İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (5)

İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (5)
Asli başlangıç, yani Hak Teâlâ... Her şey Hak Teâlâ ile başlar. Peki nerede biter? Mutlaka Hak’ta bitmelidir. Her şey Hak Teâlâ ile başlar ve her şeyin sonu da Hak Teâlâ’ya varır. Bakın Kur’an ayeti ne diyor? “Kema bedeekum teûdûn” (Sizi başlangıçta yarattığı gibi (yine O’na) döneceksiniz.) (Araf:29)

 

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim

 

 

Selam aziz izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının sevgili izleyicileri. Bildiğiniz gibi Hekim Sühreverdi'nin İşraki düşüncelerini ele alıyoruz. Değerli üstadın şifreleri çözen açıklamalarından yararlanıyoruz.

 

Bu programda size baştan sona ahlaki, irfani ve felsefi öğretilerle dolu olan Sühreverdi'nin risalelerinden bölümler okumak istiyoruz. Gerçekten o, insanı hayrete düşürüyor.

 

Lügat-ı Muran (Karıncaların Dili) risalesinden bir metin seçtim. Buyuruyor ki: 

 

Hızlı yürüyen, ince belli birkaç karınca karanlık yuvalarından çıkıp, yiyecek bulmak için sahraya yöneldi. Yollarının üstünde otlar arasında bir dal gördüler. Sabah vakti yaprakların üstünde çiy damlaları vardı. Onlardan biri bu nedir diye sordu. Bir başkası o damlaların yere ait olduğunu söyledi, bazıları ise onun denize ait olduğunu söylediler.

 

Böylece aralarında bir tartışma başladı. Aralarında bilge bir karınca vardı. Dedi ki “Biraz bekleyin, bakalım o, (çiy damlaları) hangi tarafa yönelecek. Zira herkes kendi aslına çeker. Her şey kendi özelliğini taşıyan şeye yönelir, kendi madenine ve kaynağına kavuşmak ister. Görmez misiniz ki yerden çıkardıkları bir kesek parçasını çevreye atarlar da onun aslı toprağa ait olduğu için “Kulli şey'in yerceu ila aslihi” (her şey aslına döner) kaidesi gereğince sonunda o kesek yere iner.

 

Mutlak karanlığa çekerse aslı da ondandır. Öte yandan ulûhiyet nuru bu meselede şerefli bir cevher için daha da geçerlidir. İttihat vehmi haşa söz konusu değildir. Kim aydınlığı ararsa aydınlık âlemine aittir.

 

Karıncalar bunu düşünürken güneş havayı ısıttı ve otların üstündeki çiy damlaları göğe yükseldi. Karıncalar anladı ki çiy damlaları yere ait değilmiş. Havaya ait olduğu için havaya gitti.

 

“Nur üzerine nurdur. Allah dilediğini nuruna hidayet eder. Ve Allah, insanlara örnekler verir. Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.” (Nur:35)  “Güzel sözler ancak O'na yükselir. Salih ameli de güzel sözler yükseltir.” (Fatır:10)

 

Evet üstat, ne kadar güzel ve ince...

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim. Evet, sizin de buyurduğunuz gibi Şeyh-i İşrak (r.a.) Hak yolunun şehididir, hakikat yolunda şehit olmuştur. Bu yaşı genç adam 38 yaşında şehit edildi. Geriye bıraktığı felsefi eserlerinden başka, Arapça risalelerinin yanı sıra Farsça risaleler de yazdı. Bunlar hikâyeler şeklinde anlatılmıştır ve bu da o birkaç risaleden bir bölümdür.

 

İsmi “Lügat-ı Muran”dır (Karıncaların Dili), aslında bu ismin seçilmesi bile kendi başına çok ilginç ve caziptir, yani karıncalar konuşuyorlar. Elbette bunca hayvan ve böcek içinde karıncanın seçilmiş olması, bir nükte içermektedir. Onca yürüyen, sürüngen ve uçan hayvan içinde karınca en zayıf olanıdır. Genelde zayıflığa değindiğimizde, ya da zayıf bir hayvanı örnek vermek istediğimizde karıncayı gösteririz. Gerçekten de uçan, yürüyen veya sürüngen hayvanlarla kıyaslandığında karınca zayıftır.

 

Ama karıncada, başka hayvanlarda olmayan bir özellik var. Her şeyden daha da önemlisi, Kur'anî bir temeli var. Şeyh, burada Kur'an'dan istifade etmiş. Ayrıca şunu da söylemek lazım, Şeyh 6. asırda böylesine güzel bir Farsçayla yazıyor. Şimdi okuduğunuz metin ne kadar güzel bir Farsçadır.

 

Karınca, zayıf ve küçük bir hayvandır; ama onda bir bilgelik vardır. Mesela İlahi azamet ve görkemin mazharı olan Hz. Süleyman'ın karşısında bilgece konuşuyor. Hz. Süleyman yeryüzünün sultanıydı. Azamet ve ihtişamın simgesi olan Hz. Süleyman karşısında bir karınca ne dedi? Ayette Hz. Süleyman'ın ordusuyla birlikte büyük bir ihtişam ve azamet içinde geçişi sırasında bir karıncanın şöyle dediği naklediliyor:

 

“Nihayet karınca vadisine geldikleri vakit bir karınca, ‘Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler' dedi.”

 

Burada “la yeş'urun” yani farkına varmadan, bilmeden ifadesi çok dikkat çekicidir. Bunu ben söylemiyorum, ayet söylüyor.

 

Laricani: Hz. Süleyman da bunun üzerine gülüyor.

 

Üstat Dinani: Evet,  ayette “Süleyman, onun bu sözüne tebessüm ile gülerek dedi ki” diye devam ediyor. Bakın küçücük ve zayıf bir karınca nasıl konuşuyor, nasıl bir cesaretle konuşuyor ve “farkına varmadan” diyor. Şimdi bu hikâyeye girmeyelim, izleyicilerimiz ayrıntılarına bakabilirler.

 

Şeyh'in burada, bu ayetten istifade ettiğini sanıyorum, yoksa başka bir hayvan da seçebilirdi. İsmi, “Lugat-ı Muran”, yani karıncalar konuşuyor. “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler” bir konuşmaydı. Karınca bir konuşma yaptı. Bu konuşmada hikmet vardı, bu bir lügatti, karınca söz söyledi, konuşma yaptı. Bu Lügat-i Muran, Kur'an'dan ilham almıştır.

 

Evet bu, Şeyh'e ilham kaynağıdır; ama acaba Şeyh ne anlatmak istiyor? Bir gün birkaç siyah karınca, -başka renkleri olsa da karıncalar genelde siyah renklidir- okuduğunuz hikâyede “ince belli” diye bir ifade geçiyordu. Metinde hangi kelimeyle ifade edilmişti?

 

Laricani: “Miyan beste”, yani ortası bağlı.

 

Üstat Dinani: Evet, karıncaların genellikle belleri incedir. “Miyan beste” burada iki anlama geliyor. Birinci anlamı belinin ince olmasıdır, ikincisi ise “kemer-i himmet beste” yani bir işe dört elle sarılmak anlamına gelir. Karıncayı tasvir ettiği “tiztek” kelimesi de buna delalet edebilir. “Tiztek” hızlı yürüyen demektir. Bu durumda “miyan beste” kelimesini işine dört elle sarılan, anlamında düşünebiliriz. Yani bir yola çıkmış olan, sülûk etmiş olan. 

 

İşine dört elle sarılmış hızlı yürüyen karıncalar, karanlık yuvalarından dışarı çıktılar. Karıncalar siyahtır, yuvaları da dar ve karanlıktır. Burada “mekmen-i zulmet” ifadesi kullanılmış. Yani karanlıktan çıktılar, peki nereye gittiler? Yiyecek bulmaya gittiler. Bitkiler âlemine yöneldiler ve orada ne gördüler? Yapraklarının üstünde şebnem, yani çiy damlaları olan bir dal gördüler.

 

Aslında yiyecek arıyorlardı; ama Hz. Süleyman'la konuşan o karıncaların sözlerinde bir hikmet de var. Ayrıca zulmet âleminden çıkıp nur vadisine gelmişlerdi. Karıncalar arasında tartışma oldu, çok güzel ve bilgece olan bu tartışmanın konusu şuydu: Bu dalın yaprağına düşmüş olan şu çiy damlası, acaba yere mi aitti yoksa havaya mı? Jale, şebnem veya çiy, nehrin ya da denizin içinde değil bir yaprağın üstünde bulunuyor. Yaprak ise bitkidir.

 

Eğer denizde olsaydı, su olurdu, eğer akarsuda olsaydı su olurdu; ama bu bir ağacın yaprağına düşmüş bir çiy damlasıydı. Karıncalardan biri bunun yere ait olduğunu söyledi. Ona göre bu bitki yerde yetişmişti ve onun üstündeki o çiy damlası da yere ait olabilirdi. Fakat diğer karınca “hayır o yere ait değil, havaya aittir” dedi ve karıncaların arasında tartışma başladı.

 

Çok bilgece ve çok güzel bir tartışma. Konuşuldu, tartışıldı, biri yere ait olduğuna delil getirdi, diğer havaya ait olduğuna dair kanıt sundu. Onlar tartışırken daha bilgili olan bir diğer karınca biraz bekleyin dedi. Metinde bu bilge karınca için “mutasarrıf” kelimesi kullanılıyor. Karıncaların piri... Mutasarrıf ihata etmiş olan demektir. Yani diğer karıncalardan daha bilgiliydi.

 

Her tür içinde daha bilgili olan biri vardır. Bu, kendi başına bir meseledir. Eğer karıncaların içinde bile daha bilgili olan biri varsa, insanların içinde de daha bilgili olan vardır. Sanıyorum bu kelime de Kur'an-ı Kerim'den alınmıştır. O, şu ayettir: “ve fevka kulli zî ilmin alîm” (Her ilim sahibinin üstünde bir bilen vardır.) (Yusuf: 76)

 

İyi bilen biri olabilir; ama her zaman ondan da iyi bilen biri vardır. Aynı şekilde ondan da daha iyi bilen biri vardır. Bu “mutasarrıf” olan karınca diğer karıncalardan daha bilgiliydi. Dedi ki: “Biraz bekleyin, acele etmeyin şimdi deney yaparız.” Bu, bilimsel ve felsefi bir deneydir.

 

Bakalım ne olacak, derken bir süre sonra güneş yükseldi. Güneşin ışıkları çiy damlalarına vurdu. Güneşin ışınlarının dalın yaprakları üstündeki çiy damlalarına düşmesinden sonra çiy damlaları sıcağın etkisiyle buharlaşıp yükselmeye başladı. O “mutasarrıf” olan karınca diğer karıncalara şunu gösterdi: Bu, yere, toprağa ait değildir.

 

Peki neden? Dikkat edin burada bir kurala dayanıyor. Onun buradaki delili felsefi bir kuraldır. Her filozof bu kuralı itiraf etmek durumundadır. Peki o felsefi kural nedir? O karıncanın söylediği kural hem felsefi bir kanundur hem de Kur'an'ın tasdik ettiği bir hakikattir.

 

İlim kelimesinin niteliğinde yücelme vardır. Şeyh, burada “mutasarrıf” kelimesini belirli maksatla kullanmıştır. Yoksa, mesela “bilen karınca”, “pir” veya “mürşit” karınca diyebilirdi. Mutasarrıf kelimesini neden çeçti? Çünkü o, bilmenin her zaman değişim yarattığını söylemek istedi. Bilincin özelliği değişim yaratmasıdır. Tek düze kalmak, duraklamaktır; duraklamak durmaktır, durmak ise ölümdür. Bilinç, bilende, bilinende ve varlıkta değişim ve tasarruftur.

 

Bilinçli tasarruf ise teâlidir, yani yükselmektir. Nitekim çiy damlaları da güneşin vurması ile buharlaşıp yükselmiştir. O “mutasarrıf karınca” da o tartışmaya son vermiş ve o çiy damlalarının yere ait olmadığını göstermiştir.

 

Laricani: Pekâlâ üstat kısa bir aradan sonra yeniden devam edelim.

 

***

 

Evet üstat, Lügat-ı Muran risalesinden okuduğumuz o bölümle ilgili olarak üç dört noktaya işaret ettiniz. Birincisi, insan kendi türünü aramalıdır. Yani aslını aramalı ve bulmalıdır. İkincisi bu ‘asıl' yükselmektir, yani kemâli aramaktır. Üçüncü önemli nokta da karıncaların diyaloğunda bahis konusu olan çiy damlalarının mahiyeti değildir; bizim nereye gittiğimizdir. Şimdi soru şudur: Acaba insanın nereye gittiği, yani insanın yönü, bizim hareketimizin hüviyetini tarif edebilir mi? Yani onun bir parçası olabilir mi?

 

Üstat Dinani: Çok derin bir soru sordunuz. Karıncaların tartışması, çiy damlalarının yere mi yoksa havaya mı ait olduğu üzerineydi. Tabii bir anlamda mahiyet üzerine de bir tartışmadır. “Bu yere mi aittir yoksa havaya mı aittir?” şeklindeki bu tartışma dolaylı olarak mahiyetle de ilgilidir. Ancak mahiyetle ilgili olması için bir şeyin tarifinin de olması gerekir. Çünkü bir şeyin tarifi onun mahiyetidir. Ancak bunlar daha çok “gaye” üzerine tartıştılar.

 

Her şeyin dört illeti (sebebi) vardır. “İllet-i maddi” vardır, “illet-i suri” (suretle ilgili illet) vardır, “illet-i faili” bir de “illet-i gai” (gaye/ulaşılmak istenen sonuç ile ilgili illet) vardır. İlginç bir şekilde bu karıncalar, adeta hikmetin nihayetine ulaşıyorlar. Bu dört illetten daha çok “illet-i gai” yani gaye illeti üzerine tartışıyorlar.

 

Elbette gaye illeti gayenin kendisinden farklı bir şeydir; ama gaye illeti gayeden kaynaklanıyor. Bu yüzden daha çok gaye üzerinde durdular. ‘İllet-i maddi' ve ‘illet-i suri' üzerine tartışmadılar. Bakın bunun içinde ne kadar felsefe var. İzin verirseniz biraz felsefi bir bahis açalım. Karıncaların sözlerinin içinden felsefi bahisler çıkıyor.

 

Demin de söylediğim gibi her şeyin dört illeti vardır: Maddi, suri, faili ve gai... Bizim İslam hekimleri diyor ki bu dört illetten ikisi varlık illetidir, ikisi ise mahiyet illetidir. Onlara göre madde ve suret, mahiyet illetidir. Fail ve gaye ise varlık illetidir. Elbette şu da bilinir: Varlık illetleri, mahiyet illetlerinden üstündür.

 

Fail ve gaye illeti, varlık illetleridir. Suret ve madde ise mahiyet illetidir. Karıncalar, mahiyetten, suret ve maddeden bahsetmediler, bunları tartışmadılar. Şimdi bu dört illetten ikisi yani fail ve gaye üstün illetlerdir. Ama bu ikisinden hangisinin daha üstün olduğu da hekimler arasında tartışma konusudur. Yani acaba fail illeti mi üstündür, yoksa gaye illeti mi üstündür? Bu önemli bir tartışmadır.

 

Bazılarına göre fail illeti üstündür; çünkü o icat etmekte yani meydana getirmektedir. Ancak hekimlerin araştırmacıları gaye illetinin önemli olduğuna inanmaktadır. Çünkü faili fail yapan gayedir. Eğer fail bir gaye öngörmezse, fail olabilir mi? Fail ne zaman fail olur? Bir gaye öngördüğü zaman fail olur. Daha açık bir ifadeyle hekimler “gaye, failin failidir” derler. Yani fail kendi fiilinin failidir; ama gaye ise failin failidir. Yani faile, fail olma sıfatını veren gayedir. Yani fail eğer bir gaye öngörmüyorsa ya onu yapmıyordur veya yapıyorsa da bu sefihçe bir iştir. Yaptığının hiçbir değeri yoktur.

 

O halde şu sonuca varıyoruz: Bu dört illetten yani madde, suret, fail ve gaye illetlerinden en üstünü gaye illetidir. Burada da ilginç olan şey, karıncaların gaye üzerine konuşmasıdır. Yani o mutasarrıf olan karıca, onları gaye illetine yönlendirdi.

 

Gerçekten de gaye illeti önemlidir. Şu an bugünün dünyasında bizim sorunumuz, yani ilahi felsefe ile yeni bilimler ve maddi felsefeler arasındaki sorun şudur. Maddi felsefeler ve yeni bilimler, gayeyi çok az dikkate alıyor. Daha çok maddi ve suret illetlerini dikkate alıyor.

 

Hekimlerin bahsettiği bu dört illetten bilim daha çok maddi illetler üzerinde duruyor. Daha sonra suret ve daha sonra fail illetlerinin üzerinde duruyor. Gaye illetinden söz ettiklerinde de nispidir. Yani pratikte işe yarayan gayeden söz ediliyor. Yani pragmatist iseler ve pratikte eylemde işe yarıyorsa gayeden söz ediliyor, daha fazlası söz konusu edilmiyor. Ancak ilahi hekimlerin söz ettiği gaye, eylemden daha fazlasıdır.

 

Siz ilahi hekimleri eyleme ve eylemin faydalarına götürmek istediğinizde onlar şunu soracaktır: “Peki amel/eylem ne için?” Faydalı olduğunu söylediğinizde “faydası nedir?” diye soracaklardır. Mesela “daha iyi yaşayacaksınız” derseniz size “ne için yaşayacağız, hayatın gayesi nedir?” diye sorar. Yani ilahi hekim, sürekli soru sorar ve sürekli sorularla sizi ‘gayetu'l-gâyât'a, yani gayelerin gayesine, nedenlerin nedenine götürür.

 

Peki gayetu'l-gâyât neresidir? Gayetu'l-gâyât, artık onun üstünde bir gayenin tasavvur edilemediği yerdir. Yani ne kadar düşünürseniz düşünün onun üstünde bir gaye tasavvur edemezsiniz. Gayetu'l-gâyât tabii ki Hak Tebarek ve Teâlâ'dır. Hak Teâlâ'nın üstünde bir gaye tasavvur edilebilir mi? Hiçbir gaye tasavvur edilemez.

 

Gaye illeti önemli bir illettir. İlginç olan şudur ki o “mutasarrıf” karınca, hekimlerin sözünü ettiği dört illetten diğerlerini bıraktı ve illetlerin en üstününe parmak bastı. Hekimlerin görüşüne göre illetlerin en üstünü, gaye illetidir. Gaye, failin failidir. O bilge karınca emel gayesini, şebnemin yani çiy damlasının mahiyetinin gayesini gösterdi.

 

Onun yukarıya gittiğini gösterdi. Gerçi yukarı nispi bir şeydi; ama bu soru orada iki defa söz konusu edildi. Bu soru gayede her zaman tekrar edilir. Yani akıllı şahıs her zaman gayeyi sorar: “Ne için?”, “amaç nedir?” Bu amaç orada nispi olarak falan şey olabilir. Bu kez yeniden “peki onun amacı nedir?” diye sorulur. Yani bir sonraki fail sorulur. Yani bir sonraki, yine bir sonraki veya daha yukarısı söylenir. Bu, daha yukarısı tasavvur edilemez hale gelinceye kadar devam eder.

 

İşte “her şey aslına döner” cümlesinin anlamı işte budur. Yani aslu'l-usuldür. Yani asılların aslıdır, artık onun üstünde bir temel yoktur. Her bir usul bir usule aittir; ama tüm usuller tek bir asla döner. İşte bu “aslu'l-usuldür”, yani temellerin temeli. Aslu'l-usul ise Hak Tebarek ve Teâlâ'dır. Bu, sadece karıncaların sözü için geçerli değildir. İnsanın hayatındaki her küçük amel/eylem için de geçerlidir. Kim ne amel/eylem yapacak olursa olsun bir maksadı düşünmelidir.

 

Bu eylemin gayesi nedir? Eğer bir kimse bu gayeyi düşünmezse onun eylemi bilgece bir eylem olabilir mi? Eğer bir insan kendi davranışlarını düşünmezse ve sonuç itibariyle bir kimse kendi hayatını, hayatın anlamını düşünmezse acaba o, insani bir hayata sahip midir? Ölüm anına kadar hayatın anlamını düşünmeyen biri, bu dünyada insani bir hayat mı yaşamıştır? Hayır, sadece hayvani bir hayatı geride bırakmıştır.

 

Dolayısıyla gayenin sorulması, gayenin sonunun sorulması, zamanın sonu değildir, mekânın sonu değildir. Her bir gayenin gayesi vardır ve sonunda gayelerin gayesine ulaşılır. Gayenin sorulması, aklın temel sorusudur. Akıl sahibi bir varlık gayeyi sorar. İşte onu soran karınca mutasarrıftı, yani akıl sahibiydi ve bilgeydi.

 

Gayenin sorulması akli bir sorudur. Hayvanlar, akli mertebeye sahip değildirler. Bu bir misaldir, orada da misaldir, burada da misaldir. Şeyh burada insanının dikkatini aslına çekiyor.  Okuduğunuz paragraf, Lügat-i Muran risalesinin ilk hikâyesidir. Burada konuşan Şeyh'tir ve Şeyh, karıncaların diliyle konuşmaktadır.

 

Laricani: O paragrafı yeniden okuyayım: Karıncalar bunu düşünürken güneş havayı ısıttı ve otların üstündeki çiy damlaları göğe yükseldi. Karıncalar anladı ki çiy damlaları yere ait değilmiş. Havaya ait olduğu için havaya gitti. “Nur üzerine nurdur. Allah dilediğini nuruna hidayet eder. Ve Allah, insanlara örnekler verir. Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.”

 

Yani demek ki bizim hareket edip gayeye ulaşmamız değildir mesele sadece. O gaye, bizim başlangıcımızın ta kendisidir. Bu çok önemli bir nokta. Yani bu gayede ilk ve son, sizin de buyurduğunuz gibi diğer tüm illetlere üstün gelmiştir. İşte bundan dolayı “huvel evvelu ve'l ahiru ve'z zahiru ve'l batın” (O, ilktir, sondur, zahirdir ve batındır) diyebiliriz.

 

Üstat Dinani: Evet aynen öyle, nispi gayeler vardır. Yani falan şey filanın neticesidir, falan, filanın neticesidir vs. Varlık bir dairedir. Daha önceki programlarda da söylemiştim. Sadece yer küre değil, varlığın kendisi dairedir. Nitekim küre de şekil olarak daireye yakındır. Tam daire değildir; ama daireye yakındır. Şekillerin esası dairedir. Neden?

 

Birçok geometrik şekil vardır; ama bunlardan hangisi daha asıldır diye sorarsak cevap olarak “daire” diyebiliriz. Peki bunun sebebi ne? Çünkü her şey bir noktadan başlıyorsa... Mesela pergelin bir ayağını koy ve diğerini hareket ettir; sonuçta nereye varacak? Başladığı yere... Yani her şeyin sonu, başladığı yere ulaşır.

 

Laricani: Ama hangi başlangıç?

 

Üstat Dinani: Asli başlangıç, yani Hak Teâlâ... Her şey Hak Teâlâ ile başlar. Peki nerede biter? Mutlaka Hak'ta bitmelidir. Her şey Hak Teâlâ ile başlar ve her şeyin sonu da Hak Teâlâ'ya varır. Bakın Kur'an ayeti ne diyor? “Kema bedeekum teûdûn” (Sizi başlangıçta yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz.) (Araf:29) Bu bir ayettir. Peki ne diyor, “kema bedeekum” yani başladığınız yere “teûdûn”, yani döneceksiniz.

   

“Gayetu'l-gâyât”, hedeflerin hedefi, başlangıca ulaşmaktır. Bir kimsenin başlangıcı onun aslıdır. Varlık âleminin aslı Hak Teâlâ'dır. Varlık nereden geldi? Âlem nereden geldi? Hak Teâlâ'dan geldi. Eğer başlangıcına dönmezse sona ermiş olmaz. O halde sona ulaşmak, başlanan yere varmaktır. Her şey Hak Teâlâ'dan başlar ve her şey Hak Teâlâ'da son bulur. Eğer Hakka ulaşmamışsa yol tamamlanmış değildir.

 

O hikâyede de çiy damlaları başlangıcına döndü ve karıncalar onun yere ait olmadığını anladılar. Hava, yükseliş boyutuna sahiptir, yüksektir.

 

Laricani: Hafız'ın dediği gibi:

 

Macera-yı men u maşuk-ı mera payan nist

Her çi ağaz ne dared ne pezired encam

 

Benimle sevgilimin macerasına son yoktur

Başlangıcı olmayan bir şey, son kabul etmez.

 

Üstat Dinani: Evet kesinlikle... Başlangıcı olmayan bir şeyin sonu da yoktur. “Başlangıcı olmayan bir şey son kabul etmez” ifadesini aks-i nakiz yap. Mantık kuralına göre bir şeyin doğrusu için geçerli olan aks-i nakizi için de geçerlidir. Yani başlangıcı olan bir şeyin bitişi, başladığı yere dönmesidir.

  

Bakın Hafız ne kadar güzel söylemiş:

 

Benimle sevgilimin macerasına son yoktur

Başlangıcı olmayan bir şey, son kabul etmez.

 

Bu bir mübalağa değildir, aşk işte budur. Başlangıcı olmayanın sonu yoktur ve başlangıcı olan şeyin sonu da başladığı yere geri dönmesidir.

 

Laricani: “Güzel sözler ancak O'na yükselir. Salih ameli de güzel sözler yükseltir.” (Fatır:10)

 

Üstat Dinani: Evet ancak güzel olan yükselir. Yani eğer temiz olmazsa yükselemez. Yükselmek, temizlikle birliktedir. Temiz olan yükselir, temiz olan yukarı çıkar; temiz olmayan aşağı çöker.  

 

Laricani: Bu hikâye, sondaki “Nur üzerine nurdur. Allah dilediğini nuruna hidayet eder”  ayetine düğümlüdür.  Bu, onun asli şiarıdır.

 

Üstat Dinani: Evet bu, Şeyh-i İşrak'ın asli şiarıdır. Daha önceki programlarda arz etmiştim. Şeyhin felsefesi nur felsefesidir. Hatta varlık felsefesi bile değildir. Şeyh, ‘varlık'çı değil, ‘nur'cudur. Şeyh'in Ebu Ali Sina ve Sadru'l-Muteellihin ile olan farklılığı varlık meselesindedir. Şeyh diyor ki varlık yerine ‘nur'dan söz edin.

 

Peki o, ‘nur'u nereden almıştır? Kur'an-ı Kerim'den almıştır. Kur'an-ı Kerim, Allah'a ‘vacibu'l-vücud' dememiştir. Kur'an-ı Kerim'de vacibu'l-vücud kelimesi geçiyor mu? Hayır.

 

Ama İbn Sina'nın, Molla Sadra'nın eserleri ‘vacibu'l-vücud'la doludur. Ama Kur'an'da vacibu'l vücud diye bir kelime bulamazsınız. Kur'an'da ne var? “Allahu nuru's-semavati ve'l-ard” (Allah göklerin ve yerin nurudur). Allah, nurdur. Tefsirlerde Allah “munevviru's-semavati ve'l-ard” olarak açıklanmıştır. Yani gökleri ve yeri aydınlatan olarak açıklanmıştır. Ancak “münevvir” bile olsa nur olmadan münevvir olabilir mi? Aydınlatan nur mudur başka bir şey midir? Tabi ki nurdur. O halde “Allah gökleri ve yeri aydınlatan” desek bile bu yine “Allah göklerin ve yerin nurudur” anlamına gelir. Çünkü aydınlatan nurdur, nur dışında bir şey değildir.

 

Şeyh-i İşrak'ın ‘nur'u esas alması iki bakımdandır: Birincisi Kur'anî'dir, ikincisi ise antik İran hikmetinde olmasından dolayıdır. Nur meselesi, insanlık tarihinde ilk defa antik İran'da söz konusu edilmiştir. Avrupa, böyle bir şeyden haberdar değildi, Amerika mevcut değildi, hatta Yunanistan'da bile nur meselesi söz konusu değildi. Hikmet ve felsefe toprağı olan Yunanistan'da bile nur söz konusu değildi.

 

Nur, ilk defa “hikmet-i hosrovani”de yani antik İran'da söz konusu edildi. Ayrıca Kur'an-ı Kerim de esası nur olarak kabul eder. Şeyh'in felsefesi de nur felsefesidir, işrakidir. Mesela bu hikâye de “zulmetten” yani karanlıktan başlıyor, işine dört elle sarılan o siyah karınca ile başlıyor, sonunda ise çiy damlalarının yukarı yükseldiğini söyledikten sonra “Nur üzerine nurdur. Allah dilediğini nuruna hidayet eder” ayetiyle bitiriyor.

 

Bu ayete yetirince dikkat etmiyoruz. Allah, bu ayette “yehdillah li-nurihi” diyerek hidayetin nurla olduğunu söylüyor. Allah neyle hidayet ediyor? Nuruyla. Bu, bizatihi Kur'an'ın açıklamasıdır. Nurun zatında “teâli” yani yükselme ve hidayet vardır. Nur, aydınlıktır; eğer aydınlık olmasa, hidayet olabilir mi? Karanlıkta yolunuzu bulabilir misiniz? Yolu gösteren nurdur. “Yehdillah li-nurihi” Yani kendi nuruyla hidayet ediyor. “Li-nurihi” derken zamir başkasına değil Hak Teâlâ'nın kendisine işaret ediyor. Hak Teâlâ'nın nuru hidayet eder. (Yol gösterir/yönlendirir)

 

Peki Hak Teâlâ'nın nuru nedir? Şu elektriğin ışığı, Hakk'ın nurudur, mumun ışığı Hakk'ın nurudur, aklın ışığı da Hakk'ın nurudur. Akıl bir nur değil midir? Yani sadece duyularla algılanan nur değil. Elbette duyularla algılanan nur/ışık da nurdur/ışıktır, bu inkâr edilemez. Eğer lambanın ışığı olmasaydı biz göremezdik.

 

Bazen gözlerimiz görür, bazen de aklımız görür. Gözümün gördüğü gibi aklım da görmez mi? Gözlerim ‘mahsusat'ı (duyusal olan şeyleri) görür; peki aklım neyi görür? ‘Makulat'ı (akli olan şeyleri) görür.  Peki mahsusatın dairesi mi geniştir yoksa makulatın dairesi mi? Makulat dairesi, sonsuzdur. İnsan sayısınca akıl vardır. O halde makul, sonsuzdur, dairesi sonsuzdur.

 

Mahsusata gelince, aydınlık olduğu zaman göz, masayı gösteriyor, duvarı gösteriyor. Akıl nuru ise makulatı gösteriyor. Makulun dairesi ise sonsuzdur. “Yehdillah li-nurihi”; Allah'ın nuru akıldır, idrak nurudur, göz nurudur ve hissi nurdur. Bunlar nurun mertebeleridir. Eğer bu âlemde nur olmasaydı ne olurdu? Eğer âlemde duyusal nur olmasaydı ne olurdu? Eğer akıl nuru olmasaydı idrak âleminde, ilim âleminde neler olurdu?

 

Mesela şöyle düşünün, âlemde akıl olmasaydı ne olurdur? Mesela denebilir ki hayal olurdu. Ama hayal da bir idraktir. Şeyh-i İşrak hayal konusunda da çok şeyler söylemiştir, umarım o konulara da gireriz.

   

Akıl dediğimiz zaman bu idrakin yüce mertebesidir. Aklın kendisi şuhûd ediyor. Akıl, makulü kavramla mı bilir yoksa görür mü? Akıl, makulü görür. Bu, bir şuhuddur. İşte o şuhûd dedikleri şey akıldır. Akıl, makulü, akıl gözüyle görür. O halde bir müşahededir. Akıl, makulü müşahede eder.

 

Eğer idrak nuru olmasaydı, idrak nuru yani genel anlamda akıl, vehim, hayal ve his olmasaydı, o zaman âlemde neler olurdu? Olmayıştan bahsedecektik ki olmayıştan söz etmemiz mümkün değildir.

 

Yani tüm bu mertebeler, Hakk'ın nurudur. Molla Sadra'nın varlıkta bulunduğuna inandığı “teşkik”, Sühreverdi'ye göre nurda vardır. Teşkik mertebe demektir. Yani Sühreverdi'ye göre nurun mertebeleri vardır. Kuvvetlisi vardır, zayıfı vardır, aşağısı vardır, yukarısı vardır. Hakk'ın nuru ise nuraniyetin aslıdır.

 

Laricani: Üstat, konu çok güzel bir yere geldi ama programımızın süresi de doldu. Yani sözün kısası şu ki: İnsan eğer kendine rücu ederse zatının bir nur olduğunu görür ve insan bu nuru yükselmek için bineceği bir Refref kılabilir.

 

Bir başka programda buluşmak üzere, aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

  

 

Çeviren: Hüseyin Mahir  

 

 

www.medyasafak.net   

          

 

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=VE83sfmkiTo