.) nakledilen siyer rivayetlerinin hacmi bu iddianın doğruluğunun kanıtıdır. Nitekim İmam’dan aktarılan rivayetlerin büyük çoğunluğu, Hz. Peygamber’in (a.s.) Ehl-i Beyti’ne muhalif olanların lehine tarih rivayetlerini tahrif eden bir akımın mevcudiyetine işaret etmektedir. Emevîlerin birincil amacı İmam Ali’nin (a.s.) rehberlik ettiği Alevîler ve Tâlibîlerle mücadele etmek olduğundan, Emevîlerce himaye edilen bu akıma mensup yazarlarca en fazla tahrif edilen rivayetler İmam Ali (a.s.) ve hanedanı hakkındaki rivayetler olmuştur. İmam Zeynelâbidin’den (a.s.) günümüze ulaşan rivayetlerin ekseriyetle İmam Ali (a.s.) ve onun Hz. Peygamber’in (s.a.a.) hayatında oynadığı rol hakkında olmasının nedeni de budur. Bu rivayetler, Emevîler ve Zübeyr hanedanı dönemlerinde tahrif edilen ve uydurulan rivayetler ile karşılaştırıldıklarında sözünü ettiğimiz iddianın doğruluğu daha açık bir biçimde ortaya çıkacaktır. Bu makalede, tahrif edilen ve üretilen siyer rivayetlerinden örnekleri, İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) aynı konudaki rivayetleriyle karşılaştırarak inceleyeceğiz.
Hz. Peygamber’in (s.a.a.) Siyerinde İşkence (!)
İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) ve İmam Muhammed Bâkır’ın (a.s.) biraz aşağıda alıntılayacağımız rivayetlerinin gösterdiği üzere siyasî ve kültürel olaylar, kimi zaman tarih rivayetlerine yöneticilerin muhalifleriyle mücadele etmesini sağlayacak ve muhalif faaliyetleri önleyici politikalar geliştirmelerini kolaylaştıracak birtakım eklemelerin yapılmasına sebep olmuştur. Bunun bir örneği, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) Ureynelilere verdiği cezayla ilgili rivayettir. Bu rivayete göre çölde yaşayan bir kabile olan Ureyneoğullarından sekiz kişi, hicrî 6 (m. 627) yılında, Medine’ye gelerek Müslüman olmuş ve bir süre Medine’de kaldıktan sonra şehrin havasına alışamadıkları için hastalanmışlardır. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a.) onları Kuba yakınlarında bulunan Zü Cedr adındaki bölgeye göndermiş ve onlardan Hz. Peygamber’in (s.a.a.) burada bulunan deve sürüsüyle ilgilenmelerini istemiştir. Ureyneliler, develerin sütünden içerek iyileştikten sonra onları yağmalamış ve Hz. Peygamber’in (s.a.a.) çobanı Yesâr’ı, ellerini ve ayaklarını kesmek, gözüne ve diline diken batırmak suretiyle işkenceyle öldürmüşlerdir. Bu olayın ardından yağmacılar takip edilmiş ve nihayetinde Kürz b. Câbir komutasındaki bir birlik tarafından esir alınmışlardır. Bu sırada henüz bir çocuk olan ve olan bitene tanıklık eden Enes b. Mâlik (ö. 93/712) bu olayı şöyle anlatır: “Allah Resûlü’nün (s.a.a.) emriyle esirlerin ellerini ve ayaklarını kestiler, gözlerine mil çektiler ve sonra onları asarak öldürdüler.” Ebû Hureyre’nin rivayetine göre savaş ayeti (Mâide, 33) bu olaydan sonra nazil olmuş ve bu ayette, Allah’a ve Peygamber’e savaş açanların ve bozgunculuk çıkaranların cezasının öldürülmek veya asılmak veyahut elleriyle ayaklarını çaprazlama kesmek olduğu bildirilmiştir.[11]
Muhaddis Buhârî (ö. 256/870), Enes b. Mâlik’in rivayetini şu şekilde tamamlar: “Ureyneliler gözlerine mil çekildikten sonra çöle terk edildiler. Susuzluktan dilleri dışarı sarkmıştı; öyle ki susuzluktan yeri yalıyorlardı.”[12] “Durmadan su istemelerine rağmen kendilerine su verilmedi. Susuz öldüler.”[13] Bir başka rivayette esirlerin su istediklerinde Hz. Peygamber’in (s.a.a.) onlara “Ateş!” diyerek cevap verdiği geçmektedir. Enes b. Mâlik, ayrıca, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) onların cesetlerini yaktırdığını da söylemiştir.[14]
Buna mukabil, Uhud Gazvesi’nden ve Hz. Hamza’nın şehid edilmesinden sonra nazil olan ve müşrikleri cezalandırmak yerine sabrın ve affetmenin tercih edilmesini öğütleyen ayetin (Nahl, 126) hicrî 3 (m. 625) yılında indiğini göz önüne aldığımızda,[15] hicrî 6 (m. 627) yılında vuku bulan bu olayda haşin bir cezalandırma yönteminin uygulanmış olduğunu kabul etmek güçtür. Bu güçlük, Ehl-i Sünnet ulemasından bazılarının ölüme mahkûm edilen birine su verilmemesinin Hz. Peygamber’in (s.a.a.) değil, sahabenin kendi başına aldığı bir karar olduğunu ileri sürmesine neden olmuştur.[16]
Tarihçi ve tefsirci Taberî (ö. 310/923) de Hz. Peygamber’in (s.a.a.) gözlerine mil çektirmesi uygulamasının işlenen suçun cezalandırılmasını emreden savaş ayetinin nüzul sebebiyle bağlantılı olup olmadığı konusunda ciddi görüş ayrılıkları olduğunu yazmıştır. Ona göre, kimileri ayette belirtilen hükmün ayetin nazil olmasından sonra icra edildiğini ileri sürerken kimileri hükmün Ureyneliler, kimileri ise Ehl-i Kitap ve müşrikler hakkında olduğunu iddia etmişlerdir.[17] Her halükârda mevcut rivayetler incelendiğinde, ulema arasında birtakım görüş ayrılıkları bulunsa da Ehl-i Sünnet ulemasının kahir ekseriyeti, Enes b. Mâlik’in rivayetini sahih kabul etmiş ve gözlerine mil çekilmek suretiyle suçlunun cezalandırılabileceği konusunda uzlaşmışlardır. Buna karşın Şia uleması; hadis, tefsir ve tarih kitaplarında bu rivayeti nakletmekten özenle kaçınmışlardır.
Şiî ulemanın bu rivayeti nakletmekten kaçınmasının nedeni, büyük ihtimalle, rivayeti şiddeti ve Hz. Peygamber’in (s.a.a.) siyerinde suçlular için belirlenen ceza sınırlarının dışına çıkmayı meşrulaştıran bir tarzda yorumlayan çağdaşlarına karşı İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) sergilediği tutumdur. İmam Zeynelâbidin (a.s.), iphamın ve tereddüdün hâkim olduğu bir ortamda, Allah’a yemin ederek, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) kimsenin gözüne mil çekmediğini, suçluları sadece ellerini veya ayaklarını kesmek suretiyle cezalandırdığını ifade etmiştir.[18] Bunlar da Kur’ân’da belirtilen cezalardır.
İmam Cafer Sâdık’tan (a.s.) (ö. 148/765) nakledilen bir rivayet, tahrif edenlerle tahrife karşı çıkanlar arasındaki cepheleşmenin ve çatışmanın daha sonra da devam ettiğini göstermektedir. İmam Sâdık’ın (a.s.) babası İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s.), onun da babası İmam Zeynelâbidin’den (a.s.) aktardığı bu rivayette, Allah Resûlü’nün (s.a.a.) asla bir dil kesmediği ve bir gözü kör etmediği; Kur’ân’da belirtilen cezalar olan el ve ayak kesme cezalarına herhangi bir ceza eklemediği geçmektedir.[19] Muhaddis Kuleynî’nin aktardığı bir başka rivayette İmam Sâdık (a.s.), savaş ayetinin savaşçıların işkence edilmelerinden sonra değil, esir alınmalarından sonra nazil olduğunun ve Hz. Peygamber’in (s.a.a.) ayette açıklanan cezalar arasından el ve ayak kesme cezasını tercih edip uyguladığının altını çizmiştir.[20] Kuleynî, Şiîlerin bu rivayeti Ebân b. Osman Ahmer’den naklettiklerini belirtmiştir. Yukarıda İmam Sâdık’tan (a.s.) aktardığımız iki rivayetin senedi ve muhtevası, İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) tahrife karşı kültürel bir hareket başlattığını ve bu hareketin Şiîlerce sürdürüldüğünü göstermektedir.
Görünüşe bakılırsa bu dönemde müellifleri siyer rivayetlerini tahrif etmeye ve Hz. Peygamber’in (s.a.a.) uygulamalarına dair rivayetleri müphemleştirmeye iten asıl neden, yöneticilerin muhaliflere işkence edebilmelerinin önünü açmak olmuştur. İster bizzat Enes b. Mâlik tarafından nakledilmiş olsunlar isterse ona izafe edilmiş olsunlar mezkûr rivayeti ve benzerlerini nakledip yaymak bu açıdan siyer müelliflerinin işini kolaylaştırmıştır. İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s.) nakledilen bir rivayetten, yöneticilerin helal kabul ettikleri ilk uygulamanın işkence olduğu ve bunu da Enes b. Mâlik’in rivayetinde Hz. Peygamber’e (s.a.a.) isnat edilen yalana dayandırıldığı anlaşılmaktadır.[21]
Enes b. Mâlik rivayetinin yaygınlaştırılmasının bir başka nedeni, muhtemelen, halifeliğini ilan eden isyankâr Emevî kumandanı Abdurrahmân b. Muhammed b. el-Eş‘as’ın (ö. 85/704) yenilgisinden sonra Abdülmelik b. Mervân’ın (ö. 86/705) Enes b. Mâlik’e karşı aldığı tavırdır. Zira Haccâc b. Yusuf (ö. 95/714) İbnü’l-Eşa‘s’a karşı kazandığı zaferden sonra muhalifleri, ezcümle Enes b. Mâlik’i aşağılamış ve boynuna damga vurup köleleştirmiştir. Bunun üzerine Enes b. Mâlik, Abdülmelik b. Mervân’a bir şikâyet mektubu yazmış ve Abdülmelik de Haccâc b. Yusuf’a gönderdiği mektupta ona Enes ile ilişkilerini düzeltmesini emretmiştir.[22]
Seyyid Muhsin Emin, Enes b. Mâlik İmam Ali’ye (a.s.) karşı olduğu için Abdülmelik’in Haccâc’a onunla arasını düzeltmesini emrettiği kanaatindedir.[23] Emin’in bu kanaati, Emevî valilerinin muhaliflere baskı uyguladıkları bu dönemde -ve yukarıda sözü edilen olayın akabinde- Abdülmelik b. Mervân’ın İmam Ali’ye (a.s.) karşı olmasına dayanarak Enes’ten muhaliflere işkence etmeyi meşrulaştıran şerî bir delil talep etmiş olabileceği ihtimalini güçlendirmektedir. Enes b. Mâlik de bu onun bu talebini mezkûr ayetin nüzul sebebiyle ilgili rivayeti tahrif ederek yerine getirmiş olmalıdır. Nitekim Ebû Recâ Yezîd b. Ebî Habîb Süveyd’in (ö. 128/745) konuyla ilgili rivayeti bu ihtimali güçlendirmektedir. İbn Ebî Habib’in rivayetine göre Abdülmelik b. Mervân, mektupla Enes b. Mâlik’e savaş ayetinin nüzul sebebini sormuş, Enes de cevabında ayetin Ureyneliler hakkında nazil olduğunu yazmıştır.[24] [Bahsi geçen işkence rivayetlerinin İslam karşıtı yazar Turan Dursun’un kitaplarına da malzeme olduğunu hatırlatmak aydınlatıcı olacaktır; Medya Şafak]
Ebû Tâlib ile İlgili Rivayetlerin Tahrifini Önleme Çabaları
İmam Ali (a.s.) Emevî iktidarına ve onların meşruiyet iddialarına şiddetle karşı çıkmıştır. Onların bu iddiaları, sonraları, Ehl-i Sünnet’in siyasî fıkhının temeli ve bu bağlamda, güç kullanarak zorla başa gelen yöneticilere meşruiyet kazandırmanın aracı olmuştur.[25] Bu yüzden Emevîler, İmam Ali (a.s.) ile mücadele etmek için her yolu denemişlerdir. Bu yollardan birisi, Ebû Tâlib’in küfürle itham edilmesidir. Bu ithamın İmam Ali (a.s.) dönemine uzanan bir geçmişi olduğu bilinmektedir; fakat Ebû Tâlib’in kâfir olduğuna dair rivayetler, Emevî döneminin resmî tarihçileri olan İbn Şihâb Zührî ve hocası Said b. Müseyyib (ö. 94/713) tarafından yayılmıştır. İbn Şihâb Zührî, Ebû Tâlib’in son nefesinde söylediği sözü, onun müşrik olduğunu ikrar ettiği şeklinde yorumlamış[26] ve İmam Zeynelâbidin’den (a.s.) naklettiğini iddia ettiği bir sözde, İmam Ali’nin (a.s.) ve kardeşi Cafer’in babalarından miras almazken diğer iki kardeşinin, Tâlib ve Akîl’in, ondan miras aldıklarını ileri sürmüştür. Bunu da Müslümanların ve kâfirlerin birbirlerine mirasçı olmamalarına dayandırmıştır.[27]
Şeyh Sadûk Kitabu’n-Nübüvve adlı eserinde, müphemleştirmenin ve tahrifin hâkim olduğu o dönemde İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) “Allah, kendi dinine yardım edenlere, mutlaka yardım edecektir” (Hac, 24) ayetine dayanarak Ebû Tâlib’in Hz. Peygamber’in (s.a.a.) davetinin başlangıcından Ebû Tâlib Mahallesi’nde (Şi’bu Ebî Tâlib) muhasara altına alınmasına kadarki süreçte ifa ettiği tarihî rolü etraflıca tasvir ettiği bir rivayet nakletmiştir. Bu tasvirin ardından İmam Zeynelâbidin (a.s.), Ebû Tâlib’in iktidardaki Emevî hanedanıyla ta o zaman mücadele etmeye başladığına değinmiş ve şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah Kureyş’e karşı Resûlü’nü amcası Ebû Tâlib aracılığıyla koruma altına almıştır.”[28]
Kitabu’n-Nübüvve, Şeyh Sadûk’un diğer kitaplarında bu kitaba referans verecek kadar önem verdiği bir çalışmadır.[29] Yazma nüshalarının en geç 7./13. yüzyıla kadar dolaşımda olduğunu İbn Tâvus’un (ö. 664/1266) şahsî kütüphanesinde bu kitabın bir nüshasına sahip olmasından anlıyoruz.[30] Fakat Şiî kaynaklarda -yukarıda naklettiğimiz rivayette de dâhil olmak üzere- Kitabu’n-Nübüvve’den yapılan iktibaslar daha çok 6./12. yüzyıla aittir.[31] Bununla birlikte mezkûr rivayet, her ne kadar daha geç tarihli eserlerde alıntılanmamış olsa da, mevcut malumattan ulemanın bu hadisin sadır olduğunda görüş birliği ettiği anlaşılmaktadır. Dönemin şartları göz önüne alındığında bu rivayette İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) amacının, İbn Şihâb Zührî gibi müelliflerin iddialarını çürütmek olduğu anlaşılmaktadır. O, Ebû Tâlib’in hayatı boyunca Allah Resûlü’nü (s.a.a.) korumak ve savunmak amacıyla neler yaptığını sıralamış ve herkesin anlayabileceği kadar sade bir değerlendirmede bulunarak, onun on yıl boyunca karşısında olduğu bir hareketi desteklemesinin ve düşüncelerine muhalefet ettiği birine -ki böyle birisinin zafer kazanması kendisinin hezimete uğraması anlamına geliyordu- yardım etmesinin mümkün olamayacağını göstermiştir.[32]
İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) bu rivayette izlediği yöntem, Ebû Tâlib’in imanını ispatlamanın en iyi yoludur. Zira Allâme Tabâtabâî de, Ebû Tâlib’in imanını ispat ederken önce Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s.) bu konudaki hadislerine temas etmiş ve ardından aynı muhakeme yöntemine başvurarak, Ebû Tâlib’in hicretten önceki on yıllık faaliyetinin Muhâcir ve Ensâr’ın hicretten sonraki on yıllık faaliyetine denk olduğu sonucuna varmıştır.[33]
İmam Zeynelâbidin (a.s.), Ebû Tâlib’in imanı hakkında kendisinden nakledilen bir başka rivayette de benzer bir yöntem izlemiştir. Rivayette, kimilerince Ebû Tâlib’in kâfir olduğunun iddia edildiği kendisine haber verildiğinde İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) şaşırarak şöyle dediği geçmektedir: “Kur’ân’da Müslüman kadının kâfir kocasıyla evliliğini sürdüremeyeceği açıkça bildirilmiştir; oysa Esed kızı Fâtıma ilk Müslümanlardandı ve yaşadığı sürece Ebû Tâlib ile evli kalmıştır.” Bu rivayet 6./12. yüzyılda Şiî ve Sünnî âlimler tarafından nakledilmiştir.[34] Müslüman kadının kâfir erkekle evliliğini sonlandırması gerektiğine dair Kur’ân hükmü (Mümtehine, 10) Medine’de nazil olmuştur ve hükmü, Mekke döneminde sürdürülen evlilikleri kapsamamaktadır. Bununla birlikte, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) Müslüman kadınların kâfir erkeklerden boşanmaları emrini Mekke’de verdiği, ancak sahabenin bu emri önemsemediği, bunun üzerine Medine’de bu konuda bir ayet nazil olduğu da ileri sürülmüştür. Elbette bu konu tartışmalıdır.[35]
İmam Ali (a.s.) Müdafaası
İmam Ali (a.s.) ve Ali evladı ile mücadele etmek amacıyla Ebû Tâlib’in imanının sorgulanması, doğal olarak, İmam Ali’nin (a.s.) kimi özelliklerinin de sorgulanmasını beraberinde getirmiştir. Bu doğrultuda, bilhassa Emevîlerin ve Zübeyrîlerin himayesinde, farklı açılardan İmam Ali’nin (a.s.) şahsiyetini ve kendine has özelliklerini şüpheli hale getiren veya müphemleştiren rivayetler uydurulmuştur. Müminlerin Emiri Ali (a.s.) hakkında uydurulan rivayetlere karşı İmam Zeynelâbidin’den (a.s.) nakledilen rivayetleri şu ana başlıklarda ele alabiliriz:
İmam Ali’nin (a.s.) Kâbe’de Dünyaya Gelmesi
Kâbe’nin içinde dünyaya gelmek, Müslümanlarca bir iftihar olarak kabul edilmiştir. Bu iftihar da tarihte sadece Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) nasip olmuştur. Nitekim bazı Ehl-i Sünnet kaynaklarında da bu hususa işaret edilmiştir. Sözgelimi Hâkim Nişâbûrî (ö. 405/1014) Kâbe’nin içinde doğmasının İmam Ali (a.s.) için bir övünç olduğunu dile getirmiş ve bu konudaki rivayetin tevatür derecesine ulaşmış muteber bir rivayet olduğunu belirtmiştir.[36]
Öte yandan, Kâbe’de doğmak bir iftihar olarak değerlendirildiğinden, başka Sünnî kaynaklarda, özellikle de Zübeyrî yanlısı eserlerde, bu iftihar bir başkasına, 8/630 yılında gerçekleşen Mekke’nin fethinde Müslüman olan Hakîm b. Hizâm Esedî’ye (ö. 54/674?) atfedilmiştir. Zübeyr b. Bekkâr (ö. 256/870), Osman b. Urve b. Zübeyr’in oğlu Musab’dan Kâbe’nin içinde doğmuş olma övücünün sadece Hakîm b. Hizâm’a özgü olduğuna dair bir rivayet nakletmiştir.[37] Müslim[38] ve İbn Hibbân[39] gibi muhaddisler ile Belâzürî,[40] Ezrakî[41] ve İbn Habib Bağdadî[42] gibi tarihçiler sadece bu rivayeti nakletmekle kalmamış, daha da ileri giderek İmam Ali’nin (a.s.) Kâbe’de doğduğu rivayetini neredeyse hiçbir hadisçi ve tarihçinin kabul etmediğini ileri sürmüşlerdir.[43]
Bu rivayetin tahrif edilmesinin ve İmam Ali’nin (a.s.) yerine bir başkasının konulmasının nedenini açıklayan şey, Hâkim b. Hizâm’ın Hatice’nin yeğeni, Zübeyr b. Avâm’ın kız kardeşinin eşi olması hasebiyle soyca Zübeyrîlere mensup olması,[44] Halife Osman’ın defin işlemlerini yürüten altı kişinin içinde yer alması ve bazı rivayetlere göre de Osman’ın cenaze namazını kıldırmış olmasıdır.[45] Mekke’nin fethinde babasıyla birlikte Müslüman olan oğlu Abdullah ise, biatlerinden dönüp Cemel’de İmam Ali’ye (a.s.) karşı savaşanların sancaktarlığını yapmıştır.[46]
Bu tahrif ve uydurma karşısında İmam Zeynelâbidin (a.s.), Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) Kâbe’nin içinde dünyaya geldiği rivayetinin işittiği en iyi (detaylı) rivayet olduğunu belirtmiştir. İbn Meğâzilî’nin rivayetine göre İmam Zeynelâbidin (a.s.) hac sırasında Sâideoğulları boyuna mensup Ensâr kadınlarından Zeyde ile görüşmüş ve ondan kendisine bildiği rivayetleri nakletmesini istemiştir. Bunun üzerine Zeyde, Ubâde b. Nadle’nin kızı olan annesi Ümmü Umâre’den bir rivayet nakletmiştir. Bu rivayete göre Ebû Tâlib eşinin doğum sancıları çektiği sırada telaşlanınca Allah Resûlü (s.a.a.) Fâtıma bnt. Esed’i Kâbe’nin içine götürmüş ve o, Kâbe’nin içinde göbek bağı kesilmiş ve yıkanıp paklanmış bir erkek bebek dünyaya getirmiştir. Ebû Tâlib bebeğe Ali ismini vermiş, Allah Resûlü (s.a.a.) de onu eve götürmüştür. İmam Zeynelâbidin (a.s.), Allah’a yemin ederek, bu konuda bundan daha iyi (detaylı) bir rivayet işitmediğini ifade etmiştir.[47]
Bu rivayet orta dönem eserlerinde yaygın bir şekilde iktibas edilmiştir. Bu da rivayetin mütevatir ve meşhur bir rivayet olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, rivayeti nakleden Kureybe kızı Zeyde ve annesi Ümmü Umâre hakkında elimizde yeterince bilgi bulunmamaktadır. Bunun nedeni, muhtemelen, burada sözü edilen Ümmü Umâre’nin Hazrec kabilesinden Kurretü’l-ayn künyesini taşıyan ve Ubâde b. Sâmit’in annesi olan Ümmü Umâre olmasıdır.[48] Bu durumda da Ümmü Umâre’nin Medineli olması, onun peygamberliğin gelişinden on üç yıl önce Mekke’de gerçekleşen bir olaya dair naklettiği rivayeti kabul etmeyi zorlaştırmaktadır. Bu rivayetin Sünnî kaynaklarda 5./11. yüzyılın ikinci yarısından önce nakledilmemiş olmasının nedeni belki de budur. Nitekim söz konusu rivayete ilk defa, Şâfiî fakihi İbn Meğazilî’nin (ö. 483/1090) Menâkıbu Ali b. Ebî Tâlib adlı eserinde rastlanmaktadır. Rivayet, daha sonra, 7./13. yüzyılda, İbn Bitrîk (ö. 600/1203) ve İbn Tâvus tarikiyle Şiî kaynaklara girmiştir.[49]
Söz konusu rivayeti kabul etmeyi zorlaştıran bir başka husus, İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) fıkıh, hadis ve tarih bilgisi olmayan, Medine’de sakin bir kadından rivayet nakletmesini istemesidir. Bu bağlamda göz ardı edilmemesi gereken önemli bir nokta vardır ve o da şudur: Bazı tarih rivayetlerinde, her ne kadar bu rivayetler dil ve muhteva açısından kusursuz gibi görünseler de asıl amaç, Masum İmamları (a.s.) sıradan birer râvi olarak göstermek suretiyle Şia’nın “İmam’ın ilmi” inancıyla mücadele etmek olmuştur. Bununla beraber, Medineli Ümmü Umâre’nin İmam Ali’nin (a.s.) Kâbe’nin içinde gerçekleşen doğumu esnasında Mekke’de bulunmuş olması da mümkündür. Bu durumda, rivayeti uzun bir zaman sonra Medine’de nakletmesi, hadis ilminde rivayet usulü açısından herhangi bir probleme yol açmaz. Ayrıca, İmam Ali’nin (a.s.) Kâbe’de doğduğu rivayetinin Ensâr arasında bilinmesi ve İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) bu soruyu sorarak bu rivayeti Medinelilerin dilinden ve olayın muhtemel göz tanıklarından dinlemek istemiş olma ihtimali de göz ardı edilmemelidir.
İmam Ali’nin (a.s.) Yaşı ve İmanı
Bir önceki bölümde ele aldığımız rivayette İmam Zeynelâbidin (a.s.) soru soran taraf olmuştur. Bununla birlikte bazı rivayetlerden, onun kendisine sorulan sorulara yanıt verdiği ve böylece, cevap veren taraf da olduğu anlaşılmaktadır. Cevap veren taraf olması ise onun, yalnızca mevcut bilgileri düzelten olmadığını, aynı zamanda bilginin kaynağı da olduğunu göstermektedir. Bu rivayetlerden biri, Sünnîlerce Medineli meşhur yedi fakihten biri olarak kabul edilen Saîd b. Müseyyeb’in (ö. 94/713) İmam Zeynelâbidin’e (a.s.) Müslüman olduğunda İmam Ali’nin (a.s.) kaç yaşında olduğunu sorduğu rivayettir. Bu soru, aynı zamanda, İmam Ali’nin (a.s.) imanı ile ilgili şüpheleri de dile getirmektedir; çünkü bu dönemde, baliğ olmamış bir çocuğun imanı değersiz gösterilmeye çalışılmıştır. Buna mukabil, yaşından dolayı Ebû Bekir’in imanı daha değerli gösterilmiş ve o, ilk Müslüman erkek olarak nitelenmiştir.
İmam Zeynelâbidin (a.s.), Saîd b. Müseyyeb’in sorusunu uzun uzadıya cevaplandırmış ve bu meyanda, İmam Ali’nin (a.s.) hiçbir zaman Allah’a şirk koşmadığına işaretle onun imanının Cahiliye döneminin envaiçeşit kirlerine bulanmış olanların imanından çok daha üstün olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur: “O, imanda ve namazda herkesin önündedir.”
İmam Zeynelâbidin (a.s.), bu açıklamasıyla, önüne çıkan fırsattan istifade etmiş ve İbn Müseyyeb’in sorusunun cevabında sözü başka bir yöne çekmiştir. O, böyle yaparak, İmam Ali’nin (a.s.) iman edenlerin ilki olduğu konusunda gündeme getirilen şüphe ve tereddütleri ortadan kaldırmak istemiştir. Sorunun cevabında, İmam Ali’nin (a.s.) Mekke’de Hz. Peygamber (s.a.a.) ile birlikte ilk namaz kılan iki kişiden biri olduğunu (diğeri Hz. Hatice’dir); hicret ederken Kuba’da ve Medine’ye girişinde ona eşlik ettiğini ve Medine Mescidi ile etrafındaki evlerin yapımında ikisinin birlikte çalıştıklarını söylemesi bu yüzdendir.
İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) detaylı cevabı, İbn Müseyyeb’i hilâfet konusundaki asıl sorusunu sormaya sevk etmiştir. Bu da Medine’ye hicret ederken Ebû Bekir’in Allah Resûlü’nden (s.a.a.) nerede ayrıldığı sorusudur. Bu sorunun cevabında İmam Zeynelâbidin (a.s.), Hz. Peygamber’in (s.a.a.) Ebû Bekir’in İmam Ali (a.s.) olmadan Medine’ye girme teklifine aldırış etmediğini, bilakis o Kuba’ya varıncaya değin beklemekte ısrarcı olduğunu, bunun da Ebû Bekir’in kıskançlığına ve onun Hz. Peygamber’den (s.a.a.) ayrılmasına neden olduğunu söylemiştir. Bu ayrılış, aynı zamanda, Hz. Peygamber’e (s.a.a.) yapılan ilk muhalefettir.[50]
İbn Müseyyeb, İmam Zeynelâbidin’e (a.s.) tefsir, fıkıh ve tarih alanlarında da sorular sormuştur. Bu soru ve cevaplar onun İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) ashabı arasında sayılmasına neden olmuştur.[51] Hâlbuki rivayetlerden onun İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) cevaplarına itiraz ettiği, düşüncelerine karşı çıktığı ve fıkıh alanında İmam’ınkinden çok farklı görüşlere sahip olduğu anlaşılmaktadır. O, İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) cenaze namazına katılmayarak muhalif tavrını çok daha net bir biçimde ortaya koymuştur.[52] Oysa Katâde, biz Haccâc gibilerin ve çok daha kötülerinin arkasında namaz kılardık, demiştir.[53] İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) İbn Müseyyeb’in sorusunu detaylı bir şekilde cevaplandırmasının nedeni, belki de, onun rivayetleri müphemleştirmede oynadığı roldür. Zira İmam Ali’nin (a.s.) oğlu onu bu yüzden “münafık” olarak nitelemiştir.[54]
İmam Ali’nin (a.s.) Canını Feda Etmeye Hazır Olması
Bu bölümde ele alacağımız, “İnsanlardan öylesi de var ki, Allah’ın rızasını almak için kendi canını satar” (Bakara, 207) ayetinin nüzul sebebiyle ilgili rivayet, İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) tahrifleri önlemek amacıyla siyer rivayetlerini naklettiği görüşünü destekleyen bir başka örnektir. Mezkûr ayetin İmam Ali (a.s.) hakkında nazil olduğunu inkâr öyle bir noktaya varmıştı ki, İbn Teymiyye (ö. 622/1225), bütün muhaddis ve tarihçilerin bu ayetin İmam Ali (a.s.) hakkında nazil olduğu görüşünü yalanladıklarını ve reddettiklerini ileri sürmüştür. Ondan önce, İbn Şebbe (ö. 262/876) bu ayetin Suhayb Rûmî hakkında,[55] İbn Rûzbehân ise, müfessirlerin çoğunluğunun görüşü olduğunu kaydederek, Zübeyr ve Mikdâd hakkında nazil olduğunu iddia etmişlerdir.[56] Bunlara ilaveten, ayetin bütün Muhâcir ve Ensâr hakkında nazil olduğu da söylenmiştir.[57]
Görünüşe göre bu ciddi görüş ayrılıklarının temelinde, ayetin anlam açısından genişlemesi ve anlamının somut örneklere, mısdaklara tatbik edilmesi anlayışının değişmesi yatmaktadır. Zira Tûsî de ayetin, Allah’ın emirlerini yerine getirmek için canını ortaya koyan herkesi şamil olduğunu yazmıştır.[58] Fakat tarih rivayetlerinden bu anlam genişlemesinin ve tatbik usulünün İmam Ali (a.s.) ile ilgili rivayetleri tahrif etmede araçsallaştırıldığı anlaşılmaktadır. Muâviye’nin böyle bir ortamda, Semure b. Cündeb’e dört yüz bin dirhem verip, karşılığında ondan bu ayetin İmam Ali’nin (a.s.) katili İbn Mülcem hakkında nazil olduğunu tebliğ etmesini istemesi bunu göstermektedir.[59]
Kufe’nin Esedoğulları kabilesinden olup Şiî gulâtından olmakla itham edilen Hakîm b. Cübeyr’in[60] rivayetine göre İmam Zeynelâbidin (a.s.), ayetlere yeni nüzul sebeplerinin imal edildiği ve tarihsel gerçeklerin görmezden gelindiği bir ortamda, tahrifin ve müphemleştirmenin doğuracağı tehlikeleri hatırlatmış ve şöyle buyurmuştur: “Ali, Allah’ın rızasını almak için kendi canını feda eden ilk kişidir ve ayet onun hakkında nazil olmuştur.”[61] Rivayette geçen “ilk kişidir” ifadesi dikkate şayandır; zira bu ifade, İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) ayetin anlamca genişlediği, dolayısıyla başka kişilere tatbik edilebileceği görüşüne karşı çıkmadığını; onun karşı olduğu şeyin tahrif, yani ayetin tarihsel bağlamından arındırılması olduğunu göstermektedir.
İmam Ali’nin (a.s.) Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla canını feda etmekten kaçınmadığı bir başka örnek Bedir Savaşı’dır. İmam Zeynelâbidin (a.s.) bu konuyla ilgili rivayetin tahrifiyle de mücadele etmiştir. Kufe mevâlisinden olan ve Latîf adında bir kitap kaleme alan[62] Amr b. Mikdâm (Sâbit b. Hürmüz Haddâd) babasından İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) Bedir Savaşı’nda sahabe susuz kalınca İmam Ali’nin (a.s.) su aramaya çıktığını ve bu sırada melekler tarafından karşılanıp selamlandığını rivayet etmiştir.[63] Bu olay, müşriklerin sudan istediği kadar faydalanırken İslâm ordusunun susuzluktan kırıldığı lakin hiçbir Müslümanın su getirmek için harekete geçmeye cüret edemediğinden Hz. Peygamber’in (s.a.a.) su getirilmesi talebinin karşılıksız kaldığı bir zamanda meydana gelmiştir ve bu açıdan bir fedakârlık örneğidir.[64] Bu fedakârlığın ne denli önemli olduğu, İmam Ali’nin (a.s.) ilk hilâfet tartışmalarında kendi haklılığını delillendirirken (ihticâc) bu olayı hatırlatmasından da anlaşılmaktadır.[65] Tahrif ediciler bu rivayet karşısında da sessiz kalmamış ve İmam Ali’nin (a.s.) fedakârlığını gölgede bırakmak için ona denk bir kahraman yaratmaya çalışmışlardır. Bu doğrultuda İmam Ali’nin (a.s.) bir hutbesinde şöyle dediği söylentisini yaymışlardır: “Eski bir kuyudan su çektiğim sırada daha önce bir benzeriyle karşılaşmadığım üçlü bir kasırga ile karşılaştım. Bunlar, Cebrail, Mikail ve İsrafil idi ve her biri, beraberinde bin melek ile nazil oldu. Cebrail, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) hizmetindeydi. Mikâil ise onun sağ yanındaydı ve Ebû Bekir de o taraftaydı.”[66] Ayrıca İmam Ali’den (a.s.) Hz. Peygamber’in (s.a.a.) kendisine şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Bu savaşta Cebrail sizden biriyle, Mikail bir başkasıyladır.”[67]
Tahrif edilen bir başka tarih rivayeti, Bedir Savaşı’nda geçen münâvele olayıyla, bir başka ifadeyle, “Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı” (Enfâl, 17) ayetinin nüzul sebebiyle ilgili rivayettir. İbn Abbâs’ın rivayetine göre Bedir Savaşı’nın kazanılmasına vesile olan olaylardan biri, İmam Ali’nin (a.s.) Hz. Peygamber’e (s.a.a.) bir avuç toprak vermesi, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) de “Yüzleri çirkinleşsin!” diyerek bu bir avuç toprağı düşmana doğru atmasıdır. Mezkûr ayet bu olay üzerine nazil olmuştur.[68] Bu rivayetle birlikte, İmam Ali’nin (a.s.) rolünün tamamen göz ardı edildiği başka rivayetler de yayılmıştır.[69] Muhammed b. Ka‘b Kurazî, yerden toprağı alanın bizzat Hz. Peygamber (s.a.a.) olduğunu rivayet etmiştir. Katâde de yerden toprak yerine üç taş parçası alındığını aktarmıştır.[70] Bazı rivayetlerde ise, Bedir Savaşı’nda düşmana toprak veya taş atıldığından hiç söz edilmemiştir. Sözgelimi Saîd b. Müseyyeb, söz konusu ayetin Uhud Savaşı’nda Übey b. Halef’in öldürülmesi üzerine nazil olduğunu söylemiştir.[71] Buna mukabil İbn Cübeyr, ayetin İbn Ebî Hukayk’ın Hayber Fethi’nde Hz. Peygamber’in (s.a.a.) okuyla öldürülmesinden sonra nazil olduğunu ileri sürmüştür.[72] Buna benzer ilgisiz rivayetler karşısında şaşıran İbn Kesîr, bu olayın Bedir Savaşı’nda vuku bulduğunu bütün ilim sahiplerinin açıkça bildiklerini yazmıştır.[73]
Öte yandan Âişe’nin rivayetinde bildirdiğine göre İmam Ali (a.s.) Cemel Savaşı’nda Hz. Peygamber’inkine (s.a.a.) çok benzeyen bir hal ve tavır içerisinde olmuştur.[74] Onun bu hal ve tavrını gören Âişe, Hz. Peygamber’i (s.a.a) taklit ederek İmam Ali’nin (a.s.) ashabı üzerindeki etkisini azaltmaya çalışmış ve bu amaçla, Hz. Peygamber’in “Yüzleri çirkinleşsin!” sözünü tekrarlayarak İmam Ali’nin (a.s.) askerlerinin üzerine bir avuç toprak atmıştır. İmam Ali (a.s.) “Senin atışın Şeytan’ın atışıdır, Allah’ın değil!” diyerek onun bu stratejik hamlesini etkisiz hale getirmiştir.[75]
İmam Zeynelâbidin (a.s.) rivayetleri müphemleştirmenin hâkim olduğu bu ortamda tarihî gerçeği ortaya koymuş ve mezkûr ayetin İmam Ali (a.s.) hakkında nazil olduğunu açıklamıştır. Amr b. Ebî Mikdâm, İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) İmam Ali’nin (a.s.) Hz. Peygamber’e (s.a.a.) toprak verdiğini, ayetin de bunun üzerine nazil olduğunu söylediğini nakletmiştir. Küleyb Esedî’nin sorusu üzerine İmam Sâdık’ın (a.s.) benzer bir cümle söylemesi, bu rivayetin tahrifinin daha sonra da devam ettiğini göstermektedir.[76]
İmam Ali’nin (a.s.) Vasiliği
Hilâfet, Hz. Peygamber (s.a.a.) döneminde faal olan farklı siyasî eğilimlere ve hiziplere mensup Müslümanların zihinlerini meşgul eden en önemli meseleydi. Hz. Peygamber’in (s.a.a.) vefatıyla birlikte bu mesele, ayrışmaları ve bu ayrışmalarla bağlantılı çok sayıda hadiseyi meydana getirmiştir.[77] Bu bakımdan hilâfet rivayetleri tahrifin konusu olmakla kalmamış, aynı zamanda, başka tarih rivayetleri olmak üzere birçok hadisin ve haberin de tahrif edilmesine neden olmuştur. Bu bağlamda tahriften en fazla etkilenen rivayet, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) hayatının son anlarının tasvir edildiği rivayet olmuştur. Bu rivayet çoğu zaman tahrife maruz kalırken bazen de müphemleştirilmiştir ve bundan dolayı, kimi hiziplerce inkâr edilirken kimilerince ispat edilmeye çalışılmış, böylelikle de sonradan kelâm tartışmalarını beraberinde getirmiştir. İmam Ali (a.s.), kendi vasiyeti gereğince vefat ederken Hz. Peygamber’in (s.a.a.) mübarek başının dizinde olduğunda ısrar etmiştir. İmam Ali (a.s.) bu rivayeti her zamankinden daha fazla dillendirdiği sırada Muâviye ve Amr b. Âs, Müslümanları İmam Ali’ye (a.s.) karşı kışkırtmıştır.[78] Öte yandan Âişe de vefat ettiği sırada Hz. Peygamber’in (s.a.a.) mübarek başının kendi dizlerinde olduğunu, ondan İmam Ali (a.s.) hakkında herhangi bir vasiyet işitmediğini iddia etmiştir.
Vasiyet konusunu Âişe’ye soran İbrahim b. Esved ondan şu cevabı almıştır: “Hz. Peygamber’in başı dizlerimdeydi. İdrarını yapmak için bir kap istediği sırada eğildi ve dizlerimin üstüne yığıldı. Ne zaman vefat ettiğini anlamadım. Hal böyleyken Ali’ye nasıl vasiyette bulunmuş olabilir?”[79] İbn Sa‘d, Urve’nin bu rivayeti Âişe’den naklettiğini ve bu sırada İbn Abbâs’ın onu eleştirmek maksadıyla “Böyle bir rivayete inanılabilir mi?” diye sorduğunu bildirmektedir.[80] Hz. Peygamber’in (s.a.a.) İmam Ali’nin (a.s.) dizlerinde vefat ettiği rivayetini tamamen inkâr edemeyen İbn Sa‘d bu konuda iki farklı rivayet nakletmiştir. Rivayetlerden birinde vefat ettiği sırada Hz. Peygamber’in (s.a.a.) başının Âişe’nin dizlerinde olduğu ve herhangi bir vasiyette bulunmadığı geçerken diğerinde, vasiyet konusuna hiç değinilmeden, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) İmam Ali’nin (a.s.) dizlerinde vefat ettiği geçmektedir.[81]
İmam Zeynelâbidin (a.s.) rivayetin üzerindeki belirsizlik sisini kaldırmak amacıyla babası İmam Hüseyin (a.s.) tarikiyle İmam Ali’den (a.s.) Hz. Peygamber’in (s.a.a.) vefatıyla sonuçlanan hastalığı sırasında, sahabenin de hazır bulunduğu ev ortamda, uzakta ve yakında oturan herkesin kendisini duyabileceği bir sesle şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Ali b. Ebî Tâlib benim kardeşim, vasim, vezirim ve benden sonra hanedanım içinde halefimdir.” Rivayetin devamında Hz. Peygamber (s.a.a.) Haşimoğullarına ve Abdülmuttaliboğullarına hitap ederek şöyle buyurmuştur: “Ali’ye düşman olmayın, onun hilâfetine muhalefet etmeyin. Aksi takdirde yoldan çıkanlardan olursunuz! Onu kıskanmayın ve ondan yüz çevirmeyin!”[82] Bu rivayetin İmam Muhammed Bâkır (a.s.) ve İmam Zeynelâbidin’in oğlu Zeyd (ö. 122/740) tarafından da nakledilmesi, siyasî hiziplerin hilâfet meselesiyle ilgili rivayetleri müphemleştirme çabalarının sonradan da devam ettiğini ve buna mukabil, Ehl-i Beyt’in (a.s.) onların bu çabalarıyla mücadeleyi sürdürdüklerini göstermektedir.
Kufî ve Tûsî bu rivayeti farklı isnad ve muhtevayla şu şekilde nakletmişlerdir: “Zeyd b. Ali babalarından şöyle rivayet etti: Hz. Peygamber’in (s.a.a.) mübarek başı İmam Ali’nin (a.s.) dizlerindeydi. Abbas ile konuştuktan sonra Ali’ye (a.s.), ‘Vasiyetimi ve borçlarımı ödemeyi kabul eder misin?’ diye sordu. Ali olumlu cevap verdi. Ardından Hz. Peygamber ondan kendisini oturtmasını istedi ve sonra ‘Ey Ali! Sen benim dünyada ve ahirette kardeşim, vasim ve ehlim arasında benim halifemsin’ buyurdu.”[83]
Mufaddal b. Ömer’in rivayeti, vasiyet rivayetinin Emevîler döneminde devam eden İmam Ali (a.s.) karşıtı propaganda faaliyetleri sırasında tahrif edilmeye devam edildiğinin ve İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) bunu önlemeye çalıştığının bir başka kanıtıdır. Mufaddal’ın rivayetine göre Ümmü Seleme, kölesinin İmam Ali (a.s.) hakkında kötü sözler söylediğini işittiğinde öfkelenmiş ve Hz. Peygamber’in (s.a.a.) kendisinden sonraki hilâfet döneminde İmam Ali’nin (a.s.) başına geleceklere dair söylediklerini hatırlattıktan sonra şöyle demiştir: “Allah Resulü (s.a.a.) sahabenin evinde toplandığı mecliste Ali’nin veziri, sancaktarı, vasisi ve halifesi olduğuna dair beni şahit tutmuştur. O, Ali’nin vaatleri yerine getiren, ehil olmayanları uzaklaştıran, Müslümanların ulusu, takvalıların imamı, ak yüzlülerin öncüsü, biatlerinden dönenleri (nâkis), hak yoldan sapanları (kâsit) ve Müslüman cemaatinden ayrılanları (mârik) öldüren kişi olduğuna dair beni tanık tutmuştur.” Ümmü Seleme rivayetin devamında biatlerinden dönen Basralıların “nâkisler,” Muâviye ve Şamlıların “kâsitler” ve Nehrevân’da İmam Ali (a.s.) ile savaşanların “mârikler” olarak isimlendirildiklerini bildirmiştir. Onun bu açıklaması çok etkili olmuştur; öyle ki kölesi bir daha asla İmam Ali (a.s.) hakkında kötü bir söz söylemeyeceğine dair yemin etmiştir.[84]
İmam Ali’nin (a.s.) Halifelik Dönemindeki Tutumu
İmam Ali’nin (a.s.) Cemel Savaşı’nda yenilgiye uğrayanlara karşı tutumu, halifelik döneminde tartışmaları beraberinde getirmiş en önemli konularından biridir. Bu tartışma, hilâfetinin hemen başlangıcında ortaya çıkmış, karşıtlarının ve destekçilerinin zihinlerini meşgul etmiş, sonraki nesillere intikal etmiş ve tarih boyunca da etkisini sürdürmüştür. Cemel’de muhaliflerin ordusunun yenilgiye uğramasının ardından İmam Ali (a.s.) askerlerine yaralıları öldürmemelerini ve kaçanları takip etmemelerini emretmiş; sadece onların arkalarında bıraktıkları silahların ve bineklerin paylaştırılmasıyla yetinmiştir.[85] Buna rağmen İmam Ali’nin (a.s.) askerlerinden bazıları kaçanları öldürmüşlerdir. Kimi rivayetlerde öldürülenlerin sayısının yirmi beş bini bulduğu geçmektedir.[86] Bu arada, İmam Ali’nin (a.s.) taraftarlarından, öldürülenlerin mallarını ganimet olarak almak ve kadınları ile çocuklarını esir etmek isteyenler de olmuştur. Bu taleplerini de, kendilerince, kanlarını dökmenin helal olduğu kimselerin mal varlıklarını almanın haram olmayacağı hükmüne dayandırmışlardır.[87] Görünüşe göre İmam Ali’nin (a.s.) onların bu talebine olumsuz yanıt vermesi ve muhalif askerlerin mallarının, kadınlarının ve çocuklarının haram olduğunda ısrarcı olması savaştan kaçanların takip edilmesine dair emrinin sorgulanmasına neden olmuş[88] ve İmam Ali’nin (a.s.) bu konudaki emrinin Hz. Peygamber’in (s.a.a.) usulüne aykırı olduğu iddia edilmiştir.
İmam Ali’nin (a.s.) izlediği yol ile Hz. Peygamber’in (s.a.a.) usulünün birbiriyle bağdaşmadığı görüşü öylesine güçlü bir biçimde dillendirilmiştir ki, Şiî düşünce tarihine tartışmaları beraberinde getiren bir şüphe olarak nüfuz etmiştir. Sözgelimi, İmam Cafer Sâdık’ın (a.s.) ashabından olan biyografi yazarı Ebân b. Osman Ahmer, yakın ashabından olan Ebû Hamza Sumâlî’nin İmam Zeynelâbidin’e (a.s.), “İmam Ali’nin (a.s.) Müslümanlara karşı tavrı Allah Resûlü’nün (s.a.a.) müşriklere karşı tavrıyla bağdaşmıyordu,” dediğini rivayet etmiştir. Onun iki tavrın birbiriyle bağdaşmadığı sonucunu çıkardığı bu karşılaştırması İmam Zeynelâbidin’i (a.s.) kızdırmış olmalıdır; zira bu sözü duyar duymaz yere oturmuş ve Allah’a yemin ederek, İmam Ali’nin (a.s.) tavrının Hz. Peygamber’in (s.a.a.) Mekke’nin fethi sırasında müşriklere karşı takındığı tavırla aynı olduğunu söylemiştir. İmam Ali (a.s.), Cemel Savaşı’nda öncü kuvvetlerin kumandanı olan Mâlik Eşter’e yazdığı mektupta kaçanların takip edilmemesini ve yaralılara eziyet edilmemesini emretmiştir. Fakat Mâlik mektubu alınca onu okumadan atının eyerine iliştirip savaşmaya devam etmiş ve kaçan askerleri Basra sokaklarına girinceye dek takip etmiş ve yakaladıklarını öldürmüştür. Daha sonra mektubu okumuş ve içeriğini askerlerine açıklamıştır.[89] İmam Sâdık’tan (a.s.) nakledilen bir rivayet, bu şüphenin sonraki nesillerce tartışılmaya devam ettiğini göstermektedir.[90]
Bir başka rivayette, Ebû Hamza Sumâlî’nin İmam Zeynelâbidin’e (a.s.) İmam Ali’nin (a.s.) Cemel’deki tutumu hakkında bir soru sorduğu geçmektedir. Bu sorunun cevabında İmam Zeynelâbidin (a.s.), sert mizaçlı olan Ammar b. Yâsir’in “Yarın Cemel’de toplananlara nasıl davranacaksın?” diye sorması üzerine İmam Ali’nin (a.s.) “Allah Resûlü’nün (s.a.a.) Mekkelilere davrandığı gibi şefkat göstereceğim,” dediğini nakletmiştir.[91]
Yukarıda sözünü ettiğimiz bu iki rivayetten, Mâlik Eşter’in ve Ammâr’ın Cemel’deki muhalif askerlere kötü muamele edilmesi konusunda hemfikir oldukları anlaşılmaktadır. Bu bakımdan onlar, İmam Ali’nin (a.s.) ordusundaki aşırıcı grubu temsil etmektedirler. Ammar’ın İmam Ali’nin (a.s.) Cemel’deki muhaliflere nasıl davranacağını sormasının yanı sıra İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) onu “sert mizaçlı” olarak nitelemesi, Ammâr’ın Mâlik ile temas halinde olduğu ihtimalini akla getirmektedir. Zira Mâlik’in İmam Ali’nin (a.s.) mektubunun içeriğinden haberdar olmaması uzak bir ihtimaldir. İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) Cemel’deki muhalif askerlerin takip edilmesini İmam Ali (a.s.) ile Hz. Peygamber’in (s.a.a.) uygulamaları arasında bir farklılığın göstergesi olarak değil de İmam Ali’nin (a.s.) ashabı arasındaki aşırıcıların stratejisinin bir neticesi olarak değerlendirmesinin nedeni bu olmalıdır.
İmam Ali’nin (a.s.) şefkatlice davranma kararı ile savaş meydanında Mâlik’in yaptığı arasında keskin bir fark olduğu, görünüşe göre, Mervân b. Hakem gibi kimseler tarafından da bilinmekteydi. Bu, İmam Zeynelâbidin (a.s.) ile görüşmesinde Mervân’ın “En müşfik zafer, savaş meydanında münadisinin ‘Kaçanı öldürmeyin, yaralıya eziyet etmeyin!’ diye çağrıda bulunduğu babana aittir,” sözünden anlaşılmaktadır. Bu rivayet, Muhammed b. İdrîs Şâfiî (ö. 204/820) tarikiyle Şiî ve Sünnî kaynaklara girmiştir.[92]
Ehl-i Beyt’in (a.s.) Diğer Üyeleri
İmam Zeynelâbidin’den (a.s.) nakledilen rivayetlerden Hz. Peygamber’in (s.a.a.) uygulamaları ile İmam Ali’nin (a.s.) uygulamalarını birbirinden farklı göstermeye çalışarak şüphe uyandırmaya çalışan akımın, aynı şüpheyi Ehl-i Beyt’in (a.s.) diğer üyeleri için de gündeme getirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Buna mukabil İmam Zeynelâbidin (a.s.), ailevî hüviyetini, kendi hayat tarzı ile Hz. Peygamber’in (s.a.a.) siyerinin benzerliğini ve ayrıca, nebevî hayat tarzının nebevî hanedan üyelerince sürdürüldüğünü ortaya koymuştur.
Sözgelimi, kendisinin göz tanığı da olduğu bir rivayetinde Zührî şöyle nakletmiştir: “Ashabından biri İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) yanına geldi ve ona çok borcu olduğunu ve ödemeye güç yetiremediğini söyledi. İmam Zeynelâbidin (a.s.) ihtiyaç sahibine yardımcı olamadığı için ağladı. Muhalifler, İmam Zeynelâbidin’i (a.s.) ayıpladılar ve şöyle dediler: ‘Yere ve göğe hâkim olduklarını, dualarına hemen icabet edildiğini iddia ederler ama kendi yakın dostlarının işlerini yola koymaktan bile acizdirler!’ Onların bu sözleri üzerine İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) kerametiyle ihtiyaç sahibi adam zengin oldu. Muhalifler bu kez, ‘Kendi fakirliğine çare bulamayan nasıl olur da başkasını zenginleştirebilir!’ dediler. Bunun üzerine İmam Zeynelâbidin (a.s.) yaptığı konuşmada, kendi dönemindeki söylentilerle Hz. Peygamber (s.a.a) dönemindeki söylentileri karşılaştırmış ve Kureyşlilerin hicret ve miraç bağlamında söyledikleri ‘Mekke’den Medine’ye yol on iki gün sürerken nasıl kısa zamanda onca yolu katetti? Nasıl oldu da Mekke’den Beytü’l-mukaddes’e bir gecede gidip geldi?’ gibi sözleri hatırlatmış ve sözlerinin devamında, Allah’ın isteğini başka isteklere tercih etmenin bir şeye güç yetirip yetirememekle ilgili olmadığını ifade etmiştir.”[93]
Ebû Hamza Sumâlî’den de benzeri bir rivayet nakledilmiştir. Rivayete göre kendisine, “Cihadı ve zorluğunu terk ettin, hacca ve onun rahatlığına yöneldin!” diyerek itirazda bulunan bir adama İmam Zeynelâbidin (a.s.), Hz. Peygamber’in (s.a.a.) Veda Haccı’nın arifesinde söylediği sözü söylemiştir.[94] Bir başka rivayet Basralı Abbâd’ın Mekke yolunda İmam Zeynelâbidin (a.s.) ile karşılaştığı ve ona benzer bir söz söylediği geçmektedir. İmam Zeynelâbidin (a.s.) ona şöyle demiştir: “Cihad, ‘Tövbe edenler, ibadette bulunanlar’ ayetinde sayılan özelliklere sahip olanlarla birlikte yapıldığında hacdan üstündür.”[95] Bir başka ifadeyle, böyle kimseler olduğunda cihadı hiçbir şeye değişmeyiz.[96] Bu itirazda, İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) cihad konusundaki tutumunun Hz. Peygamber’in (s.a.a.) ve sahabeninkinden farklı olduğu dile getirilmiştir. Nitekim Dahhâk, “Hoşunuza gitmediği halde cihad size farz kılındı” (Bakara, 216) ayetiyle ilgili olarak kimi sahabenin cihadı hoş karşılamadığını, fakat cihadın faziletinin ve mücahidlerin kazandıkları sevabın açıklanmasından sonra cihadı hiçbir şeye değişmeyecek bir haletiruhiye içerisine girdiklerini, hatta içlerinden bazılarının (Tevbe, 92’ye atıf yaparak) bir nedenle cihad etmekten mahrum kalmaları durumunda üzüntüden ağladıklarını rivayet etmiştir.[97]
Rivayetleri değiştirenler fazilet hadislerini tahrif edip yaymak için büyük çaba harcarken İmam Zeynelâbidin (a.s.) de aynı ölçüde tahrifle mücadele etmek için çaba sarfetmiştir. Zübeyr’in oğlu Urve, Âişe’den Hz. Peygamber’in (s.a.a.) kızları arasında Zeyneb’in daha faziletli olduğunu söylediğini rivayet etmiştir. Bu rivayetin yayılması üzerine İmam Zeynelâbidin (a.s.) bizzat Urve’nin yanına gitmiş ve “Hz. Fâtıma (s.a.) hakkında söylenenin tam tersinin iddia edildiği bu rivayet de nedir?” diye sormuştur. Kendisini gerçeği bilen İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) karşısında bulan Urve, Hz. Fâtıma’nın (s.a.) hakkını dünya malının tamamıyla bile değişmeyeceğini söyleyerek bu rivayeti bir daha nakletmeyeceğini ifade etmiş ve ayrıca, Âişe’nin rivayetinin “Evlat edindiklerinizi (öz) babalarına nispet ederek çağırın. Allah katında en doğrusu budur” (Ahzâb, 5) ayetinin nüzulünden önceki yıllara ait olduğunu belirtmiştir.[98]
Bu rivayet, aynı zamanda, İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) Urve’nin karşısında teslim olmak zorunda kaldığı ilmî ve sosyal statüsünü de göstermektedir. Bununla birlikte o, Âişe’nin rivayetini doğru göstermeye ve bu yoldan rivayetlerin arasını bulmaya veya başka bir ifadeyle, tahrifi tolere etmeye çalışmıştır. İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) bizzat rivayetleri tahrif edenlerin karşısına çıkması, onun ailesiyle ilgili gerçekleri açıklamaya ne denli önem verdiğinin göstergesidir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz hadiseye tanıklık eden Muhammed b. Şeybe’nin rivayetinden, Urve’nin ve Zührî’nin İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) gerçekleri açıklamasından ve onunla doğrudan yüz yüze gelmekten çekindikleri anlaşılmaktadır. Buna karşın onlar Ehl-i Beyt (a.s.) hakkındaki rivayetleri tahrif edip insanların zihinlerinde şüphe uyandırmaktan vazgeçmemişlerdir. İbn Şeybe’nin aktardığına göre Urve ve Zührî Medine Mescidi’nde tertiplenen ilmî mecliste İmam Ali (a.s.) hakkında kötü sözler söylemişlerdir. Bunun üzerine İmam Zeynelâbidin (a.s.) mescide gitmiş, ikisinin karşısında durmuş ve şöyle demiştir: “Ey Urve! Dedem Resûlullah (s.a.a.) ve baban Allah’tan hüküm talep ettiler de Allah dedemin lehine, babanın aleyhine hüküm verdi. Ve sen ey Zührî! Mekke’de olsaydık babanın evini sana gösterirdim (muhtemelen babasının demirci olmasını kastetmektedir).” Ayrıca, Urve’nin oğlu Yahya’nın “Babamın yanında ne zaman Ali’den söz edilse, ona hakaret ederdi,” sözü onun rivayetleri tahrif etmeye devam ettiğini göstermektedir.[99]
İmam Zeynelâbidin (a.s.) “Allah’tan ve Peygamberinden bir ilandır” (Tevbe, 3) ayetinin tefsirinde İmam Ali’yi (a.s.) ayette geçen “ilan” olduğunu belirtmiş ve çelişkili yorumlar ve yargılar içeren rivayetleri, söylenti çıkarmayı sevenlerin tahrifi olarak nitelemiştir.[100]
Sonuç
İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) siyer rivayetleri, tarihte iki akımın etkin şekilde faaliyet gösterdiğine işaret etmektedir: tahrif edenler ve tahrifi önleyenler. Tahrif edenlerin mensup olduğu akımın asıl amacı, İmam Ali’nin (a.s.), evladının ve taraftarlarının kusurlu olduğunu göstermek olmuştur. Bu bakımdan, İmam Zeynelâbidin (a.s.) sayısı on beşten az olan siyer rivayetlerinde, ailesinin hüviyetini korumaya ve aile mensuplarının yaşamöyküleriyle ilgili rivayetlere yapılan müdahale ve tahrifleri önlemeyi hedeflemiştir. İslâm dünyasında siyer yazıcılığı Urve ve Zührî’nin öncülüğünde, belli bir hizbe hizmet etmek amacıyla, bir açıdan hastalıklı bir disiplin olarak ortaya çıkmıştır. İmam Zeynelâbidin’den (a.s.) nakledilen siyer rivayetlerinin muhtevası, onun bu alana girme nedenini göstermekte ve amacının siyer rivayetlerini tashih etmek ve Ehl-i Beyt’i (a.s.) savunmak olduğunu somut bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu rivayetlerin sayıca az oldukları göz önüne alındığında, bunların resmî siyer literatürüne düşülmüş düzeltme notları olarak değerlendirilmesi mümkündür. Bu bakımından, “Biz Hz. Peygamber’in (s.a.a.) meğâzi ve seriyyelerini Kur’ân’dan bir sureyi öğrenir gibi öğrenirdik” sözüne dayanarak İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) bir siyer râvisi olduğunu düşünmek veya onu bu alanda bir kitap da kaleme almış bir siyer müellifi olarak değerlendirmek doğru değildir. Bütün bu rivayetler, onun sadece siyer rivayetlerini tahriften arındırma çabasında ve amacında olduğunu göstermektedir. İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) bu amacını gerçekleştirmek için kimi zaman, yukarıda sözü edilen Urve ve İbn Şihâb rivayetlerinde görüldüğü üzere, rivayetleri tahrif edenlerle doğrudan yüzleşmiş, kimi zaman da râvileri kınayarak, onlara serzenişte bulunarak ve sorular sorarak veya kendisine sorulan sorulara cevap vererek gerçeği ortaya koymuştur. İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) bu bağlamda izlediği ilmî üslup, önceki İmamlardan kendisine ulaşan rivayetlere istinat etmek olmuştur; rivayetlerinde siyer râvilerine veya siyer müelliflerine atıfta bulunmamıştır. Bu, belli bir açıdan, İmam Zeynelâbidin’in (a.s.) İslâm dünyasında ortaya çıkan tarih yazıcılığına güvenmediğini de göstermektedir.
Çeviri: İbrahim Erkin
Medya Şafak
[1] Makalenin orijinali için bkz. Hüseyin Hüseyniyân Mukaddem, “Nakş-i İmam Seccâd (a.s.) der Tahrif-zudâî ez Sîre-i Nebevî,” Faslnâme-i Pejuheşhâ-yi Tarihî (ilmî-Pejuheşî) - Dânişkede-i Edebiyat ve Ulûm-i İnsanî-i Dânişgâh-i Isfahan, 29, Bahar - 1395, s. 57-72.
[2] Doç. Dr., Kum Medrese ve Üniversite Araştırma Merkezi.
[3] Hilâfet Dönemi, hicrî 11-40 (m. 632-661) yılları arasını kapsayan ve Ebû Bekir’in halifeliği ile başlayıp İmam Ali’nin (a.s.) halifeliğiyle biten dönemdir. (ç.n.)
[4] İbn Kesir, İsmail, el-Bidâye ve’n-nihâye, nşr. Ali Şirî, Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, 1408, c. 9, s. 119; Taberî, Muhammed b. Cerir, Tarihü’l-ümem ve’l-mülûk, nşr. Muhammed Ebû’l-Fadl İbrahim, Beyrut: Dâru’t-türâs, 1378, c. 11, s. 654.
[5] Caferiyân, Resûl, Sîre-i Resûl-i Hudâ (s.a.a.), Kum: Delil-i Mâ, 1376, s. 50.
[6] Hatib Bağdadî, Ahmed b. Ali, el-Câmiü’l-ahlâk er-râvi ve âdâbü’s-sâmi, nşr. Mahmud et-Tahân, Riyad: Mektebetü’l-maârif, 1403, c. 2, s. 195; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, c. 3, s. 297; Suyûtî, Celaleddin Abdurrahman, el-Muhâdarât ve’l-muhâverât, nşr. Yahya el-Cebûrî, Beyrut: Dâru’l-garbi’l-İslâmî, 1424, s. 306; Salihî Şâmî, Muhammed b. Yusuf, Sübülü’l-hüdâ ve’r-reşâd, nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcud ve Ali Muhammed Muavvid, Beyrut: Dâru’l-ilmiyye, 1414, c. 4, s. 10. Burada İmam’ın “siyer” yerine “meğâzi ve seriyye” kavramlarını kullanmasının nedeni, bu dönemde Hz. Peygamber’in (s.a.a.) hayatını ve şahsiyetini, tebliğ faaliyetlerini, siyasî ve askerî mücadelelerini konu alan rivayetlerin daha ziyade “mağzât” kelimesinin çoğulu olan ve savaş hikâyeleri anlamına gelen “meğâzi” kelimesiyle ifade edilmesidir. “Seriyye” ise, Hz. Peygamber’in bizzat komutanlık ettiği savaşlar için kullanılan bir terimdir. (ç.n.)
[7] Caferiyân, Sîre-i Resûl-i Hudâ, s. 81.
[8] Ahmedî-i Miyâncî, Ali, Mekâtibu’r-Resûl (s.a.a.), Kum: Dâru’l-hadis, 1419, c. 1, s. 644; Murtaza Âmilî, Seyyid Cafer, es-Sahih min Sîreti’n-Nebî el-A’zam, Kum: Dâru’l-hadis, 1426, c. 32, s. 236.
[9] Bkz. Necâşî, Ahmed b. Ali, Ricâl, nşr. Seyyid Musa Şübeyrî-i Zencânî, Kum: Cemaâtü’l-müderrisîn, 1416, s. 157; Ayyâşî, Muhammed b. Mesud, Tefsir, nşr. Resûlî Muhallâtî, Tahran: Mektebetü’l-ilmiyyeti’l-İslâmiyye, (t.y.), c. 2, s. 124.
[10] Dârimî, Abdullah b. Behrâm, Sünen, Dımaşk: Matbaatü’l-itidâl, 1349, c. 1, s. 85.
[11] Vâkıdî, Muhammed b. Ömer, el-Meğâzi, nşr. Marsden Jones, Beyrut: Müessessetü’l-a’lamî, 1409, c. 1, s. 568-571; İbn Hişâm, Abdülmelik Himyerî, es-Sîretü’n-Nebeviyye, nşr. Muhyiddin Abdülhamid, Kahire: Mektebetü Muhammed Ali Sabih ve evlâduhu, 1383, c. 4, s. 1055.
[12] Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahih, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1401, c. 7, s. 13.
[13] Buhârî, Sahih, c. 1, s. 64.
[14] Taberî, Tarih, c. 6, s. 281-282.
[15] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 3, s. 611.
[16] Sindî, Muhammed Abdülhadi, Hâşiyetü’s-Sindî alâ en-Nesâî, Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, (t.y.), c. 7, s. 98; Taberî, Muhammed b. Cerir, Câmiü’l-beyân an tevili âyi’l-Kur’ân, nşr. Halil el-Mîs, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1415, s. 285.
[17] Tâberî, Câmiü’l-beyân, s. 279-284.
[18] Şâfiî, Muhammed b. İdrîs, el-Ümm, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1403, c. 4, s. 259.
[19] Vâkıdî, el-Meğâzi, c. 1, s. 570.
[20] Kuleynî, Muhammed b. Yakub, el-Kâfî, nşr. Ali Ekber Gaffârî, Tahran: Dâru’l-kütübi’l-İslâmiyye, 1363, c. 7, s. 245.
[21] Sadûk, Muhammed b. Ali, İlelü’ş-şerâyi, nşr. Muhammed Sadık Bahru’l-ulûm, Necef: el-Haydariyye, 1385, c. 2, s. 541.
[22] Dineverî, Ebû Hanife Ahmed b. Davud, Ahbâru’t-tıvâl, nşr. Abdümünim Âmir, Kahire, 1960, s. 333.
[23] Emin, Seyyid Muhsin, Ayânü’ş-Şîa, nşr. Seyyid Hasan Emin, Beyrut: Dâru’t-taâruf, (t.y.), c. 3, s. 502.
[24] Taberî, Câmiü’l-beyân, c. 6, s. 279-284.
[25] Bkz. Ebû Yala, Muhammed b. Hüseyin b. Ferrâ Hanbelî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, nşr. Muhammed Hâmid el-Fetâ, Mısır: Şerike ve Mektebetu Mustafa el-Bâbî, 1408, s. 24.
[26] İbn Sa‘d, Muhammed, et-Tabakâtü’l-kübrâ, nşr. Muhammed Abdülkadir Atâ, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1410, c. 1, s. 98.
[27] İbn Sa‘d, et-Tabakât, c. 1, s. 99.
[28] İbn Şehrâşûb, Muhammed b. Ali, Menâkıbu Âli Ebî Tâlib, Necef: el-Haydariyye, 1376, c. 1, s. 52; Fettâl-i Nişâbûrî, Ravzatü’l-vâizîn, nşr. Muhammed Mehdî Hirsân, Kum: Şerif Radi, (t.y.), s. 54 (rivayetin metninde küçük farklılıklar vardır).
[29] Örneğin bkz. Sadûk, Muhammed b. Ali, Kitabu men lâ yahduruhu el-fakîh, nşr. Ali Ekber Gaffârî, Kum: el-İslâmî, (t.y.), c. 1, s. 276; Sadûk, Muhammed b. Ali, Uyûnu ahbâri’r-Rıza (a.s.), nşr. Hüseyin A’lamî, Kum: el-A’lamî, 1404, c. 1, s. 191.
[30] Kohlberg, Etan, Kitabhâne-i İbn Tâvus, çev. Ali Karâî ve Resûl Caferiyân, Kum: Mektebetü Ayetullah Maraşi en-Necefî, 1371, s. 476.
[31] Örneğin bkz. Tabersî, Fadl b. Muhammed, İlâmu’l-verâ bi-a’lâmü’l-hüdâ, Kum: Müessessetü’l-Âli’l-Beyt li-ihyâi’t-türâs, 1415, c. 1, s. 163; Râvendî, Kutbeddin Said b. Hibetullah, el-Harâic ve’l-cerâih, Kum: el-İmam el-Mehdî, 1409, c. 2, s. 552.
[32] İbn Ma’ad, Fahhâr b. Ma’ad Musevî, el-Hücce alâ’z-zâhib ilâ tekfiri Ebî Tâlib, nşr. Muhammed Bahru’l-ulûm, Bağdat: Mektebetü’n-nahda, 1384, s. 244.
[33] Tabâtabâî, Muhammed Hüseyin, el-Mizân fî tefsiri’l-Kur’ân, Kum: İsmailiyyân, 1393, c. 16, s. 57.
[34] Bkz. İbn Ma’ad, el-Hücce alâ’z-zâhib, s. 123; İbn Ebî’l-Hadid, Şerh, c. 14, s. 69; İbn Hâtim Âmilî, Yusuf b. Hâtim Maşğarî, ed-Dürrü’n-nazîm, Kum: el-İslâmî, (t.y.), s. 219.
[35] Bkz. Murtaza Âmilî, es-Sahih min Sîreti’n-Nebî, c. 3, s. 238.
[36] Hâkim Nişâbûrî, Muhammed b. Abdullah, el-Müstedrek alâ’s-Sahihayn, nşr. Yusuf Abdurrahman el-Maraşlî, Beyrut: Dâru’l-marife, (t.y.), c. 6, s. 302.
[37] İbn Bekkâr, Zübeyr, Cemheretü nesebi Kureyş ve ensâbihâ, nşr. Mahmud Muhammed Şâkir, Riyad: Dâru’l-Yemâme, 1418, c. 1, s. 353; İbn Asâkir, Ali b. el-Hasen, Tarihu medineti Dımaşk, nşr. Ali Şirî, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1415, c. 15, s. 99.
[38] Müslim, İbn Haccâc, Sahih, Beyrut: Dâru’l-fikr, (t.y.), c. 5, s. 11.
[39] İbn Hibbân, Muhammed, es-Sikât, Haydarâbâd: Dâru’s-sekâfe, 1393, c. 1, s. 14.
[40] Belâzürî, Ahmed b. Yahya, Ensâbü’l-eşrâf, nşr. Süheyl Zekkâr ve Riyad Ziriklî, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1417, c. 9, s. 453.
[41] Ezrakî, Muhammed b. Abdullah, Ahbâru Mekke ve mâ câe fîhâ mine’l-âsâr, nşr. Rüşdî es-Salih Malhas, Kum: Şerif Radi, 1411, c. 1, s. 175.
[42] İbn Habib Bağdadî, Muhammed, el-Muhabber, nşr, Ilse Lichtenstädter, Beyrut: Dâru’l-âfâki’l-cedide, (t.y.), s. 176.
[43] İbn Ebî’l-Hadid, Abdülhamid, Şerhu Nehci’l-belâğa, nşr. Muhammed Ebû’l-Fadl İbrahim, Beyrut: Dâru ihyâi’l-kütübi’l-Arabiyye, 1378, c. 1, s. 14; Halebî, Ali b. Burhaneddin, es-Sîretü’l-Halebiyye, Beyrut: Dâru’l-marife, 1400, c. 1, s. 202; Diyarbekrî, Hüseyin, Tarihü’l-hamîs fî ahvâli enfusi’n-nefis, Beyrut: Dâru’s-sâdır, (t.y.), c. 1, s. 279.
[44] Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 9, s. 455.
[45] Diyarbekrî, Tarihü’l-hamîs, c. 2, s. 265.
[46] Halife b. Hayyât, et-Tarih, nşr. Süheyl Zekkâr, Beyrut: Dâru’l-fikr, (t.y.), s. 138.
[47] İbn Meğâzilî, Ali b. Muhammed Vâsıtî, Menâkıbu Ali b. Ebî Tâlib, Sıbtu’n-Nebî, 1426, s. 25.
[48] İbn Sa‘d, et-Tabakât, c. 8, s. 279.
[49] İbn Bitrîk, Yahya b. el-Hasen Hıllî, Umdetu uyûni sihâhü’l-ahbâr fî menâkıbi İmamu’l-Ebrâr, Kum: el-İslâmî, 1407, s. 28; İbn Tâvus, Ali b. Musa, et-Tarâif fî marifeti mezâhibi’t-tavâif, Kum: Hayyâm, 1399, c. 1, s. 16.
[50] Kuleynî, el-Kâfî, c. 8, s. 339-341.
[51] Bkz. Kuleynî, el-Kâfî, c. 2, s. 265, c. 7, s. 347.
[52] Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 10, s. 238.
[53] İbn Hazm, Ali b. Ahmed, el-Muhalla, Beyrut: Dâru’l-fikr, (t.y.), c. 4, s. 214.
[54] Sekafî Kufî, İbrahim b. Muhammed, el-Gârât, nşr. Celaleddin Hüseyinî Urmevî, Tahran: Encümen-i Âsâr-i Millî, 1353, c. 2, s. 580; İbn Ebî’l-Hadid, Şerh, c. 4, s. 101.
[55] İbn Şebbe, Ömer, Tarih (ahbâr) el-Medineti’l-münevvere, nşr. Fehim Muhammed Şeltut, 1410, c. 2, s. 480.
[56] Murtaza Âmilî, es-Sahih min Sîreti’n-Nebî, c. 4, s. 216.
[57] Tûsî, Muhammed b. Hasan, et-Tibyân, nşr. Ahmed Habib Kayser el-Âmilî, Kum: Mektebetü’l-a’lâmi’l-İslâmî, 1409, c. 2, s. 183.
[58] Tûsî, et-Tibyân, c. 2, s. 183.
[59] İbn Ebî’l-Hadid, Şerh, c. 4, s. 73.
[60] İbn Ebî Hâtim Râzî, Abdurrahman, el-Cerh ve’t-tadil, Dâru’l-ihyai’t-türâsi’l-Arabî, 1373, c. 3, s. 202; Hâkim Nişâbûrî, el-Müstedrek, c. 1, s. 561.
[61] Hâkim Nişâbûrî, el-Müstedrek, c. 3, s. 4; ayrıca bkz. Tûsî, Muhammed b. Hasan, el-Emâlî, nşr. Müessessetü’l-biset, Kum: Dâru’s-sekâfe, 1414, s. 436.
[62] Necâşî, Ricâl, s. 290.
[63] Ayyâşî, Tefsir, c. 2, s. 65.
[64] Tabersî, İlâmu’l-verâ, c. 1, s. 357.
[65] Sadûk, Muhammed b. Ali, el-Hisâl, nşr. Ali Ekber Gaffârî, Kum: el-İslâmî, 1403, s. 556.
[66] Hâkim Nişâbûrî, el-Müstedrek, c. 3, s. 69; Beyhakî, Ahmed b. Hüseyin, Delâilü’n-Nübüvve, nşr. Abdulmuti Kalaci, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1405, c. 3, s. 55. “Üçlü kasırga” sözüyle, muhtemelen, üç meleğin biner melek eşliğinde yeryüzüne indiği sırada ortaya çıkan toz bulutuna işaret edilmektedir.
[67] Hâkim Nişâbûrî, el-Müstedrek, c. 3, s. 68; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, c. 3, s. 55.
[68] Taberânî, Süleyman b. Ahmed, el-Mu’cemü’l-kebir, nşr. Ahmed Abdülhamid, Kahire: Mektebetü İbn Teymiyye, (t.y.), c. 11, s. 227.
[69] Bkz. İbn Cevzî, Abdurrahman b. Ali, Zâdü’l-mesir, nşr. Muhammed b. Abdurrahman Abdullah, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1407, c. 3, s. 226.
[70] Taberî, Câmiü’l-beyân, c. 9, s. 271; ayrıca bkz. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 457; Vâkıdî, el-Meğâzi, c. 1, s. 82.
[71] Hâkim Nişâbûrî, el-Müstedrek, c. 2, s. 327.
[72] Sa‘lebî, el-Keşfü ve’l-beyân an tefsiri’l-Kur’ân, nşr. İbn Âşûr, Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, 1422, c. 4, s. 339.
[73] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, c. 2, s. 308.
[74] İbn A‘sem, Ahmed, el-Fütûh, nşr. Ali Şirî, Beyrut: Dâru’l-edvâ, 1411, c. 2, s. 472.
[75] Müfid, Muhammed b. Muhammed, el-Cemel, Kum: Daverî, (t.y.), s. 186.
[76] Ayyâşî, Tefsir, c. 2, s. 52.
[77] Bkz. Hüseyniyân Mukaddem, Hüseyin, Münasebât-i Muhâcirîn ve Ensâr, Kum: Pejuheşgâh-i Havza ve Dânişgâh, 1388.
[78] Minkarî, Nasr b. Müzahim, Vak’atü Sıffîn, nşr. Abdusselam Muhammed Harun, Kum: Mektebetü Ayetullah Maraşî en-Necefî, 1403, s. 225 (Ebû Sinan Eslemî’den nakleder); Tûsî, el-Emâlî, s. 572 (Ebû Mihnef’ten nakleder).
[79] İbn Sa‘d, et-Tabakât, c. 2, s. 200; Buhârî, 1401, c. 5, s. 143.
[80] İbn Sa‘d, et-Tabakât, c. 2, s. 200.
[81] İbn Sa‘d, et-Tabakât, c. 2, s. 200.
[82] Tûsî, el-Emâlî, s. 600.
[83] Kufî, Ahmed b. Süleyman, Menâkıbu’l-İmam Emiri’l-müminîn (a.s.), nşr. Muhammed Bâkır el-Mahmudî, Kum: Mecma ihyâ es-sekâfetü’l-İslâmiyye, 1412, c. 1, s. 382; Tûsî, el-Emâlî, s. 600.
[84] Sadûk, Muhammed b. Ali, el-Emâlî, Kum: Müessessetü’l-biset, 1417, s. 463; Tûsî, el-Emâlî, s. 425.
[85] Müfid, el-Cemel, s. 182.
[86] Müfid, el-Cemel, s. 233.
[87] Müfid, el-Cemel, s. 182; İbn Ebî Akil, Umânî, Risâletân mecmuatânmin fetâvi’l-alemeyn, nşr. Hüseyin b. Ali, Kum: Tabiatü’l-ihlâs, 1406, s. 111.
[88] Tûsî, Muhammed b. Hasan, Tehzibü’l-ahkâm fi şerhi’l-Mukni‘a, nşr. Seyyid Hasan Hirsân, Tahran: Dâru’l-kütübi’l-İslâmiyye, 1364, c. 6, s. 155.
[89] Kuleynî, el-Kâfî, c. 5, s. 33.
[90] Kuleynî, el-Kâfî, c. 5, s. 12.
[91] Tûsî, Tehzibü’l-ahkâm, c. 6, s. 154.
[92] Şâfiî, el-Ümm, c. 4, s. 229.
[93] Sadûk, el-Emâlî, s. 539.
[94] Kuleynî, el-Kâfî, c. 4, s. 257.
[95] Kuleynî, el-Kâfî, c. 5, s. 22. Rivayette geçen ayetin (Tevbe, 112) tamamı şu şekildedir: “Tövbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten menedenler ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar. İşte o müminleri müjdele!” (ç.n.)
[96] Ebû Hamza Sumâlî, Tefsir, nşr. Abdürrezzâk Muhammed Hüseyin Hırzuddin, yay. haz. Muhammed Hâdi Marifet, Kum: el-Hâdi, 1420, s. 193.
[97] İbn Mübârek, Abdullah, el-Cihad, nşr. Nezih Hammâd, Cidde: Dâru’l-matbuâti’l-cedide, (t.y.), s. 96; ayrıca bkz. Vâkıdî, el-Meğâzi, c. 3, s. 993; İbn Sa‘d, et-Tabakât, c. 2, s. 125.
[98] Hâkim Nişâbûrî, el-Müstedrek, c. 2, s. 201, c. 4, s. 43. Şiî kaynaklarda Zeyneb’in Hz. Peygamber’in (s.a.a.) evlatlığı olduğuna dair rivayetler de bulunmaktadır. Yaptığı açıklamalardan ve naklettiği rivayetten yazarın Zeyneb’in evlatlık olduğu görüşünü kabul ettiği anlaşılmaktadır. Bu görüş hakkında geniş bilgi için bkz. Seyyid Cafer Murtaza Âmilî, Benâtu’n-Nebî em Rebâibuhu?, Tahran: Cihâd-i Dânişgâhî, 1383. (ç.n.)
[99] Sekafî Kufî, el-Gârât, s. 577-578.
[100] Ayyâşî, Tefsir, c. 2, s. 76; Sadûk, Muhammed b. Ali, Meâni’l-ahbâr, nşr. Ali Ekber Gaffârî, Kum: el-İslâmî, 1379, s. 297. Bu meyanda, İmam Ali’nin (a.s.) de kendisi hakkında “Ben insanlar arasında Allah’ın ilanıyım” dediğini hatırlatalım. Bkz. Kummî, Tefsir, s. 257-258. Meclisî, burada ifadede geçen “ezan” sözcüğünün “ilan”, veya “ilan edici” anlamlarına geldiğini ve muhtemelen, Mekke müşriklerinin hicrî 9 (m. 631) yılındaki tehditlerine karşı “özel ilan edici” anlamına geldiğini yazmıştır. Bkz. Meclisî, Muhammed Bâkır, Bihârü’l-envâr, Beyrut: el-Vefâ, 1403, c. 35, s. 293.