Wilferd Madelung’un Hz. Ali’nin hilafeti hakkındaki görüşünün eleştirisi

Wilferd Madelung’un Hz. Ali’nin hilafeti hakkındaki görüşünün eleştirisi
Câhiz el-Usmâniyye’sinde (s. 210) Peygamberin hilafeti olarak kullanılan bu Kur’ânî imamet kavramını vurgulamaktadır ki bu durum Şia ve Ehl-i Sünnet’in bunda ittifak ettiğini göstermektedir. İmamet, Câhiz’in de vurguladığı üzere (s. 211) nübüvvetin devamıdır ve Âl-i İbrahim’in seçilmişlerine mahsustur.

 

 

Hasan Ensari

 

 

ansari.kateban.com

 

 

 

Wilferd Madelung son yazılarında Hz. Peygamber'in (s.a.a.) hilafetinin verasetinden ibaret olduğu teorisini öne attı. Buna göre Hz. Fâtıma (a.s.), Resûlullah'ın (s.a.a.) geride kalan tek çocuğu olduğundan hilafet Hz. Ali'nin değil O'nun hakkıydı. Madelung bu çerçevede Hz. Emir'i (a.s.) sadece Peygamber vasîsi saymakta ve aynı zamanda hem imam hem de vasî olamayacağına inanmaktadır. Zira imamet Şia düşüncesinde hilafetten ibarettir ve birisinin başka birinin halifesi olması vârisi olması demektir, oysaki veraset vasîlikten farklıdır. Dolayısıyla İsmailî düşüncesindeki vesayet ve imametin birbirinden farklılığını, İmâmiyye'nin Hz. Ali'yi Hz. Peygamber'in hem vasîsi hem de ilk imam sayan doktrininden daha doğru bulmaktadır. Madelung bu görüşünü Kur'ân'daki veraset ve vasiyet kanununa dayandırıyor.

 

Madelung, son yazılarında geçen Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'in vasîsi olduğu bilgisini zannımca Şiilerin ilk asırlardan (hatta ilk yüzyıldan) bu yana benimsediği bu kabullerine dayandırmaktadır. Elbette Madelung son eserlerinden birinde Hz. Peygamber'in vefatı esnasında vasiyetini yazdırmak istediğini fakat Ömer b. Hattab'ın buna engel olduğunu belirtmiştir. Bu tarihsel açıdan doğrudur ve pek çok rivayet bunu tasdik etmektedir. Bununla birlikte bu rivayeti nakleden Şiiler Hz. Emir'in (a.s.) vasîliği için sadece buna atıf yapmıyorlardı. Zira her halükarda bu rivayete göre Hz. Peygamber'in vesayeti kaleme alınmadı ve doğal olarak Bay Madelung'un bunun muhtevasının ayrıntıları hakkında bilgisi yok. Şiilerin Hz. Ali'nin vesayeti hakkındaki dayanakları Hz. Peygamber'in mükerrer olarak O'nu hem vasî ve hem de halifesi olarak tanıttığı bir dizi rivayettir. İlk yüzyıldaki Şiilerin Hz. Emir'in vasîliğinden anladıkları buydu ve bu konu özellikle ilk asırdan kalan, İbn Ebi'l-Hadid ve diğer pek çok kişinin naklettiği ve doğruluğundan şüphe edilmeyen şiirlerde mevcuttur. Birinci asırda ve ikinci asrın başlarında tedavülde olan “vesayetin Ebu Haşim'den Abbasoğullarına geçtiği” iddiası etrafındaki tartışmalarda Şiiler ve Şii olmayanlar nezdinde kullanılan “vesayet” ve “Ebu Haşim'in vasiyeti” kavramından anlaşılan da Madelung'un tasavvur ettiği şey değil, imamet ve Hz. Peygamber'in hilafeti (ve makamının intikali ve veraseti) idi. Aslında en başından itibaren Şia'nın genelinin vesayet meselesinden anladığı ölüm sonrası geride kalan mallardaki ya da bazı şahsi isteklerdeki vasiyet değil Hz. Peygamber'in hilafeti idi. Madelung'u bizce doğru olmayan bu çıkarıma sevk eden şey, öyle görünüyor ki, her ne kadar Sakife'den sonraki hadiselerle de ilgili olsa Fedek meselesidir.

 

Kur'ân-ı Kerim'de de vesayet nübüvvet makamı çerçevesinde ele alınmıştır. Bu ayete dikkat ediniz:  “O: ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin' diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri' etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir.” (Şûrâ, 13) Başka bir ayette ise vasiyet ahlaki ve dinî anlamda kullanılmıştır: “Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. 'Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır.” (Lokman, 14) Şiiler vasiyeti tam da bu çerçevede anlamaktaydılar.

 

Şia'nın Hz. Emir'in (a.s.) imamet ve hilafetindeki en önemli dayanaklarından biri de Menzile Hadisi'dir. Menzile Hadisi gereğince Hz. Ali'nin Resulullah (s.a.a.) nezdindeki konum ve makamı Hz. Harun'un Hz. Musa yanındaki konumu gibidir. Hadiste “Ente minnî bi-menzileti Hârûne min Mûsâ” ve aynı şekilde “İllâ ennehu la nebiyye ba´dî” (fakat benden sonra peygamber yoktur) diye buyrulmuştur. Açıktır ki bu hadis nakledilirken Hz. Musa'nın hilafetinin Hz. Harun'un erken vefatı nedeniyle Yuşa b. Nun'a geçtiği bilinmekteydi. Bununla birlikte hadisin bu ikinci bölümü, meselenin temelde Hz. Peygamber'in dinî makamının hilafeti ile alakalı olduğunu -elbette nübüvvet bundan istisna edilmiştir- aydınlatmaktadır. Aslında Şia'nın bakış açısına göre Hz. Ali'nin vesayet ve hilafeti, bunun zamanı göz önüne alınmaksızın Hz. Peygamber'in dinî ve toplumsal konumunun tevarüsü idi. Eğer Şia'nın ilk yüzyıldaki tasavvuru Hz. Emir'in vasîliğinin sadece Peygamber'in vefatı sonrasındaki şahsi işleriyle sınırlılığı şeklinde olsaydı, Hazret'in Harun'a benzetilmesi ve nübüvvetin istisna edilmesini içeren Menzile Hadisinin nakli anlamsız hale gelirdi. Aslında Hz. Peygamber (s.a.a.) Hz. Ali'yi kendi ümmeti içindeki halifesi kılmıştı, tıpkı Hz. Harun'un Hz. Musa'nın gaybeti sırasında ümmeti arasındaki halifesi olması gibi: Musa ile otuz gece için sözleştik ve ona bir on daha ekledik. Böylece Rabbinin belirlediği süre, kırk geceye tamamlandı. Musa, kardeşi Harun'a 'Kavmimde benim yerime geç (halifem ol), ıslah et ve bozguncuların yolunu tutma' dedi.” (A´raf, 142) Açıktır ki bu ayetteki hilafetten kasıt Madelung'un anladığı veraset değildir ve görüşünün tarihî bir dayanağı yoktur.

 

Hz. Peygamber'in vesayeti aslında Resulullah'ın tüm nebevî şuûnunun idaresinin vesayetiydi, geride kalan malları ya da şahsi istekleriyle ilgili değildi. Hilafetin de mal ve servetin verasetiyle ilgisi bulunmuyordu.

 

 

Şia'daki imamet ve Madelung'un yanlış görüşü

 

Madelung bu son yazısında “İmâmiyye imametin doğrudan Hz. Peygamber'in neslinden gelmesi gerektiğini söylediği için Hz. Ali Peygamber'den sonraki imam olamaz, hilafet Peygamberin neslindeki miras olduğundan Hz. Ali'yi ne imam ne de halife saymak mümkündür, O sadece Peygamber'in vasîsi idi” diyor. Bu görüş bence Madelung'un yıllar önce yazdığı Muhammed'in [s.a.a.]  Hilafeti (The Succession to Muḥammad) kitabının ana fikriyle de uyumlu değildir ve ben bu çelişkiyi hiçbir şekilde açıklayamıyorum.

 

Bununla birlikte İmâmiyye'ye nispet ettiği “imamet verasetinin Hz. Peygamber'in doğrudan neslinden olması gerektiği” yorumunun doğru olmadığını söyleyebilirim, aslında bu İmâmiyye'nin tüm doktriniyle çelişmektedir. Madelung, İmâmiyye Şiası'nın bu akidesini Zeydiyye doktrinine muhalefet bağlamında değerlendiriyor. Şia'nın temel ilkesi Hz. Emir'in (a.s.) Hz. Peygamber'den sonraki hilafeti ve imameti düşüncesine dayalıdır. İmâmiyye O'nun imametini Hz. Peygamber'in belirlemesine ve nassa dayalı bilmektedir ve imamette veraset söz konusu edilmişsse de bu, imametin İmam Hüseyin (a.s.) nesline intikali hakkında olmuştur. Üstelik şunu da ilave etmeliyiz ki bu anlamdaki bir veraset türü üzerinde İmâmiyye arasında bir görüş birliği söz konusu değildi. Şia kelamcılarının görüşü imametin sadece bir önceki imamın sonraki imam için beyan ettiği nas yoluyla intikal ettiği şeklindedir, sırf veraset yoluyla değil. Bunun yanında Hz. Peygamber'ın ıtreti (nesli ve yakınları) bahsi ve bununla neyin kastedildiği en erken dönemlerden itibaren Şii kelamcıların önemli meselelerinden idi ve Sekaleyn Hadisi'ndeki “ıtret”i doğrudan çocuklar değil Hz. Ali'yi de kapsayacak şekilde Peygamber'in Ehl-i Beyt'i olarak kabul ediyorlardı. Elbette bu konuda bazı ayrıntılar da söz konusuydu ve Zeydiyye ve İmâmiyye bu konuda ihtilaf içerisindeydiler. Dördüncü asrın İmâmi âlimlerinden Muhammed b. Bahr er-Rahnî bu konuda, Şeyh Sadûk'un eserlerinde nakilde bulunduğu bir kitap kaleme almıştır. 

 

Madelung'un hilafet kavramından anladığı da hatalıdır. Eğer Câhiz'in el-Usmâniyye kitabındaki yargısını ölçüt alırsak o da şunu tasrih etmektedir: Şia'nın muhaliflerinin anlayışına göre hilafet akrabalıkla ilgili olmamalıdır, zira hilafet dinî bir meseledir ve akrabalıkla ilgisi yoktur (s. 205 ve sonrası). Zaten Sakife'de de Hz. Peygamber'in kabilesinin önceliğine atıf yapılmıştır fakat Hz. Peygamber ailesinin hilafetinin bahsi geçmemiştir… Bunun karşısında Hz. Peygamber'in (s.a.a.) amcası Abbas ve Emirü'l-Müminin (a.s.) Sakife biatına muhalefet ederken eğer iş kabilevî yakınlıkla oluyorsa Peygamber ailesinin evleviyeti olduğunu söylemiş, yok eğer herkesin kararına dayalıysa Haşimoğulları ile niçin istişare edilmediğini sormuşlardı. Şia, Hz. Ali'nin kesintisiz imameti ve hilafeti için Hz. Peygamber'in naslarına atıf yapıyordu. Sonraları elbette imametin devamı için hem Zeydiyye hem de İmâmiyye tarafından “ıtret” ve Hz. Peygamber'in nesli söz konusu edilmiştir. Hilafetin Hz. Peygamber'in malları ve borçları hakkındaki verasetle ilgili olmadığının tasavvuru ilk yüzyıl Müslümanları için zor değildi (elbette Peygamber'i bir “kral”, ya da “sahib-i mülk” sayanlar hariç.) Sakife'de de tartışma konusu bu türlü bir hilafet üzerinde değildi. Bu nedenle Ebu Bekir kendisini “Peygamber halifesi” addetmiştir. Ebu Bekir'in muhalifleri de onunla hilafet kavramı üzerinde tartışıyor değillerdi. Onlar Ebu Bekir'i bu makama layık görmemekteydiler. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Dâvûd Allah'ın halifesi sayılmıştır ve Kur'ân'da verasetle aynı kökten gelen kelimeler kullanılmasına rağmen hiç kimse bu ayeti ölünün mallarındaki vârislik bağlamında anlamamıştır: “Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık; onun için insanlar arasında adaletle hükmet; nefsin isteklerine uyma…” (Sâd, 26) ya da “Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.' demişler. Allah da, ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim' demişti.” (Bakara, 30)

 

Şia'nın ve Zeydiyye'nin ilk yüzyıllardaki görüşü şu şekildeydi: Peygamberin halifesi Kitab-ı Mukaddes ehli arasındaki sünnetullah gereği peygamberlerin nesilleri arasından gelmeye devam ediyordu ve onlar bunun için İlahî seçime mazhar olmuşlardı. “Gerçek şu ki, Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini âlemler üzerine seçti; onlar birbirlerinden (türeme) bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir.” (Âl-i İmrân, 33-34) ayeti kadim Şii kitaplarda bu bağlamda sıkça nakledilmekteydi. Hz. Ali'nin (a.s.) imameti de Âl-i İbrahim soyunun seçkin şahıslarından biri şeklinde bu bağlamda yorumlanıyordu. (bkz. http://ansari.kateban.com/post/1753. Mahir Cerrar yakınlarda ABD'de bu konu hakkında faydalı bir konferans vermiştir.) Bu hilafet ve bunun peygamberlerin neslinden devamı için çok erken dönemlerden beri imamet lafzı kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de de bu imamet olarak adlandırılmıştır: “Hani, Rabbi İbrahim'i bazı sözlerle imtihan etmişti de o da onların gereğini tam olarak yerine getirmişti. Rabbi ona: ‘Ben seni insanlara önder-imam kılacağım' dedi. O: ‘Soyumdan da!' dedi. Rabbi de: ‘Benim ahdim (sözüm) zalimlere erişmez' dedi” (Bakara, 124). Câhiz el-Usmâniyye'sinde (s. 210) Peygamberin hilafeti olarak kullanılan bu Kur'ânî imamet kavramını vurgulamaktadır ki bu durum Şia ve Ehl-i Sünnet'in bunda ittifak ettiğini göstermektedir. İmamet, Câhiz'in de vurguladığı üzere (s. 211) nübüvvetin devamıdır ve Âl-i İbrahim'in seçilmişlerine mahsustur. Câhiz burada Şia'nın imamet anlayışını da yansıtan şu ayeti nakletmektedir: Andolsun, Biz Nuh'u ve İbrahim'i (elçi olarak) gönderdik, peygamberliği ve kitabı onların soylarında kıldık. Öyle iken, içlerinde hidayeti kabul edenler vardır, onlardan birçoğu da fâsık olanlardır.” (Hadid, 26)

 

Dolayısıyla imamet ve hilafet nübüvvetle aynı türden olmaktadır. Hz. Dâvûd, Kur'ân ayetinde halife sayılmış, başka bir ayette de ilim, hikmet ve “mülk” sahibi olarak tanımlanmıştır: “Böylece onları, Allah'ın izniyle yenilgiye uğrattılar. Dâvûd Câlût'u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet verdi; ona dilediğinden öğretti.” (Bakara, 251) Dâvûd mülk sahibidir çünkü hilafeti de vardı. Kur'ân-ı Kerim'de sadece halife olarak tanımlanmıştır, Tâlût ise “melik” olarak: “Onlara peygamberleri dedi ki: Allah size Tâlût'u (melik olarak) gönderdi.” (Bakara, 247) İbrahim Ailesi de “Kitab, hikmet ve büyük bir mülk (mülkün azim)” sahibidir: Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar? Oysa İbrâhim soyuna Kitabı ve Hikmeti verdik ve onlara büyük bir Hükümranlık-Mülk bahşettik.” (Nisa, 54)

 

Şiiler Menzile Hadisini naklederek imameti tam da bu Kur'ânî çerçevede anlıyorlardı: Emirü'l-Müminin'in (a.s.) Hz. Peygamber (s.a.a.) nezdindeki konumu Hz. Harun'un Hz. Musa nezdindeki konumuyla aynıdır. Onların tamamı Âl-i İbrahim'in nesli ve seçilmişleriydiler. Emirü'l-Müminin'in Hz. Resûlullah'a nispeti bu bağlamda anlaşılmalıdır: hilafet ve ardıllık. Bununla birlikte Hz. Muhammed (s.a.a.) peygamberlerin hâtemi olduğu için Hz. Emir'in hilafeti, her ne kadar uzantısı ve aynı cinsten olsa da nübüvvet anlamında değildir. Hz. Harun'un Hz. Musa'nın gaybubeti sırasında sahip olduğu tüm özelliklere -Âl-i İbrahim arasındaki hilafet geleneği gereğince kesintisiz olarak süren nübüvvet hariç- sahiptir. Her ne kadar “Ümmetimdeki hilafet 30 senedir sonra padişahlığa (mülk) döner” şeklindeki maruf hadis sonraki uydurmalardan olup Şia tarafından kabul edilmese de, ilk dönem Müslümanlarının hilafet ve padişahlık arasındaki farkın bilincinde olduklarını yansıtması açısından önemlidir.

 

İmâmiyye Şiası, Madelung'un bu son yazısında yansıttığı tasavvurun aksine Hz. Peygamber'in (s.a.a.) hilafetini ölen kişilerin mal-mülk ve borçlarının veraseti şeklinde değerlendirmediği gibi Peygamber'in vesayetini de bunların idaresi ve ölümden sonraki şahsi istekler cinsinden saymamaktaydı. İmâmiyye Şiası için Emirü'l-Müminin Ali (a.s.) hem imamdı hem de Peygamber vasîsi. İmâmiyye'ye göre Hz. Ali, Allah Resûlü'nden (s.a.a.) sonraki ilk imam ve kendi neslinden gelecek olan ve tamamı nas ve tayin ile imamete seçilen diğer İmamların babası idi.

 

 

http://ansari.kateban.com/post/4270

 

 

 

Çeviri: Ozan Kemal Sarıalioğlu

 

 

Medya Şafak