Bölgedeki fitne karşısında galip gelindi / ABD-İsrail-Suudi üçlüsünün İran kaygısı gerçekçi

Bölgedeki fitne karşısında galip gelindi / ABD-İsrail-Suudi üçlüsünün İran kaygısı gerçekçi
Öte yandan İran’ın bu üçlünün baskıları sebebiyle binlerce şehit ve yaralı vermiş ve miyarlarca dolar zarara uğramış mazlum milletlerin yanında durmaktan vazgeçip Amerika, İsrail ve Suudi Arabistan ile anlaşması ise olacak şey değildir. Çünkü bir kere bölge halkları, kendi ülkelerini, kaderlerini ve geleceklerini bize satmış değildir ki biz de onlardan vazgeçme imkanına sahip olalım.

 

 

 

Sadullah Zarei

 

 

Keyhan

 

 

Amerika, Siyonist rejim ve Arabistan, hep birlikte iki yaklaşımı yansıtıyor. Birinci yaklaşımda derin endişe, ikinci yaklaşımda ise bölgesel meseleler karşısında cesur adımlar atmak şeklinde ortaya çıkıyor.

 

Bu arada “sert üslup” ve “beklenmeyen adımlar” bu üç devletin yol haritasını oluşturuyor. Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıma adımı, Suudilerin Yemen halkına karşı başlattığı savaş, İsrail'in Suriye'de Hizbullah'a yönelik sınırlı askeri eylemleri, bu çerçevede gerçekleşti.

 

Öyle gözüküyor ki bu yöntem, bölgenin geleceğinde 10-12 yıl daha devam edecek. Bu konunun üzerinde durulması ve değerlendirilmesi gerekiyor.

 

1- İran'dan duyulan kaygı her üç başkentte de var ve bu kaygı bir gerçek. Bu, sadece “İran korkusu” ile ortaya konmuyor.

 

Gerçi bu üç ülkenin İran korkusu üretmeye dayalı sabit bir yönteme sahip olduğu herkesçe biliniyor; ama bu başkentlerin hissettikleri de yalancı bir his değil.

 

İran bölgedeki güvenlik ve siyasi altyapısı bakımından ve dünyadaki kültürel altyapısı ile Amerika, İsrail ve Suudi Arabistan'da büyük bir kaygılar yarattı.

 

Bu konuda onlar hiçbir alternatif güce sahip değiller; dolayısıyla onunla siyasi, kültürel ve askeri kapışmadan kurtulma umudu taşımıyorlar.

 

Bu sebeple konuyu füze meselesi, bölgesel nüfuz ve içerideki muhaliflerine davranış şekli gibi farklı alanlara taşıyorlar.

 

İran'ın füzeleriyle ilgili mesele, geçen 10 yıl boyunca bu üçünün hükümet yetkililerinin dilinden düşürmediği bir şeydi.

 

İran'ın bölgesel nüfuzu, başkalarının güvenliğine ve çıkarına aykırı bir şeymiş gibi görüldü ve onlar tarafından sürekli olarak gündemde tutuldu.

 

İran devletinin kendi içindeki muhaliflerine davranışları ise bu ülkelerin liderlerinin İran'a yönelik suçlamalarının göz ardı edilemeyecek bir boyutunu oluşturdu.

 

İran'ın nüfuzundan bahsedip bunu tehdit edici bir şey olarak göstermek, böylesi bir nüfuzun kendi ulusal çıkarlarına yönelik olumsuz etkilerini azaltmak için değil; İran'ın böylesi bir güce hiçbir şekilde sahip olmaması içindir.

 

Daha ileri bir ifadeyle bölgede böylesi bir bağımsız nüfuzun bulunması istenmiyor.

 

Eğer Suudi hükümeti, İran'ın bölgedeki nüfuzunun olumsuz sonuçlarından kaygılıysa İran'la diyalog kurar ve İran'ın bölgede var olan nüfuzunun bir kısmını, Arabistan'ın bölgede hiç de az olmayan sorunlarının çözümü yönünde kullanma yönünde formül uygulardı.

 

Ancak Suudiler, bölgenin en yıkıcı gücü olan Siyonist rejimin yanına geçip onunla işbirliği yaptığı halde İran'la diyaloga bile yanaşmıyor. Peki niçin?

 

İran'ın bölgesel perspektifindeki meselesi, “bağımsız bölge” oluşumunun önündeki engelleri kaldırmak; Suudi Arabistan'ın bölgesel perspektifindeki meselesi ise bölgenin İran İslam Devrimi öncesindeki şartlara geri döndürülmesidir.

           

Nitekim Muhammed bin Selman, bir süre önce bölgenin kendisine kimlik kazandırma rolü oynamayacak olan bir İslam anlayışına geri dönmesi gerektiğini söyledi.

 

Füze meselesi de onun tehlikeli olduğu propagandasına dayalıdır ve tabi ki Amerika, İsrail ve Suudi Arabistan için tehlikelidir; ancak bu tehlike füzelerin kendisinden dolayı değildir.

 

Eğer böyle olsaydı, bunun için açık bir yol vardı: Müzakere ya da benzer şekilde adım atmak yani füze teknolojisi elde etmek için çalışmak…

 

Kaygılarının sebebi kurulmakta olan bağımsız bölge

 

Nitekim İran İslam Cumhuriyeti, yıllardır Suudi Arabistan'ın satın aldığı çok çok fazla miktardaki “hassas savaş araçları” karşısında sessiz kaldı. Bunu asla kendi ulusal güvenliği için bir tehdit olarak nitelemedi.

 

O halde İran'ın füzeleriyle ilgili mesele, İran'ın askeri gücüyle ilgili bir mesele değildir. Mesele, bir bölgesel gücün bağımsız bir bölge oluşumu için bir dizi akıllıca adımlar atması ve bunun neticesinde de eskisinden farklı bir bölgenin kuruluyor olmasıdır.

 

İşte bu durum, bu “kaygılı üçlü” açısından görmezden gelinecek bir şey değildir. Ama doğal olarak bu çekişmenin sıcak sonucundan çok az söz ediyorlar. Çünkü bağımsız ve İslami bir bölge, onlardan başka hiç kimsenin korkmasını gerektirmiyor.

 

Onlardan başka hiç kimse ve İran'ın bu yöndeki faaliyetlerini başkalarının işlerine müdahale olarak görmüyor.

 

Böylesi bir bölgenin gerçekleşmesi, Kral Selman, Netanyahu, Trump ile onlardan öncekilerin yok etmeye çalıştığı; ancak en azından İngilizler sebebiyle Filistin'in işgal edilmesinden bu yana bölge Müslümanlarının taşıdığı arzudur.

 

Uğursuz üçlünün kaygıları giderilebilir mi?

 

Bu arada önemli bir konu da şudur: Acaba İran, müzakere ve diyalogla Washington, Riyad ve Tel Aviv üçlüsünün kaygılarını giderebilir mi ve onların bölgeye yönelik tehditkar açıklamalarını veya adımlarını önleyebilir mi?

 

Bazıları, meseleyi basitleştirerek diyorlar ki “biz sert söylemlerimizi değiştirir, yumuşak ve saygılı bir söylem kullanırsak, ya da diplomatik ziyaretlerimizi arttırırsak, diplomasi alanında ortak uluslararası dili ve söylemi göz önünde bulundurursak aramızdaki şartları değiştirir ve sakin bir ortam kazanabiliriz.”

 

Bazılarına göre ise İran bölgesel meselelerde düzeyini düşürür ve bölgedeki bazı siyasi meseleleri veya güvenlik konularını Amerika'ya veya Suudi Arabistan'a bırakırsa İran'la onlar arsındaki şartlar değişir.

 

Peki gerçek nedir?

 

Gerçek şu ki bu şekilde konulanlar aslında kendi içlerinden geçeni söylüyorlar; Amerika'nın, İsrail'in ve Suudi Arabistan'ın içinden geçeni değil.

 

Bu üçünün sorunu İranlı yetkililerin söylemi değildir. Çünkü İranlı yetkililer ne kadar sert ifadeler de kullansa da onların iğrenç gerçeklerine ve bölgemizde işledikleri cinayetlere yetişemez. Ayrıca dünyada onlara karşı sert üslupla konuşan başkaları da var.

 

Diplomatik ziyaretlerin arttırılması meselesi ise hiç kimsenin zorunluluğundan kuşku duymadığı bir şeydir. Şu da söylenebilir ki iki ya da üç devlet arasında bir anlaşmaya veya ittifaka varılması, müzakere değil; ortak çıkarlar veya ortak tehditler sebebiyledir.

 

Sizi yok etmeye çalışanlarla uzlaşamazsınız

 

Burada biz “gerçek menfaatlerden” ve “gerçek tehditlerden” söz edebiliriz. Onlara yüzlerce mantıksal delil getirebiliriz. Bizim menfaat veya tehdit olarak söz ettiğimiz şeylerin karşı taraf için de menfaat veya tehdit olması gerekir. Tıpkı terörizm ve sonuçları gibi…

 

Ama Amerika, İsrail veya Suudi Arabistan, İran'ı en büyük tehdit ve onu ortadan kaldırmayı en büyük menfaat ve zaruret olarak ortaya koyuyorsa, gerçek menfaat veya gerçek tehdit göstermeye yer kalmıyor.

 

Öte yandan İran'ın bu üçlünün baskıları sebebiyle binlerce şehit ve yaralı vermiş ve miyarlarca dolar zarara uğramış mazlum milletlerin yanında durmaktan vazgeçip Amerika, İsrail ve Suudi Arabistan ile anlaşması ise olacak şey değildir.

 

Çünkü bir kere bölge halkları, kendi ülkelerini, kaderlerini ve geleceklerini bize satmış değildir ki biz de onlardan vazgeçme imkanına sahip olalım. İkincisi de bu üçlünün sadece bizim sahip olduğumuz konumla değil bizatihi bizimle sorunu var.

 

Uğursuz üçlünün düşmanlığı yeni değil

 

Bunun göstergesi de şudur: Ali Abdullah Salih'in Yemen'e, Saddam'ın Irak'a hükmettiği, Yemen'de Ensarullah'ın, Bahreyn'de halk hareketinin olmadığı, Suriye ile İran arasındaki stratejik ilişkinin bu düzeyde olmadığı, Hizbullah'ın Lübnan'da bu kadar güçlü olmadığı dönemlerde de “bu üçlü” yine İran'ı değiştirme azmine ciddi bir şekilde sahipti.

 

2- Peki bu sıcak tartışmanın sonu nereye varacak? Bazıları diyor ki Amerika'nın doğrudan İran'ın kendisini hedef aldığına ve İran'da yönetimi devirmek istediğine dair sözlerinizi kabul ediyoruz; ama bugünkü süreç, İran ile bu üçlü arasında sıcak bir askeri çatışmaya gidiyor. Bu yüzden Amerika, İsrail ve Suudi Arabistan karşıtlığının fitilini biraz kısaltmamız ve sınırların ve ülke içinin güvenliğini tercih etmemiz gerekir.

 

Bu teze göre biz Kudüs bayrağını kendimiz omuzlamak yerine ondan İslam İşbirliği Örgütü'nü sorumlu görmeliyiz ve biz de bu örgütün diğer üyelerinin yaptığı işler kadar iş yapmalıyız.

 

Kazanamayacaklarını bildikleri için savaşa cesaret edemiyorlar

 

Gerçek şu ki bu üçlünün İran'la olan tartışması, pratik sahada askeri çatışmaya gitmez; çünkü onların bireysel veya ortak değerlendirmelerine göre onların İran'a karşı askeri bir zafer kazanma imkanı mevcut değil. 

 

Amerika'nın hiçbir şekilde İran'la çatışmaya girmek istemediğini biliyoruz. Siyonistler ile Suudiler de İran'la askeri çatışmayı Amerika'ya ihale ediyorlar ve kendilerini bu konuda yetersiz görüyorlar.

 

Öte yandan İran'ın Filistin meselesini terk etmesi ve İslam İşbirliği Örgütü'nün arkasına saklanması da sorunu çözmüyor.  

 

Çünkü öncelikle böylesi bir durumda İran muhalif olmayan bir konumda gözükmüş olacaktır; İslam Devrimi Lideri, İran halkı, dini kurumları ve Devrim Muhafızları Ordusu gibi güvenlik kurumları ise böylesi bir şeye karşıdır.

 

Öte yandan bizim 40 yıldır vurguladığımız bir sorumluluktan kendimizi geri çekmemiz, açıkça bir zayıflık göstergesi olacaktır. Bu durumda da kinli ve öfkeli güçler, zayıf gördükleri bir ülkeyle normal ilişki kurmayacak ve onu tamamen ortadan kaldırıncaya kadar rahata ermeyecektir.

 

Bir kez daha yenilecekler

 

Bizim ve bölgemizin yolu son derece açıktır ve bu macerada belirsizlik de yoktur. Şu an bağırıp çağırmakta olan ve güçlü gözükmek isteyen uğursuz üçlü  son derece kaygılıdır ve bu kaygı da yanlış bir analizden kaynaklanmıyor.

 

Bu yüzden hiçbir siyasi manevra, onları İran İslam Cumhuriyeti'ne ve Direniş Cephesi'ne karşı olmaktan çıkarmayacaktır.

 

Bizim tutumumuz son derece açıktır. Biz 2000 yılından şimdiye kadar çeşitli konularda birçok zaferler kazandık. Ne sahne değiştiği ne de düşmanlarımız sayı veya güç bakımından artış gösterdiği için onlar bir kez daha yenilecekler.

 

Amerika, Filistin meselesinde kendini tek söz sahibi gibi göstermek istiyor; ancak Filistin dosyasını değiştirebilecek bir gücünün olmadığı bir gerçekliktir.

 

Ne kendi haklarını elde etmek için mücadele veren bir halk yalnız kalacak ne de Direniş Cephesi Trump'ı takip edecektir.

 

Bu çerçevede şunu kesin olarak söyleyebiliriz: Süreç, Amerika'nın bölgedeki nüfuzu ile Suudi ve İsrail rejimlerinin yok oluşu yönünde hızla ilerliyor.

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

www.medyasafak.net

     

http://kayhan.ir/fa/news/121541