İbrahimi Dinani: Şeyh Attâr ve Emirül-Müminin İmam Ali

İbrahimi Dinani: Şeyh Attâr ve Emirül-Müminin İmam Ali
Şeyh Attâr zahirde Ehl-i Sünnet’tendir, Şii değildir. Fakat Hz. Emir’i, Attâr’ın bu şiiri gibi anlatan bir başka şiir zor bulunur. Varlığın esasını Hz. Ali’nin doğumu olarak görüyor...

 

 

İsmail Mansurî Laricanî: Bismillahirrahmanirrahim. Selâm sevgili seyirciler, güzel dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Sayın Üstat, Şeyh Ferîdüddîn Attâr'ın Musibetnâme'sinden Müminlerin Emiri İmam Ali'nin faziletiyle ilgili bir bölüm okuyacağım.

 

Rovneq-é k'an din-é peygamber girift

Ez Emiru'l Müminan Haydar girift

Dide eş der akl ve akl eş dide bud

Dide bi dide ra key dide bud

Goft ger goşayend perde ender perdei

Ber yakînem key fezayed zerrei.

 

Peygamberin dinine gelen parlaklık ve canlılık

Müminlerin Emiri Haydar'dan geldi,

Onun gözü aklında, aklı da gözündeydi

Göz, gözsüz hiç görebilir mi?

Dedi ki “Tüm perdeleri önümden kaldırsalar bile

Yakînime zerre kadar bir şey artmaz.''

 

Üstat Dinanî: Bismillahirrahmanirrahim. Evet, Şeyh Attâr'dan (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) ne kadar güzel bir şiir seçmişsiniz. Konuya geçmeden önce bir noktayı arz edeyim. Şeyh Attâr zahirde Ehl-i Sünnet'tendir, Şii değildir. Fakat Hz. Emir'i, Attâr'ın bu şiiri gibi anlatan bir başka şiir zor bulunur. Varlığın esasını Hz. Ali'nin doğumu olarak görüyor.

 

Bakın ne diyor:

 

Peygamberin dinine gelen parlaklık ve canlılık

Müminlerin Emiri Haydar'dan geldi.

 

İzin verin şu beyti açıklayayım. Diyor ki Hz. Peygamber'in (s.a.a.) dini canlılığını, hareketliliğini, Haydar'dan yani Hz. Ali'den aldı. Yani eğer Mevlâ Ali'nin (a.s.) velâyeti olmasaydı, bu canlılık olmayacaktı. Bunun anlamı nedir? İzin verirseniz bunu biraz daha açayım. Hz. Emir (a.s.) Allah'ın velisidir, veli-i kâmildir. Veli-i kâmil, insan-ı kâmildir.

 

Laricanî: “Kuntu veliyya…”

 

Üstat Dinanî: “… ve Ademe beyne'l mai ve't tîn” Ancak bu, “kuntu nebiyya”dır. Yani “Âdem su ve çamur arasındayken ben peygamberdim.”

 

Laricanî: “Kuntu nebiyya”yı Hz. Peygamber demiştir, “kuntu veliyye” ise…

 

Üstat Dinanî: “Kuntu nebiyya” (Peygamberdim) peygamberle ilgilidir, zaten nebi de velâyetsiz olmaz. Hiçbir peygamber velâyetsiz olmaz, bu Hz. Âdem için de geçerli. İnsanlar velâyetin anlamını doğru bilmelidir. Velâyet, nübüvvetin bâtınıdır. Velâyet, halktan Hakk'a gitmektir. Nübüvvet ise Hak'tan halka gelmektir. Herhangi bir peygamber Hakk'a gitmeden, Allah katından halka gelebilir mi? Halktan Hakk'a gitmek velâyettir. Hak Teâlâ'dan halka gelmek ise nübüvvettir. O halde tüm peygamberlerin velâyeti vardır.

Peki, rahmetli Şeyh Attâr ne diyor? Nebinin dininin canlılığı, diyor. Yani velâyeti dinden aldığınız zaman dinden geriye sadece kupkuru bir şey kalır. Evet, Hz. Emir veliydi; ama onun öncesinde velâyetin anlamını bilmek gerekir. Velâyet, halktan Hakk'a, fenâdan bekâya gitmektir. Yani yokluktan ölümsüzlüğe ulaşmaktır, halktan Hak Teâlâ'ya gitmektir. Velâyetin kâmil anlamdaki mazharı da Hz. Emir'dir (a.s.). Attâr işte velâyet kelimesinin anlamı doğrultusunda bunu söylüyor: (Velâyet) Nebi'nin dininin canlılığıdır. Gerçekten de canlılıktır.

 

Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ'nın dini, Allah'ın katından gelmiştir, evet; ama bu dinin anlaşılması, yani Allah'ın katından gelen bu dinin doğru bir şekilde anlaşılması, ilahî ve bâtıni bir göz olmaksızın mümkün müdür? Gerçek bir anlayış Allah katından gelir; Allah'tan tabiata gelir. Buradaki mesafe zamansal veya mekânsal değildir, rütbeseldir.  Tabiat âlemi varlığın en alt derecesidir.

 

Varlıktan bahsettiğiniz zaman tabiat, heyûla, madde en aşağı mertebedir. Varlığın en yüksek mertebesi neredir? Vâcibu'l- vücûd'dur. Bu âlem, mümkinü'l-vücuddur, değişmeye açıktır. Vâcibu'l-vücûd ise mümkinü'l- vücud değildir, değişme kabul etmez, fânilik kabul etmez, ezelî ve ebedîdir. Peki değişme kabul etmeyen, fâni olmayan, ezelî ve ebedî olan varlığın en yüksek mertebesi vâcibu'l-vücûd ile her an değişmekte olan, fâni olan varlığın bu en alt mertebesi arasında ne kadar mesafe vardır? İşte bu mesafeyi velâyet dolduruyor. Bunları Attâr'ın “Peygamberin dinine gelen parlaklık ve canlılık, Müminlerin Emiri Haydar'dan geldi” şiirini açıklamak için söylüyorum.

 

Peki din derken dinin derinliğine ve bâtınına mı gitmeliyiz, yoksa sadece zâhirine mi yapışmalıyız? Evet dinin zâhiri de muteberdir, benim buna bir sözüm yok. Tabii ki dinin zâhirine riayet etmemiz gerekir. Ama acaba din sadece zâhirden mi ibarettir, yoksa onun bir bâtını da var mıdır? Tabii ki bâtını vardır hem de ne bâtınlar! İşte velâyet, dinin bâtınıdır. İşte Şeyh Attâr şiirinde bunu söylüyor. Eğer velâyet olmasaydı din sadece zâhirden ibaret kalırdı. Eğer velâyet makâmına ulaşacak yolu bilmiyorsa şu anda da öyledir. Bu tür insanlar için din sadece zâhirden ibarettir, zâhirden daha öteye gitmez. Zâhirden bâtına ulaşabilmemiz ve dinin derinliğini anlayabilmemiz için velâyetin anlamını kavramamız gerekir.

 

Bakın Attâr ne kadar güzel diyor:  “Peygamberin dinine gelen canlılık, Müminlerin Emiri Haydar'dan yani Hz. Ali'den (a.s.) geldi.”

 

Laricanî: Nizâmî (Gencevî) de çok güzel söylüyor:

 

Do ser-é hatt-é khalqe-yé hesti

Ez Heqiqet be hem to peyvesti.

 

Varlığın halkasının hattının iki başını

Hakikatten sen birleştirdin.

 

Üstat Dinanî: Evet, Nizâmî de Attâr da güzel söylemiş. Velâyet olmaksızın âlem ayakta durmaz. Âlem velâyetle kaimdir. Attâr işte bunu anlamıştır. Onun Şii veya Sünni olmasının ne önemi var? Sözleri Alevî'dir. Âlemin ruhu velâyettir. Şeyh Attâr, bu tümel velâyetin mazharı olarak da Hz. Emir'i (a.s) görüyor ve çok güzel ifade ediyor.

 

Laricanî: Şu beyti de çok güzel;

 

“Onun gözü aklında, aklı da gözündeydi.”

 

Üstat Dinanî: Durun, şimdi ikinci mısraya geçmeyin, şunu açıklayalım. Bir arif bir söz söylediğinde onun söylediklerine çok dikkat etmek gerekir. Attâr'ın söylediği doğrudur; ama bu sıradan bir şiir değildir. Attâr, bir ariftir ve şiirin diliyle sözünü söylüyor.

 

“Dide eş der akl ve akl eş dide bud.” (Onun gözü aklında, aklı da gözündeydi) Peki bu ne demek? “Dide” Farsçada göz demektir. “Dide”, görülebilecek olan şeyleri görendir. Yani Hz. Emir (a.s) da diğer insanlar gibi iki göze sahipti. Ama Mevlâ Ali'nin (a.s) gözü aklındaydı.

 

Bizim hepimizin gözü vardır ve gözümüzle görürüz. Peki ama biz sadece duyusal olan şeyleri mi görüyoruz yoksa onun bâtınını da görüyor muyuz? İnsanların çoğu duyusal olanı görüyor. Yani sadece gözün gördüğünü görüyor. Fakat Attâr burada Hz. Ali için ne diyor?

 

‘'Onun gözü aklındaydı.''

 

Yani Hz. Ali de örneğin bir çiçeği görüyordu; ama o çiçeği akıl âleminde de görüyordu. Bir duvarı görüyordu; ama o duvarın “makûl”ünü “hahut”unu, “melekût”unu ve “ceberût”unu da görüyordu. Bu âlemi bizim gözümüzle gördüğümüz gibi görüyordu; ama bu âlemin bâtınını da görüyordu. “Onun gözü aklındaydı”. Yani duyusal (mahsûs) olandan aklî olana (makûl) gidiyordu; bu birinci kısmıdır. İkincisi ise “aklı gözündeydi” bölümü. Yani aklının kendisi de gözdü.

 

Acaba gözümüz mü daha çok görür aklımız mı? Akıl görür mü, görmez mi? Evet akıl görür, peki neyi görür? Makûlâtı (aklî olan şeyleri) görür. Peki “makûlât” mı daha geniştir, yoksa “mahsûsât” (duyusal olan şeyler) mı? Tabii ki “makûlât” daha geniştir. Peki aklın gördükleri ne kadardır?

 

Laricanî: Sonsuzdur.

 

Üstat Dinanî: Filozoflardan birinin çok güzel bir sözü var ve Attâr'ın sözüyle de çok benzer. O diyor ki: “Burhan, aklın gözüdür.” Akıl baktığı zaman, makûlü görür. Peki sadece uzunluğunu, genişliğini, zâhirini ve rengini mi görür yoksa burhan gözüyle mi görür? Burhan gözü mü güçlüdür yoksa görme duyusu olan göz mü?

 

Laricanî: Tabii ki burhan.

 

Üstat Dinanî: Tüm insanlar hem akla hem de duyulara sahiptir; hem makûlâta (akılla kavranabilecek şeylere) hem de mahsûsâta (duyularla algılanabilecek olan şeylere) sahiptir. Peki biz makûllere mi yoksa mahsûsâta mı daha fazla önem veriyoruz?

 

Laricani: Maalesef mahsûsâta…

 

Üstat Dinanî: Evet maalesef… Eğer orada kalırsak, mahsûsâtta donup katılaşıyoruz. Eğer bir insan mahsûsât düzeyinde donup kalmışsa ve makûl âlemine ulaşamamışsa ölmüştür, perişandır. Mahsûs iyidir; ama mahsûs, makûle ulaşmak için bir basamak olmalıdır. Makûle ulaştığımızda da onda kalmak mümkündür, orası çok geniştir; ama makûlden de mahsûsa gelebilmeliyiz. Yani insan sürekli olarak iniş ve çıkış halindedir. Çıkış mahsûstan makûla gitmek, iniş de makûldan mahsûsa gelmektir.

 

Mahsûstan makûle gitmek ve makûlden mahsûsa gelmek ne kadar büyük bir mesafedir. İnsanın bütün işi budur. Bakın bir örnek vereyim, belki bunu bir örnekle daha iyi açıklamak mümkün olabilir. Irmakları bilirsiniz, ben İsfahanlı olduğum için Zayenderud ırmağını çok görmüşümdür ve bilirim.

 

Laricanî: Bizde de Aras nehri var.

 

Üstat Dinanî: Evet, pekâlâ. Aynı zamanda durgun su da görmüşsünüzdür. Durgun su birikintilerinde su akmaz, hareketsizdir ve hatta bazıları kötü de kokar. Durgun su da ırmak da tür olarak sonuçta sudur. Ancak ırmağın suyu ile durgun suyun farkı nedir? İkisi de sudur; ama ırmak hareketlidir, canlıdır ve bir yerde durmaz. Diğeri ise durgundur, akmaz ve akmadığı için de koku yayar.

 

Laricanî:

 

Ma zinde bé ânîm ké ârâm ne girîm

Movcîm ké âsudegi-yé mâ adem-é mâst.

       

Biz, durup kalmadığımız için diriyiz

Öyle bir dalgayız ki rahatlık bizim yok oluşumuzdur.

 

Üstat Dinanî: Dalga eğer rahata erip durursa artık dalga olmaz. Dalga ne zaman dalgadır? Ancak hareket ettiği zaman dalgadır. Irmak ne zaman ırmaktır; ancak akıp gittiği zaman ırmaktır, akmazsa artık o bir göldür. İnsan, fikriyle mi bedeniyle mi insandır? Fikriyle insandır, eğer insandan düşünceyi alırsak beden olarak sağdır; ama insanın değerli olan şeyi, bedeni değil fikridir. Ruhu ve düşüncesi olmayan bir beden çürüyüp gider. Ancak ruh ve fikir çürümez, düşünce yaşlanmaz. O halde insanın değeri ruhudur, düşünmesidir.

 

İnsanda hatta âlemde iki şey çok önemlidir. Belki de Fransız filozof buna işaret ediyor. Boyut ve düşünce… Varlık âlemini iki şeyle özetleyebilirsiniz: Birincisi; boy, en ve derinlik demek olan boyutlar. Her cisim bu üç boyuta sahiptir: En, boy ve derinlik, bazıları buna bir dördüncüsünü de eklemek istiyorlar, şimdi o konuya girmeyelim. Diğeri ise düşüncedir.

 

Düşüncenin boyutu var mıdır? Düşüncenin eni, boyu, yüksekliği ne kadardır? Düşüncenin boyutları yoktur. Bütün bu âlem ve insanın kendisi, boyuta ve düşünceye sahiptir. İnsanın bedeninin boyutları vardır ve insanın düşüncesi vardır. İnsanın değeri, bedeninin boyutlarıyla değil, düşüncesiyledir. İnsanla ilgili olarak durum böyle.

 

Şimdi gelelim âleme. Bu âlemin içinde düşünce olmasaydı, sadece boyutları sebebiyle değerli olabilir miydi? Yani âlem, salt boyutları sebebiyle mi değerlidir yoksa içinde düşünce olduğu için mi değerlidir? Onun içinde düşünenler olduğu için değerlidir.

 

Bu âlemi bir fabrikaya benzetebilir miyiz? Kimileri bu âlemi bir fabrikaya benzetiyor. Fabrika, çalışır, hareket eder, üretim yapar. Âlem de aynı şekilde çalışıyor, hareket ediyor, üretiyor ve ortaya birtakım ürünler çıkarıyor. Böylesi bir benzetme yapılabilir. Ancak bu âlemi büyük bir fabrikaya benzettiğimizde mi iyi bir teşbih yapmış oluruz yoksa bir düşünceye benzettiğimizde mi iyi bir teşbih yapmış oluruz?  

  

Düşünceye benzettiğimizde daha iyi bir teşbih yapmış oluruz; çünkü düşünce her zaman değişim halindedir ve her zaman yenilenir. Fabrika da bir şeyler üretir ama sürekli yeni bir şeyler üretmez hep aynı şeyi üretir. Fabrika tekdüzedir, düşünce ise çok çeşitlidir. O halde âlem, fabrikaya mı daha çok benziyor yoksa düşünceye mi?

 

Laricanî: Düşünceye…

 

Her zeman nov mi şeved dünya ve ma

Bi kheber ez nov şoden ender beqa.

 

Her zaman yenilenir dünya ve biz

Bekâ içinde yenilenmeden habersiz olarak.

 

Üstat Dinanî: O halde bu dünya bir düşüncedir.

 

Laricanî: Cihan kelimesi, “cehiden” (sıçrama) kelimesinden geliyor.         

 

Üstat Dinanî: Evet, her an yenilenir. Hem dünya bir düşüncedir hem de insanın düşüncesi bir dünyadır. Siz şu an bir dünyaya sahipsiniz. Bu dünya mı sizdedir, yoksa siz düşünceden bir dünyaya mı sahipsiniz?

 

Laricanî: Ben düşünceden bir dünyaya sahibim.

 

Üstat Dinanî: Bu dünya sizin düşüncenizde değil mi?

 

Laricanî: Tabii ki.

 

Üstat Dinanî: Peki sizin dünyanız düşünceniz kadar mıdır yoksa daha fazlası mıdır?

 

Laricanî: Benim dünyam düşüncemin ürünüdür.

 

Üstat Dinanî: Evet aynen öyle. Sizin dünyanız, düşündüğünüz şeyden ibarettir. Hiç kimse düşündüğünden fazla bir dünyaya sahip değildir. İnsanlar çok şey söyleyebilir; ancak önemli olan onun tasvirine ve idrakine sahip olmaktır. Dünya, insanın idrak ettiğinden ibarettir. Bizim dünyamız bizim düşüncemizin içindedir.

 

Laricanî:

 

Cehan insan şod u insan cehani

Ez in pakizeter ne bud beyani.

 

Dünya insan oldu, insan da dünya

Bundan daha açık bir anlatım yoktu.

 

Üstat Dinanî: Evet, bravo… Dünya bir insan, insan da bir dünyadır. İnsanın dünyası onun düşüncesidir. Yani hem ben bu dünyada dolaşıyorum, hem de dünya benim düşüncemde hazırdır. Şimdi hangisi daha önemli? Dünya, düşüncede daha sabittir. Şimdi şu iniş çıkış meselesine geri dönelim.

 

Attâr'ın şiirine göre insanın iniş çıkışı vardır. Attâr, Hz. Emir (a.s.) için “aklı gözündeydi” diyor. Akıl gözüyle mi bakmalıyım, görme duyusu olan gözle mi? Her ikisiyle de bakalım, ne sakıncası var? Duyusal olan gözle bakar mahsûsâtı görürüm, boyutları görürüm. Cisimleri, renkleri görürüm; bunun hiçbir sakıncası yok. Ama aynı zamanda akıl gözüyle de bakarım.

 

Peki akıl gözünün görüşü mü daha fazladır yoksa duyusal gözün görüşü mü? Akıl gözünün görüşü daha fazladır. Makûlât mı daha geniştir, mahsûsât mı? Tabii ki makûlât… Eğer biz akıl âlemine gidememişsek, akıl âleminden uzak kalmışsak, duyuların düzeyinde felç olmuşuz demektir. Bakın Hz. Emir'i (a.s.) ne kadar güzel anlatıyor. Hz. Emir'i “tümel akıl” olarak niteliyor.

 

Attâr, diğer halifeleri de övüyor. Her bir halifeyi belirli bir tarzda övüyor; ama Hz. Emir'den bahsettiği zaman onu ilmiyle anlatıyor ve övüyor. Hz. Emir'in akılcı bakış açısını söylüyor.

 

Laricanî: Hz. Emir'in hikmetini anlatıyor.

 

Üstat Dinanî: Hz. Emir'in hikmeti onun akılcı görüşüdür. Hikmet, varlığa akılcı bakıştır. Hikmet dediğiniz başka nedir ki zaten? Hikmet öyle acayip tuhaf bir şey değildir. Hikmet, hekim, felsefe, filozof birbiriyle aynı anlamda kullanılır. Bu da varlığa karşı akılcı bakışa sahip olmak demektir. Attâr demek istiyor ki ‘'Hz. Emir, varlığa akılcı bir bakışa sahiptir, tümel akıldır.''

 

Peki Attâr bütün bunları nereden almıştır? Onun hadisler konusunda çok iyi bilgisi vardı. Hz. Emir de kendisi hakkında bunu ifade etmiştir. Bunu nerede söylemiştir? Şimdi size iki hadis okuyayım: Bunların birincisinde buyuruyor ki: “Benim gözümün önündeki perdeleri kaldırsalar da şu an sahip olduğum yakînimde hiçbir artma olmaz.” Bunun anlamı nedir?

 

Şu an benim gözlerimin önünde birçok perdeler vardır. Şu an ben bu odanın yalnızca yüzeyini görüyorum, bunun bâtınını bilmiyorum. Bu odanın ötesini bilmiyorum. Yerkürenin bâtınını, galaksilerin bâtınını bilmiyorum. Gözümde bir sürü perde var, perde ardında da perde var ve sadece zâhiri düzeyi biliyorum. Zâhirden başkasını görmüyorum.

 

Ama bakın Hz. Emir ne buyuruyor? Diyor ki işte bu perdelerin tümünü de benim önümden kaldırsalar; yani mülk, nâsût, melekût, hâhût, ceberût âleminin tüm perdelerini kaldırsalar bile benim şu anda sahip olduğum yakînimde hiçbir artma olmaz. Yani şu an ben Hakkı perdesiz olarak görüyorum. Yani ben şu an perdesiz bir şekilde Hak Teâlâ'yı idrâk ediyorum. Bu perdeler olsun veya olmasın benim için aynıdır. Bu söz çok anlamlıdır; bu herkesin ulaşabileceği bir makâm değildir.

 

Laricanî: Üstat kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Hz. Mevlânâ da adeta şu beyti, Attâr'dan etkilenerek yazmış:

 

Ey Ali ki cümle aql u didei

Şimme-yé vâgu ez ançé didei.

 

Ey Ali sen ki bütün bir akıl ve gözsün

Gördüğünün küçük bir kısmını anlat.

 

Üstat Dinanî: Evet, gördüğünün küçücük bir kısmını… Eğer Hz. Emir gördüğünün tamamını anlatsa âlem bambaşka olurdu. O yüzden gördüğünün sadece küçük bir kısmını bize söyle, biz bundan daha fazla bir istidada sahip değiliz, diyor.

 

Laricanî:

 

Bâz bâş ey bâb ber cuya-yé bâb

Ta resed ez to quşûr ender lubab.

 

Açıl ey kapı, kapıyı arayanlara

Ta ki senden ulaşsın kabuk öze.

 

Üstat Dinanî: “Quşûr” deri, “Lubab” ise beyin demektir. Yani deriden beyne gitmek, (kabuktan öze gitmek) mahsûs olandan makûl olana gitmek, zâhirden bâtına gitmektir. Buradaki “lubab” Kur'an'da geçen “uli'l-elbâb” ile aynıdır. Ulu'l -elbâb, yani; öze, bâtına, akla ulaşmış olanlar…

 

Laricanî: Buyurduğunuz gibi Mevlânâ, Attâr ve benzerleri, halifelerle ilgili de sözler söylemişlerdir; ama Hz. Ali ile ilgili söyledikleri çok daha farklı.

 

Üstat Dinanî: Evet onlarla ilgili de sözler söylemişlerdir; ama Hz. Emir'le ilgili sözlerinde onun ilminden bahsetmişlerdir. İlim, Hz. Emir'e aittir.

 

Laricanî: Daha sonra da şöyle diyor:

 

Baz baş ey bab-é rahmet ta ebed

Bargâh-é ma lehu kufuven ehed.

 

Açık kal ey rahmet kapısı ebediyete dek

Onun dergâhına yoktur ne bir eş ne bir denk.

        

Çok yüce bir makâm veriyor, ehâdiyet çok yüce bir makâmdır.

 

Üstat Dinanî: Bu, vâhidiyet kapısı değil, ehâdiyet kapısıdır. Yani sadece bu kapıdan içeri girmelisin. Eğer Hz. Mevlâ Ali'nin (a.s.) velâyet kapısından girmemişsen Hak Teâlâ'nın vahdâniyetine ulaştıracak yolu tam olarak bulamazsın. Hz. Emir (a.s.) velâyet kapısıdır (Babu'l velâye). Bunu Attâr, Mevlânâ söylüyor. Eğer bunları bir Şii söyleseydi o kadar da şaşırmazdık. Bunları, Ehl-i Sünnet olarak bilinen kimseler söylüyor.

 

Hz. Emir “insan-ı kâmil-i ekmel”dir. Onun eşi benzeri yoktur, onun benzeri bu âleme gelmedi. O, “Rovneq-é din-é Ahmed”dir. (Hz. Peygamberin dininin canlılığıdır.)

 

Laricanî: Şeyhu'r-Reis Ebu Ali Sina da Hz. Emir'i (a.s.) “Reisu'l Uqela” (akıl sahiplerinin reisi) olarak niteliyor.

 

Üstat Dinanî: Sadece “reisu'l-uqela” da demiyor. İbn Sina'nın Hz. Emir'le ilgili önemli bir cümlesi var. Bunu söylediğiniz çok iyi oldu. Bu sayede benim de aklıma Ebu Ali Sina'nın o sözü geldi. Şimdiye kadar arif bir kişi olan Attâr'ın sözünü konuştuk. Şimdi de en büyük filozof Ebu Ali Sina'nın Hz. Emir hakkında neler söylediğine bakalım. Şeyhu'r-Reis Ebu Ali Sina, Hz. Emir (a.s) hakkında ne diyor?

 

Diyor ki: “Hz. Emir (a.s) Peygamber'in sahabileri arasında ‘ke'l-maqul beyne'l mahsus'tur.” Yani “mahsûs”lar arasındaki “makûl” gibidir. Dikkat edin yani “duyularla algılananlar” arasındaki “akılla kavranan” gibidir. Bu, Şeyhu'r-Reis Ebu Ali Sina'nın sözüdür. İşte Hz. Emir hakkında filozof da böyle diyor arif de böyle diyor.

 

Laricanî: Bunların ikisinin kaynağı da Hz. Mevlâ'nın kendi sözüdür. Buyuruyor ki: “Ma reaytu şey'a illa reaytu'llah”

 

Üstat Dinanî: “Ma reaytu şeyen illa reaytu'llah, qablehu, ba'dehu ve maehu.” Bakın Sayın Laricanî, biz bunları okuyup geçiyoruz. Mademki okudunuz, izin verin, geçmeyelim, ben bunu açıklayayım: “Ma reaytu şey'an…” Ben, hiçbir şey görmedim ki şu üç aşamada onun öncesinde, onun sonrasında ve onunla Allah'ı görmemiş olayım. Yani bir şeye baktığım zaman onun öncesinde, sonrasında ve onunla Allah'ı görmedikçe başka bir şeyi görmedim.

 

Öncesinde Allah'ı gördüm, sonrasında Allah'ı gördüm ve onunla Allah'ı gördüm. Peki bu ne demektir? “Onun öncesinde” ne demektir? Yani vâcibü'l-vücûd olan ve her şeyi mutlak şekilde kuşatmış olan Hak Tebârek ve Teâlâ olmasaydı, âlem olabilir miydi? Âlem olmasaydı, benim bu gördüğüm şey olabilir miydi? O halde ben önce vâcibü'l-vücûd olan ve her şeyi mutlak şekilde kuşatan, her şeyin illeti ve her şeyin faili olan Hak Tebârek ve Teâlâ'nın olduğunu, âlemin, yerkürenin ve nihayet o şeyin olduğunu görüyorum. O halde ondan önce Hak Teâlâ'yı görüyorum. Görüyorum ise burada ‘'anlıyorum, biliyorum'' anlamındadır. Yani akıl gözüyle görüyorum. O halde her şeyden önce Allah vardır, Allah'tan önce hiçbir şey yoktur. Eğer Allah olmasaydı, âlem ve hiçbir şey olmazdı. Bu, öncesiyle ilgili olan kısım.

 

Ondan sonra da görüyorum. Meselâ, bir çiçek açtı ve sonra da solup gitti. Veya bir su buharlaşıp havaya karıştı yani farz edin ki bir şey vardı ve yok oldu. Peki bu yok olan şey nereye gitti? Ademe, yani yokluğa mı gitti? Yoksa varlığın bir başka aşamasına mı gitti? Âlemde herhangi bir şey hiç yok olur mu? Hayır, hiçbir şey yok olmaz, sadece dönüşür. Kimileri yok olduğunu sanarak yanılıyor.

 

Varlık asla yokluğa gitmez. Bizim yok olduğunu sandığımız şey aslında dönüşüyor. Meselâ su, yok olmuyor, buhar olup gidiyor. Meselâ bir odun yandığında yok olmuyor, küle dönüşüyor. Peki dönüşen bu şey Hak Teâlâ'nın kudretiyle mi dönüşüyor yoksa Hak Teâlâ'nın kudreti olmaksızın mı dönüşüyor? Hak Teâlâ'nın kudretiyle… O halde ondan sonra da Allah vardır. Demek ki ondan sonra da akıl gözüyle Allah'ı görüyorum. Ondan öncesini ve ondan sonrasını ise açıkladık.

 

“Qablehu, ba'dehu ve ma'ehu” Öncesinde, sonrasında ve onunla… Peki onunla görmek nasıl oluyor. İşte bu daha da önemli. Örneğin biz şu an bu çiçeği görüyoruz. Bu çiçeğin varlık aşamasında Allah'ın huzuru yok mudur? Allah'ın hazır olmadığı bir yer olabilir mi? O halde bu çiçeğin bulunduğu yerde Allah da hazırdır. Allah'ın bu çiçekle birlikte olması, iki şeyin bir arada olması değil, “kayyûmî ihâta”dır.

 

“Ve huve ma'ekum eyne ma kuntum” (Nerede olursanız olun Allah sizinledir), Allah her şeyi ihâta etmiştir ve her şeyle birliktedir. O halde her şeyden önce Allah vardır, her şeyden sonra Allah vardır ve her şeyle birlikte Allah vardır. Hz. Emir işte bunu söylüyor. Bakın bu sözde nasıl bir tevhid ifadesi var.

 

Tüm filozoflar toplansın bakalım buna ne diyecekler: “Ma reaytu şey'en illa reaytu'llah, qablehu, ba'dehu ve maehu.” Yani; baktığım her şeyin öncesinde, sonrasında ve baktığım şeyle Allah'ı gördüm. Şimdi Allah'ın ihâtası tasavvur edilebiliyor mu? İşte Hz. Emir'in gözü Allah'ın huzurunu, varlığın tamamında müşâhede ediyor.   

 

Laricanî: Mevlânâ, boşuna şöyle demiyor:

 

Açık kal ey rahmet kapısı ebediyete dek

Onun dergâhına yoktur ne bir eş ne bir denk.

 

Gerçekten ben büyük bir keyif aldım, bu hadisi çok güzel tefsir ettiniz. Arif Şebüsterî de diyor ki:

 

Muvahhid ra ké vahdet der şuhûd est

Nakhostin nezre ber nur-é vucûd est.

 

Vahdeti şuhûd eden muvahhidin

Gördüğü ilk şey varlığın nurudur.

 

Üstat Dinanî: Evet, yani önce Hak Teâlâ'yı görmek gerekir.

 

Laricanî: Yani çiçeğe baktığı zaman önce O'nun varlığını görüyor.

 

Dili ké marifet-é nur u safa did

Z her çizi ké did evvel khoda did.

 

Safa ve nurun marifetini gören bir gönül

Her şeyden önce Allah'ı gördü.

 

Bu, önce Allah'ı gördüğünü söylüyor, Mevlâ Ali (a.s) ise hem önce hem sonra Allah'ı gördüğünü söylüyor.

 

Üstat Dinanî: Evet, Hz. Emir (a.s) hem ondan önce hem ondan sonra hem de onunla Allah'ı görüyor. İşte bu tevhidin en yüksek aşamasıdır. Bundan daha yüksek bir tevhid merhalesi yok.

 

Laricanî: Nitekim Hz. Mevlâ'dan (a.s) başka biri şöyle diyemez: “İlahi heb li kemali'l inkıta ileyk…”

 

Üstat Dinanî: Sayın Laricanî, şu an Hz. Emir'den okuduğunuz bu cümle, onun tarafından bir dua olarak söylenmiştir. O, burada Hak Teâlâ'ya “Allah'tan başka her şeyden kopup Sana bağlanayım” diye dua ediyor, istekte bulunuyor. Allah, onun istediğini kendisine vermiştir. Zira eğer Hz. Emir her şeyden önce, her şeyden sonra ve her şeyle birlikte Allah'ı görüyorsa, Allah'tan başka bir şey mi görüyor? Hiçbir şeyi… İşte bu “kemali'l inkıta” (Allah'tan başka her şeyden kopmanın kemâli) değil de nedir? İşte bu “kemali'l-inkıta”dır; ancak yine de Allah'a dua ederek bunu istiyor. Yani “ey Allah'ım senden başka her şeyden tam olarak bağımı koparayım ve yalnız Sana bağlanayım” diyor. Bu dua Hz. Emir için tam olarak kabul edilmiş bir duadır.

 

Laricanî: Allah'a gönül bağlamanın durulacak bir sınırı olmadığı için insan sürekli olarak bunu istiyor.

 

Üstat Dinanî: Evet, çok doğru, insan sürekli bunun devamını istiyor. Devam da etmiştir, Hz. Emir her zaman Hak Teâlâ ile birliktedir.

 

Laricanî: Buyurduğunuz gibi velâyet, göklerden yeryüzüne kadar uzanıyor. Şeyh Attâr da bir anda yeryüzüne geliyor. Diyor ki:

 

Key asel ba şir u ba gendum khored

Nan-é cov ez faqr-é merdom khored.

 

Ne zaman bal, süt ve buğday ekmeği yedi?

Halkın en yoksulu gibi arpa ekmeği yedi.

 

Üstat Dinanî: Attâr'ın ruhuna selâm olsun, ne güzel ifade etmiş. Bakınız bazıları Hz. Emir'in iyi yaşamaya, zevkli yaşamaya karşı olduğunu sanıyor. Hayır, hayır. Hz. Emir de iyi yaşamayı severdi, iyi yaşamak insanî bir şeydir ve insan iyi bir şekilde yaşamalıdır. Peki neden buğday ekmeği var olduğu halde arpa ekmeği yiyordu? Bakın Attâr ne diyor, diyor ki: O yönetici olduğu için halkının en yoksulu gibi yaşıyordu. Belki de yönetici olmasaydı, o da diğer insanlar gibi buğday ekmeği yerdi.

 

Hz. Emir arpa ekmeği yiyor, halkın en yoksulunun hayatına riayet ediyor. O, yönetici olarak halkın en fakiri gibi yaşıyordu. Belki de o velâyet veya hükümet makâmında olmasaydı bunu yapmayacaktı yahut böyle bir zarureti olmayacaktı. Ama yönetici olarak yukarıda olduğu için halkıyla uyumlu olmak istiyor. Dünyanın tüm siyasetçileri Hz. Emir'den ders almalıdır.

 

Laricanî: O, adeta tüm ayetleri ve rivayetleri şiire dökmüş. Şöyle diyor:

 

La feta illa Ali'ş-é Mustafa'st

Bes khodavend-é cehan hel eta'st.

 

Hz. Peygamber'in dediği gibi “Ali'den başka yiğit yoktur”            

O halde Allah'ın “Hel eta"sıdır. (İnsan Suresinin nüzûl sebebine işaret)

 

Üstat Dinani: “La feta illa Ali”, “Hel etâ ‘alâ-l-insâni hînun mine-ddehri lem yekun şey-en meżkûrâ” (“Gerçekten de insana, zamanın bir çağı gelmişti ki anılır bir şey bile değildi.'' İnsan Sûresi, 1)

 

Bakın bunlarla ilgili rivayetleri hepimiz okuruz biliriz. İzin verirseniz şu rivayeti açıklayayım: “La feta illa Ali, la seyfe illa Zulfikar” (Ali gibi bir civanmert, Zülfikar gibi bir kılıç yoktur.) Civanmert, Hz. Emir'dir.

 

Sayın Laricanî, Farsçada bir “cevan” (genç) bir de “cevanmerd” (civanmert) vardır. Genç ile civanmert arasında fark vardır. Her genç civanmert değildir, yaşlı biri ise civanmert olabilir. Bir kişi genç (cevan) olabilir; ama civanmert olmayabilir. Aynı şekilde bir kişi hem yaşlı olabilir hem de civanmert olabilir.

 

Buradaki “feta” genç değil, civanmert anlamındadır. Hz. Emir, civanmerttir, hatta yaşı ilerlemişken de civanmertti. Gelelim “la seyfe illa Zülfikar” cümlesine… Bunun normal tercümesi “Zülfikar'dan başka kılıç yoktur” şeklindedir. Hz. Emir'in kılıcının adı Zülfikar'dı.

 

Şimdi size sorayım: Acaba Hz. Ali'nin kılıcının dünyada bir benzeri yok muydu veya olamaz mı? Yani onun gibi başka bir kılıç yapılamaz mı? Örneğin; şu an atom bombaları var ki binlerce kılıçtan daha etkilidir. Peki neden bu kılıç diğer tüm kılıçlardan daha üstündür? Onun çeliği diğer kılıçlarınkinden daha üstün olduğu için değildir. O kılıcın kullanıldığı yol, tüm yollardan daha üstün olduğu içindir.

 

Hz. Emir, kılıcı ne için vuruyordu? Hak için. Hz. Emir'in kılıcından daha sağlam milyonlarca kılıç olsun ama bu kılıçlar batıl yolunda kullanılsın. Bu kılıçların bir değeri olabilir mi? Eğer gücü, silah gücünü halka zulüm yolunda kullanacak olursak bu istenen bir iş olur mu? Elbette olmaz. O halde Hz. Emir'in kılıcı neden değerlidir? Hak için kullanıldığından dolayı…

 

Hz. Emir'in (a.s) kılıcının değeri, yani “la seyfe illa Zulfikar” olması, Hakk'ın kılıcı olmasından dolayıdır. Değerli olan Hak'tır.

 

Laricanî: “Aliyyun ma'al Hak ve'l Hakku maa'l Ali” (Ali Hak iledir, Hak da Ali iledir)

 

Üstat Dinanî: Evet, aynen öyle. Hakikatin ekseni Hz. Emir'dir. Söylediği her söz haktır, indirdiği kılıç haktır, sükûtu haktır. Uykusu, seferi haktır. Durması da haktır.  

 

Laricanî: Bir sonraki beyti de çok güzel. Diyor ki:

 

Mir-é nahl ez dest u can-é khiş bud

Zanké ilmeş nûş u tîğeş niş bud.

 

Arıların lideri, kendi eli ve gücü sayesindeydi.

Çünkü onun ilmi balı ve kılıcı ise dişiydi.

          

Üstat Dinanî: Bakın ne kadar güzel ve şairane bir teşbih yapmış. Bal arısı bazen iğnesini de sokar. Arılar, balı ağızlarıyla yapıyorlar. Bal, hem tatlı hem de güzeldir. Bu tatlı ve güzel bal, arının ağzının eseridir. Ancak arının bu ağzı başkaları için bir ısıran bir diş de olabilir. Arı insanı sokarsa acıtmaz mı? Burada ilginç bir teşbih yapmış. Diyor ki Hz. Emir'in ilmi baldır, kılıcı da tatlıdır. Yani hem ilmi hem de kılıcı güzeldir. Hem cihadı ve savaşı güzeldir hem de barışı.

 

Laricanî: Şöyle devam ediyor:

 

U çu qalb-é Âl-i Yasin amedest

Qalb-é Kur'an ya vu sin zin amedest.

 

O, Âl-i Yasin'in kalbi gibi gelmiştir

Kur'an'ın kalbi ya ve sin ondan gelmiştir.

 

Ne kadar muhteşem söylemiş.

 

Üstat Dinanî: Şuna bakın, şimdiye kadar Hz. Emir hakkında kim bu kadar güzel şiir yazabilmiş? Bakın Kur'ân'ın kalbi vardır. İnsan bedeninin en önemli organı kalptir, kalp bir an dursa insan ölür. Bakın ne diyor? Diyor ki ‘'Hz. Emir (a.s.) Kur'an'ın kalbidir''. Eğer Kur'ân'ı bir bedene benzetecek olursak Kur'ân'ın kalbi Hz. Mevlâ'dır. Yani; Kur'ân'ın bâtınıdır ve Kur'ân'ı Hz. Emir'in sözleriyle anlamalıyız. Bakın bunu Attâr söylüyor. Bunları bir Şii söyleseydi buna şaşırmazdım; ama bunları Attâr söylüyor. Gerçi bu sözleri diyene ben Şii değildir de diyemem…

 

Laricanî: Söyledikleri ayetlere ve rivayetlere uygun.

 

Üstat Dinani: Gadir-i Hum hadisini söylüyor. Hz. Peygamber'in Hz. Ali'yle ilgili sözlerini söylüyor. “Ben kimin mevlâsıysam, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım! Onu veli ve dost edineni Sen de veli ve dost edin. Ona düşman olana Sen de düşman ol.”

 

Laricani: Üstat çok istifade ettik.

 

Mera ez khak-é Leyla aferidend

Ne ez Âdem ne Havva aferidend

Hemé qalu bela goftend ve mestend

Mera sermest-é Movla aferidend.

 

Beni Leyla'nın toprağından yarattılar

Ne Adem'den ne Havva'dan yarattılar

Hepsi kâlû belâ dedi ve mest oldu

Beni Mevlâ'ya mest yarattılar.

 

Bir başka programda buluşmak dileğiyle, Üstat Dinanî ile hoşça kalın diyoruz.

 

 

https://philosophyar.net/marefat/31-august-2018/

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak