İbrahimi Dinani: Burhan-ı Sıddîkîn

İbrahimi Dinani: Burhan-ı Sıddîkîn
Bazıları yalnızca mevcûdâtı bildikleri için Varlığı (Vücûd) onunla aynı kavram sanıyorlar. Ancak biraz daha dikkat etseler, aslında bir mevcûdun mevcut olmasının Varlığı bilmekle ilgili olduğunu görürler. Yani şu çiçek, şu masa ya da şu duvar mevcuttur; ama ben varlığa (vücud) inandığım için bunun mevcut olduğunu söylüyorum.

 

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillahirrahmanirrahim

 

İnsanın ve perinin varlığının yavrusu aşktır

Sevgi ve yakınlık göster ki mutluluk bulasın

Sabah şarabı ve sabaha kadar tatlı uyku daha nereye kadar

Gece yarılarına kadar ah çek ve sabaha kadar ağlamaya çalış.

 

Selâm sayın izleyiciler, sevgili dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Sayın üstadım, bu programda “burhan-ı sıddîkîn”i açıklamanızı istiyorum. “Feraz-ı Furud-ı Felsefî” adlı kitabınızda bu konuyu ele almış ve şöyle demişsiniz:

 

“İlletten malûle (sebepten sonuca) ulaşmak, mantıkta ‘burhan-ı limmî' diye adlandırılan şeydir ve bu en önemli burhan olarak kabul edilmektedir. Fakat eğer malûl'den illete ulaşıyorsak bu da ‘delil-i innî' diye adlandırılıyor. ‘Burhan-ı limmî'den daha üstün olan ve tasavvur edilemeyen şey ise ‘burhan-ı sıddîkîn' diye adlandırılır. Sıdk sahipleri ve hakikat erbabı işte bunu elde ederler.”

 

‘‘Burhan-ı sıddîkîn''in tarifiyle ilgili olarak da şöyle yazmışsınız: “Burhan-ı sıddîkîn, kendini olduğu gibi ortaya koyandır. Kendi varlığını olduğu gibi aşikâr edince, diğer tüm şeyleri de kendi ışığında aşikâr eder.”

 

Üstat Dinanî: Bismillahirrahmanirrahim

 

Çok güzel bir soru. Bu soru, soranın bilgeliğini gösteriyor. İnsan düşünen bir varlıktır. Bazen doğrudan duyularıyla idrâk eder, bir şeylerle karşılaşır, onları görür, işitir, dokunur, tadar veya koklar. Bunlar duyular iledir.

 

Fakat bundan daha üst bir aşama da vardır. Yani gördüğü, işittiği, dokunduğu, kokladığı veya tattığı bir şey hakkında düşünür. Düşünmek, duyumsamaktan daha üstündür. Çünkü duyular doğrudandır. Örneğin; doğrudan görürsün veya bir şeyi yersin ve onu tatmış olursun veya onu koklarsın. Düşünmek ise fikrin hareketidir. Fikir hareketinde bir aşamadan bir diğer aşamaya gidiyoruz. Bir aşamadan bir başka aşamaya gitmek demek olan düşünmek, insanın en esaslı işidir.

 

Düşünen insan, başkalarının düşüncesinin kiracısı değildir. Bazı insanlar, başkalarının düşüncelerinin kiracısıdır. Bu ise iyi bir şey değildir. İnsanın kendisi düşünmelidir ki başkalarının düşüncesinin kiracısı olmasın. Düşünmek, bir merhaleden bir başka merhaleye geçmektir.

 

Bu konu, mantıkta ve düşünme sisteminde “illet ve malûl” (sebep ve sonuç) başlığı altında anlatılmıştır. Bu âlemin tüm işleri birbiriyle irtibatlıdır. Bu âlemde var olan her şey, her konu bir şekilde birbiriyle irtibatlıdır. Yani biz bu âlemde çeşit çeşit irtibatlara sahibiz. Şimdi burada irtibat türlerini inceleyecek değiliz, bu çok fazladır. Fakat varlık âlemindeki en önemli irtibat çeşidi “illet-malûl irtibatı”dır. Diğer irtibat çeşitlerini incelemeye kalkamayız, bunlar çok fazladır ve şu an bu meseleye girecek değiliz.

 

“İllet-malûl irtibatı” nedir? İki fenomen veya iki varlıktan biri illettir, diğeri de malûldür. Bunu bir örnekle açıklayayım: Mesela ateş odunu yakıyor. Odunun yanması ve kül olmasında ateşle odun arasındaki ilişki ‘'illet-malûl'' ilişkisidir. Odun ve ateş iki varlıktır. Yani, ateş yanmaya hazır olan odunu yakmak için illet oluyor.

 

Bu ilişkiyi bir örnek olarak söyledim. Tabii daha derinlemesine düşünmek gerek. Tüm varlık âleminde melekût âlemi, mülk âleminin illetidir. Aynı şekilde illetlerin illeti ise Hak Tebârek ve Teâlâ'nın mukaddes zatıdır. Hak Tebârek ve Teâlâ, her şeyin illeti ve tüm varlıkların menşeidir. Bu ilişkiyi oraya kadar kurabilmek mümkündür.

 

İllet ve malûl ilişkisine sahip olan iki varlığın ilişkisi, daha önce de arz ettiğim gibi bu varlık âlemindeki en önemli ilişkidir. Burada düşünme bakımından birkaç farklı tasavvur söz konusudur. Bazen malûlden illete ulaşırsınız. Mesele daha derin ama sadece örnek olması bakımından şunu söyleyeyim: Mesela bir yerde bir miktar kül görüyorsunuz. Bir odun kül olmuştur, o külü yerde görünce orada bir odun olduğunu ve yanıp kül olduğunu ve bunun da malûl olduğunu anlarsınız. Bu malûlden hareketle bir ateşin olduğunu, odunu yaktığını ve bu külün de ona ait olduğunu çıkarabilirsiniz. Böylece malûlden illete gidersiniz.

 

Tabii bu sadece bir örnektir, yoksa daha güçlü örnekler de verilebilir. Mesela âlemden Yaratıcı'ya ulaşabilirsiniz. İşte buna “burhan-ı innî” deniyor. Yani mantıkçıların ve hekimlerin ıstılahında buna “burhan-ı innî” deniyor. Yani “malûlden illete ulaşmak''. Örneğin; bir kül görünce burada bir ateşin bir odunu yaktığına ulaşılmasıdır. Buna neden “innî” dendiği ise ayrı bir konudur ki ona da daha sonra değiniriz. Burada “innî” kelimesinin kullanılmasının da sebebi vardır ama şu an bu ayrıntıya girmenin sırası değildir.

 

Bir de bunun tersi söz konusudur. Onda da siz illetten malûle gidersiniz. İlletten malûle nasıl gidilir? Örneğin ateşi görüyorsunuz; fakat ateşi gördüğünüzde onun bir şeyleri yaktığını anlamıyor musunuz? Evet, ateş bir şeyleri yakmaktadır. Eğer ateşten hareketle ateş tarafından yakılan şeylere ulaşıyorsanız bu, ilk söylediğimizin tersidir.

 

İlkinde yanmış olandan hareketle ateşe ulaşıyordunuz, ikincisinde ise ateşten hareketle yaktığı ve yakması mümkün olan şeylere ulaşıyorsunuz. Buna da “limmî” deniyor. Yani illetten malûle gitmeye “limmî” deniyor.

 

Bu iki ilişki önemlidir. Mantıkta ve hikmette malûlden illete gitmeye “innî”, illetten malûle gitmeye ise “limmî” deniyor. Fakat bu ikisinden başka bir üçüncü şık daha tasavvur edilir. Bunda ise ne illetten hareketle malûle gidilir ne de malûlden hareketle illete varılır. Burada doğrudan o şeyin kendisine gidilir.

 

Bunu herkesin anlayabileceği şekilde açıklamak için bir örnek vermek zorundayız: Sayın Laricanî, siz kendinizi idrâk edebiliyor musunuz? Kendinizi bulabiliyor musunuz?

 

Laricanî: Evet, tabii ki.

 

Üstat Dinanî: Bir iş yaptığınız için mi kendinizi idrâk edebiliyorsunuz, yoksa bir iş yapmasanız da kendinizi idrâk edebilir misiniz?

 

Laricanî: Bir iş yapmasam da kendimi idrâk ederim.

 

Üstat Dinanî: Evet, kendini idrâk etmek, bulmak dolaylı değil doğrudandır. Yani ne illetten malûle geliyorsunuz ne de malûlden illete… Kendinizi buluyorsunuz, idrâk ediyorsunuz. Bu sadece bir örnekti.

 

Varlık dünyasında bazen varlıklardan hareketle Yaratıcı'ya ulaşırız. İnsanların çoğu varlıktan hareketle Yaratıcı'ya ulaşır. Bazen de insanlar Allah'tan hareketle yaratılmış olana ulaşır. Yaratılandan hareketle Yaratıcı'ya mı gidelim, yoksa Yaratıcı'dan hareketle yaratılmışlara mı ulaşalım? Bunların ikisi de mümkündür.  

 

Kimileri yaratılandan hareketle Yaratıcı'ya ulaşır, kimileri ise önce Yaratıcı'yı idrâk eder, ardından yaratılana ulaşır. Yaratıcı'dan hareketle yaratılana ulaşanın bilgisi “limmî”dir; yaratılandan hareketle Yaratıcı'ya ulaşanınki ise “innî”dir.

 

Ancak kimileri de vardır ki -bunu söylemek biraz zordur- yaratılandan veya yaratıcıdan çok fazla söz etmezler. Varlığı mutlak olarak düşünürler. Yani artık ağaç, taş, yaratılan, yaratıcı, mülk, melekût, yer, gök vs. her şeyi kaldırırlar. Peki neyi düşünürler? Varlığı düşünürler.

 

Peki Varlığın dışında Varlığı düşünebilen ne vardır? Varlık dışında bir şey yoktur. Eğer Varlık dışında Varlığı düşünecek bir şey yoksa o halde Varlık kendisinin bilincinde midir değil midir? Varlık, kendi varlığının bilincindedir. İşte bu ise “sıddîkîn”dir. Bu çok yüksek bir düzeydir. İşte buna “sıddîk” denir. Sıddîk çok yücedir. Bu ıstılahı ilk defa Şeyhü'r-Reis Ebu Ali Sina kullanmıştır. İbn Sina diyor ki: Varlığın kendisinin varlığa ulaşması, “burhan-ı sıddîkîn”dir. “Sıdk ehli” normal düşüncenin üstüne çıkmış kimsedir.

  

Laricanî: Burada önemli bir soru gündeme geliyor: İbn Sina “burhan-ı sıddîkîn”e ne kadar ulaşabiliyor? Yani kendisi gerçekten bu sıdk makamına ulaşmıştır.

 

Üstat Dinanî: İbn Sina sıradan bir filozof değildir. Bana göre o sadece İslam dünyasının en büyük filozofu değildir, ben onu tüm dünyada en büyük filozoflardan biri olarak görüyorum. Kimi insanlar felsefenin bizatihi kendisine olumlu bakmıyorlar. Mesela ‘'felsefe ne işe yarar, ne yapar'' diye soruluyor.

 

Felsefe veya filozof, düşünceyi ulaşılabilecek en son noktaya ulaştırmak için çalışır, çaba gösterir. Düşünce nereye kadar ilerleyebilir? Herkes kendisinin son sınırına kadar ilerleyebilir. Düşüncenin ilerleme imkânı ne kadardır? Filozof, düşünceyi ulaşılabilmesi mümkün olan en son sınıra kadar götürmeye çalışır.

 

Bunun için çaba gösterir, bunu başarıp başaramaması ayrı bir meseledir. Belki de başaramayacaktır; ama en azından çaba göstermiştir. Düşünceyi belirli bir sınırda tutmamak için çaba gösterir. Düşünceyi gidebileceği yere kadar götürmeye çalışır. Filozofun işi işte budur.

 

Felsefe ve bilimin farkı da burada ortaya çıkıyor. Felsefe ile bilim arasındaki fark nedir, diye sorulabilir. Biz şu an az çok bilimin etkilerine aşinayız. Bilim, muhtelif alanları ile çok şeyler yapmıştır. Şu an bilimin etkilerini hayatımızda görmüyor muyuz? Bilimin etkileri son derece açıktır.  

 

Bilim bir sınıra kadar gider; ancak bu sınırdan daha ileri gitmesini söyleyen bilim midir yoksa felsefe midir? Felsefe diyor ki buraya kadar geldin çok iyi yaptın. Peki burada kalmak mı yoksa daha ileri mi gitmek istiyorsun? Eğer daha ileri gitmek istiyorsa işte bu felsefî düşüncedir.

 

Bakınız matematik en sağlam ilimdir. Siz eğer matematiği ilimlerden alırsanız hepsi aksar. Özellikle de günümüzde ilimlerin çoğu matematiği kullanır. Matematik en sağlam ilimdir: İki iki daha dört eder, kimse bunda şüphe duymaz. Matematikte kesinlik vardır. Matematik bir bilimdir ve diğer bilimler de matematikle ilerler.

 

Fakat matematik yapılan bir şeydir. İnsan zihni matematik formüllerini yapıyor veya buluyor. Bir matematikçi bir formülde hapis kalabilir; ama filozof ona, bu formüle ulaştın ama bunda hapsolma, der.

 

Laricanî: O halde bilim ve felsefe iç içedir.

 

Üstat Dinanî: Bilim eğer felsefeye sahip olmazsa mahpus olur. Bilim eğer felsefeyi dikkate almazsa kendi formülünde hapsolur, yani kendi üstüne kapıları kapatır. Ama felsefe onu hapsolmaktan kurtarıyor. Diyor ki ‘'yaptın, çok da iyi bir iş başardın; ama burada mahpus kalma''. Felsefe zindanların kapısını kırıyor.

 

Artık gerisi insanın kendisine kalmış, isterse zindanda kalır isterse çıkar. Kimi insanlar ömürlerinin başlarında çevrelerinden, anne babalarından, örf ve adetlerinden, toplumlarından öğrendikleriyle yetinir ve orada mahpus kalırlar. Mutaassıp insanların taassubu nereden gelir? Onlar kendi sınırlı düşüncesinin derinliklerinde mahpus kalıyor ve orada taassup oluşturuyor. Sayın Laricanî taassup sizce nedir, insan neden mutaassıp olur?

 

Laricanî: Bir şeyi mutlaklaştırdığı için, yani ‘'sadece budur, başkası değildir'' dediği için.

 

Üstat Dinanî: Yani kendi düşüncesinde hapsoluyor ve taassup oluşturmaya başlıyor. Budur ve bundan başkası değildir, diyor. Filozof ise o kişiye ‘'hayır! taassup gösterme, zindanda kalma'' diyor. ‘'Kapılarını kır ve dışarı çık.'' Tabii çıktıktan sonra tekrar zindana düşebilir, o da ayrı bir konu. Felsefe ‘'bu dünyada zindanda kalma'', ‘'tüm varlığı, şu maddi dünya ile özetleme, zindanının kapısını açıp daha öteye gidebilirsin'' diyor.

 

Laricanî: Üstat bahsettiğiniz “burhan-ı sıddîkîn”i, Ebu Ali Sina el-İşârât'ta çok güzel açıklıyor ve diyor ki: Bakın bizim bazı bilinçlerimiz var ki bunlar mantıkî kuralların ötesindedir. Yani burhan-ı sıddîkînden bahsediyor ve bazı şeyleri elde edilebilir olarak görüyor. Yani diyor ki “bilincin saf şeklidir, ‘sugra'ya ‘kübra'ya, ‘netice'ye hatta ‘vasıta'ya ihtiyaç yoktur.''    

 

Üstat Dinanî: Evet bu doğrudan ulaşmaktır, doğrudan ulaşmak burhan-ı sıddıkîndir.

 

Laricanî: Peki bu nasıl olabiliyor? Yani felsefi kuralların ve düşünme kurallarının dışında nasıl oluyor?

 

Üstat Dinanî: Ben size bir soru sormuştum. Şimdi o soruyu tekrar soralım çünkü bu, sizin bu yeni sorunuzun cevabına giriş niteliğindedir. Demiştik ki fikir veya tefekkür ilişkilerin idrâk edilmesidir. Yani illetten hareketle malûle, malûlden hareketle illete gitmek, ilişkileri tanzim etmektir. Zaten fikir, meselelerin tanzim edilmesi, düzenlenmesidir, yani düzenleri bilmektir. Siz bazen buna doğrudan ulaşabilirsiniz.

 

Ben size bir örnek olarak şöyle sormuştum: Siz kendinizi davranışlarınızla mı biliyorsunuz, komşularınızla mı biliyorsunuz yoksa kendinizi doğrudan doğruya mı biliyorsunuz? Kendinize dair bilinciniz doğrudandır. Yani komşunuza gidip sorarak veya kitap okuyarak kendinizi tanımıyorsunuz. Kendinizi bir vasıtayla değil, doğrudan tanıyorsunuz.

 

Peki eğer bir kimse kendi varlığını buluyorsa bunu varlıkla mı buluyor yoksa varlık dışında mı buluyor? Varlıkla buluyor ve doğrudan buluyor. Varlığı bulmak bir başka bilinci gerektiriyor ve “varlık varlıktır” şeklinde bende özetleniyor. İşte bu “burhan-ı sıddîkîn”dir.

 

Buna her zaman ulaşılabilir; ama doğru düşünmek gerekiyor. Biz mevcûdâtı, Varlık (vücûd) vasıtasıyla mı tanıyoruz, yoksa mevcudâttan hareketle mi Varlığa (vücûd) ulaşıyoruz?

 

Laricanî: Varlıktan (Vücûd) “mevcûd”a gidiyoruz.

 

Üstat Dinanî: Evet, yol budur; ama bazıları yalnızca mevcûdâtı bildikleri için Varlığı (Vücûd) onunla aynı kavram sanıyorlar. Ancak biraz daha dikkat etseler, aslında bir mevcûdun mevcut olmasının Varlığı bilmekle ilgili olduğunu görürler. Yani şu çiçek, şu masa ya da şu duvar mevcuttur; ama ben varlığa (vücud) inandığım için bunun mevcut olduğunu söylüyorum. Eğer varlığa inanmasaydım bu mevcuttur, diyebilir miydim? O halde varlıktan mevcûda ulaşıyoruz.

 

Laricanî: Yani saf bilinç budur.

 

Üstat Dinanî: Bakın Sayın Laricanî, insan düşünebilen tek mevcuttur, insan mütefekkirdir. Hayvanlar içgüdüsel olarak idrâke sahiptirler; ama mütefekkir değildirler. Yani mantıkî düşünmeye sahip değildirler. İnsanın özelliği olan düşünme, bir anlamda aldatıcı da olabilmektedir. Fakat aldatıcı olabildiği ölçüde, doğru, dürüst ve gerçekçi de olabilir.

 

İşte burada bir bilinç gerekir: Acaba biz zihin tarafından aldatılıyor muyuz? Yoksa düşünce veya zihin bizi doğruya mı yöneltiyor? İşte burada bilince ihtiyaç vardır.

 

Laricanî: Saf bilinç çok güzel bir kelime. Sâdî de diyor ki:

 

Ey sâki ben sahip olduğum bu şevkle mestim

Sen bir kadehi daha götür elimden

Ne kadar dar görüşlü varsa onlara ulaştır

Zira rakipler şarapla ben ise derin düşünceyle mestim.

 

Üstat Dinanî: Ne kadar güzel söylemiş. Bilinçle mest oluyor. Gerçek sarhoşluğu bilinç meydana getirir. Şarap kısa süreli bir sarhoşluk verir. İşte kimileri şarapla, kimileri de bilinçle sarhoş olur. Bilincin sarhoşluğu nerede, şarabın sarhoşluğu nerede?

 

Laricanî: Belki İslam felsefesiyle Batı felsefesinin farkı da burada. Onlar varlığı intizâî (soyutlama, kavram) olarak görüyor, biz ise hakiki olarak. Bu çok temel bir ayrımdır.

 

Üstat Dinanî: Bu çok önemli bir meseledir. Varlık ve var olan (mevcûd)… Var olan, Varlık vasıtasıyla var olandır. Var olanlar Varlıkla vardır, yoksa var olan oldukları için biz Varlığı anlıyor değiliz. Biz güneşi neyle ispat edelim? Bize başka her şeyi gösteren güneş midir, yoksa biz başka vasıtalarla mı güneşi ispat ediyoruz? Hiç ışığı ışıkla görmek diye bir şey olabilir mi? Varlığı, varlıkla anlamak gerek.

 

Laricanî: Büyükler aslında her şeyi lokmalara bölüp bizim ağzımıza getirmiş; ama biz onları yemeyi bilmiyoruz. Çok açık bir şekilde şöyle söylenmiş: Var olan şey, kendini var olduğu şekliyle aşikâr ediyor ve varlık kendini aşikâr edince diğer her şeyi de aşikâr etmiş oluyor.   

 

Üstat Dinanî: Eğer Varlık aşikâr olursa var olanlar da aşikâr olur. Varlığa ulaşan bir kimse mevcûdâtı da doğru bir şekilde bulur.

 

Laricanî: Kısa bir aradan sonra devam edelim üstat.

 

***

 

Üstat, “burhan-ı sıddîkîn” büyük filozofların eserlerinde çok yer etmiş bir konudur. Bunu İbn Sina söz konusu ettiyse de Hekim Molla Sadrâ da bunu çok iyi bir şekilde geliştirmiştir. O, bunu Kur'ân ayetleriyle ilişkilendiriyor.

 

Üstat Dinanî: O, çok iyi bir düşünür ve Kur'ân ayetlerinden de çok iyi yararlanan biridir.

 

Laricanî: Mesela  “Şehidallahu ennehû la ilahe illâhû” (Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti. Âl-i İmrân, 18) ayetini burhan-ı sıddîkîn ile açıklıyor.  

 

Üstat Dinanî: Bakın ne kadar da güzel.  “Şehidallahu ennehû la ilahe illâhû” (Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti.) Bakın Allah kendisini idrâk ediyor değil mi? Peki kendisini burhan vasıtasıyla mı idrâk ediyor? Burhan yoluyla değil, kendisini doğrudan idrâk ediyor.     

 

Pekâlâ eğer bir kimse Allah'ın varlığına ulaşıyorsa işte bu fenâ makâmıdır. Yani, o da Allah'ın idrâkiyle idrâk ediyor.

 

Laricanî: Yani “Bike areftuk”. (Seni, seninle tanıdım)

 

Üstat Dinanî: Evet, yani seni, senin vasıtanla tanıdım; kendi idrâkimle değil.

 

Laricanî: İmam Seccâd çok güzel söylüyor “bike areftuk”. “E-ve lem yekfi bi Rabbike ennehû alâ kulli şeyin şehid.” (Rabbinin her şeye tanık olması yetmez mi? Fussilet, 53) ayetini naklederek işte bu burhan-ı sıddîkîn'dir, diyor.

 

Üstat Dinanî: Bakın ne kadar güzel bir ifade: “Ennehu alâ külli şey'in şehid…” Biz mevcûdâtı O'nun şahidi olarak görüyoruz. “Şehid”, şahid demektir. Yani biz mevcudâtı Hak Teâlâ'nın varlığının şahidi olarak görüyoruz. Ayet ise Allah'ın mevcûdâta şahit olduğunu söylüyor. Elbette her ikisi de doğrudur; fakat hangisi daha güçlüdür? Yani mevcûdâtı Allah'ın varlığının şahidi olarak görmemiz mi, yoksa Allah'ın varlığını mevcudâtın varlığına şahit olarak görmemiz mi? Allah'ın varlığını şahit görmemiz daha güçlüdür. Bu, “burhan-ı limmî”, hatta “burhan-ı sıddîkîn”dir.

 

Laricanî: “İnne fi zalike le zikra li men kane lehu kalbun ev elkas sem'a ve huve şehidun.” (Hiç şüphesiz, bunda, kalbi olan ya da bir şahid olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt (zikir) vardır. Kâf, 37)

 

Üstat Dinanî: Burada kalp söz konusu ediliyor. Bu, “kalb-i selim” sahibi kimsedir. Sağlam kalbi artık düşünce aldatamıyor. Burhan, doğrudan doğruya oluyor. Daha önce de dediğim gibi düşünce doğruya yönelttiği kadar aynı zamanda aldatıcı da olabilir. Yolunu kaybeden kişilerin tamamı, bir anlamda aslında düşünce yoluyla yolunu kaybediyorlar.

 

Sapmış kimseleri araştırdığınızda onların kendilerini düşünür saydıklarını görürsünüz, ama düşünce onları aldatmıştır. Ancak “burhan-ı sıddîkîn”e doğru bir şekilde ulaşmış olan kimseler de düşünürler. O halde düşünce sizi hem “burhan-ı sıddîkîn”e ve hakikate ulaştırır hem de aldatabilir.

 

Bakın insanın düşünceyle macerası ne kadar da zorludur. Peki ne yapalım da düşüncenin aldatmasına uğramayalım? Bu önemli bir sorudur. Eğer düşünce her iki şeye de sebep oluyorsa, yani hem saptırıyor hem de doğruya yöneltiyorsa aldanmamak için ne yapalım? Bunun ölçüleri (mizân) vardır. Düşüncenin kendisi kendisine ölçü (mizân) tayin etmiştir. Bizim için bir mantık kurmuştur.

 

Mantığı kim oluşturmuştur? Düşüncenin kendisi oluşturmuştur. Mantık, doğru düşünmektir. Peki bunu oluşturan kimdir? Düşüncenin kendisidir. Düşünce, bilinç halinde, mantığın ölçülerini tayin etmiştir. Böylece bizim bu ölçülerle ilerleyip gaflet göstermememizi sağlamak istemiştir. Düşünce eğer gaflet göstermezse aldanmaz. Düşünce gaflete düşmezse hata yapmaz. Düşünce ne zaman hata yapıyor? Bir an gaflet gösterip doğru bir şekilde işlemediği zaman hata yapıyor.   

 

Büyük bir fikir gelip mantığın ölçülerini bizim için aydınlatmıştır. Biz eğer bu ölçüleri bilir ve bu ölçülere dikkat edersek, gaflet göstermeyiz, ya da en azından çok az gaflete düşeriz.

 

Laricanî: Bu ayet de aynı şeyi diyor: “Ev elkas sem'a ve huve şehid” (ya da bir şahid olarak kulak veren kimse) diyor.

 

Üstat Dinanî: Buradaki “ev elkas sem'a” ifadesi çok önemli. Daha önceki bahislerimizde değinmiştik. Mevlânâ, kulağa çok önem veriyordu. Mevlânâ da “dinle” diyordu. Bu ayette de kulak verilmesi isteniyor. İnsan kulak vermeden bir yere ulaşamaz ki.

 

Laricanî: İnsanın işitme özelliği vahyi alıyor.

 

Üstat Dinanî: Evet, vahiy kulakla alınıyor. Hz. Peygamber'in kulağı vahyi alıyor. Kelim olan Hz. Musa, vahyi kulağıyla alıyor.

 

Laricanî: Mevlânâ, “ev elkas sem'a”yı tarif için diyor ki:

 

Vesvesecilerin pamuğunu kulağından çıkar

Ta ki âlemin sesi kulağına gelebilsin.

 

Üstat Dinanî: Evet gerçekten öyle, eğer gerçekten doğru düşünebilirsek… Bakınız düşünmekten daha esaslı bir iş yoktur. İnsanın birçok hasleti var ama en büyük hasleti nedir diye soracak olursak cevabımız ‘'tefekkür'' olur. Bence insanın en büyük ve kendisini diğer varlıklardan ayıran ve onlara üstün kılan en önemli özelliği, düşünmektir.

 

Eğer biz doğru düşünmeyi öğrenebilirsek, düşünmeyi tashih edebiliriz, o zaman da daha az hata yaparız veya -belki de- hata yapmayız. Düşünmek, fikri tanzim etmektir. Her insanın fikri vardır ama onu tanzim etmek gerekir. Fikri tanzim etmek de yine fikrin kendisinden doğar. Fikir kendini tanzim edebilir. Bizim fikri tanzim etmeyi, düzene sokmayı öğrenmemiz gerekir.

 

Kendi kendine düşünürsen, düzenlenmiş bir fikir ile Kur'ân'a yaklaşırsan Kur'ân-ı Kerim'i de daha iyi anlayabilirsin. Şu an birçok insan Kur'ân'a gidiyor. Şimdi İslam dünyasındaki şu aşırı gruplar da Kur'ân'dan bahsediyor; hatta içlerinden Kur'ân hafızı olanları da var. Örneğin IŞİD'ciler bile Kur'ân'a yöneliyor. Acaba bunlar tanzim edilmiş bir fikirle mi gidiyor, yoksa öylesine mi gidiyor?

 

Demek ki tanzim edilmiş bir fikirle Kur'ân'a gitmeliyiz. Tanzim edilmemiş fikirle gidenler de çok oldu. Örneğin İbn Mülcem, Kur'ân okumuyor muydu? Hem de çok okuyordu, hafızdı; ama tanzim edilmiş bir fikirle okumuyordu. Şu anda da bunların örneklerine sahibiz. Onlar da aynı şekilde tanzim edilmiş bir fikirle gitmediklerinden Kur'ân'ı anlayamıyorlar. Kur'ân bir düzendir, mantığın esasıdır, hidâyettir. O halde onu tanzim edilmiş bir fikirle okumak gerekir.

 

Laricanî: O halde marifetin zirvesine ulaşmak için ‘burhan-ı sıddîkîn'e ulaşmaya çalışmalıyız. Böylece tüm kirlerden veya sorunlardan korunmuş oluruz.

 

Üstat Dinanî: Biz “burhan-ı innî” ve “burhan-ı limmî”ye ulaşabilirsek de önemli bir iş yapmış oluruz. Bunun bir tertibi vardır; öyle doğrudan doğruya “burhan-ı sıddikîn”e gidilmez. “İnnî” ve “limmî” kavramları üzerinde biraz durmak gerekir. Bunlar üzerinde temrin yapmak gerekir ki “burhan-ı sıddîkîn”e hazır hale gelebilelim.

 

Laricanî: Allah'ın da zaten Kur'ân ayetleri üzerinde çokça ve derinlemesine düşünün (tedebbur) diye vurgulamasının sebebi budur.   

 

Üstat Dinanî: İşte tedebbür etmek, fikrin tanzim edilmesidir.

 

Laricanî: Evet zira tedebbür; idare etmek, yönetmek (ayrıca bir şeyin arkasını görmek; haz.) demektir. İmam Hüseyin (a.s) da Arefe duasında çok güzel buyuruyor: “Sen ne zaman gaiptin ki seni açığa çıkaracak bir delile ihtiyaç olsun?”

 

Üstat Dinanî: İşte bu “burhan-ı sıddîkîn”dir. Yani “Sen ne zaman gaiptin ki ben seni ortaya çıkaracak delillerin peşine gideyim ve onları merdiven kılarak sana ulaşmaya çalışayım?”      

 

Laricanî:

 

Key refti z'dil ki temenna konem tora

Key budei nehufte ki peyda konem tora

Gaybet ne kerdei ki şevem tâlib-i huzur

Pinhan ne geştei ki huveyda konem tora

Bâşed hezâr cilve birun amedi ki men

Bâşed hezâr temaşa konem tora.

 

Ne zaman gittin gönülden ki arzulayayım seni

Ne zaman gizlendin ki bulayım seni

Ortadan kaybolmadın ki bulunmanı talep edeyim

Gizlenmedin ki ortaya çıkarayım seni

Yüz binlerce tecelli ile dışarı geldin ki ben

Yüz binlerce kez temâşa edeyim seni.

 

Üstat Dinanî: İşte bu “burhan-ı sıddîkîn”dir.

 

Laricanî: Eğer İmamlardan (a.s.) da bir şey isteyeceksek, bari iyi bir şeyler isteyelim, marifet isteyelim.

 

Üstat Dinanî: Bizler, “le ibreten li uli'l-ebsâr.” (Kuşkusuz, basiret sahipleri için bunda bir ders vardır. Âl-i İmrân, 13) ayeti üzerinde dikkatlice düşünmüyoruz. Kur'ân bir ibrettir, ondan ibret alınabilir. Peki kim için ibrettir? “li uli'l-ebsâr” için. Yani herkes değil, “uli'l-ebsâr” ibret alabilir. Kur'ân'da geçen “uli'l-ebsâr” ve “uli'l-elbâb” kavramları anlam olarak birbirine yakındır.

 

“Elbâb” “lübb”ün çoğuludur, “lübb” her şeyin özü, halis şekli demektir. Lübb akıl demektir. Akıl halistir. Elbette basiret de akıldan gelir. Yani akıl görüşe gelirse işte o zaman basiret olur. Eğer halis akılla zâhire gelirsen işte bu basirettir. Dolayısıyla bunların her ikisi de güçlü ifadelerdir. İbret de “uli'l-elbâb” ve “uli'l-ebsâr” içindir. Yani “tedebbür” ile ibret alabilirsin.

 

Bakınız bir görüntüyü herkes görüyor; ama herkes aynı şekilde ibret alıyor mu? Hatta bazıları hiç ibret bile almıyor. Biz zaman içerisinde sürekli olarak olaylarla karşılaşıyoruz. Kimileri bunlardan ibret alıyor kimileri de en küçük bir ibret dahi almıyor. Yaşadıklarından ibret alanlar, daha sonra karşılaşacakları olaylara doğru şekilde müdahale edebilirler ve hata yapmazlar. Ancak olaylarla karşılaşmasına rağmen ibret almayan kimseler, ömürlerinin sonuna kadar hata üstüne hata yaparlar. Aslında hata yapıyorlar bile denemez, bunların hayatı hatadır demek daha doğru.

 

Kimi insanlar bazen hata yapar, kimilerinin ise hayatı hatadır. Bunlar birbirinden çok farklıdır. Bunlardan hangisi daha tehlikelidir? Tabii ki hayatı hata olan insanlar daha tehlikelidir. İbret kelimesi, Kur'ânî bir kelimedir ve “fe´tebiru” diye geçer. İzin verirseniz ben ibret kelimesinin lügat anlamıyla ilgili birkaç şey söyleyeyim.

 

“Ubûr” kelimesini bilirsiniz. Bir yerden geçmek, gitmek demektir. Mesela, ‘'bir köprüden ubûr etmek'' demek, köprüden geçmek demektir. İbret almak, doğru şekilde ubûr etmek yani geçmektir. Yani tehlikeli bir köprüden veya yüksek bir mekândan aşağı düşmeyecek şekilde geçmek. İbret almak işte doğru bir şekilde geçmektir. Eğer ibret almazsanız doğru şekilde geçemezsiniz, düşme tehlikeniz var demektir.

 

Düşme tehlikesi sadece birkaç defa olabilecek bir şey değildir. İnsan her an fikri olarak düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bedensel olarak düşme, belki özel durumlarda olabilir. Köprü yıkık, yol bozuk olabilir, deprem olabilir vs. Ancak fikrî tehlike ara sıra değil her zaman mümkündür. Düşünsel düşüş veya çöküş her an mümkündür ve insan her an bu tehlikeyle kaşı karşıyadır.

 

Laricanî: Sonraki cümleler de çok ilginç. Şöyle diyor: “Varlık felsefesinde ibretler, âlemin anlamını anlamakla mümkündür. Âlemde var olan her şey anlama sahiptir. Ve kendi anlamı aracılığıyla tanınabilmektedir. Bir şeyin anlamı bilinmezse, onun doğru bir şekilde tanındığı iddia edilemez.”

 

Üstat Dinanî: Bu cümle çok önemli Sayın Laricanî. Birçok kişi tanıma iddiasındadır. İnsan her şeyi tanımak, bilmek ister. Nitekim eğer bilmezse zaten yaşayamaz. Herkes bilme iddiasındadır ve bilmeye de çalışır. Buraya kadar her şey gayet güzel, söylenecek bir şey yok. Peki ama tanımak veya bilmek suretle midir yoksa anlamla mıdır? Tabii ki anlamladır.

 

Eğer ben bir şeyin suretini bilsem ama anlamını bilmesem o şeyi bilmiş olur muyum? Tabii ki hayır. Anlamını bilmediğim bir şeyi tanımış olamam. Biz işte günümüzde bu meseleye saplanıp kalmışız. Maalesef bir şeyin anlamı doğru bir şekilde bilinmiyor. İnsan bir şeyin anlamını bilmiyorsa onu kesinlikle tanımıyor demektir. Hatta suretiyle bile tanımıyor, demektir. Eğer anlamını bilmiyorsa, onun suretine dair bilgisi de vehimden başka bir şey değildir. Eğer bir şeyin anlamına ulaşırsan onun suretini de doğru bir şekilde tanıyabilirsin.

 

Laricanî: Pekâlâ, çok istifade ettik sayın üstat. “Burhan-ı sıddîkîn” gerçekten çok önemli bir şeydir. Muhyiddin Arabî'nin ifadesiyle “burhan-ı sıddîkîn', “hanif burhanı”dır. Yani sadece yön göstermiyor. İnşallah biz de bu şekilde hem kendimizi hem de Allah'ı tanıyabiliriz ve her şeyi de Allah'la tanıyabiliriz. İşte o zaman gerçek bir muvahhid oluruz. Bizim ibadetlerimizde sorun varsa bilmeliyiz ki Allah'ı bu açıdan tanımamışız.

 

Bir başka programda buluşmak dileğiyle aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

 

 

https://philosophyar.net/marefat/20-april-2018/