"Sahabenin Adaleti" görüşünün eleştirisi (1)

"Sahabenin Adaleti" görüşünün eleştirisi (1)
Ancak garip olan şudur ki ey kardeşim, bir kimse birinci halifeye karşı çıksa hemen kâfir ve mürted oluyor! Bundan dolayı yapılan savaşlara da Ridde Savaşları deniliyor. Ancak kim İmam Ali’ye (a.s.) karşı çıkarsa müctehid olur!

 

 

Sunucu: Rahmân Rahîm Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla... Salat ve selâm Efendimiz Muhammed'in (s.a.a.) ve O'nun pak Ehl-i Beyt'inin üzerine olsun. Değerli izleyiciler, sizleri en içten duygularla selâmlıyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.Mutârahâtün fi'l-Akîde” programımızın yeni bir bölümüyle huzurlarınızdayız. Değerli izleyiciler inşallah bu ve bundan sonraki programlarımızda Müslümanların büyük çoğunluğu arasında ‘‘sahâbenin adaleti nazariyesi'' olarak bilinen konuyla bağlantılı birtakım önemli meselelerin üzerinde duracağız.  Sahâbe kime denir? Sahâbenin adaletine dair deliller nelerdir? Sahâbeyi diğerlerinden ayırt etmek için kullanacağımız ölçütler nelerdir?

 

Programa başlarken değerli izleyicileri ve Seyyid Kemal Haydarî Bey'i selâmlıyoruz. Saygıdeğer Seyyid hoş geldiniz.  

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hoş bulduk sayın doktor!

 

Sunucu: Çok yaşayın! Sayın Seyyid gerçekten bu konu oldukça önemlidir ve insanların zihinlerini ve kalemlerini oldukça meşgul etmiştir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hatta tarihi de çok meşgul etmiştir.

 

Sunucu: Tarih boyunca insanların zihinlerini meşgul etmiştir. Ancak bize yöneltilen ve cevaplandırılması gereken şöyle bir soru var: Sahâbenin adaleti nazariyesinin böyle bir zamanda ve böyle bir ortamda incelenmesinin ehemmiyeti nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahmân Rahîm olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Sözü uzatmaksızın doğrudan konuya girmek, yani Sahâbe Ekolüne göre ‘‘Sahâbenin tümünün adil olduğu'' nazariyesini açıklamak istiyorum. Bir defa fikrî, akidevi ve siyasî yönelimlere sahip Sahâbe Ekolünün bütün müntesipleri istisnasız sahâbenin tümünün adil olduğuna inanmaktadır.

 

Bu konunun önemine gelince ise şunları söyleyebiliriz: Sahâbe Okulunda, dinin anlaşılması noktasında sahâbe ana merci konumundadır. Yani Sahâbe Okulu, Kur'ân'ı veya Nebevî Sünnet'i sahâbe kanalıyla anlamaya çalışır. Yani Kur'ân'ı anlamak istedikleri zaman sahâbeye başvuruyorlar.  Bundan dolayı sen onlara “Âyet şuna delalet ediyor” dediğinde onlar “Hayır, buna delalet etmiyor. Çünkü sahâbe âyeti şöyle tefsir etmiştir. Sahâbe Resûlullah'tan (s.a.a.) âyetin delaleti hakkında şu nakilde bulunmuştur” derler. Bu nazariye “sahâbenin adaleti”nin kabulüyle şekillenmektedir.

 

Sayın Doktor, konunun değerli izleyicilerin zihinlerinde oturabilmesi için şöyle diyebiliriz: Sahâbe Okulunun ‘‘sahâbenin adaleti nazariyesi'' etki, önem ve merkezi konum bakımından Ehl-i Beyt (a.s.) Okulunun imamet nazariyesi gibidir. Nasıl ki bizler Sünnet'in anlaşılması, Sünnet'e ulaşma kanalı, dinin anlaşılması gibi hususların ancak Masum İmamlar (a.s.) aracılığıyla ele alınması gerektiğine inanıyorsak onlar da İmamlar yerine başka bir şeyi koyuyorlar.

Sunucu: Masumiyet olgusunu sahâbeye veriyorlar. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Şimdilik ‘‘masumiyeti onlara verdiler'' diye bir ifade kullanmak istemiyorum. Çünkü onlar ‘‘bizler sahâbenin masum olduğuna inanmıyoruz'' diyorlar.

 

Sunucu: Peki, adalet masumiyet değil midir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hayır, hayır! Adalet, masumiyet değildir sayın doktor! Lütfen bana müsaade ediniz açıklayayım. Adalet, masumiyettin bir derece altındadır. Ancak pratik uygulama ve gerçeklik açısından onlar sahâbeye masum muamelesi yapmaktalar. İnsafı ve hakkaniyeti elden bırakmamamız gerekiyor. Onlar kendi açıklamalarında ve sözlerinde sahâbenin tümünün adil olduğunu, onların bazen hata yapabileceklerine inandıklarını söylüyorlar. Sahâbe onlara göre yanılıp unutması mümkün olan kimselerdir. Bizim Ehl-i Beyt İmamları hakkındaki inancımız ile onların sahâbe inançları arasındaki temel fark budur. Ancak reel durumda onlar da sahâbeye masum muamelesinde bulunmaktadırlar. Bundan dolayı onların kültürlerinde ‘‘sahâbe mezhebi'' diye bir isimlendirmenin olduğunu da görürsünüz. Tabii onların ihtisas sahibi âlimleri arasında -televizyona çıkan cahiller arasında değil- mevcut olan, usûl-u fıkıh sahasında kullanılan ve dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Ehl-i Sünnet'in ihtisas ve derin bilgiye sahip âlimleri ‘‘sahâbenin sünneti'' ile ‘‘sahâbenin mezhebi'' kavramlarını birbirinden ayırt etmektedirler.  Onların sahâbenin sünneti ifadesiyle kastettikleri şey, sahâbenin Resûlullah'tan (s.a.a.) naklettikleri şeylerdir. Sahâbenin mezhebi ifadesiyle kastedilen ise Resûlullah'a (s.a.a.) isnad edilmeksizin sahâbînin görüşü, kendi ictihâdı ve sözleridir. Hatta Ehl-i Sünnet âlimlerinden bazıları sadece sahâbenin sünnetini kanıt olarak kabul etmekle kalmaz, sahâbenin mezhebini de hüccet ve delil sayarlar. Bu tutum ve kabulleri, onların pratik uygulama açısından sahâbeye masum muamelesinde bulunduklarını ortaya koymaktadır. Fakat teorik olarak açıkça şöyle derler: Bizler Müminlerin Emiri Ali b. Ebî Tâlib (a.s.) de dâhil olmak üzere hiçbir sahâbînin masumiyetine inanmıyoruz. 

 

Sunucu: ‘‘Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete erişirsiniz.''

 

Seyyid Kemal Haydarî: Onlar zaten bu hadisin zayıf olduğunu kabul etmekte ve bu rivayete itimat etmemektedirler. Sayın doktor, imkân ölçüsünce açıklamaya çalışayım. İnsan ötekiyle hatta düşmanı ve hasmı ile konuşacak olsa dahi hasmının kabul etmediği şeyi ona nispet etmemeli, ona karşı insaflı olmalı ve özü sözü doğru olmalıdır. Kesinlikle yanlış anlaşılmasın, bizler -asla ve kata- Ehl-i Sünnet kardeşlerimizi düşmanımız ve hasmımız olarak görmüyoruz.

 

Bizler kendimiz için bir sorumluluk dairesi çizmiş ve izleyicilere bir söz vermiştik. Sahâbe Okulundan bir kelam ve pasaj aktarmak istediğimizde onlar nezdinde sabit ve kesin olan şeyleri sunmaya çalışıyoruz. Ah keşke televizyona çıkanlar veya internet sitelerinde açıklamalarda bulunanlar Ehl-i Beyt Okulundan bir görüş aktarmak istediklerinde aynı hassasiyeti gösterseler ve araştırarak aktarsalar! Ehl-i Beyt Okulundan aktardıkları şeylerin çoğunluğu esasında temeli olmayan şeylerdir. Sizlerin de görüp müşahede ettiğiniz gibi ben daima kitabı değerli izleyicilerin önüne koyuyor, ne demek istediğimi açıklıyor ve pasajı da onlara okuyorum. Değerli izleyicilerin okuduğum pasaja ve kitaba müracaat edip bizzat okuma olanakları oluyor. 

 

Sunucu: Teşekkürler Sayın Seyyid, öyleyse bu konunun önemi anlaşıldı.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sayın doktor bu nazariye, Sahâbe Okulunun temel dayanağını teşkil etmektedir. Bu nazariyenin sahih olmadığını ortaya koyabilirsek bu durumda Sahâbe Okulunun teorik boyutu yani dinin anlaşılmasındaki temel mercii çökecektir. Temel yıkılınca Sahâbe Ekolü de çökecektir. Çünkü onların din anlayışları sahâbenin adaleti nazariyesine yani bütün sahâbenin adil olduğu inancına dayanmaktadır. Kur'ân'ın tefsiri, Sünnet, helal ve haram, inançlar gibi dinin bütün alanları bu esasa dayanmaktadır. Çünkü onlar büyük oranda sahâbenin adaletine inanır, aklı müstakil bir kanıt saymazlar.

 

İnanç sahasıyla bağlantılı ya da helal ve haramla ilgili olsun, bir başka ifadeyle iman ve amel alanıyla bağlantılı bütün konular Kitab ve Sünnet'ten alınmalıdır. Kitab ve Sünnet'e ulaşmanın yolu ise sahâbeden geçer. Bu nazariyenin Kur'ân ve Resûlullah'ın (s.a.a.) sünnetinden bir temel ve dayanağının olmadığı kesinleşirse… Bu durumda Sahâbe Okulunun detaylarını tartışmaya ihtiyaç duymayız. Hatta bu nazariye tabiatı ile temelden çökmüş olur. Nitekim Ehl-i Beyt Okulunun ‘‘imamet nazariyesi'' çökecek olursa inançsal konuları ve helal ve haram ilgili maarifi de çökmüş olur. Niçin? Çünkü bu konuların yüzde sekseni veya doksanı bize Resûlullah'a ulaştığımız kanal aracılığıyla gelmektedir. Resûlullah'a ulaşma kanalımız ise Ehl-i Beyt'tir. Çünkü Ehl-i Beyt İmamlarının helal ve haram noktasında açıkladıkları şeylerin kendi görüşleri olmadığına, bunların Resûlullah'tan aktarılan rivayetler olduğuna inanmaktayız. Bu konuyu teyit eden rivayetler vardır. “Benim hadisim babamın hadisidir. Babamın hadisi de babasının hadisidir.” Bu silsile Hz. Cebrail'e kadar devam eder. Hz. Cebrail'in sözü de Allah-u Teâlâ'nın sözüdür.

 

Onlar da sahâbenin adaleti nazariyesine aynı rol ve işlevi yüklemektedirler. Bir başka ifadeyle Sahâbe Okulu, ilk üç halife ve ondan sonra gelen Emevî ve Abbâsî yöneticilerinin tesis ettiği bu okul, Ehl-i Beyt'in yerine bu nazariyeyi koymaya çalışmıştır. Bunlar öncelikle Ehl-i Beyt İmamlarını Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki siyasî alanın dışına atmak için çaba sarf ettiler. Ardından değişik tarz ve yöntemlerle onları dinî mercilik sahasının da dışına atmaya çalıştılar. Yani Ehl-i Beyt İmamlarına ne siyasî bir rol vermişler ne de dinî bir mercilik. Sonuç olarak ümmet dayanaksız kalmıştır. Ehl-i Beyt'in merciliğini, sahâbenin adaleti ile değiştirdiler. Akide ve İslam maarifi açısından Sahâbe Okulunun sahâbenin adaleti nazariyesi ile Ehl-i Beyt Okulundaki imamet nazariyesinin her iki okulun temel unsurları olarak kabul edilebileceğini düşünüyorum. Eğer bunlardan birinin doğruluğu ispatlanırsa diğer nazariye çökmüş olur. Meseleye buradan bakacak olursak sahâbenin adaleti nazariyesi konusunu incelemenin ve bu konuyu ele almamızın ne derece önemli olduğu anlaşılır. 

 

Sunucu: Dilinize sağlık saygıdeğer Seyyid! Öyleyse ‘‘Sahâbe Okuluna göre sahâbe kimdir'' diye sorulacak olursa ne demeliyiz?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel! Bu mesele Sahâbe Okulunun temel konularından biridir. Yani sahâbenin kim olduğu ve sahâbe ile ilgili meseleler önemli konulardır. Öncelikle bir cümle ile açık ve net, ilmî kıstaslara uygun bir şekilde bir iddiada bulunalım ve bu bağlamda şunu söyleyelim: Ne Kur'ân'da ne de Ehl-i Sünnet ve Şia tarafından ortaklaşa aktarılan hadislerde sahâbe ve sahâbî sözcükleri terimsel anlamda kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de ‘‘ashâb'', ‘‘sâhib'' sözcüğü onlarca yerde geçmektedir. Bu yerlerin tümünde kelime lugavî / sözlük anlamında kullanılmıştır. Bu konuyu inşallah kendi özel yerinde ele alacağız. Bu lafız Kur'ân'da kullanılmaktadır. Ancak kullanılan bütün yerlerde sözlük anlamı kastedilmiştir.

 

Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) hadislerine gelince ise bu sözcük hadislerde geçiyor olabilir. Buhârî'de Müslim'de, Müsned'lerde ve diğer hadis kaynaklarında sözcük ıstılahî-terimsel anlamda kullanılmış olabilir. Sizin de okuduğunuz “Ashâbım yıldızlar gibidir” veya “Kim ashâbıma eziyete edecek olursa bana eziyet etmiş olur” hadisleri bunlardan bazılarıdır. Ancak bu rivayetler bize karşı kanıt olarak kullanılamaz. Çünkü bu konulara ilk başladığımızda bizler ‘‘Müslüman âlimlerin üzerinde ittifak ettiği rivayetleri sunacağız'' dedik ki Hz. Resûlullah'nın (s.a.a.) “Ümmetim dalalet üzere birleşmez” buyruğuna bir misdak olsun. Bu konu da inşallah ileride gelecektir.

 

Buradan hareketle sahâbenin, sahâbîliğin veya ashabın terimsel / ıstılahî tanımını ele aldığımızda şu manzara ile karşılaşıyoruz: Sahâbenin tanımını yapanlardan hiçbirisi ne bir Kur'ân âyetine dayanabiliyor ne de Hz. Resûlullah'ın hadisine! Peki, yapılan tanım neye dayanıyor? Bu tanımların hiçbirinin Kur'ân âyetine dayandığını göremiyoruz. Buradan dostlara meydan okuyorum! Sahâbenin Kur'ân'a dayalı bir tanımını yapabilen varsa buyursun getirsin! İşte bu tanımın Kur'ân'daki aslı ve dayanağı şu âyettir, desin. Evet, Kur'ân-ı Kerim'de “Muhacir”, “Ensar” ve “Ümmet” kelimeleri geçmektedir. Ancak bunların sahâbî, sahâbîlik ve ashâb lafzı ile bir alakası yoktur. Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) hadislerinde ‘‘sahâbî'' sözcüğü geçmektedir. Resûlullah'ın (s.a.a.) hadisinde geçen “ashâbım yıldızlar gibi” ifadesinin sahih bir nakle dayandığını varsayalım. Ancak bu durumda bile Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) hadislerinde geçen “sahâbî” kavramından muradın ne olduğunu tanımlayan bir rivayet bulunmamaktadır. Birazdan okuyacağımız açıklamalar ve pasajlar hicri dördüncü ve beşinci asırlarda ve sonraki dönemlerde yaşayan müteahhirun dönem âlimlerinin içtihatlarıdır.  Sahâbenin terimsel tanımı için Ehl-i Sünnet nezdinde makbul olan iki temel kaynağa işaret edeceğim.

 

İlk kaynak: Üsdü'l-Gâbe adlı eser. Bu programı dinleyen ve izleyen kardeşlerimizden bir ricamız var. Sunacağımız bu kaynaklar için en azından bilgisayar disklerine bakabilirler. Bu kitapların tümünü oradan araştırabilirler. Ben sadece pasajın hangi sayfada geçtiğini söylemekle yetinmeyeceğim. Konunun hangi başlık ve hangi bölümde geçtiğini de belirteceğim ki incelenmesi mümkün olsun.

 

İbn Esîr, Üsdü'l-Gâbe adlı eserinde “FASIL: SOHBET SÖZCÜĞÜNÜ KİMİN HAKKINDA KULLANABİLİRİZ” başlığı altında birtakım tanımlar sunar.

 

İlk tanım: İmam Ebû Bekir Ahmed b. Ali el-Hafız kendi isnadıyla Saîd b. Müseyyeb'den şöyle rivayet etmektedir:

 

Bizler sahâbeyi ancak Resûlullah (s.a.v.) ile bir veya iki yıl kalan veya O'nunla bir veya iki gazaya katılan kimse olarak kabul ederiz.

 

Vakidî ise şöyle der:

 

İlim ehlinin şöyle dediğini gördük: Bizler Resûlullah'ı ergenlik çağında görüp Müslüman olan, din işini akleden ve bundan hoşnut olan herkesi sahâbî kabul ederiz. Resûlullah'ı günün bir saatinde görmüş olan kimse bile sahâbîdir.

 

Ahmed b. Hanbel ise şöyle der:

 

Ashâb: Resûlullah (s.a.v.) ile bir ay, bir gün veya bir saat sohbette bulunan veya O'nu gören kimsedir.[i]

 

Lütfen tanımlara dikkat ediniz! Ne bir âyete ne bir rivayete dayanmaktadır. Asla! Said b. Müseyyeb'in -ister sahâbî ister tâbiî olsun- bu tanımı sahâbe veya tâbiûn mezhebine girmektedir, sahâbînin sünneti kapsamına girmez.

 

Ahmed b. Hanbel'in tanımı da ne bir Kur'ân âyetine ne de bir sünnete dayanıyor. Muhammed b. İsmail el-Buhârî'nin tanımına geçelim:

 

Resûlullah (s.a.a.) ile sohbet eden veya O'nu gören her Müslüman Resûlullah'ın ashâbındandır.

 

Kadı Ebû Bekir Muhammed b. Tayyib de şöyle der:

 

Dilciler arasında sahâbî sözcüğünün sohbet kelimesinden türemiş olduğu hususunda herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu değildir. Yine aynı şekilde özel bir miktarda sohbetin şart olmadığı hususunda da ihtilaf bulunmamaktadır. Az olsun çok olsun sohbette bulunan herkes için sahâbî lafzı kullanılır. Fiillerden müştak olan bütün isimlerde bu durum söz konusudur. Bundan dolayı ‘‘صحبت فلانا حولا وشهر ويوما وساعة / Falanca ile bir yıl veya bir ay veya bir saat sohbet ettim'' denir. Sohbet ibaresi, -az ya da çok fark etmez- kendisiyle arkadaşlık yapılan kimseler için kullanılır.

 

Ebû Hamid el-Gazzâlî ise şöyle der:

 

Sohbet kelimesi ancak sohbette bulunan kimse için kullanılır. Bu isim, kelimenin hakikî / vazî anlamı, bir saat olsun sohbette bulunan kimse için kullanılır. Ancak örfte çokça arkadaşlık yapılan kimse için kullanılmaktadır. Dolayısıyla skelimenin örfî anlamında bir tür anlam daralması mevcuttur.[ii]

 

Buhârî'nin tanımında da lafzın terim anlamına ilişkin bir delil söz konusu değil. Kadı Ebû Bekir'in ifadelerine göreyse birkaç dakikalık konuşmayla bile o kişi artık sahâbî olabiliyor.

 

Değerli izleyiciler, bütün bu tanımlar herhangi bir delile dayanmıyor.

 

İkinci kaynağa geçelim. Bu kaynaktan pasajlar okuduktan sonra bu konuyu tamamlamış olacağız. Çünkü ele almamız gereken birçok başka mevzu var.

 

İbn Hacer el-Askalânî'nin el-İsâbe fî Marifeti's-Sahâbe adlı eserine bakalım.

 

Yazar mukaddime bölümünde şöyle der:

 

BİRİNCİ FASIL: SAHÂBENİN TANIMI HAKKINDA

 

Ulaşabildiğim sahâbî tanımları içinde en sahih olanı şudur: Sahâbî, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile O'na iman ederek mülaki olan ve bu hâl üzere ölen kimsedir. Bu tanımın kapsamına O'nunla uzun veya kısa bir müddet birlikte olan, O'ndan rivayet eden veya etmeyen, O'nunla gazaya çıkan veya çıkmayan, O'nu bir defa görmekle birlikte kendisiyle meclis arkadaşlığında bulunmayan, körlük gibi bir engel yüzünden O'nu göremeyen kimselerin tümü girer.[iii]

 

Bu tanımı nereden getirdin, tanımın ölçütü nedir? Belli değil. Bu tanım Askalânî'nin tanımıdır. Allame Askalânî daha sonra bu tanımın kapsamına cinlerin girip girmediği tartışmasına geçer. Cinlerin de Allah Resûlünün sahâbîlerinden olduğunu açıkça belirtir. Hatta İbn Hazm'ın el-Muhallâ adlı eserinin Kitâbü'l-Akdiye'sinden bir görüş aktarır.

 

O şöyle der:

 

İbn Hazm el-Muhallâ adlı eserinin “Kitâbü'l-Akdiye” adlı bölümünde şöyle der: İcma iddiasında bulunan bir kimse ümmet adına yalan söylemektedir. Çünkü Allah-u Teâlâ cinlerden bir grubun iman edip Kur'ân'ı dinlediklerini ve dolayısıyla onların fazilet sahibi birer sahâbî olduklarını bize haber vermektedir. İcma iddiasında bulunan bir kimse bunların görüşüne nasıl vakıf olmuştur. [iv]

 

İbn Hazm icma iddiasında bulunanların ümmet adına yalan söylediklerini söylemektedir. Çünkü ümmet insanlardan ve cinlerden oluşmaktadır. Bir kimse cinlerin görüşlerine nasıl vâkıf olabilir?

 

İbn Hacer daha sonra meleklerin sahâbe kategorisine girip girmediği konusunu da uzun uzadıya ele alır. Daha sonra mümin olarak Resûlullah (s.a.a.) ile görüşen, Resûlullah'ın vefatından sonra irtidad eden kimselerin sahâbî kavramının kapsamına girip girmediğini tartışır ve bunların sahâbî olmadığını belirtir. Fakat Hz. Resûlullah ile mümin olarak mülaki olan, ardından irtidad eden ve sonra Resûlullah (s.a.a.) ölmeden İslam'a dönen kimse sahâbîdir, der.

 

Nihâyetinde şöyle der:

 

Bu tanım, Buhârî ve Ahmed b. Hanbel gibi muhakkikler nezdinde en sahih ve muhtar olan tanıma dayanmaktadır. Bunun dışında bazı şazz ve aykırı görüşler de bulunmaktadır. [v]

 

Bu durumda bütün bu büyük ve muhakkik âlimler nezdindeki meşhur sahâbî tanımı ne oluyor? “Hz. Peygamber (s.a.a.) ile mümin olarak mülaki olup İslam üzere vefat eden kimsedir.”

 

Hatta konunun sonunda şöyle der:

 

Hz. Peygamber'i (s.a.a.) vefat etmiş iken gören bile sahâbîdir.[vi]

 

Yani Hz. Peygamber (s.a.a.) vefat etmiş ancak henüz defnedilmemiş bir halde gören kimse de sahâbîdir! Sadece bu görme eylemi dahi kişiyi sahâbî kategorisine sokmaktadır! Bundan dolayı en azından Üsdü'l-Gâbe'ye göre sahâbenin sayısının sınırı yoktur. Hz. Resûlullah (s.a.a.) döneminde O'nun eliyle iman edip Müslüman olan herkes sahâbî olmuş oluyor. Ancak Medine'ye gelemeyip Hz. Resûlullah'ı görmeyen kimse sahâbî kategorisine giremiyor! İbn Esîr şöyle der:

 

Tanımda geçen şartlara göre Resûlullah'ın sahâbesi çoktur. Resûlullah (s.a.v.) Huneyn Gazası'na katıldığında ordusunda kadınlar ve katılamayanlar dışında on iki bin kişi bulunmaktaydı. Hevâzinliler teslim olarak O'na gelmiş, eşlerini ve çocuklarını da getirmişlerdi.  Mekke'de Resûlullah'ı (s.a.v.) gören bir yığın insan vardı. Medine de böyleydi. Arap kabilelerinden gelip de Müslüman olanların tümü sahâbîlik sıfatına sahiptirler. Tebuk Gazası'na katılan ve isimlerini kayıt almaya defterlerin yetmeyeceği insanların tümü sahâbîdir. Veda Haccı'nda bulunanlar da sahâbîdir. Ancak sahâbeden sadece bu kitapta ismi geçenler zikredilebilmiştir.[vii]

 

Yani hepsinin sayılabilmesi mümkün değildir. Sadece Huneyn Savaşı'na katılanların sayısı on iki bin kişidir. Onların kadın ve çocukları da eklendiğinde sayı kaçı bulur kim bilir!

 

Yani sahâbenin sayısı çok fazladır. Bu eserde (Üsdü'l-Gâbe'de) erkek, kadın, çocuk ve yaşlı olmak üzere ancak 7703 sahâbînin ismini zikredebilmiştir. İbn Esir'in ismini zikrettiklerinin yanında ismi anılmayan ve bilinmeyen sahâbî de çoktur.

 

Öyleyse sözü uzatmadan söyleyelim. Buraya kadar yapılan açıklamalara göre sahâbî tanımı Resûlullah'ı ölüm döşeğinde dahi olsa gören, O'nunla gazaya çıkan-çıkmayan herkesi kapsıyor!

 

Şöyle bir soru sorulabilir: Varsayalım ki bunlar sahâbî! Böyle bir kabulün doğurduğu problem nedir? İşte bizim de üzerinde durmak istediğimiz ve cevabını aradığımız konu budur.

 

Sunucu: İnşallah. Dilinize sağlık. Sadece görmekle âlim, güvenilir ve adil olunuyor! 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Konunun can alıcı noktası da burası. Yani kişi bir dakikalığına bile Hz. Resûlullah'ı (s.a.a.) görmekle -O'ndan hiçbir şey öğrenmemiş olsa da- sahâbî oluyor. Asıl sorun ise bir sonraki basamaktadır. Yani Sahâbe Okulu, sahâbîlik üzerine kuruludur, onlar ‘‘sahâbînin tanımı budur'' deyip üzerine bir din anlayışı inşa etmeselerdi sıkıntı o derecede büyük olmazdı.  Onların sahâbe dediklerine bizler de sahâbe derdik, bu da hiçbir probleme yol açmazdı.

 

Sunucu: Seyyidim burada şöyle bir soru ortaya çıkıyor: Acaba sahâbenin hepsi adil, güvenilir ve cennetlik midir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Açıklamak istediğimiz mesele de aslında budur. Bütün amaçları falanca şahsın sahâbî olduğunu ispatlamak olsaydı bunda sorun olmazdı. Bu konunun asıl semeresi şurada. Metni hızlıca okuyacağım.

 

İbn Hacer el-İsâbe'de şöyle der:

 

ÜÇÜNCÜ FASIL: Ehl-i Sünnet sahâbenin tümünün adil olduğu hususunda görüş birliği içindedir.[viii]

 

Yani öyleyse sahâbenin tümünün adil olduğu icmaî bir meseledir. Sahâbe Okulu tüm gruplarıyla, sahâbenin hepsinin adil olduğu hususunda icma etmiştir. Yani bir kimse Hz. Resûlullah'ı (s.a.a.) görmekle adil bir şahsa dönüşüyor. Artık adil olunca da hiçbir şey onun adaletine gölge düşürmüyor! 

 

Sunucu: Asla, adaleti hiçbir zaman devre dışı kalmaz!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ne kadar adam öldürse de adaleti zedelenmiyor! Hz. Hüseyin b. Ali'yi (a.s.) öldürse de yine sahâbîdir ve ictihâd edip hata yapmıştır! Muâviye örneğinde olduğu gibi Zamanının İmamı'na (a.s.) karşı çıkacak olsa dahi yine adaleti zedelenmiyor! Sadece ictihâd edip yanılmış oluyor! Ancak garip olan şudur ki ey kardeşim, bir kimse birinci halifeye karşı çıksa hemen kâfir ve mürted oluyor! Bundan dolayı yapılan savaşlara da Ridde Savaşları deniliyor. Ancak kim İmam Ali'ye (a.s.) karşı çıkarsa müctehid olur! İbn Kesîr'den ve diğerlerinden bazı pasajlar okuyacağız. Onlar halifeler arasında bile ayrıma gidiyorlar. Onlar İmam Ali'yi (a.s.) dördüncü halife olarak kabul etmektedirler. Onlar ‘‘Bizler halifeleri birbirinden ayırt etmeyiz'' de diyorlar. Nasıl birbirinden ayırt etmiyorsunuz! Öyle de ediyorsunuz ki! İlk halifeye karşı çıkanlar mürted ve kâfir olup dinden çıkıyor, boğazlanmaları caiz oluyor iken dördüncü halifeye karşı çıkan kimse…

 

Bu sözler nerede geçiyor, diye itiraz edebilirsiniz.

 

Hemen kaynağını verelim. Lütfen bu kitaba iyice bakınız. Kitabın önsözünden bir pasaj aktaracağız.

 

ONUNCU OLARAK: İBN KESÎR'İN ALİ VE MUAVİYE (R.A.) HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

 

Ali'nin taraftarları iki grup arasında hakka en yakın olanıdır. İşte Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in görüşü budur. Muâviye her ne kadar müctehid olsa da Ali haklı olan taraftır. Muâviye inşallah Allah katında sevap alacaktır.  Ancak Ali imamdır ve O'na iki ecir vardır. Nitekim Sahâbe Okulunda Amr b. el-Âs'tan aktarılan sahih ve sabit olan hadise göre Hz. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Bir hâkim ictihâd edip isabet edecek olursa kendisine iki ecir vardır. Eğer hata edecek olursa bir ecir alır. [ix]

 

Yani İmam Ali (a.s.) ile Muâviye (l.a.) arasındaki savaş ve mücadele, hakka en yakın olma mücadelesidir. Yani Hz. Ali hakka daha yakın, Muâviye ise de hak üzere olmakla birlikte hakka daha uzak!

 

Pasaja göre bu görüş sadece İbn Kesîr'in görüşü değil. İcmanın tahakkuk ettiği bir görüştür.

 

Soru: Peki öyleyse neden sizler Ebû Bekir'e karşı çıkan kimse için ‘‘İctihâd edip hata etmiştir'' demiyorsunuz? Niçin ‘‘O da sahâbîdir, ictihâd edip hata etmiştir'' demiyorsunuz? Neden ‘‘Kâfir ve mürted olmuştur'' diyorsunuz? Bu oldukça garip.  Bu sözler ve açıklamalarımız insaf ehli kimseleredir. Yoksa kulaklarında ağırlık olanlar için bu açıklamalarımızın hiçbir yararı yoktur.

 

Bir sorum var: Sizler neden Muâviye b. Ebî Süfyân ismi geçtiğinizde Müminlerin Emiri Muâviye b. Ebî Süfyân (r.a.) diyorsunuz da dördüncü halife Ali b. Ebî Tâlib'in (a.s.) ismi geçtiğinde Müminlerin Emiri Ali b. Ebî Tâlib demiyorsunuz? Ben sizlerden böyle bir şey duymadım! Ali'ye (a.s.) karşı probleminiz nedir? Neden Ali'nin (a.s.) ismini andığınızda ‘‘Müminlerin Emiri'' ifadesini kullanmıyorsunuz? Neden birinci ve ikinci halife için ‘‘Müminlerin Emiri falan ve Müminlerin Emiri filan'' diyorsunuz? Hatta iş Muâviye vardığında dahi ‘‘Müminlerin Emiri'' ifadesini kullanıyorsunuz! Hatta Hz. Resûlullah'ın kızının oğlu Hz. Hüseyin'i şehideden melun için bile ‘‘Müminlerin Emiri Yezîd'' diyorsunuz! Ama sıra İmam Ali'ye (a.s.) gelince sadece ‘‘Ali'' demekle yetiniyorsunuz. Edebiniz nerede! Eğer edepli iseniz hepsine karşı edebinizi takınmanız gerekmiyor mu? Vaktimiz dar olduğu için konuyu genişçe ele alamıyoruz. Sadece bazı kaynaklara değinmek ve pasajlar aktarmakla yetineceğiz.

 

‘‘Ehl-i Sünnet sahâbenin tümünün adil olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Ehl-i bidatten aykırı görüşe sahip olanlar istisnadır.”

 

El-İstîâb'da şöyle diyor:

 

Sahâbe nesillerin en hayırlısıdır. Ve insanlar içinden çıkartılmış ümmetlerin en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ onları övmüş, Resûlullah (s.a.a.) da onlardan razı olmuştur. Allah'ın övgüsü ile istisnasız sahâbenin tümünün adaleti sabittir. Bundan daha faziletli bir tezkiye, daha kâmil ve kusursuz bir tadil söz konusu değildir.[x]

 

Müracaat etmek isteyenler için sadece adres vermekle yetinelim. Üsdü'l-Gâbe'nin mukaddimesinde de böyle bir ifade vardır.[xi]

 

İbn Hacer el-İsâbe'sinde Hatîb el-Bağdâdî'nin el-Kifâye'sinden şöyle nakletmektedir:

 

Allah ve Resûlü, sahâbeyi adil kabul etmiştir. Bundan dolayı da onların adaletlerini sorgulamaya ihtiyaç yoktur. İsnad zincirinde onların dışında kalanların adaletleri sorgulanır. Öyleyse Resûlullah'a ulaşan bir hadis ile Hz. Peygamber (s.a.v.) ile onu rivayet eden râviler arasında kalan bütün ricâlin adaleti sabit olduktan sonra ancak amel etmek lazım gelir. Bu durumda sahâbî dışında kalan diğer bütün râvilerin hallerinin incelenmesi gerekir. Çünkü sahâbenin adaleti sabittir ve Allah'ın onları adil sayması ve onların taharetlerini bildirmesi dolayısıyla bilinmektedir. Kur'ân nassında da onların seçkinliklerinden bahsedilir. Bu içerikteki haberler çoktur ve bunların tümü de Kur'ân nassına uygundur. Bunların tümü sahâbenin taharetlerini ve onların kesin bir şekilde adil ve nezih oluşlarını gerektirir. Onların hiçbiri herhangi bir insanın tadiline ihtiyaç duymazlar. Çünkü kalplerin bâtınını bilen Allah-u Teâlâ onları adil kabul etmektedir. [xii]

 

Sahâbenin adalet ve cerhi hakkında asla soru sorulmaz.  Yani sahâbenin tümü temizdir. İşte bu bizim vurguladığımız meselenin pratik boyutudur. Çünkü onlar sahâbeye pratik olarak masum muamelesi yaparlar, her ne kadar teorik olarak masum olmadıklarını söyleseler de.

 

İşte ‘‘sahâbenin adaleti nazariyesi'' budur. İlginç olan şu ki bizler bu özellik ve hasletleri -taharet ve doğruluk gibi nitelikleri- Hz. Ali (a.s.) ve evlatları hakkında söylediğimiz zaman hemen ‘‘Bunu Kur'ân-ı Kerim'in hangi âyetinden çıkardınız'' diyerek itirazda bulunuyorlar. Hâlbuki Hz. Ali (a.s.) ve Ehl-i Beyt (a.s.) hakkında nazil olan fazilet, menkıbe ve hasletler hiç kimse hakkında varid olmuş değildir.  

    

Sunucu: Kur'ân-ı Kerim de onların paklığını zikrediyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kur'ân-ı Kerim ile istidlalde bulunmuyorum ki itirazlarla karşılaşmamayayım. Âlimler arasında mütevatir olan Sekaleyn Hadisi ile istidlal ediyorum. İmam Ali (a.s.) dışında herhangi bir sahâbîyi öven, âlimler nezdinde mütevatir kabul edilen bir hadis varsa bulunuz, ortaya koyunuz! Meydan okuyorum! İşte ilmî meydan okuma budur.

 

Sunucu: Sayın Ayetullah Seyyid Kemâl Haydarî Bey'e teşekkür ediyoruz. Siz değerli izleyicilere ve programa bağlanan kardeşlerimize de teşekkür etmeyi bir borç biliyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[i] İbnü'l-Esîr, Ebü'l-Hasan İzzüddîn İbnü'l-Esîr Ali b. Muhammed el-Cezerî (h. 630), Üsdü'l-Gâbe fî Mariifeti's-Sahâbe, c. 1, s. 18, Dârü'l-Fikir, 1409/1989.

[ii] A.g.e., a.g.y.

[iii] Askalânî (h. 852), Ahmed b. Ali b. Hacer, el-İsâbe fî Marifeti's-Sahâbe, c. 1, s. 158 Tahkik: Doktor Cuma Tâhir Neccâr, Menşurat-u Muhammed Ali Baydûn, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan.

[iv] A.g.e., a.g.y.

[v] A.g.e., a.g.y.

[vi] A.g.e., a.g.y.

[vii] Üsdü'l-Gâbe, c. 1, s. 18.

[viii] el-İsâbe, c. 1, s. 162.

[ix] İbn Kesîr, İmâdüddîn b. Kesîr el-Kureşî ed-Dımaşkî eş-Şafiî, (774), Câmiü'l-Mesânid ve's-Sünen, s. 125 Dârü'l-Fikir, Muhammed Ali Baydûn.

[x] el-İstîâb, c. 1, s. 115.

[xi] Üsdü'l-Gâbe, c. 1, s. 9.

[xii] el-İsâbe, c. 1, s. 22.