İbrahimî Dinânî:: Molla Hâdî Sebzvârî Söyleşileri (1): Filozof Sebzvârî’nin felsefe tarihindeki yeri
- Medyasafak.net
- EHL-İ BEYT OKULU
- 21.11.2025
Bizler aklın misalleriyiz, akıl bizim misallerimiz değildir... Buraya dikkat ediniz. İlâhî âlemin aklı mı misaldir, yoksa bizler mi aklın misalleriyiz? Misal olan bizleriz; asıl olan onlardır (akıllardır).
Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Aziz izleyicilerimizi, sevgili dostlarımızı ve Marifet programının samimi takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.
Bu dersimizden itibaren filozof Molla Hâdî Sebzvârî’nin parlak düşüncelerini ele alacak, –saygıdeğer üstadımızın açıklamalarıyla da– biyografisinden ve eserlerinden kesitler sunacağız.
Molla Hâdî Sebzvârî hicri XIII. yüzyılın başlarında dünyaya gelmiş ve aynı yüzyılın sonlarında vefat etmiştir. Fakat geride çok sayıda, şu anda bile parıldamaya ve bizleri aydınlatmaya devam eden ilmî, felsefî, hikemî ve irfanî eserler bırakmıştır. Son yüzyıllarda felsefe, hikmet ve irfan alanında sahip olduğumuz tüm kazanımlar o büyük şahsiyetin verimli düşüncelerinin bir sonucudur.
Üstad, sizin bakışınızdan, bu büyük zatın felsefe tarihindeki rolü ve yeri nedir?
Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Tıpkı sizin de belirttiğiniz gibi, hicri XIII. yüzyılda yaşayan merhum Sebzvârî, aklî İslâm kültürünün seçkin, donanımlı ve aklî ve naklî bilimleri kendisinde toplamış bir filozofuydu. Molla Sadra’dan bugüne yaklaşık dört asır geçmiştir. Bu dört asır boyunca ortaya çıkan filozofların büyük bir kısmı, Molla Sadra’nın yüce düşüncelerinin dışına çıkmamışlardır. O, o kadar büyük bir şahsiyetti ki, gerçekte süregelen bu dört yüz yılda felsefe sahnesine çıkmış olanlar, çoğunlukla onun düşüncelerini işlemişlerdir. Elbette ki, bunların arasından az da olsa ona muhalefet edenler çıkmıştır. Burada ekolcü bir muhalefetten ziyade, düşünsel bir muhalefetten söz ediyorum. Bu filozofların ona yönelttiği eleştiri ve itirazlar tarihin sayfalarında kayıtlı ve yazılıdır. Örneğin merhum Cilve ve diğerlerinin Molla Sadra’yı eleştirdiği noktalar olmuştur. Neyse ki, ona gönül veren taraftarların ve düşüncelerinin cazibesine kapılanların sayısı, muhalif olanlarınkinden fazladır. Bunların içinde en meşhur olanı Molla Hâdî Sebzvârî’dir. Onun kendine ait hiçbir keşfi ve buluşu yoktu, demiyorum. Tam tersine, birkaç mesele hakkında ortaya koyduğu yenilikler de mevcuttur ki, bunlara daha sonra değiniriz. Ancak onun en büyük hüneri, Molla Sadra’nın düşüncelerini şerh etmek olmuştur. Yani süregelen bu dört yüzyıl boyunca Molla Sadra’nın düşüncelerini şerh edip açıklayanlar arasında Sebzvârî’den daha üstün bir konumda olduğunu iddia edebileceğimiz hiç kimse bulunmamaktadır. O, Molla Sadra’nın düşüncelerini güzelce açıklamış ve bazen bunlara kendi yeni düşüncelerini/tespitlerini de katmıştır. Eğer ileride bunun için geniş bir vaktimiz olursa, onun kendi düşüncelerini de işleyebiliriz.
Sebzvârî büyük bir filozof olmasının yanında –ki aslında ona “Sadrayî bir filozof” demeliyiz; çünkü Molla Sadra’nın fikirlerini kelimenin tam anlamıyla kuşatmıştı– bir başka özelliği daha vardır ki, bu özelliğe diğer filozoflarda pek az rastlanır. Bu; maneviyat ruhu, züht ve inzivadır. Sebzvârî’nin manevi makamı çok yücedir. Bendeniz onun makamını tıpkı ilâhî bir veli kadar yüce görüyorum. O gerçek bir murakabe, muhasebe, riyazet, zikir, teheccüd ve sülûk insanı idi. Aydın ve derin düşünceli filozofluğunun yanında, bir de böyle meziyetleri mevcuttu.
Doğrusunu söylemek gerekirse, o büyük öğrenciler yetiştirdi ve yine bu öğrencilerin de, tarihin kaydettiği üzere, tıpkı kendisininkiler gibi, büyük eserleri bulunmaktadır. Eğer vaktimiz olursa, bu öğrencilerin kimler olduklarını açıklarım. Bu öğrenciler ondan ders alabilmek için ta Sebzvâr’a geliyorlardı. Bunlar yetenekli kimselerdi. Kısacası, onun verimli ve bereketli bir hayatı oldu.
Geride önemli eserler bıraktı, demiştik. Bunlardan birisi de, meşhur eseri Şerh-i Manzûme’dir. Farsça olarak yazdığı Esrârü’l-Hikem de oldukça güzeldir. Bir diğer eseri Şerhü’l-Esmâi’l-Hüsnâ’dır. Bu onun en derin kitaplarından biridir. Yapmış olduğu bir diğer şey de –bu belki birçoklarının hoşuna gitmez, çünkü felsefenin şiir olmadığını düşünürler– felsefenin temel konularını nazım halinde işlemek ve aktarmak olmuştur. Burada “şiir” yerine, “nazım” ve “manzum” kelimelerini kullanmayı tercih ediyorum; çünkü bu ikisi arasında bir fark olduğuna inanıyorum. O bunu yapmaktaki maksadını şöyle açıklıyor: “Bunu, öğrencilerin ve hikmet taliplerinin öğrenmelerini ve onlara öğretmeyi kolaylaştırmak ve bu konuların akıllarında kalmasını sağlamak için yaptım.” Eğer zihninizde Sebzvârî’den bir dize bile kalmışsa, o konuyu artık ömür boyu unutmazsınız. O gerçekten de bu işi hakkıyla, oldukça güzel bir şekilde yaptı ve ömrünün önemli bir kısmını Sadrayî felsefi öğretileri nazma çevirmekle geçirdi. Bunu hem felsefede hem de mantıkta icra etti. Bildiğiniz üzere, mantık şiir değildir ve hatta bir parça sıkıcıdır. Aklî ölçüleri ortaya koyar ve büyük önerme, küçük önerme ve burhan gibi konuları ele alır. Ancak o bu aklî-mantıkî ölçüleri manzum hale getirdi. Aslında o hikmet taliplerine bu yolla bir hizmette bulunmuş oldu.
Lârîcânî: Zaten insan zihni de nazım ile daha çabuk ünsiyet kurar.
Dînânî: Evet, doğası gereği böyle gerçekten de. Çünkü insan da mevzûn (ölçülü) ve manzum bir varlıktır. Hatta evren bile. Evrenin yaratılışında bile bir nazım vardır. Eğer yaratılıştan nazmı çıkarırsanız geriye ne kalır? Ona niçin “varlık nizamı” diyoruz? Evren manzumdur ve onun bir ölçüsü vardır. Manzum sözün etkisi, manzum olmayan sözün etkisinden çok daha fazladır; buna hiç şüphe yoktur. Söz manzum olduğunda, nefislere daha çok nüfuz eder. Sebzvârî hem hikmete hem de hikmet taliplerine hizmette bulunmuş oldu. Hem felsefeyi hem de mantığı nazım şeklinde sundu. Üstelik bunu çok güzel ve ustaca yaptı. Felsefenin ana konularını nazma döktü. Ne mutlu ki, onun bu faaliyeti birçoklarınca ilgi de gördü. Ondan sonra bu kitaplar ders kitabı haline getirildi. Onun Şerh-i Manzûme’sini bilmeyen ve okumayan pek az hikmet talibi olduğuna eminiz. Hem büyük bir hizmette bulundu hem de alanıyla ilgili tüm konuları nazım şeklinde sundu. Üstelik bunları şerh de etti. Kısacası o hem bir nâzım hem de bir şârih idi. Hatta bazen bunlara talikalar bile yazdı. Onun bu yönleri gerçekten de çok ilginç.
Lârîcânî: Üstat, bu büyük filozofun hayatına baktığımızda, birçok iniş çıkışlara rastlarız. 8 yaşındayken babasını kaybediyor. Sonra Meşhed’e gidiyor ve burada fıkıh ve usul dersleri üzerine bir eğitim görüyor. Burada yeri gelmişken onun büyük bir fakih olduğunu da vurgulamamız gerekiyor. 20 yaşındayken aklî ve felsefî eğitimlerin odağı ve merkezi olan İsfahan’a gidiyor.
Dînânî: Evet, doğru. O dönemler İsfahan felsefe ve hikmetin merkeziydi. Orada Molla Ali Nuri ve Molla İsmail İsfehanî Kûşkî’nin huzurunda 20 yıl ders okuyor.
Dînânî: “Vâhidu’l-ayn” olarak da bilinen Molla İsmail Kûşkî, Molla Sadra’dan sonraki en zeki filozof idi. Allah rahmet eylesin, gerçekten de çok akıllı ve zeki bir zat idi.
Lârîcânî: Kendisinin hiç eseri yok mu?
Dînânî: Olmaz olur mu, var elbette. Küçük bir kitapçık var kendisine ait. Sebzvârî onun öğrencisiydi. Bu büyük zattan felsefe ve ahlâkı çok güzel bir şekilde öğrendi.
Lârîcânî: Bunlar edebe ne kadar da riayet eden insanlar... Molla İsmail ona, “Ben sende ikinci Molla Sadra’yı görüyorum” diyor.
Dînânî: Öyle de gerçekten.
Lârîcânî: Burada hoca, öğrencisini kendisiyle eşit tutuyor.
Dînânî: Molla Sadra’nın bir yönü (özelliği) de felsefi meseleleri açıklamada eşsiz olmasıdır. Onun elbette ki övgüye değer birçok özelliği var, fakat en üstün özelliği, şerhlerdeki eşsizliğidir. İbn Sînâ ve ondan öncekiler felsefi konuları kısaca açıklayıp geçmişlerdi; fakat Molla Sadra tüm eserlerinde o kısaca açıklanmış konuları detaylandırmış ve şerh etmiştir. Onun yazdığı birçok eser gerçekte birer şerh ve açıklamadırlar. Onun bir öğrencisi ve takipçisi olan Sebzvarî de aynı özelliğe sahip. O da felsefi konuları açıklamada gerçekten çok yetenekli ve yetkin birisi. Meseleleri açıklamada ve yarıp derinlemesine incelemede gerçekten yetkin bir şahsiyetti. Bu, Molla Sadra ile Molla Hâdî Sebzvârî’nin ortak özelliğidir.
Lârîcânî: Sizin de belirttiğiniz gibi, onun değerli eserlerinden biri Esrârü’l-Hikem’dir. Bu eser felsefe, irfan, kelâm ve fıkıhtan müteşekkildir. Bu kitabın iki bölümü var: İlki, nazarî (teorik) hikmet, ikincisi ise amelî (pratik) hikmettir. Burada ibadetlerdeki sırlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Buradaki “Bilgi (Marifet)” başlığından başlayarak ilerleyelim isterseniz. Şurası benim için bir hayli ilginçti:
“Algının hakikati, ilk yaratılışta meydana gelen nefs-i natıkanın müşahedesi iledir. ‘And olsun ki, ilk yaratılışı bildiniz.’[1]” Bu âyetten ne de güzel istifade ediyor... Peki, bu âyet ile “fıtrat” âyeti (=Rûm Sûresi, 30. âyet) arasındaki fark nedir, üstat?
Dînânî: Bu ondan çok daha açık bir âyettir.
Lârîcânî: Daha temel yani?
Dînânî: Evet.
Biraz önce okuduğunuz kısım, tarih boyunca gelip geçen tüm düşünürlerin ve filozofların üzerinde durdukları ve şimdilerde de felsefenin en ciddi ve en yeni ekollerinin bile hâlâ üzerinde durmaya devam ettiği, evrenin en temel ve köklü meselelerinden biridir. Bu mesele, algı ve bilginin neyle ve ne şekilde gerçekleştiği meselesidir. Bu günümüzde ontolojiden çok, epistemolojinin konusudur. Hatta özellikle de analitik felsefenin... Günümüzde Batı’daki en yeni ve en yaygın felsefi ekoller daha çok analitik felsefeyi ve dil felsefesini esas almışlardır. Bu felsefeler dili analiz etmektedirler. Dilin anlam ve algı olmaksızın bir anlamı yoktur. Çünkü dil, anlamın zuhurudur. Anlam nedir? Algıdır. Dolayısıyla günümüzün tüm felsefi ekolleri, Sebzvârî’nin şu birkaç cümlelik pasajında değindiği konuyu ele almaktadırlar. Yani algıyı ve algılamayı... Anlamak edimi nasıl gerçekleşmektedir? İnsan nasıl anlar?
Lârîcânî: Yani günümüzün ifadesiyle “bilgi felsefesi”...
Dînânî: Evet, epistemoloji oluyor. Mesela önümüzdeki masa sadece bir masa olup, bir şeyi anlama iddiasında bulunmuyor. Büyük önerme ve küçük önermelerle birlikte bir argüman sunmuyor. Eğer tekvin (yaratılış, oluş) diliyle konuşacak olsaydı, sadece “ben bir masayım” derdi. Fakat buna karşılık insan, “ben insanım” diyor ve konuşuyor. İnsan “ben insanım” dediğinde bu bir sözdür. O ne hakkında konuşmuş olur? Yerine göre, evren ve insan, sinek ve fil, mülk ve melekût, deniz ve çöl olmak üzere her şey hakkında... İnsan ne hakkında konuşmuyor ki?
Lârîcânî: Her şey hakkında konuşuyor.
Dînânî: Her şey hakkında konuşabilir. Bazıları fiilen konuşur, bazıları da bu potansiyele bilkuvve sahiptir. Ne söylediği önemli değil. Sonuçta, isterse çok güzel konuşabilir. Hem her şey hakkında konuşma yetisine sahiptir hem de –daha da önemlisi– “kendisi hakkında” bir konuşma yetisine... Buraya dikkat buyurunuz: Kendisi hakkında da konuşabilir, diyorum. Bu çok önemli. Kendisi hakkında konuşabildiği için, diğer şeyler hakkında da konuşabilir. Eğer kendisi hakkında konuşamıyorsa, diğer şeyler hakkında da konuşamaz. Bugün bildiğiniz gibi, radyolarda pek çok şey konuşuluyor. Burada konuşan radyo mudur, yoksa onun ardındaki konuşmacı mıdır? Eğer o konuşmacıyı oradan alırsak, radyo kendi kendine konuşabilir mi? O kendisinden bir şey konuşabilir mi? Bunu becerebilir mi? Burada sorulması gereken, bu konuşma yetisinin nereden geldiğidir. Algılama olmaksızın konuşabilmek mümkün müdür? Bu durumda anlama ve algılamanın kendisi nereden geliyor? Tüm mesele burada gizli. Bazıları bunu beyindeki hücrelere vs. bağlıyor. Sebzvârî, inançlı ve ilâhi bir filozof; materyalist ve pozitivist bir filozof değil. Önce sözünü söylüyor, ardından buna Kur’ân’dan kanıt sunuyor. Aklî bir konuya nakilden argüman getiriyor: “Siz bunları ilk yaratılışta biliyordunuz.” Bu ilk yaratılış ve yurt neresi? Ana rahmi mi? Orası ilk yurt ve ilk yaratılış değil. Annenin kendisi bu âlemden değil midir? Yoksa kendisi burada da rahmi başka bir âlemde midir? Ana rahminden önce neredeydik? Babanın sperminde...
Lârîcânî: Hatta orası bile değil.
Dînânî: Onun spermi başka bir âlem sayılabilir mi? Baba da bu âlemdendir, spermi de... O halde bu ilk yaratılış ve yurt neresidir? Ne annenin rahmi ne babanın spermidir... Eğer evrimsel düşünecek olursak, durumu ta besin maddelerine, bitkilere ve cansız varlıklara (cemâdât) vs. kadar götürmemiz gerekir. Amma velâkin sonuçta bunlar da bu âlemde(n)ler, öyle değil mi? Eğer cansız varlığın bitkiye, bitkinin hayvana ve hayvanın da insana dönüştüğünü baz alsak bile, bu varlıkların tamamı yine bu âlemde(n) olacaktır. Bu âlem, bir âlemden fazlası değildir. Peki, bu ilk yurt neresidir? Bu, ilâhi bir âlemdir, tecerrüd âlemidir ve maddeden önceki âlemdir. Burada onun için farklı isimler saymak mümkündür: “İlâhi, Allah’ın emri (Emrullah), melekût, Hz. İlmiye, âyân-ı sabite...” Ârifler buna farklı farklı isimler koymuşlardır: Sebzvârî bize bu algımızın başka bir yurtta olduğunu söylüyor. Şimdi bu şey, bu maddi dünyanın şartlarında zuhur etmiştir. Şu anda bildiğiniz ve sonsuza dek bileceğiniz her şeyi gerçekte o ilk yurtta/yaratılışta bilmiştiniz. Peki, şimdi bunları niçin bir seferde bilemiyorsunuz? O ilk yaratılışta bilinenlerin ortaya çıkmasının birtakım şartları vardır. Sizin ya da benim için bu şartlar ne zaman elverişli olursa, ilk yaratılıştaki bu bilgiler de o zaman ortaya çıkar. Diğer bir deyişle algı, muayyen şartlarda ortaya çıkan, ilk yaratılıştaki manevi bir gerçekliğin zuhurudur. Eğer bu şartlar oluşmazsa, ortaya çıkmaz. Bunlar Sebzvarî’nin hikmetli açıklamalarıydı. Kendisine istinat ettiği âyete bakınız bir de. İşte Kur’ân’ın mucizesi burada! Yüce Allah burada insanlara şöyle buyuruyor: “Sizler bir şeyleri o ilk yaratılışta biliyordunuz. Bunları unuttunuz ve buraya geldiniz. Peki, o halde niçin hatırlamıyorsunuz?”Âyetteki “tezekkür” hatırlamak anlamına gelir. İnsan burada maddi şeylere gark olduğu için artık onları unuttu. Oysa bunları biliyorduk ve hatırlamalıydık. Elest ahdinde “evet” demiştik. O halde uyanıp hatırlamaya çalışmalıyız. Bakınız, Sebzvarî burada ne kadar derin bir meseleye değiniyor... Elbette ki bu konu aynı zamanda Platonik bir konu.
Lârîcânî: Evet, idealar konusu. Gerçi Sebzvârî’nin söyledikleri, idealardan da öte bir şey.
Dînânî: Evet, daha öte. Platon her şeyin aslının akıl âleminde olduğunu söylüyordu. Bu [“idea” sözcüğü], İslâm felsefesine “müsül: misaller” olarak tercüme edildi. Tabii ki bu, uygun bir çeviri olamadı, ancak ne var ki, bu şekliyle kültürümüze yerleşti. Velhâsıl, aklı “misâl” ile açıklamak doğru değildi; çünkü Platon akıllardan söz ediyordu. Gerçekte onun idealarını tam anlamıyla karşılayacak başka bir sözcük bulmamız gerekir. Platon’a göre akıl, misaller değildi. Bunu bu şekilde tercüme eden bizleriz. Bizler aklın misalleriyiz, akıl bizim misallerimiz değildir... Buraya dikkat ediniz. İlâhî âlemin aklı mı misaldir, yoksa bizler mi aklın misalleriyiz? Misal olan bizleriz; asıl olan onlardır (akıllardır). Her halükârda Platon bu konuyu “hatırlıyordu”; çünkü o ilâhi bir filozoftu. İdealar âlemini öne süren Platon’un söyledikleri, Sebzvârî’nin söylediklerinden yine de farklıdır. Sebzvârî’nin işaret ettiği âlem, ilâhi, ayân-ı sabite ve ilmullah âlemidir. Her şey “ilmullah”ta idi. Platon ise açıkça “ilmullah”tan söz etmiyor; o sadece akılların olduğunu açıklıyor, yani ona göre her şeyin, güvercinin, denizin vd. bir aklı vardı. İlmullah’tan söz eden Sebzvârî ise bu müteferrik (dağınık, ayrık) akılları konu edinmiyor. O her şeyin bilgisinin ilmullah’ta olduğunu vurguluyor; yani ilâhi âlemden söz ediyor. Zira kendisinin açıklaması da Platon’unkinden biraz farklıdır. Her halükârda Sebzvârî gerçekten de güzel ifade ediyor ve bunu niçin hatırlamadığımızı sorguluyor. Zaten bugünün felsefelerinin de konusu, bilginin nereden geldiği değil midir? İşte bakın, Sebzvârî bunun cevabını tek cümleyle veriyor. Beyindeki sinir hücrelerinin faaliyetleri nasıl olur da insana bir algı bahşedebilir ki? Bilgi ve anlamanın, sinir hücrelerinin faaliyetleri olduğunu iddia edenlere şunu sormak isterim: Faaliyet halinde bulunan bu hücreler bu faaliyetlerini bilinçli olarak mı yaparlar, yoksa bilinçsiz olarak mı? Siz bana onlar adına bir cevap verin:
Lârîcânî: Bilinçli olarak.
Dînânî: Eğer bilinç bunların faaliyetlerinden doğuyorsa, bu bilincin kendisi nereden geliyor? Onları harekete geçiren bilinç neydi ve neredendi? Buna ne cevap verebilirler? Onlar açıkça beynin belirli koşullarda harekete geçirdiği bu hücrelerin faaliyetlerinin anlamayı sağladığını söylüyorlar. Peki, buraya kadar her şeyin onların dediği gibi olduğunu kabul edelim. Bu durumda, belirli bir düzene ve sisteme sahip olan bu faaliyetler düzenli bir şekilde mi meydana gelmektedirler, yoksa düzensiz bir şekilde mi?
Lârîcânî: Düzenli bir şekilde meydana gelir.
Dînânî: Peki, o düzen nereden geliyor?
Lârîcânî: Onların dışından.
Dînânî: Düzen bir şeyleri düzenli kılar. Peki, düzen kendi kendisini mi meydana getiriyor?
Lârîcânî: Hayır, onun bir düzenleyicisi vardır.
Dînânî: İşte buraya dikkat etmiyorlar. Oysa tüm mesele burada gizli. Evren sırlarla doludur. Onlar ise bunların önünden öylece geçip gidiyorlar. Biz bu evren hakkında ne kadar şey biliyor olabiliriz ki? Size şu an birkaç örnek vereceğim: Şu ana kadar kaç tane rengi keşfettik? Elbette ki birçok rengin olduğunu biliyoruz. Renkbilimcilere göre ana renkler sadece dört tanedir. Ve tabii bir de bunların yanında dört tane de ara renk vardır.
Lârîcânî: İlk yaratılışı ve yurdu yine bu büyük filozofun kendisi şöyle açıklıyor: “Bilginin Yüce Allah tarafından doğrudan meydana getirilmesi.”
Dînânî: İşte bu kadar! Eğer bu, beynin bir faaliyeti olsaydı bile, yine ona o faaliyeti yaptıran bir varlık olurdu. İşte O’na dikkat edilmeli...
Lârîcânî: Sebzvârî’nin zikrettiği bu âyet gerçekten de kalplerimize işliyor. Sizin biraz önce söylediğinizi Sebzvârî de söylüyor ve bunun birtakım şartlarının olduğunu öne sürüyor: “Nefis arınmış olmalıdır, aksi takdirde bilginin hakikatine asla ulaşamaz.”
Dînânî: Eğer nefis temizlenmiş olursa, âyetteki “tezekkerûn” ifadesi de yerini bulmuş olur. Yani âyet bizi o faaliyetlerin sahibine yönlendiriyor. Eğer nefis temizlenmezse, o kirli bağlılıklarda batıverir gider. Bu nefis kendisini neye bağlıyor? Makama, posta, paraya... Oysa para hiçbir şeyi “anlamaz.” Bu insan tüm şeylerin sahibine yönelmiyor da kalkıp böyle şeylere gönül bağlıyor. Kur’ân bize ilgili âyetteki “hatırlamıyor musunuz?” sorusunu ilginç bir üslupla, adeta itap ile soruyor... Yani gerçekte bize niçin hüviyetimizi kaybettiğimizi ve hakikatimizi unuttuğumuzu sormuş oluyor. Ne kadar da güzel bir âyet...
Lârîcânî: Sonra şöyle devam ediyor: “Nefs-i natıkanın, mekmen-i gayb-ı ilâhi olan o ilk yaratılışla/âlemle ilişkisi, tıpkı akan temiz bir suyun kendi kaynağıyla olan ilişkisi gibidir.”
Dînânî: Sebzvârî ne kadar da güzel bir benzetmede bulunmuş: Bildiğiniz üzere su, bir kaynaktan gelir. Suların kaynayıp fışkıran geldikleri su kaynaklarını mutlaka görmüşsünüzdür. Yerin bağrından temiz, berrak ve içimi hoş bir su dışarı çıkıyor. Kayalıkların derinliklerinden çıkan bu su nehirlere, kanallara, denizlere kadar ulaşıp onlarla karışıyor. Örneğin İran’ın Tecriş şehrindeki dağlık alanlardan gelen nehirler Tahran’a kadar ulaşır. Bu sular kaynaklarından yeni çıktıklarında ne kadar temizdiler, öyle değil mi? Ancak Tahran’a ulaştıklarında artık içilebilir bir su olmaktan çıkar ve çok kirlenmiş olurlar. İşte Sebzvârî’nin bakışında bilgi ve bilinç de tam olarak budur. Hakk’ın sonsuz hikmetinden gelen ilâhi vahyin duru kaynağı tıpkı akan bir su gibi temiz ve berraktır. Bu vahiy, o kaynaktan gelip, insanların zihinlerine ulaşır. İnsanlar bu düşünceleri nerelerde kullanırlar? Hayatın su kanallarında... Bu kanallar tıpkı hayat gibi rengârenktirler. Buradaki çarşı-pazarların, keşmekeşlerin, çekişmelerin ve siyasetlerin kirli atmosferinde berraklığını yitirir ve kirlenirler. Sonunda, onlardan geriye ne kalır? Hiçbir şey...
Lârîcânî: “Nuranî kalplerin lâhût ile kemiyyeti (niceliği) ve keyfiyeti (niteliği) bilinmeyen gerçek bağları vardır.”
Dînânî: Şu an nâsût âleminde olan bizlerin melekût ve lâhût âlemleriyle bir bağlantısı vardır. Bizler şu an nâsûtun cismânî âleminde var olabiliriz, peki bâtınımız nereyle bağlantılı? Melekût ve onun ötesiyle, lâhut ile... Bu ta hâhûta, yani Hakk’ın ilmine kadar uzanır.
Lârîcânî: Bu, keyfiyeti bilinemeyen ve hiçbir şeyle de kıyaslanamayacak bir bağdır. O sonra şöyle devam ediyor: “Tıpkı hadiste geçtiği gibi (bir paragraf içinde hem âyetten hem de hadisten faydalanıyor, ne güzel!), ‘Mü’minin ruhunun Ruhullah ile olan bağlantısı, Güneş’in ışınlarının Güneş ile olan bağlantısından daha kuvvetlidir.”
Dînânî: Ne kadar da güzel bir hadis... Güneş ışınlarının Güneş ile olan bağları ne kadar kuvvetlidir?
Lârîcânî: Bizzat bağın kendisidir (ayn-i ittisâl).
Dînânî: Çok, öyle değil mi? İşte arınmış bir insanın ruhunun da Allah’ın ruhuyla kurduğu bağ, Güneş ışınlarının Güneş ile kurdukları bağdan daha kuvvetlidir. Yani esasında mü’min nurunu oradan alır. O halde aydınlatan ve parıldatan bu nuru bizler niçin kirletiyoruz? Bu pak, duru ve içimi hoş suyu niçin bulandırıyoruz? Ne yazık ki böyle...
Lârîcânî: “Nefis şeytanî kuruntular ve vesveselerle ne kadar çok kirletilirse, gaybî inşaları da bir o kadar duymaz hale gelir.”
Dînânî: Evet, bu gaybî inşalar geldiklerinde, güzel bir makamdan ve kaynaktan gelirler. Ancak şeytanî kuruntular, nefsanî temayüller, geçici ve anlık hevesler işin içine girdiğinde, o temiz ve duru nefis kirletilmiş olur. Şu anda da dünyada mevcut olan durum bu. Elbette ki eskiden de bu vardı ve belki gelecekte de olmaya devam edecek.
Lârîcânî: “Seni yukarıya çeken (yücelten) her nida, bil ki yukarıdan (yücelerden) gelmiştir,
Seni hırsa getiren nida ise, insanı yaran bir şeytandan gelmiştir”
Mevlânâ da çok güzel söylemiş...
Dînânî: Günümüz dünyası da bu anlayış ve algının kaynağını –temiz âlemlerde kirliliğe yer olmadığından– doğada, sinir hücrelerinde ve maddede arıyor ve bizlere de kaynağımızı hücrelerde ve maddede aramamız gerektiğini söylüyorlar. Onlara göre algı (bilinç, bilgi), maddeden doğar. Madde algıyı nasıl meydana getirebilir ki? Madde eğer algıyı vücuda getirebilecek olsaydı, madde olmazdı, en aşağı varlık (varlığın en alt mertebesi) olmazdı... Maddeden algı doğabilir mi? Hayır, doğamaz. Bakınız işte, neler söylüyorlar...
Lârîcânî: Üstat ben Sebzvârî’nin bu paragrafını gördüğümde açıkçası çok hayıflandım. Neden derseniz, tüm o [sınırlı] bilgimizle neler neler söylüyor, Batı felsefelerini hummalı bir şekilde araştırıyor ve şimdi yenilerde, bilginin başka bir bilgiye nasıl ulaştığını açıklamak için ortaya attıkları epistemolojiye paye vermeye çalışıyoruz. Sonuç ise, ortaya çıkan kavram karmaşasından ve bir yığın karmaşık terimlerden başkası olmuyor. Ama bir de Sebzvârî’nin şu birkaç satırlık açıklamasına bakın... Ne kadar da kalplerimize dokunuyor... Sadece bir âyet ve bir hadis. İşte bu kadar basit... Bizler bunları niçin okumuyoruz?
Dînânî: İşte bu da kirliliğin bir başka çeşidi olan “düşünsel kirlilik”... Bu düşünsel kirlilik, insanın doğru ve güzel kaynaklara ulaşmasına ve yönelmesine fırsat vermiyor. Bir insan nezle olduğunda, güzel bir kokudan hoşlanır mı? Hayır, tam tersine güzel koku, nezleli bir kimse için zararlıdır bile... Sebzvârî de yine başka bir eserinde bu hali aynen şu şekilde tarif ediyor: “Misk kokusundan kaçıp zakkumu tercih etmek...” Nezleli olanlar da güzel kokudan işte böyle kaçarlar. Çağımızın insanı nezle olmuştur. Güzel koku, nezleli olan bir kimsenin hoşuna gitmez. Bizler nezle olduk ve güzel kokulara ulaşabilmek için bu nezleyi tedavi ettirmemiz gerekir.
Lârîcânî: Sonra şöyle devam ediyor: “Hayatın zevki, insanın bilgisinin ilk yaratılışla/yurtla bağlantılı olmasındadır.”
Dînânî: Gerçekte ilk yaratılışa bağlanmak gibi bir şey vardır hâlihazırda da... Bu bir tür geri dönüş ve hatırlamadır. Eğer orayla bağlantı kuracaksak, bu, orayla bu bağlantı koptuğu için değildir. Biz aslında sözünü ettiğim bağlantının farkında değiliz. Yani onu “hatırlamıyoruz.” Eğer hatırlar ve o gerçek bağa geri dönersek, o vakit her şey düzelir.
Lârîcânî: “Âyette geçen “lekad alimtüm” ifadesi, gerçekte bizim bu konuyu ikrar ettiğimiz anlamına geliyor.”
Dînânî: Evet, burada Sebzvârî’nin de söylediği gibi, elest ahdine bir gönderme var.
Lârîcânî: Bu, elest ahdine girişin ilk aşamasıydı.
Dînânî: Evet.
Lârîcânî: Sadece tek bir paragrafta, âyet ve hadis ile meseleye ne de güzel açıklık getiriyor. Ve aynı zamanda, vicdanları da uyandıran türden...
Dînânî: Ve bakınız, Yüce Allah, daha sonra inkâr etmeyelim diye, ne kadar da sağlam bir şekilde takdir etmiş her şeyi... O bu konuda bizden ikrar aldı. Biz ise hem ikrar hem de sonrasında inkâr ettik. Allah sadece beyan etmekle kalmadı, bizden ikrar da aldı. Bizim ikrar etmemiz, onu imzalamamız demektir. Hangi imzayla? Tekvin, tecerrüd âlemi ve maneviyat imzasıyla. Bu, silinebilecek bir imza değildir. Elest ahdinde bunu imzaladık, şimdi ise onu inkâr ediyoruz.
Lârîcânî: “Bu nida ezelîdir: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar da, ‘evet’ dediler.”
Dînânî: Günlük hayatta çok sık rastladığımız bir şeyi söyleyeceğim: Filan kişiye niçin akla ve burhana göre amel etmediği soruluyor, o da “ben vicdanıma göre hareket ediyorum” cevabını veriyor. Kendisinin temiz bir vicdanı varmış ve ona göre hareket ediyormuş(!)... Size temiz bir vicdanın ne demek olduğunu sormak istiyorum. Temiz bir vicdan, aklın çağrısıdır. Eğer aklın çağrısı olmazsa, vicdan temiz olabilir mi? Bazılarını akla ve mantığa davet ettiğinizde, “benim bunlarla işim yok, ben sadece kendi vicdanıma göre hareket ediyorum” diyor. Eğer aklın çağrısını dikkate almıyorsa, o vicdan temiz bir vicdan değildir. Şu andan itibaren artık böyle söyleyenlere bu hususu hatırlatmamız gerekecektir.
Lârîcânî: Bu ezelî nidanın birçok anlamı var. Yani Yüce Allah bunu herhangi bir zamanda söylemiş ve bu meseleyi tamama erdirmiş değildir. Bu nida bizde her daim yankılanıyor aslında.
Dînânî: Evet, ezelî ve ebedîdir. Biz buna “evet” diyerek onu ikrar ettik. Şimdi ise inkâr etmekteyiz. Tevhid konusu da insanoğlunun sürekli olarak inkâr ettiği bir şeydir zaten. Allah’ı inkâr edenler, gerçekte mezkûr ikrarı da inkâr edenlerdir. Bunlara “münkir” (inkâr eden) dememiz de bundandır. Burada şu ayrıma dikkat çekmek istiyorum. Normalde bir şeyi kabul etmeyen insanlara bizler münkir demeyiz, sadece “kabul etmiyor” deriz. Ama Allah’ı kabul etmeyene “münkir” deriz. Niçin böyle söylüyoruz? Çünkü o şey onun zatında/doğasında vardı, fakat o bunu inkâr ediyor. Mesela önümüzdeki bardağın bir şeyi “inkâr ettiğini” söyleyebilir miyiz? Hayır. Ya da masa için aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Hayır. Çünkü onlarda inkâr etme istidadı yoktur. İnkâr, bir şeyi önceden kabul ettiğimiz, bildiğimiz ve sonrasında ise ona karşı çıktığımız anlamına gelir. Bu, onun bâtınında bildiği bir şeydir. Muvahhid olmayan kimseye münkir denmesinin sebebi budur. Kendi bâtınındaki gerçekliği inkâr eden kimsedir bu. Biz bu dünyaya o ikrarı ortaya çıkarmak için geldik aslında.
Lârîcânî: Üstat, bu paragrafta gerçekten dikkat çekici noktalar var: “Algının hakikati, ilk yaratılışta meydana gelen nefs-i natıkanın müşahedesi iledir.” ifadesindeki “nefs-i natıka”ya da ayrıca işaret etmemiz gerekir.
O halde bizler bilginin hakikati nerede diye, bir o tarafa bir bu tarafa savrulmayalım. Onun hakikati, o ilk yaratılıştadır.
Dînânî: Esasında insaniyet (insan olma niteliği) ve insanın hayvanlara ve evrendeki diğer varlıklara olan üstünlüğü, onun ilâhî âlemle olan manevi bağındadır. Yani bizim bâtınımız, hayvanların bağlı olamadığı bir yere bağlıdır. Yine, cansız varlıkların ve bitkilerin de böyle bir bağı yoktur. En üstün insan, “ben üstünüm” diyerek ortalarda gezinen insan değildir. Bu onun boş bir iddiasından başka bir şey değildir. Eğer bu bağı unuttuysa, böyle bir insanın neresi üstün olabilir? Eğer o bağ yoksa insanın hayvandan üstün olmasının da bir anlamı yoktur. Hangi nedenle üstün olsun ki? İnsanın hayvanlara olan üstünlüğünü makul bir şekilde açıklayabilecek tek neden/gerekçe, bâtınî yönden, hayvanların bağlanamadığı manevi bir kaynağa bağlanmış olabilmesidir. İşte bu açıklama makuldür ve insanı üstün kılacak şey de budur. Zaten o buna diğer tüm varlıklardan daha istidatlıdır.
Lârîcânî: “Nefis ne kadar arınmış olursa, bu bağ da o kadar güçlü olur.” Sülûk ve ahlâk konularına da çok güzel bir giriş yapmış oldu böylece.
Dînânî: Bunlar birbirleriyle iç içedirler zaten. Birbirlerinden hiç ayrılmamışlardı ki... Eğer bu bağ koparsa, insanın hayvandan hiçbir farkı kalmaz. Dolayısıyla insan burada hayvanlardan daha üstün olduğunu da iddia edemez. Çünkü hayvan zaten böyle bir istidada sahip olmadığından, ona karşı bir üstünlük iddiasında bulunmanın bir anlamı yoktur. Fakat insan öyle midir? O ezeli olarak böyle bir şeyi biliyor ve üstelik bir de inkâr ediyor... Yani nimete nankörlük ediyor. Bu onun için bir düşüştür. Hem de korkunç bir düşüş... “Bel hüm edall” de budur.
Lârîcânî: Çok teşekkür ederiz, üstat. Gerçekten çok istifade ettik. İnşallah konunun devamını bir sonraki programda işleriz.
Bir sonraki programda tekrar görüşmek üzere, saygıdeğer üstadımızla birlikte siz tüm aziz dostlarımızı Allah’a emanet ediyoruz. Hoşça kalın.
https://philosophyar.net/marefat/14-august-2015/
Çeviri: Aliye Söğüt
Medya Şafak