Ölümcül retorik: Suudi Arabistan İran’a sözlerle savaş açtı

Ölümcül retorik: Suudi Arabistan İran’a sözlerle savaş açtı
Suudi küçük prensi Muhammed bin Selman, savaşı İran’a taşıma tehdidinde bulunarak acemice bir hata yaptı – dünyanın dikkatini bu noktaya çekti. Şimdi İran’ın vereceği her türlü tepki, uluslararası hukukun ölçülü bir misilleme için tanımladığı tam meşruiyeti taşıyor. Suudi sınırları uzundur, nüfusu huzursuzdur ve askerleri bu türden bir savaş görmemiştir.

 

 

 

Şermin Nervani

 

 

Russia Today

 

 

 

Yıllardan beri Suudiler İran'a karşı vekâlet savaşları yürüttü ve elde ettiği başarılar sınırlı oldu. Şimdi bu kayıplarla dolu tarihe rağmen Riyad, İslam Cumhuriyeti'yle kötü tasarlanmış bir karşı karşıya geliş için harekete geçiyor gibi görünüyor.

 

Suudi veliaht prensi Muhammed bin Selman, bu ayın başlarında verdiği bir röportajda “İran'ın başlıca hedeflerinden biri olduğumuzu biliyoruz” şeklinde spekülasyonda bulundu.

 

Ardından tehdit geldi: "Suudi Arabistan'da bir savaş yaşanıncaya kadar bekleyecek değiliz, bu yüzden onlar için Suudi Arabistan'da değil İran'da bir savaş olması için çalışacağız.”  

 

Bunlar gerçekten de savaş yanlısı sözler. Kuşkusuz İranlılar da böyle düşünmüş ki, Savunma Bakanı Hüseyin Dehghan buna alışılmamış bir sertlikle yanıt verdi: “Onları (Suudileri) cahilce bir şey yapmamaları için ikaz ediyoruz, ancak eğer cahilce bir şey yaparlarsa, Mekke ve Medine dışında dokunulmamış hiçbir yer bırakmayız.” 

 

Bir başka deyişle eğer Suudiler İran'a karşı doğrudan bir saldırı başlatacak olursa, bu Riyad'ın son savaşı olacak.

 

Bu çizgiyi çizmek önemli. Sonuç olarak Suudiler, 1979 İran İslam Devrimi'nin bir kralı tahttan indiren halk protestolarına tanık olmasından bu yana öfke içindeler.


Bu yüzden de geride kalan 38 yıl boyunca bölgede giderek artan bir Suudi Arabistan saldırganlığına, aslında olmadıkları yerlerde dahi İranlı/Şii düşmanların avlandığına tanık olduk. Suudilerin iki yıldır süren hava bombardımanlarının 10 binden fazla sivili öldürdüğü Yemen'e, yahut Suudi birliklerinin ve tankların Şii çoğunluklu ülkedeki muhalefeti ezdiği Bahreyn'e, veyahut da Suudilerin IŞİD'e, El Kaide'ye ve öteki kafa kesici aşırıcılara silah, para ve destek yolladığı Suriye'ye bakmanız yeterlidir. Bu Suudi histerisi artık dünyanın dört bir yanına dokunmuştur ve Riyad, bütün bir Müslüman nesle Vehhabi tarzı hoşgörüsüzlük aşılamak için 100 milyarı aşan paralarla radikal okullara, camilere ve propaganda çalışmalarına yatırım yapmıştır.

 

Fakat her ne kadar Suudiler (gerçek veya hayali) İran nüfuzunu alt etmeye kararlı olsa da, Riyad hiçbir zaman doğrudan doğruya İslam Cumhuriyeti'ne yönelmeye cesaret edemedi.

 

Eski ABD Dışişleri Bakanı Robert Gates'in 2010'da WikiLeaks tarafından açığa çıkarılan meşhur bir yazışmada belirttiği gibi, Suudiler her zaman “İranlılarla savaşı Amerikalıların vermesini” istedi. Gates buna, “şimdi onları oyuna sokmanın zamanı” diye eklemişti.

 

Suudi Arabistan İran'a karşı

 

Önce, daha önce vermiş olduğum bir röportajdan yoğun bir şekilde ödünç alarak, Fars Körfezi'ndeki bu iki “rakip” hakkında bazı perspektifler sunalım: 

 

Hem İran hem de Suudi Arabistan enerji kaynakları bakımından zengindir ve bu gelir refahını, her ne kadar son derece farklı sonuçlar üretecek olsa da kendi ulusal amaçlarını ilerletmek için kullanmışlardır. İran'ın ekonomisi enerji sektörünün ötesinde çeşitlilik sağlama, kendi kendine yeterliliği geliştirme ve bir net ihracatçı haline gelmeye odaklanmıştır. Suudi Arabistan ise ithalat odaklıdır. İran, ordusuna yılda 15 milyar dolar harcamasına rağmen – ki Suudi Arabistan'da bu rakam 80 milyardır – bölgedeki en yetkin askeri güçlerden birine sahiptir ve kendi donanımını inşa etmektedir.  İran'ın siyasal sistemi Anayasa temellidir, çeşitlilik ve temsil içerir ve yüksek sesle birbiriyle rekabet eden siyasi bloklar kendi medyaları ve seçmen kitleleriyle birlikte anılır. Suudi monarşisi ise tamamen tek aile yönetimine dayanır; anlamlı seçimler veya rakip siyasi yapılar yoktur ve medyada ifade özgürlüğü sınırlıdır. Güç projeksiyonu konusunda İran, diplomasi, ticaret ve ortak dünya görüşleri/hedefler temelinde ittifaklar kurma gibi yumuşak güç araçlarını tercih ederken, Suudiler kendi nüfuzlarını dünya çapındaki okullar, camiler, medya kuruluşları ve diğer kuruluşlar aracılığıyla Vehhabi doktrinini yayarak ve müttefiklerinin sadakatini kaba bir şekilde satın alarak yaymıştır.

 

Son birkaç yıl içinde İran ve Suudi Arabistan'ın ulus inşası yaklaşımlarının jeopolitik stratejilerinin başarısını nasıl etkilediğini açıkça gözlemledik. Her iki devlet de varoluşsal korkular ve tehditler deneyimledi ve her birinin ittifakları birkaç savaş sahasında karşı karşıya geldi. İran stratejik derinlik taşıyan meseleye titizlikle yaklaştı ve bağımsızlık, kendi kaderini tayin ve emperyalizme karşı direniş gibi ortak değerleri gerçekten paylaşan partnerlerle ittifaklar inşa etti. Suudiler ise dış ittifaklarını – farklılaşan çıkarlardan ve müttefiklerinin değerlerinden bağımsız olarak – hegemonya veya hâkimiyeti temel hedef haline getirerek kurdu. Aslında ortada çok da fazla bir yarış yok: bir taraf bir ulus – ve bölge – inşasıyla ilgilenirken, diğeri gücünü petro-dolarlardan ve bir balyozun stratejik parlaklığından alan güvenilmez ittifaklar uğruna sağa-sola sallanıyor.

 

İki taraf aynı oyun sahasında bile değilken bu ilişki nasıl rekabet olarak sınıflandırılabilir? Eğer Suudiler her alanda, her sınırda bu kadar savaş yanlısı olmasaydı, Tahran OPEC toplantıları dışında Suudilerin yüzüne bakar mıydı?

 

Fakat Muhammed b. Selman'ın “savaşı” İran'a taşıma sözü ciddiye alınmalıdır, zira bu savaşı tek başlarına açmayacaklardır. Suudi prensinin böbürlenmesi, Washington'la olan ilişkilerde kademe yükselmesinin bir sonucu. ABD Başkanı Donald Trump coşkulu bir şekilde Suudilere yapılan silah satışları için milyarlarca dolar akıtıyor ve Riyad'ı ilk resmi dış ziyaret yeri olarak seçiyor, İran'la karşı karşıya gelmek için İsrail'le ortaklık yapacak olan bir "Arap NATO'su”nun kurulmasını savunuyor.  

 

Bununla birlikte açılış hamlesi olarak konvansiyonel bir askeri çatışma beklemeyin. ABD, İsrail ve Suudi Arabistan, İslam Cumhuriyeti'ne karşı yıkıcılık ve sabotaj faaliyetlerinde deneyimlidir ve ilk çabalarını odaklamaları muhtemel olan yer de burasıdır. 

 

Geçtiğimiz hafta İran'ın dini lideri Ali Hameney, Cuma günkü cumhurbaşkanlığı seçimlerine giden yolda yabancı müdahalesi ikazında bulundu: “Seçimler esnasında ülkenin güvenliği tam olarak korunmalıdır. Bunu ihlal eden herkes, kesinlikle cezalandırılacağını bilmelidir.”

 

Kamuoyuna ihtiyat çağrısı yapan Hameney, “düşmanın” İran'daki kısa, orta ve uzun vadeli amaçlarının ana hatlarını ortaya koydu: “ülkenin güvenliğini akamete uğratmak ve kaos ve fitneyi tetiklemek… ekonomi ve halkın yaşam koşulları gibi meseleleri hedef almak… (ve) sistemi değiştirme çabası.”   

 

O halde Suudiler nasıl bir rol oynayacak? Riyad'ın bu “savaştaki” eli muhtemelen İran sınırları üzerinde ve içinde görülecek ve Suriye'de, Irak'ta, Afganistan'da ve  Suudi destekli militanların akın ettiği diğer sahnelerde tanık olduğumuz biçimi alacaktır.  

 

Azınlık nüfuslarının kışkırtılması

 

Demografik olarak İran nüfusunun yaklaşık yüzde 60'ı etnik olarak Fars olup, bunu Azeriler, Kürtler, Lorlar, Türkmenler, Araplar ve ötekilerin karması izler. İranlıların yaklaşık yüzde 99'u Müslüman, bunların yüzde 90'dan fazlası Şii, geri kalanı Sünni'dir. Nüfusun kalan yüzde 1'lik kısmı ise Hıristiyanlar, Yahudiler, Zerdüştçüler ve diğerlerinin karmasıdır.

 

Kürtlerin yaşadığı başlıca bölgeler kuzeybatıdaki Irak ve Türkiye sınırları ile kuzeydoğudaki Türkmenistan sınırı yakınındaki bölgelerdir. İran Kürtleri içinde hem Sünniler hem de Şiiler vardır. İkinci büyük etnik topluluk olan ve ağırlıklı olarak Şii olan Azeriler de kuzeydoğuda, İran'ın Azerbaycan ve Ermenistan sınırları yakınlarında yaşar.

 

Güneyde Irak sınırı ve Fars Körfezi yakınlarında – ve de Hürmüz Boğazı civarlarında – yoğunlaşmış olan İranlı Araplar da ağırlıklı olarak Şii'dir. İran'ın Sünni nüfusu ağırlıklı olarak Kürtler, Türkmenler ve Beluçlardan oluşur ve bu, dış müdahalenin bugün en fark edilir olduğu demografidir.

 


Son yıllarda İran'ın Sistan ve Belucistan eyaletinin Pakistan ile olan sınırı üzerinde binlerce İranlı güvenlik görevlisi öldürüldü – son olarak Nisan ayında on İran sınır muhafızı, sınırın diğer tarafından gelen bir terörist baskınında hayatını kaybetti. 

 

Aktarıldığına göre saldırı, İranlıların doğrudan ABD ve Suudi Arabistan güdümünde olduğunu söylediği mezhepçi bir terörist grup olan Ceyş el-Adl (Adalet Ordusu) tarafından gerçekleştirildi. ABD'nin bu gruplardan bazılarıyla, özelikle de Bush döneminde, terör örgütü listesine girinceye kadar Washington'dan finansman alan Cundullah'la izi bulunabilir bağlara sahip.  İran bu “terörist” tanımlamasının pek bir şey ifade etmediğini biliyor. Halkın Mücahitleri (MEK) örgütü on yıllar boyunca ABD Dışişleri Bakanlığı'nın terör listesinde yer aldı ancak 2012 yılında listeden çıkarıldı ve bugün ABD yetkilileri bu grupla aktif olarak temas kuruyor.

 

Ceyş el-Adl, Pakistan'da yasaklanmış olan, ancak hem Suudilerden hem de Pakistan'dan destek almaya devam ediyor gibi görünen Şii karşıtı aşırıcı bir grup olan Sipah-i Sahabe'nin bir yan kolu. Sipah liderleri Pakistanlı muhafızlar eşliğinde sınır bölgelerine götürülüyor ve safları, Pakistan sınırı içinde bolca bulunan Suudi finansmanlı Deobandi medreselerinin genç mezunlarla dolu. 

 

ABD'nin de elleri İran'daki azınlık haritasının üzerinde. Medya, düşünce kuruluşları ve politikacılar, her  fırsatta İranlı azınlıkların beklentilerini vurgulayıp teşvik ediyor ve şüphesiz gerilimler tırmandıkça, bölünmelerin kışkırtılmasında daha aktif rol oynayacaktır. 

 

Sırada Kürtler var. İran içinde bir Kürt isyanını kışkırtma projesinin her yerinde hem ABD'nin hem de Suudilerin parmak izleri görülüyor. Geçtiğimiz Haziran ve Temmuz aylarında, son 20 yılda ilk defa İran'ın kuzeybatısındaki Kürtler Devrim Muhafızları'yla çatışmaya girdi ve her iki taraftan da ölenler oldu.

 

Bunu gerçekleştiren Kürt grup, uzun zamandır İran tarafından terör örgütü olarak görülen ve 2015 yılında devlete karşı silahlı mücadele yürüteceğini ilan eden İran Kürdistan Demokrat Partisi (PDKI). Şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu açıklama, PDKI lideri Mustafa Hicri'nin Washington'da kongre liderlerini ziyaret etmesinden kısa süre sonra yapılmıştı. 

 

İhtiyatlı bir İran

 

Amerika'nın İran'daki kirli hileleri şüphesiz yeni değil. Kennedy döneminin Dışişleri Bakanlığı yetkilisi Richard J. Barnet, 1968 yılında “İran'da 1953 yılında Başbakan Muhammed Musaddık'ı devirme amaçlı müdahale, Amerika'nın savaş sonrası dönemde milliyetçi bir hükümeti yıkma yönündeki ilk başarılı girişimiydi” diye yazmıştı.

 

Barnet'a göre CIA ajanı Kermit Roosevelt'in öncülük ettiği “Beş ABD ajanı ve yedi İran istihbaratı görevlisi, darbeyi Tahran'daki bir bodrum katında tasarladı.” Bu kişiler, “Musaddık destekçilerinin karşına çıkmaları için sokak çetelerinin istihdam edilmesinden” sorumluydu. “Roosevelt'in büyüyen Musaddık karşıtı toplulukları teşvik edecek kiralık göstericiler için kullandığı kayda değer meblağların yardımıyla ve ABD teçhizatlarına yoğun bir şekilde bağımlı olan İran ordusunun desteğiyle, isyancılar gidişatı inatçı başbakanın aleyhine çevirmeyi ve onu görevden uzaklaştırmayı başardı.”  

 

İran bu tür dış entrikalara epey aşinadır ve İslam Devrimi'nden bu yana geçen on yıllardan beri ihtiyatla bunlara karşı mücadele etmektedir.

 

Bu ülke, uysal Şah'ın İran'ı değildir – bu İran, bugün, Irak'la olan ve dışarıdan dayatılmış 8 yıllık savaşın içinden çıkmış ve kendi elleriyle güçlü bir askeri caydırıcılık inşa etmiş olan bağımsız, egemen bir ulus-devlettir. 

 

İran'ın Suriye, Irak ve Lübnan'daki faaliyetlerinde gördüğümüz gibi ülkenin “stratejik derinliği” bir kırmızıçizgidir – bu, ulusal sınırlar için daha da fazla geçerlidir. İran hava kuvvetleri, 2014 yılında Irak hükümetini IŞİD'in sınırlarına 40 kilometreden fazla yaklaşması halinde sonuç alıcı eyleme geçeceği yönünde uyardıktan sonra, İran-Irak savaşından beri ilk defa batı sınırındaki Diyala eyaletinde hava saldırıları gerçekleştirmek için F-4 Phantom savaş uçakları kullandı.

 

İran Silahlı Kuvvetler Şefi Muhammed Hüseyin Bagheri şimdi ayrıca, İslamabad'ın sınırlarını kontrol etmemesi halinde Pakistan topraklarında askeri eyleme girişme tehdidinde bulundu ve “Ne yazık ki Pakistan sınırı, Amerika Birleşik Devletleri'nin onayıyla Suudi Arabistan tarafından kiralanan teröristler için bir sığınak ve eğitim sahasına dönüşmüştür” sözlerini sarf etti.

 

İran'ın BM Büyükelçisi Gulamali Huşru, bu ay BM Güvenlik Konseyi'ne yazdığı bir mektupta, Suudi tehditlerini şu sözlerle ele aldı"Komşumuzla gerilimin artmasını ne arzuluyoruz ne de bundan bir çıkarımız var… Biz bölgesel istikrarı arttırmak, istikrarsızlaştırıcı aşırıcı şiddetle mücadele etmek ve mezhepsel nefreti reddetmek üzere diyalog ve uzlaşı için halen hazırız… Suudi Arabistan'ın aklın çağrısına kulak vermeye ikna olmasını umuyoruz…"

 

Suudi küçük prensi Muhammed bin Selman, savaşı İran'a taşıma tehdidinde bulunarak acemice bir hata yaptı – dünyanın dikkatini bu noktaya çekti. Şimdi İran'ın vereceği her türlü tepki, uluslararası hukukun ölçülü bir misilleme için tanımladığı tam meşruiyeti taşıyor. Suudi sınırları uzundur, nüfusu huzursuzdur ve askerleri bu türden bir savaş görmemiştir. Belki de bir Suudi kraliyet ailesi mensubunun sözlerini yuttuğuna tanık oluruz.

 

 

 

Çeviri: Selim Sezer

 

www.medyasafak.net