"Washington’un, İran ve İslam Hakkında Ürettiği Mitler"

"Washington’un, İran ve İslam Hakkında Ürettiği Mitler"
"İran kanunları cumhurbaşkanını doktora derecesine sahip olmasını zorunlu kılarken, sadece bir ABD başkanı - Woodrow Wilson – doktora derecesine sahiptir."

Yuram Abdullah Weiler
 

Press TV
 

“İran'ın bütünüyle askerileşmiş nükleer programı, yeni bin yılda dünyaya karşı en ağır tehdidi oluşturuyor.” Ali Rıza Caferzade, Mesud Recavi'nin kurduğu Halkın Mücahitleri (MEK) terör örgütünün siyasi cephesi Ulusal Direniş Konseyi'nin eski medya direktörü.  


Medyanın abartmaları, art niyetli yanlış bilgiler ve yukarıda alıntılanan, kendisini “sürgünde İran parlamentosu” temsilcisi olarak tanıtan FOX News dış ilişkiler analistinin yaptığı gibi kandırma amaçlı propaganda yağmuru altında beyinleri yıkanan Amerikalılar, ülkeleri, demokrasi, özgürlük, insan hakları, İran ve İslam hakkında titizlikle üretilen mitlere inatla sadık kalıyorlar.

ABD medyası, Amerika Birleşik Devletleri'nin insan haklarını savunan ve özgürlükleri için mücadele eden başka insanları destekleyen bir demokrasi olduğunu iddia eden bu gülünç fantezilerin sürdürülmesinde belki öteki faktörlerin hepsinden daha fazla sorumludur. Amerikalılara “ılımlı” İslam'da bir sorun olmayabileceği, fakat medyanın ima ettiği gibi, radikal İslam'ın terörizmi teşvik etmekten suçlu olduğu için her yerdeki Müslümanların dikkatle izlenmesi gerektiği öğretiliyor. Ve Şii Müslüman ülke İran'ın, nükleer programıyla “uluslararası topluluğun” istikrarını tehdit ettiği söyleniyor. 
 

Mit 1: ABD, yurttaşlarına hesap verebilen bir demokrasidir 

Amerika Birleşik Devletleri'nde benim “dekoratif demokrasi” adını vermeyi seçtiğim şey bulunuyor. Gerçekte bu ülkenin sözde “Kurucu Babaları”, saf demokrasiden doğabilecek kaos ve istikrarsızlıktan aşırı derecede korkuyordu. James Madison, “demokrasiler her zaman çalkantı ve kavgalara sahne olmuştur; her zaman kişisel güvenlik veya mülkiyet haklarıyla uyumsuz olmuştur ve genel olarak hayatları kısa sürdüğü gibi ölümleri de şiddetli olmuştur” diye yazmıştı. Dolayısıyla ABD Anayasası'nın 4. maddesinin 4.  fıkrası eyaletlere “Cumhuriyetçi hükümet biçimini” garanti ediyordu; demokrasi kelimesi belgelerde bile geçmiyordu.

Amerikalılar doğrudan doğruya kendi başkanlarını seçme hakkına bile sahip değildir. 2. maddenin 1. fıkrası, Başkan'ın devlet tarafından atanmış seçmenler tarafından seçileceğini, 1. maddenin 3. fıkrası ise senatörlerin her bir eyaletin “Yasama organı tarafından seçileceğini”  belirtir. 1. maddenin 2. fıkrası uyarınca sadece temsilciler doğrudan halk tarafından seçilir. İran cumhurbaşkanı ise doğrudan halkoyuyla seçilir ve İslam Cumhuriyeti'nin tarihi boyunca 10'a yakın aday tek seçimde göreve gelmiştir. İran kanunları cumhurbaşkanını doktora derecesine sahip olmasını zorunlu kılarken, sadece bir ABD başkanı - Woodrow Wilson – doktora derecesine sahiptir. 
 

Mit 2: ABD Ortadoğu'da demokrasiyi ve özgürlüğü destekliyor

ABD'nin Ortadoğu'da desteklediği “demokratik” ülkelerin en başında gelen Suudi Arabistan, belki de dünyanın en baskıcı rejimlerinden biri olmakla birlikte ABD'nin yakın müttefiki ve ABD savaş endüstrisinin platin sınıflı müşterisidir. Suudi Arabistan'ın insan hakları sicili berbattır. Vahhabilik adı verilen ve Şii Müslümanları açıkça sapık olarak gören aşırıcı İslam'ın kinci bir formunu açıkça destekleyen monarşik bir diktatörlük olduğunu hatırlatmaya bile gerek yok. Ve ABD destekli, Suudilerden esinlenmiş Selefiler, Kahire'de “İran'la ilişkileri normalleştirmeyin” diye bağırarak İran maslahatgüzarlığına girmeye çalışırken, ABD-Suudi ekseninin Mısır'da İran karşıtı duygular geliştirmekle meşgul olduğu da görülüyor.

Her ne kadar Irak'a demokrasi getirdiğini iddia etse de, Iraklıların başına Saddam'ı getiren de ABD olmuştur. CIA, 1963 darbesinde binlerce Iraklıyı öldüren kanlı tasfiyelere yardım etmek için şüpheli komünistlerin listelerini vererek Saddam'a ve Baas rejimine yardım etmişti. ABD, işleri daha da kötü hale getirmek için, Fars Körfezi Savaşı'nın sonunda Saddam'ın ağırlıklı olarak Sünni olan Cumhuriyet Muhafızları'nı, gelişmekte olan bir ayaklanmayı ezmek üzere Şiilerin üzerine salmasına ve on binlercesini öldürmesine de izin vermiş, 70 binden fazla kişi İran'a kaçmıştı.

Ortadoğu çapında halklar, Tunus'ta başlayıp Mısır, Yemen, Bahreyn, Suriye, Suudi Arabistan ve başka yerlere yayılan, “Arap Baharı” adı verilen süreçte ABD'nin desteklediği diktatörlere karşı ayaklandı. Bunun sonucunda, ABD'nin Ortadoğu'da demokrasiyi yok etme amaçlı “hasar kontrolü” çabaları için kollar sıvandı.

* İlk olarak ABD, Suudi “müttefikleri”nin diktatör yönetici Hamid bin Aysa el Halife'ye karşı barışçıl demokratik gösterilerini ezmek için, ABD Beşinci Filosu'na ev sahipliği yapan Bahreyn'i işgal etmesine izin verdi. Bunun karşılığında Suudiler, Arap Birliği'ni NATO'nun (Pentagon'un Avrupa'daki askeri kanadı diye okuyun) Libya müdahalesini destekleyecek şekilde yönlendirdi.


* Daha sonra ABD, Mısır'daki demokratik devrimi kontrol altına almak için eyleme girişti. Vahşi diktatör Hüsnü Mübarek devrilirken, Mısır'ın yeni “İslamcı” cumhurbaşkanı, Muhammed Mursi, “demokratik sürece bağlı” kaldığı sürece Washington'un hediye ettiği F-16 savaş uçakları ve verdiği destekten anlaşıldığı kadarıyla, kendini Batı'ya satmış görünüyor.


* ABD daha sonra, demokratik devrimlerin yayılması korkusuyla, Yemen'in, ABD savaş uçaklarına vuruş için serbest uçuş izni vermiş yozlaşmış yöneticisi Ali Abdullah Salih'in, iktidarı yardımcısı Abd-Rabbu Mansur Hadi'ye devretmesi için Riyad'da Suudi Kralı Abdullah'la bir anlaşma yaptı.

 
* Son olarak, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, İran ve Hizbullah'ın müttefiki olarak algılanması ve gayretli anti-Siyonist duruşu nedeniyle, ABD'nin vurma listesine konuldu.  

ABD ve Siyonist müttefiki 2006'da Lübnanlı Şii direniş hareketini ezmeyi başaramadığı için, Katar'dan gelen ve Batı tarafından silahlandırılan ABD-Suudi Vahhabi vekil güçler, başlıca kurbanlarının Suriye halkı olduğu bir iç savaş çıkarmaya davet edildi. Arap Birliği, Suriye'nin koltuğunu “muhalefet”e, yani kısa süre önce Katar'da büyükelçilik açan, “sürgündeki” ABD onaylı kukla hükümete devredecek kadar arsızlaştı. Anayasa zamanında ABD'deki siyahlar ve yerli halkların yaşadığı gibi, Suriyeliler de gelecekleri için ses çıkarma hakkından yoksun bırakılıyor.


Dolayısıyla açıktır ki Amerika Birleşik Devletleri, demokrasiyi desteklediğini iddia ederken, hem kendi içinde hem de diğer ülkelerde demokratik hareketleri bastırmak için sıkı çalışıyor. Glenn Greenwald'un yazdığı gibi, “Gerçekte, Müslüman dünyada bir ülkenin ne kadar demokratik olduğu ile ABD'nin ne kadar yakın müttefiki olduğu arasında ters ilişki vardır.” Greenwald'un kriterine göre İran, bölgedeki en demokratik ülkedir! 

Mit 3: Amerika Birleşik Devletleri, insan haklarını, adaleti ve bütün insanların haysiyetini savunur

BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 1. maddesi şöyle der: “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.” ABD Anayasası'nın 1. maddesinin 2. fıkrası ise, hükümette temsil edilecek kişiler bakımından hayli özgündür: özgür kişiler (bunu beyaz toprak sahipleri olarak okuyun); siyahlar bir kişinin beşte üçü sayılır ve yerli halklar dışarıda bırakılır.

İnsan hakları, adalet ve insanların haysiyeti bakımından Amerika Birleşik Devletleri:

 
* yaklaşık 10 milyon (bazı araştırmacılara göre yaklaşık 18 milyon) yerlinin kanı üzerinde kurulmuştur;

 
* dünyadaki en yüksek tutuklama oranına sahiptir; genç siyah erkeklerin tutuklanma oranı genç beyaz erkeklerden altı kat fazladır ve beyaz olmayanlar tutukluların %65'ini oluşturmaktadır;

 
* Guantanamo, Ebu Gureyb, Bagram ve diğer tutuklu kamplarında defalarca işkence, basınçlı su, küçük düşürme, soyma, üstünü kapama ve diğer zalim, insanlık dışı ve alçaltıcı taktiklere başvurmuştur;

 
* İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en az on ekonomik krize neden olmuş, yaklaşık 50 milyon Amerikalıyı gıda karnesine bağlamış, en az 3,5 milyon evsizin, küçülen bir orta sınıfın ve sözde Batı demokrasiler içinde en büyük gelir eşitsizliğinin bulunduğu bir ekonomiye sahiptir; 


* hiçbir sağlık sigortası bulunmayan yaklaşık 50 milyon Amerikalının yaşadığı, ulusal sağlık planları olan diğer Batı ülkelerinin yurttaşlarının kişi başına yaptığının iki katı sağlık harcaması yapan yurttaşları için hiçbir genel sağlık planı bulunmayan bir ülkedir;

 
* politikacılar genel sağlık sigortasının çok maliyetli olduğunu söylerken, dünyanın geri kalanının askeri harcamalarının toplamına neredeyse eşit bir şekilde yılda 700 milyar doları savaşlara harcamaktadır;

 
* şirketlere tüzel kişilik vermekte, onlara seçimler ve Kongre üyeleri üzerinde sıradan yurttaşlardan daha fazla etki sağlamaktadır;

 
* ve, her 100 yurttaş için 90 silahla dünyanın en yoğun silahlanmış toplumdur ve dünyanın yıllık küçük silah üretiminin yarısını satın almaktadır. Hindistan, 100 yurttaş başına 4 silahla hayli uzaktan ikinci sırada gelmektedir. 

Yukarıdaki bu gerçeklerden hareketle, ABD'nin kendi sınırları içinde insan hakları, adalet ve insanların haysiyetiyle ilgilenmediği gibi sınırlarının dışında bunun daha da gerisinde olduğu açık olmalıdır.

Mit 4: Nükleer bir İran, bütün uluslararası topluluğu tehdit ediyor 

ABD'nin, Siyonist müttefiki gibi, neredeyse kuruluşundan beri sürekli savaşta olmasına karşın İran, Nadir Şah'ın Hindistan'ı işgal ettiği 1738 senesinde bu yana hiçbir ülkeye saldırmamış barışçıl bir ülkedir. Bir Pakistanlı meslektaşımın söylediği gibi, “nefret edebildiklerini düşünmüyorum”. Buna rağmen Amerika Birleşik Devletleri, 1945 yılında ilk kez nükleer silah kullanan ve hâlâ beş binden fazla nükleer savaş başlığıyla devasa bir cephaneye sahip olan bu ülke, nükleer silahlı Siyonist müttefikiyle beraber, nükleer silahı olmayan İran'ı “dünya barışına en büyük tehdidi oluşturmak”la suçluyor.

İran 1953 senesinden beri ABD'nin hedef tahtasında. Gizli polis gücü SAVAK'la birlikte kendi halkına karşı tarif edilemeyecek iğrençlikler yapmış olan Şah, gerekte 1953 yılında CIA tarafından yapılan ve İran'ın demokratik yollardan seçilmiş başbakanı Muhammed Musaddık'ı deviren bir darbeyle yerleştirilmişti. Bu ABD destekli tiran, kendi ülkesinden on binlerce kişiyi öldürürken, Amerikalıların kör olmuş gözleri ancak Kasım 1979'da ABD Büyükelçiliği'nin anlaşılır şekilde öfkeli İranlı öğrenciler tarafından ele geçirilmesiyle bu gerçekliğe açıldı.


Bunu takip eden 34 yıl, ABD'nin giderek artan düzeydeki düşmanca ekonomik yaptırımları, Saddam'ın İran'a karşı savaşına destek, Bender Abbas'tan Abu Dabi'ye giden bir İran uçağının düşürülmesi ve 290 yolcunun tamamının ölmesi ve milyonlarca insanın İran'da sığınma aramasıyla sonuçlanacak şekilde komşu Irak ve Afganistan'ın işgal edilmesi odu. Şimdi, İran'ın barışçıl nükleer programına karşı daha da fazla yaptırım, çirkin suçlamalar ve askeri saldırı tehditleri bulunuyor.

Kısa süre önce yapılan bir çalışma, İran'ın nükleer tesislerine yönelik saldırıların, ilaç ve gıda gibi izin verilen ürünlerle ilgili işlemler ile sözde “çift yönlü kullanım” malzemeleri arasında net bir ayrım yapamayan yaptırımlar altında hâlihazırda acı çeken İran halkından 85 bin kişiyi öldürebileceğini ortaya koydu. Yaptırımlarla ilgili bu duruma örnek olarak, İran'da florin diş macunu bulmak hemen hemen imkansız, zira florin “çifte kullanım” malzemesi ve yoğunlaştırma işleminin bir adımı olarak UF6 – Uranyum Hexaflorid yapımında kullanılıyor. 

ABD'nin diğer istikrarsızlaştırma faaliyetleri içinde şunlar bulunuyor:

 
* 2006'da ABD Kongresi, İran hükümetine muhalif gruplara 10 milyon dolar yönlendiren İran Özgürlük ve Destek Eylemi'ni kabul etti;

 
* 2007'de Başkan Bush, İran'da ayaklanma yaratmak için 400 milyon dolarlık bir örtülü operasyona izin verdi;

  
* CIA, Pakistan'daki üssünden İran'a saldırılar gerçekleştiren Cundullah isimli bir militan Sünni örgüte destek sağladı; 
* ABD, İran Halkın Mücahitleri Örgütü (MEK, Mücahidin-i Halk) ve Kürdistan Özgür Yaşam Partisi gibi terörist gruplara finansman ve eğitim sağladı. 

Mit 5: İslam, şiddeti savunan hoşgörüsüz bir dindir 

Dünyada 1 milyardan fazla insan İslam dininin takipçisi, yani Müslüman. Müslüman kelimesi “teslim olan” anlamına gelir ve içerdiği anlam da, Müslümanların Allah diye andıkları Tanrı'nın iradesine teslim olmalarıdır. Üç İbrahimi inanç olan Hristiyanlık, Musevilik ve İslam içinde, tektanrıcılığın en saf biçimi İslam'dır. 

İslam, insanların evrensel kardeşliğinin temelini oluşturur. İslam'ın bu kadar hızlı yayılmasının temel nedeni budur; insanlara ekonomik veya fiziksel köleliğin pençelerinden kurtulma umudu vermektedir. Bu konu hakkında Kuran-ı Kerim (Hucurat Suresi, ayet 13) şöyle der: 

“Ey insanlar! Şüphesiz ki sizi, bir erkekle dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.”


İslam'ın doğru şekilde betimlenmesi Batı medyasında nadir olarak görülür. Mukteda es-Sadr haberlerde her zaman “radikal ABD karşıtı Şii din adamı Mukteda es-Sadr” idi; hiçbir zaman sadece Müslüman din adamı Mukteda es-Sadr veya sadece Mukteda es-Sadr değildi. Peki ya İran İslam Cumhuriyeti'nin kurucusu Ayetullah Humeyni? Onunla ilgili Batı medyasında “adil ve dengeli” bir haber var mıdır? Genellikle cevap, çınlayan bir “hayır”dır. 

Sonuç: Mitolojiye karşı gerçeklik 

Gerçekte Amerika Birleşik Devletleri, liderlik yapan kendini beğenmiş plütokratların yurttaşları medya mitolojisiyle kandırdığı zengin, nükleer silahlı ve emperyalist eğilimli bir ülkedir. Dünya barışının önündeki en büyük tehdit ABD'dir; İran, İslam veya İslami bir grup değil. Benim yurttaşlarımdan çok azı gerçekleri bildiği için, bir Müslüman olarak bu mitlerin maskesini düşürmek benim görevimdir. İslam peygamberinin (s.a.a.) söylediği gibi:

“Hepiniz bekçilersiniz ve hepiniz kardeşlerinizden sorumlu tutulacaksınız.” 
 

Çev: Selim Sezer
 

medyasafak.com