Kur'ân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (3)

Kur'ân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (3)
Çünkü hadis “يضرب رقابكم على الدين / din üzere boyunlarınızı vuracak” şeklindedir. Sizler ise birinci, ikinci ve üçüncü halifenin her şeyi din için yaptıklarını söylüyorsunuz. Madem öyle Hz. Resûlullah (s.a.a.) neden bunu onaylamıyor da onların sorularına ‘‘hayır’’, ‘‘hayır’’, ‘‘hayır’’ cevabını veriyor?

 

 

Sunucu: Rahman Rahim Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla... Salat ve selâm Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.a.) ve O'nun pak Ehl-i Beyt'inin üzerine olsun. Değerli izleyiciler Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e hoş geldiniz diyorum. Saygıdeğer Seyyid önceki iki programda tenzil, tevil, tenzil ve tevil üzere savaş konuları çerçevesinde konuştuk. Yeni konuya geçmeden önceki programın özetini sunabilmemiz mümkün mü?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Önceki programda Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ'nın ilk sorumluluğuna delalet eden naslar üzerinde durmuştuk. Bu sorumluluk da ‘‘lâ ilâhe illallah deyinceye kadar insanlarla savaşmak'' idi. Bazı hadislerde ise şöyle geçmektedir: “Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna tanıklıkta bulununcaya kadar savaşmakla emrolundum.” Bu hakikati açıkladık ve mütevatir rivayetler aracılığıyla buna işaret ettik. Kur'ân-ı Kerim'e müracaat etiğimizde Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed'in (s.a.a.) Allah'ın elçisi olduğuna tanıklıkta bulunan bazı kimselerin açıkça münafık olduklarının dile getirildiğini görmekteyiz. Bu işin bir boyutudur.

 

İşin diğer boyutunda ise şunu görmekteyiz: Bu teslim olan ve Müslüman olduğunu ilan edenlerin -özellikle de Mekke'nin fethinde- çoğunluğunu diyemesek de bir bölümünün kalbine imanın henüz yerleşmediğini Kur'ân açıkça söylüyor.

 

Öyleyse karşımıza üç olgu çıkıyor:

 

İlk olgu: Mekke ve Medine toplumu ve bu şehirlerin etrafında yaşayan kabileler ve bedeviler Müslüman olduklarını izhar ettiler, kelime-i şehâdet getirdiler. Kur'ân-ı Kerim açıkça şöyle söylüyor: إذا جاء نصر الله والفتح ورأيت الناس يدخلون في دين الله أفواجا / Allah'ın yardımı gelip fetih gerçekleştiğinde ve insanların akın akın Allah'ın dinine girdiğini gördüğünde…”[i] Ancak bu insan topluluklarının İslam dinine girmeleri diğer iki olguyu da içinde barındırmaktadır. Bir yönüyle nifakı ve diğer yönden imanın kalplere yerleşmediği lafzî Müslümanlığı.

 

Bu iki olguyu birbirinden ayırt etmemiz gerekiyor. Açık ve sarih bir şekilde nifak olgusunu Kur'ân-ı Kerim'de görebilmekteyiz. Kur'ân Münâfıkûn Sûresi'nde buna işaret etmektedir:

 

اِذَا جَٓاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ اِنَّكَ لَرَسُولُ اللّٰهِۢ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اِنَّكَ لَرَسُولُهُۜ وَاللّٰهُ يَشْهَدُ اِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ لَكَاذِبُونَۚ / Münafıklar sana geldiklerinde, "Tanıklık ederiz ki sen gerçekten Allah'ın elçisisin" derler. Senin hiç kuşkusuz kendi elçisi olduğunu Allah elbette biliyor, ama Allah tanıklık eder ki münafıklar (inandık derken) kesinlikle yalan söylemektedirler.”[ii]

 

Doğaldır ki Allah Resûlü'nün yanına gelen bu münafıklar Resûlullah'a (s.a.a.) “Bizler münafıklarız” demiyorlardı. Onların münafık olduğunu Allah haber veriyor. Yoksa bunlar tevhide de tanıklıkta bulunuyorlar. Görüntüleri de Müslümandır.

 

Ben Münâfikûn Sûresi'nin bu âyetinin oldukça açık olduğunu düşünüyorum. Dahası âyete göre Hz. Resûlullah'ın risaletine de tanıklıkta bulunuyorlar.  والله يعلم /Allah biliyor ki…” Yani Allah, senin kendisinin elçisi olduğunu biliyor ve bizim bunların tanıklıklarına ihtiyacımız bulunmuyor. Peki neden böyle davranıyorlar? Bir sonraki âyet buna da cevap veriyor: اتخذوا أيمانهم جنّة فصدوا عن سبيل الله إنهم ساء ما كانوا يعملون / Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah yolundan yan çizmişlerdir. Onların yaptıkları ne kadar çirkin!”

 

Bu âyet de oldukça açık.

 

Sunucu: Lâ ilâhe illallah deyiniz, bu söz gerçekten bir kalkandır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hakikaten bir kalkandır. Bundan dolayı Hz. Peygamber “Benden mallarını, kanlarını korumuş olurlar” buyuruyor.

 

Bu sözle İslam'a girmektedirler. Bu âyet açıktır, üzerinde fazlaca durmaya gerek yoktur. Biz sadece bazı müfessirlerin pasajlarını aktaracağız.

 

Kadim tefsirlerden Taberî'nin kitabına bakalım. Taberî bu âyetin zeylinde şöyle diyor:

 

 ‘‘إذا جاءك المنافقون / Münafıklar sana geldiklerinde “Tanıklık ederiz ki sen gerçekten Allah'ın elçisisin” derler. Senin hiç kuşkusuz kendi elçisi olduğunu Allah elbette biliyor. Münafıklar bu sözü söylese de söylemese de Allah biliyor. ‘‘Ama Allah tanıklık eder ki münafıklar (inandık derken) kesinlikle yalan söylemektedirler.'' Allah, onların kendi nefisleri hakkında senin Allah'ın elçisi olduğuna dair tanıklıklarında yalancı olduklarını, buna inanmadıklarını biliyor.[iii]

 

Değerli dostlar, Taberî'nin bu açıklamalarına müracaat edebilirler. Ben kadim tefsirlerden seçmeye özen gösterdim.

 

İkinci kaynağa geçelim. Kaysî'nin el-Hidâye'sine...

 

‘‘Münafıklar sana geldiklerinde ve senin Allah Resûlü olduğunu ikrar ettiklerinde...” Allah senin kendisinin elçisi olduğunu elbette ki bilmektedir. Yine Allah münafıkların sana izhar ettikleri bu ikrarlarında yalancı olduklarını bilmektedir. Çünkü onların bâtınları, izhar ettikleri şeyle çatışmaktadır.[iv]

 

Bu ise bize şunu göstermektedir: İslam ve kelime-i şehâdeti söylemek zâhirdir. İman ise bâtındadır. Bu hakikate lütfen dikkat ediniz. Öyleyse iman, görünmeyen ve hissedilemeyen bâtınî ve kalbî bir durumdur, İslam ise zâhirî ve sözsel bir olgudur. İşitilmesi ve etkilerinin görülmesi mümkündür. Kişinin namaz kıldığı ve cihada gittiği görülür.

 

Aynı anlamı Kurtubi'nin el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'ân'ında da görebiliyoruz. O şöyle diyor:

 

“Bunun zâhirî anlamında olması ve onların imanlarını itiraf edip kendilerinin münafık olmadıklarını belirtmek üzere Muhammed'in (s.a.v.) Allah'ın Resûlü olduğuna fiilen şahitlik etmeleri anlamına gelme ihtimali de vardır. Daha uygun görülen de budur. ‘‘Allah da biliyor ki sen, hiç şüphesiz…'' onların dilleriyle ifade ettikleri gibi ‘‘O'nun Resûlüsün ve Allah şahitlik eder ki muhakkak münafıklar dışa vurduklarında, dilleriyle şahitlik edip yemin etmeleri ile yalancıdırlar.” [v]

 

Yani açığa vurdukları ile kalplerinde gizledikleri birbirinden ayrıdır.

 

Şeyh İbn Teymiyye de Mecmûu'l-Fetâvâ adlı eserinde bu konu üzerinde etraflıca durmuştur. İbn Teymiyye'nin açıklamaları önemli olduğundan dolayı üzerinde biraz durmaya çalışacağım. O şöyle diyor:

 

Kur'ân'da münafıkların ve onların niteliklerinin çokça beyan edilmesindeki maksat şudur: Münafıklar genellikle görüntü itibariyle Müslümandırlar. Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde münafıklar İslam'ın zâhiri emir ve yükümlülüklerini yerine getiriyorlardı. Özellikle de Hz. Peygamber'in hayatının son dönemlerinde kendilerinden sonraki münafıkların yerine getirmedikleri birçok şeyi yerine getiriyorlardı… Huzeyfe b. Yemân münafıkların nitelikleri ve şahsiyetleri hakkında sahâbenin en âlimlerindendi. Hz. Peygamber (s.a.v.) Tebûk Gazası'nın yapıldığı yıl ona münafıklardan bir grubun isimlerini sır olarak verdi. Bundan dolayı ona ‘‘başka hiçbir kimsenin bilmediği sırrın sahibi'' deniyordu. Rivayet olunduğuna göre Ömer, Huzeyfe'nin cenaze namazına katılmadığı hiç kimsenin namazını kılmazdı. [vi]

 

Aziz dostlarım, Kur'ân-ı Kerim bu nifak olgusu üzerinde neden bu kadar çokça durmaktadır? Münafıkları neden bize etraflıca ve dakik bir şekilde tanıtmaktadır? Çünkü İslam toplumunun en büyük sıkıntılarından birisi nifak olgusudur.

 

Hz. Peygamber'in hayatının son dönemlerine gelindiğinde artık bir kimsenin onları tanıması mümkün müdür? Müslümanlarla birlikte yaşıyor, namaz kılıyor, zekât veriyor ve gazalara çıkıyorlardı. Pasaja göre nifak olgusu sonrasında da devam etmiştir.

 

Bu pasaj bize şunu gösteriyor: Nifak olgusu sahâbe arasında yaygın idi. Ancak bunlar cenaze namazları eda edilen kimselerdendi.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Huzeyfe b. Yemân şöyle diyordu: Günümüzde münafıklık Hz. Resûlullah dönemindeki münafıklıktan daha fazladır. Bir rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde gizleniyorlardı, bugün ise kendilerini izhar ediyorlar, demiştir.[vii]

 

Lütfen dikkat ediniz! İnsanlar içinde münafıkları en çok tanıyan kimse bu sözü söylüyor. Nitekim onlar bunun en sahih eserlerinde mevcut olduğuna inanıyorlar.

 

Günümüzde, yani ‘‘Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra'' demektir. Peki bu münafıklar nerededirler? Bu münafıklar İslam toplumunun bir parçasını teşkil etmektedirler. Birinci, ikinci ve üçüncü halifeyi kuşatmış durumdadırlar.

 

Devamında ise İbn Teymiyye şöyle diyor:

 

Buhârî Sahih'inde İbn Ebî Müleyke'den şöyle rivayet etmektedir: Hz. Muhammed'in ashabından otuz kişiyi idrak ettim. Hepsi de kendisinin münafık olmasından çekiniyordu. Yüce Allah da münafıkların namaz kıldıklarını ve oruç tuttuklarını haber vermekte, ancak onların bu amellerinin kabul edilmediğini de bildirmektedir.

 

Allah-u Teâlâ şöyle buyurdular: ‘‘Münafıklar Allah'a oyun etmeye kalkışıyorlar. Hâlbuki Allah onların oyunlarını kendi başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıklarında üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az hatıra getirirler.''[viii]

 

Ve yine şöyle buyurdular:

 

‘‘De ki: İster gönüllü harcayın ister gönülsüz, sizden asla kabul edilmeyecek! Zira siz günaha gömülmüş kimseler oldunuz. Yaptıkları harcamaların kabul edilmesine engel olan esas sebep de şudur: Onlar Allah'ı ve Peygamberini tanımadılar; namaza da ancak üşene üşene gelirler ve harcamalarını gönülsüz olarak yaparlar.''[ix]

 

Hz. Peygamber'in gazalarında O'nunla birlikteydiler. [x]

 

Öyleyse münafıklar istemeye istemeye infak ediyorlardı. Madem öyle kimse bize “Bu sahâbîdir. Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile gaza etmiştir. Savaşın ön saflarında yer almıştır. İnfak etmiştir. Malının yarısını veya tamamını infak etmiştir” diyerek itirazda bulunmasın! İşte İbn Teymiyye'nin açık ve net ifadeleri! Bunlar bir kişinin imanına delalet etmiyor.

 

Sunucu: Evet bunlar hadd-i zatında birer fazilettir ancak yeterli değildir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, bu eylemler imana delalet etmemektedir. Evet, hadd-i zatında bunlar İslam'a delalet etmektedir. Ancak sadece İslam'a, ötesi yok. İman ise ayrı bir olgudur. Bundan dolayıdır ki İbn Teymiyye devamında şöyle diyor:

 

Nitekim Abdullah b. Ebî Übey ve diğer münafıklar İbn Übeyy'in ‘‘Hele Medine'ye dönelim, o zaman güçlü olan zayıf olanı oradan çıkaracak!''[xi] dediği gazaya katılmışlardı. Özetle insanlar hakikatte mümin, görüntü itibariyle Müslüman olan münafık ve hem zâhir hem de bâtınen kâfir olmak üzere üç kısma ayrılır. Münafık ise görüntü itibariyle Müslüman olsa da bâtınen kâfirdir. [xii]

 

Görüldüğü gibi yazar, İslam'ı zâhire ve imanı da bâtına irca etti.

 

Bu esasa göre Hz. Resûlullah'ın sahâbesini (yani Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile çağdaş olan insanları) üç kısma ayırabiliriz:

 

İlk kısım: Zâhiren ve bâtınen kâfir olanlar.

 

İkinci kısım: Zâhiren ve bâtınen O'na iman edenler.

 

Üçüncü kısım: Görüntü itibariyle iman eden ancak bâtınen kâfir olan kimseler.

 

Huzeyfe b. Yemân'ın ifadelerine göre bu son grubun sayısı Hz. Resûlullah'tan sonra artmıştır.

 

Buradan hareketle şunu diyebiliriz. Kur'ân-ı Kerim'e müracaat ettiğimizde şu manzara ile karşılaşırız: Kur'ân Muhâcir ve Ensâr'ı andıktan veya Hz. Resûlullah ile birlikte olanları zikrettikten hemen sonra münafıkları zikreder. Bununla şunu demek ister: Zihninize Muhacir ve Ensâr'ın tamamının mümin olduğu düşüncesi gelmesin. Onların arasında hakiki müminler olduğu gibi münafıklar da vardır.

 

Seyyidim Kur'ân bunu nerede söylüyor, diye sorabilirsiniz. Konuyla ilgili bazı âyetlere işaret edeceğim.

 

İlk olarak Tevbe Sûresi 100. âyet:

 

Muhâcirlerin ve Ensâr'ın ilkleri ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan razıdırlar. Onlara, sonsuza dek hep içinde kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Büyük bahtiyarlık işte budur.” [xiii]

 

Lütfen dikkat ediniz. Âyet, Muhacir ve Ensâr'ın öncüleri, önde gelenleri diyor. Muhacir ve Ensâr'ın tümü değil. Âyette geçen مِنَ الْمُهَاجِر۪ينَ وَالْاَنْصَارِ min edatı “tebiz” içindir veya en azından âyette bir mücmellik söz konusudur. Bu konu tefsiri ilgilendirir.

 

Her halükârda ‘‘Muhacir ve Ensâr'ın tümünden Allah razıdır'' diye bir genelleme yapılamaz. Cennetliklere ödül olarak altlarından akan ırmaklar verileceğinde hiçbir kuşku bulunmamaktadır. Zaten biz de bundan kuşku duymuyoruz. Ancak Muhacir ve Ensâr'ın tümüne aynı hükmü veremeyiz. Bu vaad Muhacirlerin öncüleri ve ahdini bozmayanlar için geçerlidir.

 

Akabindeki âyet doğrudan münafıklar konusuna geçiş yapıyor ve şöyle diyor:

 

“Çevrenizdeki bedevîler içinde münafıklar var. Medine ahalisi içinde de münafıklığı huy edinmiş olanlar var. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz. Onları iki defa cezalandıracağız, ayrıca çok büyük bir azaba itilecekler.”[xiv]

 

Sunucu: Hani Hz. Resûlullah'ı (s.a.a.) gören herkes âdildi!  

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel… Bu ilk âyetti. Geliniz, bazı izleyicilerimizin geçen hafta okuduğu Fetih Sûresi'ndeki âyete bakalım.

 

Sunucu: Gerçi âyette dikkat çeken bir nokta var. من أهل المدينة / Medine ehlinden” diyor. Muhacirlerden veya Ensâr'dan demiyor. Medine ehlinden diyerek bunların tümünü bir arada barındırmayı murat etmiştir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tabii ki. Evet, bunlar Resûlullah (s.a.a.) ile birlikteler.

 

Fetih Sûresi'nin 29. âyetine bakalım. Peki bu âyet ne diyor? Okuyalım:

 

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعاً سُجَّداً يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَاناًۘ س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرٰيةِۚۛ وَمَثَلُهُمْ فِي الْاِنْج۪يلِ۠ۛ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِه۪ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَۜ وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْراً عَظ۪يماً/ O, Allah'ın elçisi Muhammed'dir. O'nunla beraber olanlar da kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler. Onları, Allah'ın lütuf ve rızasına talip olarak hep rükûda ve secdede görürsün. Onların nişanları, yüzlerindeki secde izidir; Tevrât'ta onlar için yapılan benzetme budur. İncil'deki misalleri ise bir ekindir: Çiftçileri sevindirmek üzere filiz verir, onu güçlendirir, kalınlaşır ve kendi sapları üzerinde durur. Onlar (müminler) yüzünden kâfirler öfkeden kahrolsunlar diye (böyle olmuştur). Onlar arasından iman edip dünya ve ahirete yararlı işler yapanlara Allah bir bağışlama ve büyük bir ödül vaat etmektedir.” [xv]

 

Bu âyette zikredilenler Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile birliktedirler. Peki, Allah bunların tümüne mi bir bağışlama ve büyük bir ödül vadetmektedir? Bakınız, âyetin son bölümü ne diyor:

 

وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْراً عَظ۪يماً / Onlar arasından iman edip dünya ve ahirete yararlı işler yapanlara Allah bir bağışlama ve büyük bir ödül vaat etmektedir.”

 

Öyleyse Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile bulunanların tamamı mı kâfirlere karşı şiddetlidir? Asla! Bunların bir bölümü öyledir.

 

Sunucu: Âyetin son bölümünde geçen “min” edatı zaten ba'ziyeti / bazılığı bildirir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Âyet منهم / onlardan” diyor. Neden onlardan diyor? Bu bize şunu gösteriyor: Hz. Resûlullah ile bulunanların tümünün böyle olması zorunlu değildir.

 

Değerli izleyiciler her ne kadar sözü biraz uzattıysak da konunun açıklığa kavuşması gerekiyordu. Öyleyse ilk grup görünürde iman eden ancak bâtınen kâfir olan kimselerdir.

 

İkinci grup haklarında Hucurât Sûresi'nin şu âyetinin nazil olduğu kimselerdir:

 

Bedevîler “İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz. “Fakat boyun eğdik” deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah'a ve Peygamberine itaat ederseniz, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.[xvi]

 

Şu önemli neticeye ulaşıyoruz: Hz. Resûlullah (s.a.a.) bu âlemden göçtükten sonra;

 

. Nifak dosyası bir daha açılmadı,

 

. Müslüman olanların kalplerine imanın girebilmesi için çaba gösterilmedi.

 

Bu husus oldukça önemlidir. Her ne kadar İslam dosyası bir sarsıntı geçirdiyse de bu büyük bir sorun olmadı. Ancak nifak dosyası bir daha açılmadı.

 

Yine aynı şekilde Müslüman olup da henüz kalplerine imanın girmediği kimseler de kendi hallerine bırakıldılar. İlginç olan nokta şudur ki Müminlerin Emiri Nehcü'l-Belâga'da bu hakikate işaret etmektedir. Değerli izleyicilerin bu önemli pasaja dikkat etmelerini istirham ediyorum.

 

Biri, bidatlere sebep olan ve halk arasında yaygınlaşan farklı rivayetler hakkında soru sorunca Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

 

Sana dört kişi hadis getirir. Bunların beşincisi olmaz.

 

(İlk sınıf; Seyyid Kemal Haydarî) İman gösterisinde bulunan, Müslümanların yaptıklarını yapan münafıktır. Günahtan korkmaz, suçtan çekinmez, Resûlullah'a (s.a.a.) karşı kasten yalan isnat eder. Eğer, insanlar onun yalancı bir münafık olduğunu bilseler, söylediğini kabul etmezler, sözünü tasdik etmezlerdi. Fakat onlar, "O, Resûlullah'ın arkadaşıdır, O'nu görmüş, O'ndan duymuş ve duyduğunu bellemiştir." deyip sözünü kabul ederler.[xvii]

 

Lütfen dikkat ediniz. Hz. Resûlullah'tan hadis aktaranları İmam Ali (a.s.) dört gruba ayırıyor.

 

İlk gruba girenler hakkında konuşacağım. Diğer üç grup bizi şimdilik ilgilendirmiyor.

 

Sunucu: Nitekim öyle de oldu.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Öyle de oldu. Hadislerin tedvini yasaklandı. Diledikleri şekilde hadis uydurdular ve bunları, Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) hadisleri arasına kattılar.

 

Devamında İmam Ali (a.s.) şöyle buyurmaktadır:

 

“Allah, münafıkları haber vermiş, halleri nasılsa öylece anlatmıştır sana. Resûlullah'tan sonraya kalan münafıklar da yalan ve iftirayla halkı ateşe çağıran dalalet önderlerine yaklaştılar, yaklaştıkları kimseler de onları iş başına geçirdiler, insanlar üzerinde hüküm sahibi yaptılar, onlarla dünyayı yediler. Allah'ın koruduğu kişinin dışındaki insanlar, dünya ve yöneticilerle beraberdir. İşte bu (rivayet eden) dört gruptan biridir.”[xviii]

 

Peki problem nerede? Problem burada kalsaydı bir şey demezdik. Bu münafıklar Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) vefatından sonra cehenneme davet edenlere yaklaştılar. ‘‘Dalalet önderleri'' ifadesiyle belki de Müminlerin Emiri, Muâviye'ye işaret etmektedir. Bunlar cehennem ateşine davet etmekteydiler. Evet, İmam Ali'nin sözüne göre bu münafıklar vali, emir, muhafız oldular.

 

Şimdilik Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki savaşların üzerinde durmak istemiyorum.

 

Kur'ân nasları ve Nehcü'l-Belâga'da Müminlerin Emiri Ali'den aktarılan bu sözler açık ve net bir şekilde nifak olgusunun ve Hz. Resûlullah (s.a.a.) dönemindeki münafıkların Resûlullah'tan sonra da varlıklarını sürdürdüklerini, yönetimin dizginlerini ellerine geçirdiklerini belirtmektedir. İşte yönetimin dizginleri bunların eline geçmiştir. Hz. Resûlullah (s.a.a.) bu âlemden göçtüğünde bu nifak olgusu artık yerleşmiş ve gelişmiş durumdaydı.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid şu sonuca ulaştık: Hz. Peygamber'in (s.a.a.) hayatının son dönemlerinde İslam toplumunda üç grup bulunmaktaydı.

 

İlk grup: Kalben iman edip diliyle ve amelleriyle bu imanını izhar edenler. Yani ilk Muhacir ve Ensâr. Allah'tan razı olanlar ve Allah'ın da kendilerinden hoşnut olduğu kimseler…

 

İkinci grup: İman etmeyenler ve küfürlerini izhar edenler.

 

Üçüncü topluluk: Küfürlerini gizleyenler ve imanlarını izhar edenler.

 

Bunlara dördüncü bir kısmı da ekleyebiliriz. Bunları yeni iman eden kimseler olarak isimlendirebiliriz. Bunların münafıklardan olma zorunluluğu bulunmamaktadır. Ancak bunlar yeni iman etmiş ve kalplerine de henüz iman yerleşmemiş kimselerdir. Bunların tamamını Hz. Resûlullah (s.a.a.) idrak etmiştir. Allah-u Teâlâ'nın bir peygamberi veya bir resûlu göndermesi ve ona belirli bir süreliğine bir risalet vermesi, yirmi üç yıl sonra da bu ümmeti kendi hali üzere bırakması makul değildir.     

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bunca tehlike mevcut iken

 

Sunucu: Bu toplumda bunca tehlike ve sorunlar bulunmaktayken... Burada akla şu soru geliyor: Bu toplumun arındırılması ve tekâmülü sorumluluğu kime yüklenmiştir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu soru temel bir sorudur. Belki de söz uzayacak. Ancak vaktin elverdiği ölçüde bu konunun üzerinde durmak istiyorum. Aziz dostlarım bizler, Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) özel koşullar gereği ilk rolünü -yani İslam'ın yayılması, İslam dairesinin gelişmesi ve niceliksel olarak artması görevi- yerine getirdiğine inanmaktayız. Doğal olarak bu, Hz. Resûlullah (s.a.a.) döneminde imanın en üst derecelerine erişen kimselerin olmasına da mâni değildir. Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle “Muhacir ve Ensâr'ın ilkleri” bunu ifade etmektedir. Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) ilk ve öncelikli hedefi, İslam toplumunun genişlemesidir. İşte bundan sonra biz ikinci merhaleye ihtiyaç duymaktayız ki bu da nifak olgusundan ve münafıklardan arındırılmış özel bir toplum inşasıdır... Nitekim Müminlerin Emiri (a.s.) şöyle buyurmuştur:

 

“Resulullah'tan sonraya kalan münafıklar da, yalan ve iftirayla halkı ateşe çağıran dalalet önderlerine yaklaştılar, yaklaştıkları kimseler de onları iş başına geçirdiler…”

 

Bunlar özel bir seçkin grup oldular ve bu ümmetin dizginlerini ve son söz söyleme yetkilerini ellerine aldılar.

 

Bu temizleme görevi kime verildi?

 

Bizler inanıyoruz ki “Nasıl ki sizinle tenzil üzere savaşıldıysa sizinle tevil üzere de savaşılacaktır” hadisinden kastedilen de budur. Yani bu hadislerin yorumuna ilişkin değerlendirmemiz bu şekildedir. Elimizde buna dair bazı şahitler de vardır.  Yani Hz. Peygamber (s.a.a.) İslam toplumunu nifak olgusundan arındırma görevini -ki İslam'a yeni girmiş olup henüz kalplerine iman yerleşmeyen kimseler için de durum bu şekildedir- kime vermiştir? İşte bu görev İmam Ali'ye (a.s.) verilmiştir. Ben öyle inanıyorum ki izleyici doğrudan şu soruyu soracaktır: Seyyidim hadisler içinde belirttiğiniz bu yoruma delil olacak bir kanıt var mı?

 

Seyyid Kemal Haydarî: İlk şahit: -Hızlı bir şekilde sunmaya çalışacağım. Yoksa bu şekilde ilerleyecek olursak konuları bitiremeyebiliriz.- Allâme Albânî'nin Sahîhü Süneni Ebî Dâvûd adlı eseri. Bu rivayet oldukça önemlidir:

 

Ali b. Ebi Talib'den; O dedi ki: “Mekkeli müşriklere ait birtakım köleler Hudeybiye Günü'nde, sulhtan önce Resûlullah'ın (s.a.v.) yanına çıkageldiler. Bunun üzerine onların efendileri Hz. Peygamber'e ‘‘Ey Muhammed Allah'a yemin olsun ki onlar sana, senin dinine karşı bir istek duymuş değildirler. Onlar sadece kölelikten kaçmak için sana gelmişlerdir'' diye bir mektup yazdılar. Orada bulunan Kureyş'ten bazı kimseler ‘‘Ey Allah'ın Resûlü (bu mektubu yazanlar) doğru söylemişler. Dolayısıyla bu köleleri onlara geriver'' dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) öfkelendi ve ‘‘Ey Kureyş topluluğu! Allah şu tutumunuzdan dolayı boynunuzu vuracak bir kimseyi gönderinceye kadar bu hareketinizden vazgeçeceğinizi zannetmiyorum!'' dedi, onları geri vermeyi kabul etmedi ve ‘‘Bunlar aziz ve celil olan Allah'ın hürriyete kavuşturduğu kimselerdir'' buyurdu.

 

Rivayet sahihtir.[xix]

 

Bu rivayet bize gösteriyor ki Hz. Resûlullah (s.a.a.) iman olgusuna bakmıyordu. O İslam olgusuna bakıyordu. Rivayet bizim sunduğumuz okumaya açıkça delalet etmektedir.

 

Rivayete göre insanlar “Ey Resûlullah! Bunlar hakiki müminler değildi. Bu köleleri sahiplerine yani müşriklere geri ver!” dediler.

 

Sunucu: Bunun İslam'ın maslahatına uygun olduğunu düşünüyorlardı.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hz. Peygamber (s.a.a.) bu öneride bulunanlara kızdı.

 

Sunucu: Rivayetten anlaşıldığına göre bu teklifi yapanlar da Kureyş'ten…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu rivayeti Allâme Albânî, Sahîhü Süneni Ebî Dâvûd'da nakletmektedir. Ancak bu rivayette çeşitli yönlerden birtakım belirsizlikler ve kapalılıklar söz konusu.

 

İlk cihet; Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) “Müslüman olduklarını izhar eden köleleri müşriklere geri ver” diyenler kimlerdir?

 

İkinci cihet; Allah'ın Kureyş'in boyunlarını vurmakla görevlendireceği bu kimse kimdir?

 

Üçüncü cihet; رقابكم على هذا / bunun üzere boyunlarınızı vuracak…” Ne üzere sizinle vuruşacak ve ne üzere boynunuzu vuracak?

 

Öyleyse bu sahih hadis üç cihetten müphemdir. Bu ilki.

 

Bu itiraz edenler kimlerdir? Bu savaş görevini ve boyunları vurma görevini yerine getirecek kimdir? Hangi yönlerden onlarla savaşacaktır?

 

Geliniz, bir de şu rivayete bakalım. Sunacağımız bu rivayet yukarıdaki rivayeti tefsir etmektedir. Galiba Ebû Dâvud'daki bu rivayette bir oynama söz konusu olmuş ve birtakım şeyleri örtmek için manen rivayet edilmiştir.

 

Şimdi sunacağımız rivayet ise Tahâvî'nin Şerhü Müşkili'l-Âsâr'ında geçmektedir. Bu rivayet yukarıda geçen Sünenü Ebî Dâvûd'da aktarılan ve sahih olarak İmam Ali b. Ebî Tâlib'den aktarılan rivayetin aynısıdır. Ancak detayı bu hadiste geçmektedir. Rivayet şöyledir:

 

Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre O, şöyle demektedir:

 

Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: Mekke fethedildiğinde Kureyş'ten bazı kimseler O'na gelerek ‘‘Ey Muhammed! Bizler senin anlaşmalıların ve kavminiz. Bizim bazı çocuklarımız ve kölelerimiz sana katılmışlardır. Bunların İslam'a rağbetleri de bulunmamaktadır. Bunlar ancak çalışmaktan kaçmışlar. Onları bize geri ver!'' dediler. Bunun üzerine Hz. Resûlullah (s.a.v.) bu gelenlerin durumları hakkında Ebû Bekir ile istişare etti. Ebû Bekir ‘‘Bunlar doğru söylüyorlar ey Allah'ın Resûlü!'' dedi. Bu sözler karşısında Hz. Resûlullah'ın yüzünün rengi değişti. Ömer'e ‘‘Ey Ömer sen ne düşünüyorsun?'' diye sorunca O da Ebû Bekir'in açıklamalarına benzer sözler söyledi. Bunun üzerine Hz. Resûlullah şöyle buyurdular: ‘‘Ey Kureyş topluluğu! Allah, içinizden kalbini imanla sınadığı bir adamı gönderecek ve o bu din üzere sizin boyunlarınızı vuracaktır!'' Ebû Bekir ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü?'' diye sorunca Hz. Resûlullah ‘‘Hayır'' dedi. Ömer ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü?'' diye sorunca Resûlullah ‘‘Hayır, o ancak mescitte ayakkabıyı onarandır'' buyurdu.

 

Râvi ‘‘Hz. Peygamber (s.a.a.) onarması için ayakkabısını Ali'ye vermişti'' der.  Ali ‘‘Ben Resûlullah'ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu işittim: Benim adıma yalan söylemeyin. Kuşkusuz benim adıma yalan söyleyen cehenneme girecektir'' dedi. [xx]

 

Görüldüğü gibi iki hadisin de içeriği aynı. Hadisin ‘‘onları bize geri ver'' olan bölümüne kadar içerik aynı. O bölümden sonrası, önceki rivayetteki belirsizlikleri gidermektedir.

 

Bir önceki hadiste geçen ‘‘onları müşriklere geri ver'' diyen kimsenin Ebû Bekir olduğu ortaya çıkıyor. Önceki rivayette geçen ‘‘öfkelendi'' yerine bu rivayette ‘‘yüzünün rengi değişti'' ifadesi geçiyor.

 

Bu hadisten Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) kendisiyle istişare ettiği kimsenin bu sözlerinden acı duyduğu anlaşılmaktadır.

 

Benim için ilginç olan şudur: Ey Ömer! Sen Hz. Resûlullah'ın Ebû Bekir'in sözleri karşısında yüzünün değiştiğini ve öfkelendiğini gördüğün halde neden aynı sözleri tekrar edip de Hz. Resûlullah'a eziyet ediyorsun?

 

Öyleyse Sünenü Ebî Dâvûd'da geçen rivayette insanlardan muradın kim olduğu burada açığa çıktı. İnsanlar sözcüğünden murat birinci ve ikinci halifedir.

 

‘‘Allah, içinizden kalbini imanla sınadığı bir adamı gönderecek ve o, bu din üzere sizin boyunlarınızı vuracaktır'' ifadesi bir başka belirsizliği ortadan kaldırılmaktadır.

 

İlk belirsizlik, ‘‘insanlardan kastın kim olduğu'' idi. Bu hadise göre insanlardan kasıt Ebû Bekir ve Ömer'dir. İkinci belirsizlik ise ‘‘ne üzere sizinle vuruşacak veya boynunuzu vuracak'' sorusunda düğümleniyordu. Bunun cevabı ise “İslam dini üzere” diye verilmektedir.

 

Üçüncü konu ise bu sorumluluğu kimin yerine getireceğidir. Bu hadiste de bazıları ‘‘acaba ben miyim'' diyerek isteklerini dile getirmektedir. Hz. Resûlullah (s.a.a.) Allah'ın göndereceği bu şahsın bu din üzere çarpışacağını haber veriyor.

 

Sunucu: Hadise göre Hz. Resûlullah bunların hepsini bir tarafa bu şahsı da karşı tarafa koyuyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet. Hadisten elde edeceğimiz sonuçları ileride sunacağım. Hadise göre bu işlevi yerine getirecek olan kişi mescitte ayakkabıyı onaran kimsedir.

 

Hadise göre İmam Ali'nin sorumluluklarından biri de Hz. Resûlullah'ın ayakkabısı koptuğunda ve tamire ihtiyacı olduğunda onarmasıdır.

 

Buraya kadar yapılan açıklamalarla konu açıklığa kavuşmuştur.

 

Şimdi incelememiz gereken iki konu kaldı. Değerli izleyicilerin dikkatlice dinlemelerini istirham ediyorum.

 

İlk rivayete göre bu ikinci rivayette (Şerhü Müşkilü'l-Âsâr) daha çok detayın olduğunu görebiliyoruz ki bu da son derece açıktır. Bu rivayet ilk rivayetteki bütün belirsizlikleri ortadan kaldırdı. İlk olarak bu hadisin senedini ikinci olarak da delaletini araştırmamız gerekiyor. Bu rivayetin senedine bir bakalım.

 

Hadisin senedine ilişkin olarak ilk önce mütekaddimun sonra da müteahhirun dönemi âlimlerinin açıklamalarını sunacağım.

 

Kadim ulemadan hangileri bu hadisi eserlerinde nakletmişlerdir? İmam Tahâvî bunlardandır.

 

Dolayısıyla kimse bana ‘‘Allâme Şuayb el-Arnâvût bu hadisin zayıf olduğunu söylüyor'' demesin. Ben şu an muhakkikin ne dediği hakkında konuşmuyorum. Benim konum şu an İmam Tahâvî'dir. İkinci olarak bu rivayeti nakleden İmam Nesâî'dir. Bu hadisi kimin naklettiğini bilesiniz diye bu isimleri söylüyorum. Bu rivayeti Hârezmî ve Kundûzî gibi şahıslar değil de mütekaddimun ulema aktarmaktadır. Bu rivayeti aktaranlar Ehl-i Sünnet'in büyük âlimlerinden İmam Tahâvî ve Hasâisü Emîri'l-Müminin adlı eserin müellifi İmam Nesâî'dir.

 

Rivayet şöyledir:

 

Kureyş'ten bazı kimseler Hz. Peygamber'e gelerek şöyle dediler: ‘‘Ey Muhammed! Bizler senin komşularınız…'' Ebû Bekir ‘‘Doğru söylüyorlar…'' dedi. Hz. Peygamber ‘‘Ey Kureyş, Allah üzerinize kalbini imanla sınadığı bir kişiyi gönderecek, o bu din üzere sizi veya bir bölümünüzü vuracaktır!'' dedi.  Bunun üzerine Ebû Bekir ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü?'' diye sordu. Ömer ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü…'' diye sordu. Hz. Resûlullah ‘‘O ayakkabıyı onarandır'' dedi. Hz. Resûlullah (s.a.v.), onarması için ayakkabısını Ali'ye vermişti. [xxi]

 

Peki Nesâî kimdir? Kitabın mukaddimesini okumamız bizim için yeterlidir. Bakınız, Zehebî İmam Nesâî hakkında ne diyor:

 

“Hicretin üçüncü asrının başında Nesâî'den daha hâfız bir kimse yoktu. O hadis sahasında insanların en zekisidir. Hadisin illetleri ve ricâli hakkında da Müslim'den de, Ebû Dâvûd'dan ve Ebû Îsâ et-Tirmizî'den de daha iyidir. Aslında O Buhârî ve Ebû Zura kategorisinde bir muhaddistir. Ancak onda birazcık Şiîlik vardır. Ali'nin Muâviye ve Amr b. el-Âs gibi hasımlarından yüz çevirmiştir. Allah günahını affetsin.” [xxii]

 

Yani Nesâî, Müslim'den daha dakiktir.

 

Pasaja göre bu hadisi nakleden Nesâî, Buhârî ve Ebû Zura çapında bir muhaddistir.

 

Yani Nesâî, Ebû Bekir ve Ömer ile problemli değildir. Ümeyyeoğulları ile problemlidir. Öyleyse listeden düşmelidir ve eseri Allah'ın Kitabı'ndan sonra en sahih kitaplardan sayılan birinci tabakadaki kaynaklardan sayılamaz. Buna göre bir hadis mecmuasının en sahih hadis mecmuası olabilmesi için temel ölçüt nedir? Muâviye'dir! Sanki Hz. Resûlullah (s.a.a.) İmam Ali (a.s.) hakkında “Seni ancak mümin sever ve sana ancak münafık buğzeder” sözünü Muâviye hakkında söylemiş!

 

Kısacası bu hadisi Tahâvî'den sonra rivayet eden ikinci kişi İmam Nesâî'dir.

 

Bundan dolayıdır ki İbn Hacer el-Askalânî el-İsâbe adlı eserinde şöyle der:

 

Nesâî, sadece Hz. Ali'ye özgü olan ve diğer sahâbenin elde edemediği hususiyetleri araştırmış, bunlardan birçok şey derleyip toparlamıştır. Bu topladıklarının birçoğunun isnadı ceyyiddir.[xxiii]

 

Bu da ikinci kaynak. Öyleyse ilki İmam Tahâvî, ikincisi ise İmam Nesâî'dir.

 

Bu hadisi sahih olarak kabul edenlerden birisi de birçok yerde kendisine istinad edilen büyük âlimlerden el-Müstedrek ala's-Sahîhayn'ın müellifi Hâkim en-Nîsâbûrî'dir. Hâkim en-Nîsâbûrî bu rivayeti naklettikten sonra şöyle diyor:

 

Bu hadis Müslim'in şartına göre sahih olduğu halde ne Buhârî ne de Müslim tahric etmişlerdir.[xxiv]

 

Yani bu hadisi ne Buhârî tahric etmiş ne de Müslim. Hâlbuki hadis Müslim'in sıhhat şartlarına uymaktadır.

 

İlginç olan nokta şudur ki İmam Zehebî el-Müstedrek'e düştüğü haşiyede bu hadise “mim” rumuzunu düşer. Yani hadis Müslim'in şartına uygundur.

 

Buraya kadar yapılan açıklamalarla bu hadisi sahih sayan kaç kişi oldu? Tahâvî, Nesâî, Hâkim en-Nîsâbûrî ve Zehebî.

 

Bu hadisi sahih sayanlardan bir başkası da Hâfız et-Tirmizî'dir. Hâfız et-Tirmizî Sünen'inde hadisi naklettikten sonra “Bu hadis hasen sahihtir” der.[xxv]

 

Bu hadisi sahih sayan başka bir âlim el-Ehâdisü'l-Muhtâre'nin müellifi ed-Dıyâ el-Makdisî'dir. Eserin muhakkiki Doktor Abdülmelik b. Abdullah b. Düheyş kitabın önsözünde şöyle der:

 

Bu kitap isminden de anlaşıldığı üzere sahih hadisler içinde İmam Buhârî ve İmam Müslim'in sahihlerinde tahric etmedikleri hadisleri bulup ikmal amacıyla yazılmıştır. Hatta İmam Zehebî şöyle diyor: Bu hadisler Sahihayn dışında kanıt olarak kullanılmaya elverişli hadislerdir. Bu kitabın ehemmiyeti Diyâüddîn el-Makdisî'nin bu eserine sadece sahih hadisleri alacağına dair verdiği sözün gereğine uygun bir şekilde hareket etmiş olmasıdır. [xxvi]

 

Öyleyse bu eserde varid olan hadislerin tümü sahihtir.

 

Sunucu: Öyleyse bu hadis mecmuasında geçen rivayetlerin tümü sahihtir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Geliniz, eserin ikinci cildine bir bakalım. Diyâüddîn el-Makdisî hadisi nakleder:

 

“Ta ki bunun üzere Allah boynunuzu vuracak birisini gönderinceye kadar.”[xxvii]

 

Eserin muhakkiki bu hadis hakkında “bu hadis hasendir.” diyor. Yani Diyâüddîn el-Makdisî bu hadisin sahih olduğunu belirtirken muhakkik ise isnad zincirinin hasen olduğunu söylüyor.

 

Bu hadisi sahih sayanlar şu kişilerdir: Tahâvî, Nesâî, Hâkim en-Nîsâbûrî, Zehebî, Tirmizî ve Diyâüddîn el-Makdisî. Bu isimler kadim âlimlerdir.

 

Peki çağdaş âlimlerden bu hadisi sahih olarak kabul edenler kimlerdir?

 

Karşımızda tahkikini Ahmed Muhammed Şakir'in yaptığı Müsnedü Ahmed var. Rivayet şöyledir:

 

Ali'den rivayet edildiğine göre: Kureyş'ten bazı kimseler Hz. Peygamber'e gelerek şöyle dediler: ‘‘Ey Muhammed! Bizler senin komşuların ve dostlarınızız. Bizim kölelerimizden bazıları sana gelmişler. Bunların ne dine rağbetleri var ne de anlayış sahibidirler. Onlar bizden kaçmışlar. Onları bize geri ver.'' Bunun üzerine Hz. Resûlullah, Ebû Bekir'e ‘‘Ne diyorsun?'' diye sordu. Ebû Bekir ‘‘Doğru söylüyorlar! Onlar senin komşularındır.'' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in mübarek siması değişti. Ondan sonra Ömer'e ‘‘Sen ne diyorsun?'' diye sorunca o da ‘‘Onlar doğru söylüyorlar. Onlar senin komşuların ve anlaşmalılarındır'' dedi. Hz. Peygamber'in yüzü yine değişti. [xxviii]

 

Tahâvî'den rivayet ettiğimiz metnin aynısı.

 

İmam Ahmed rivayetin bundan sonrasını atmış ve hazfetmiştir. İşte ilmî emanet duygusu!

 

Sunucu: Evet, ilmî emanet duygusu!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Eğer hadis zayıf ise tümü zayıf. Niçin hadisi sunuyorsun? Yok eğer hadis sahih ise tümü sahih! Neden Ali (a.s.) ile ilgili bölümü kesiyorsun?

 

Sunucu: Galiba bütün problem İmam Ali (a.s.)!

 

Seyyid Kemal Haydarî: İşte karşımızda İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i. Hadisin tahkikine bir bakalım. Muhakkik Ahmed Muhammed Şakir şöyle diyor:

 

“Hadisin isnadı sahihtir.” [xxix]

 

Dolayısıyla çağdaş âlimlerden Ahmed Muhammed Şâkir de bu hadisin sahih olduğunu belirtiyor. ‘‘Seyyidim senedi mi sahih olarak kabul ediyor?'' diye soracak olursanız cevabım evettir. Bu isnad zinciri İmam Tahâvî ve diğerlerinin rivayet ettiği hadisin isnad zinciri ile aynıdır.

 

Sunucu: Garip olan şudur ki bu hadis Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) ne dediğini ve tavrının ne olduğunu açıklamıyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, hadis yarıdan kesilmiş. Netice olarak Hz. Resûlullah (s.a.a.) onları ret mi etmiş, yoksa görüşlerini kabul mü etmiş, cevap yok. Hadisin yarıdan kesildiği belli. Bundan dolayıdır ki dipnotta Ahmed Muhammed Şakir'in birinci ve ikinci halife ilgili birtakım eleştirileri var. Dileyenler o kaynağa müracaat edebilirler.

 

Peki, Allâme Albânî bu hadisi sahih mi yoksa zayıf mı sayıyor? Aziz dostlar, şimdilerde bazıları televizyon kanallarında veya bazı muhakkikler şu açıklamalarda bulunuyorlar: Allâme Albânî Tirmizî'de aktarılan bu rivayeti aktarmış ve bunu Daîfü Süneni't-Tirmizî adlı esere yerleştirmiştir. Öyleyse Allâme Albânî bu hadisi zayıf olarak kabul etmektedir.

 

Öncelikle ilk başta şunu söyleyelim. Allâme Albânî böyle davranmış olsa dahi bu hadisin sıhhatine zarar vermez. Çünkü büyük âlimler bu rivayetin isnad zincirinin sahih olduğunu belirtmişlerdir.

 

Bu rivayet Allâme Albânî'nin Daîfü Süneni't-Tirmizî adlı eserinde geçmektedir. Allâme rivayeti aktardıktan sonra “isnadı zayıftır” diyor.[xxx] Kimse bize ‘‘Seyyidim neden sadece sahih olanları naklediyorsunuz'' diye itirazda bulunmasınlar diye zayıf olanları da aktarıyoruz.

 

Ancak Allâme'nin kendisi Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha adlı eserde bu hadisi ele alıyor ve “Bu hadis muteberdir.” diyor.[xxxi] Yani buradaki sened zayıftır, ancak şahitler ve mütabeatlarla hadis muteberdir, demek istiyor.

 

Sunucu: Seyyid'den ne kadar uzun sürerse sürsün bu konuyu bize açıklamasını istiyoruz.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hadis No: 2487.

 

“Ben nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere savaştıysam içinizden bir kimse de bu Kur'ân'ın tevili üzere savaşacaktır. Biz bu fazilet ile şereflenmek istedik. Aramızda Ebû Bekir ve Ömer de bulunmaktaydı.”

 

Hz. Resûlullah ‘‘Ey Kureyş topluluğu Allah içinizden kalbini imanla sınadığı bir kimseyi üzerinize gönderip de boynunuzu vurmadan siz bundan vazgeçecek değilsiniz!'' dedi. Bunun üzerine Ebû Bekir ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü!'' diye sordu. Hz. Resûlullah ‘‘Hayır'' buyurdu. Ömer ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü!'' deyince Hz. Resûlullah ‘‘Hayır! O ayakkabıyı onarandır.'' dedi. Ali'nin elinde Hz. Resûlullah'ın (s.a.v.) onarılmış ayakkabısı bulunmaktaydı.

 

Bu hadisi Hatib ve İbn Asâkir Tarih'lerinde tahric etmişlerdir.

 

Ben derim ki; bu hadisin isnadı hasendir.[xxxii]

 

Sünenü't-Tirmizî'de geçen rivayet için ‘‘zayıftır'' diyordu. Ama burada ‘‘hasendir'' diyor. Devamında ise şöyle diyor:

 

“Mütabeatlarla bu hadisin makbul olduğu anlaşılıyor.”[xxxiii]

 

Devamında da şöyle diyor:

 

“Bu hadisin isnadında Şerik vardır. Şerik'in hâfızası kötüdür. Ancak şahit olarak kullanılmaya ve takviye için yararlanmaya elverişlidir. Ebân b. Sâlih…” [xxxiv]

 

Buraya kadar yapılan açıklamalarla şuna ulaşıyoruz. Allâme Albânî bu hadis hakkında şu üç ifadeyi kullanıyor:

 

. Bu hadisin isnadı hasendir.

 

. Mütebaetlarla makbul olduğu anlaşılıyor.

 

.  Bu hadis şahit ve takviye için kullanılmaya uygundur.

 

Yani Albânî'ye göre de hadis muteberdir.

 

Evet, Daâfü Süneni't-Tirmizî'de zayıf olduğunu söylüyor. Ancak Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha'da bu hadisin hasen, makbul ve şahit olarak kullanılabileceğini belirtiyor.

 

Bundan dolayı çağdaş büyük âlimlerden ve tahkik erbabından Muhammed Avvame, rivayeti İbn Ebî Şeybe'nin (h. 235) Musannef'inden naklettikten sonra şöyle diyor:

 

Bu hadis… Nesâî bu isnad ile bu hadisin bir benzerini rivayet etmiştir. İsnadda bulunan Şerik hakkında ileri geri konuşulmuştur. Ancak Şube'nin mütabeatı hadisin zayıflığını telafi etmektedir.[xxxv]

 

Yani hadis her ne kadar zayıf ise bu zayıflığı gideren birtakım şahitler vardır.

 

Öyleyse çağdaş âlimlerden Allâme Albânî, Ahmed Muhammed Şakir ve Muhammed Avvâme işaret ettiğimiz üzere bu hadisin itimat edilecek sahih hadislerden olduğunu belirtmektedirler.

 

Hadisin isnad zincirini ele aldığımızda bu rivayetin sahih ve muteber olduğu anlaşılıyor. Asıl konu ise bu hadisin delaletindedir. Geliniz, Tahâvî'nin Şerhü Müşkilü'l-Âsâr'ında geçen rivayeti okuyalım. Hadisi bölüm bölüm okuyacağız.

 

Hadisin ilk bölümü يا معشر قريش / Ey Kureyş topluluğu!” dur. Yani Hz. Peygamber'in (s.a.a.) bütün savaşları Kureyş ile olacaktır.

 

Sunucu: Hatta Kureyş'in ileri gelenleriyle

 

Seyyid Kemal Haydarî: Başka bir ifade ile كما قوتلتم على التنزيل / Sizinle tenzil üzere savaşıldığı gibi”… Aslında bu bölüm yukarıda okuduğumuz ve belirttiğimiz ‘‘tevil üzere savaş, kendileriyle tenzil üzere savaşılmış kimselerle gerçekleşecektir'' şeklindeki yargımızı desteklemektedir.

 

İkinci bölüm: Burası da hadisin en önemli bölümlerindendir. ليبعثن الله عز وجل عليكم رجلاً منكم / Allah içinizden üzerinize öyle bir şahsı gönderecektir ki” Öyleyse gönderilen kimin tarafından gönderilmiştir?

 

Sunucu: Oldukça önemli!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu bölüm oldukça önemlidir. Yani bu kişi ümmet tarafından seçilmiş değildir. Onu Allah seçmiştir.

 

Sunucu: Ve bu şahıs aranızdadır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: امتحن الله عز وجل قلبه للإيمان / Allah azze ve celle onun kalbini imanla sınamıştır.”

 

Sunucu: Yani sadece zahirî Müslüman değildi…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elbette Üstad Ala. Allah onu imanla sınamış ve bu insan ilahî imtihandan başarıyla çıkmış. Peki bu ikinci bölümden sonra…

 

Sunucu: Bu insan münafıklardan değildir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Yahut da أفإن مات أو قتل انقلبتم على أعقابكم / Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri dönecek misiniz?” denilen kimselerden de değildir. Sonraki sorumluluk يضرب رقابكم على الدين / Sonra da din üzere boyunlarınızı vuracaktır.” ifadesindedir.

 

Bu durumda İmam Ali'nin (a.s.) Cemel, Sıffin ve Nehrevân Savaşları siyasî saiklerle yapılan savaşlar mı oluyor yoksa dinin ikamesi için gerçekleştirilmiş savaşlar mı?

 

Sunucu: Bu savaşların emirlik için yapıldığını söylüyorlar!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sulta ve siyasi hilafet için! Bunlar, Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) bu savaşların ümmetin yaşamında dinin ikamesi için yapılacak savaşlar olduğunu söylediğini bilmiyorlar.

 

Burada akla şu soru geliyor. Dinin zâhiri için mi? Ali'nin (a.s.) kendileriyle savaştığı bu kimseler Müslümanlar idiler. Öyleyse İmam Ali (a.s.) onlarla ne için savaşıyordu? İslam için değil iman için!

 

Sunucu: Tevil için…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, tevil için.

 

İşte bu, yukarıda işaret ettiğimiz husustu. Yukarıda şöyle demiştik: Zâhir zaten mevcuttu. Bunlar zaten Müslüman idiler ve “Eşhedu en lâ ilâhe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Resûlullah” diyorlardı. Onlarla din üzere savaşıyordu. Bu durum, “İmam Ali'nin savaşları siyasi mülahazalarla yapılıyordu ve bir fitneydi” şeklindeki bakış açısını iptal etmektedir. Hz. Ali savaşmasaydı daha iyi olurdu, şeklindeki bakış açısı da bu hadislerle çatışmaktadır.

 

Üstad Ala, şu çıkarsama bir önceki çıkarsamadan daha önemlidir.

 

Ebû Bekir bu iş için seçilmiş miydi? Öyleyse Ridde Savaşları olarak isimlendirilen bu savaşlar din için miydi?

 

Hadisin metnine göre… Değerlendirmeyi değerli izleyicilere bırakıyorum. Çünkü hadis يضرب رقابكم على الدين / din üzere boyunlarınızı vuracak” şeklindedir. Sizler ise birinci, ikinci ve üçüncü halifenin her şeyi din için yaptıklarını söylüyorsunuz. Madem öyle Hz. Resûlullah (s.a.a.) neden bunu onaylamıyor da onların sorularına ‘‘hayır'', ‘‘hayır'', ‘‘hayır'' cevabını veriyor? 

 

Sunucu: Üzerinde durulması gereken bir soru…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu soruyu değerli izleyicilere, tahkik ehline sormuş olalım. “Düşünmüyor musunuz?” Bu sahih ve delaleti son derece açık olan hadisler bu hakikate delalet ediyor mu?

 

Biz bu nasları nasıl değerlendirdiğimizi sunalım. Biz diyoruz ki Müminlerin Emiri'nin omuzlarına yüklenen bu sorumluluk, yani savaşları, tevil üzeredir. Peki tevilin anlamı nedir? Yani İmam Ali (a.s.) onlarla iman üzere savaştı. Hz. Resûlullah (s.a.a.) ise onlarla İslam üzere savaştı. Peki neden o dönemde böyle bir sorumluluk yüklenmişti? Ben de diyorum ki ortam ve koşullardan dolayı. Bu ayrımı yapan Hz. Resûlullah'tır (s.a.a.). Bu konudaki hikmetin ne olduğuna ben müdahil olamam.

 

Sunucu: Bu ilahî bir sorumluluktu.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. İlk ilahî sorumluluk Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.), ikinci ilahî sorumluluk İmam Ali'nin (a.s.) omuzlarına yüklenmiş. Bundan dolayı İbn Kayyım el-Cevziyye'nin el-Fevâid alı eserinde şöyle dediğini görmekteyiz:

 

“İmanın bir zâhiri vardır bir de bâtını. Zâhiri dil ile söylemek, organlarla amel etmek. Bâtını ise kalben tasdik etmek, boyun eğmek ve sevmektir.” [xxxvi]

 

Resûlullah (s.a.a.) lâ ilâhe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmış. İmam Ali ise onlarla iman üzere savaşmıştır.

 

Sunucu: İmanın hakikati üzere

 

Seyyid Kemal Haydarî: İmanın hakikati üzere. İlk savaşlar tenzil, sonraki savaşlar ise tevil üzere idiler.

 

Sunucu: Allah binlerce defa mükâfatınızı versin. Seyyidim sorulacak çok soru var… Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkür ediyoruz. Siz değerli izleyicilere de teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizleri Allah'a emanet ediyoruz. Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[i] Nasr, 1-2.

[ii] Münâfıkûn, 1.

[iii] et-Taberî (h. 310), İbn Cerîr, Tefsîrü't-Taberî, Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, c. 22, s. 650, Dârü Alemi'l-Kütüb.

[iv] Kaysî (h. 437), el-Hidâye İla Bulûği'n-Nihâye, c. 12, s. 7479.

[v] İmam Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'ân, c. 20, s. 497, Tahkik: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Müessesetü'r-Risâle.

[vi] Şeyh ibn Teymiyye, Mecmûu'l-Fetâvâ, c. 7. s. 469.

[vii] A.g.e., a.g.y.

[viii] Nisâ, 142.

[ix] Tevbe, 53- 54.

[x] A.g.e., a.g.y.

[xi] Münâfıkûn, 8.

[xii] A.g.e., a.g.y.

[xiii] Tevbe, 100.

[xiv] Tevbe, 101.

[xv] Fetih, 29.

[xvi] Hucurât, 14.

[xvii] Nehcü'l-Belâga, 209. Hutbe.

[xviii] A.g.e., a.g.y.

[xix] Albânî, Muhammed Nâsırüddîn, Sahîhü Süneni Ebî Dâvûd, c. 2, s. 155.

[xx] Tahâvî, Ebû Cafer Ahmed b. Muhammed, Şerhü Müşkilü'l-Âsâr, c. 10, s. 221, Hadis No: 4053, Tahkik: Şuayb el-Arnâvût, Müessesetü'r-Risâle. 

[xxi] Nesâî, Hasâisü Emiri'l-Müminîn, s. 42, Bab Başlığı: Allah, Ali'nin kalbini imanla sınamıştır. Hadis No: 31.

[xxii] A.g.e., Mukaddime.

[xxiii] İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe, c. 7, s. 276, Tahkik: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî.

[xxiv] Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek Ala's-Sahihayn, c. 2, s. 138, Kitabü Kısmı'l-Fey, Dârü'l-Fikir.

[xxv] Sünenü't-Tirmizî, Hadis No: 4048, Arnâvût.

[xxvi] Diyâüddîn el-Makdisî, el-Ehâdîsü'l-Muhtâre evi'l-Müstahrec mine'l-Ehâdîsi'l-Muhtâre mimma lem yuharrichu el-Buhâriyyu ve Müslimun fi Sahîhayhima, c. 2, s. 69, Hadis No: 446 Tahkik: Doktor Abdülmelik b. Abdullah b. Duheyş, 5. Baskı, 1429, Mekke.

[xxvii] A.g.e., a.g.y.

[xxviii] Müsnedü Ahmed b. Hanbel, c. 2, s. 151 Hadis No: 1335, Tahkik: Ahmed Muhammed Şakir.

[xxix] A.g.e., a.g.y.

[xxx] Albânî, Muhammed Nâsırüddîn, Daîfü's-Süneni't-Tirmizî, s. 451, Hadis No: 3715.

[xxxi] Albânî, Muhammed Nâsırüddîn, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, c. 5, s. 642, Hadis No: 2487.

[xxxii] A.g.e., a.g.y.

[xxxiii] A.g.e., a.g.y.

[xxxiv] A.g.e., a.g.y.

[xxxv] İbn Ebî Şeybe, Musannef, c. 17, s. 104, Hadis No: 32744, Tahkik: Muhammed Avvâme.

[xxxvi] İbn Kayyım el-Cevziyye, el-Fevaid, s. 124.