İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (12)

İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (12)
Kendi haline terk etmek, irtibatı kesmek, Allah’ın işi değildir. İrtibatın kesilmesi, küfre sebep olan bir sözdür. İrtibatın kesilmesi sadece Allah’ın rahmetinin, şefkatinin, rububiyetinin bitmesi demek değildir; böyle bir söz akli açıdan da sorunludur. Kesmek demek, hem Allah’ın hem de varlıkların sınırlı olması anlamına gelir. Hâlbuki sonsuz ve sınırsız bir varlık için mesafe söz konusu değildir

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

 

Dîdî ké şodem sâkin-é kûyet âkher

Oftadé sebûyem leb-é cûyet âkher

Bâ în dél-é teng u dîd-é deryaî

Men cân dehem ez Khesret-é rüyet âkher

 

 

Gördün ki semtinin sakini oldum sonunda

Düştü testim senin ırmak dudağına sonunda

Bu özlem dolu kalp ve deniz gözlerle

Ben can vereyim senin yüzünün hasretiyle sonunda

 

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Bildiğiniz gibi İslam dünyasının seçkin filozofu aziz üstadımızla birlikte Mevlânâ’nın okyanus derinliğindeki düşüncelerinden bazı bölümlerinin tefsirini sizlere sunuyoruz.

 

‘‘Marifeti kazanmanın yolları nedir’’ şeklideki sorunuzu Mevlânâ’nın düşünceleri ve üstadımızın tefsiriyle cevaplamaya çalışıyoruz.

 

Bir önceki programımızı izleyen sevgili seyircilerimizin bildiği gibi marifetin ilk adımı hissî idraktir. Zâhirî duyularımızın kıymetini bilmeli ve bunları iyi şekilde kullanmalıyız. Eğer bunları iyi bir şekilde kullanırsak gaybi feyizden de istifade edebiliriz.

 

Bugün bir başka aşamayı açıklamak istiyoruz. Karanlık evdeki fil hikâyesinden istifade edeceğiz. O hikâyede herkes filin ne olduğunu anlayabilmek için ona elini sürmüş ve Mevlânâ da bundan şu sonucu çıkarmıştı:

 

Onların sözleri, görüşleri yüzünden birbirinden farklı oldu

Birinin dal dediğine diğeri elif dedi.

 

Herkesin elinde bir mum olsaydı

Sözlerinde bir farklılık kalmazdı

 

Üstadımız, buradaki mumun aklın ışığı olduğunu söyledi. Buraya kadarki açıklamalarla geçen programın özetini ve bugünkü programın da girişini yapmış olduk.

 

Aziz Üstadım, Mevlânâ daha sonra şöyle diyor:

 

Duyu gözü ancak avuca, ancak köpüğe benzer o kadar

Elin içi, onun tamamına dokunamaz ki

 

Denizi gören göz başka köpüğü gören göz başkadır

Köpüğü, elin içini bırak da deniz gözüyle bak

 

Mevlânâ daha sonra burada “deniz gözü”nün ne demek olduğunu açıklıyor. Deniz gözü öyle bir gözdür ki ona sınır ve kayıt yoktur, onun için hicap, engel ybulunmaz. Bu, her şeyin onun içinde mahvolduğu bir gözdür.

 

Mesellerde geçen balık kimdir deniz nedir

Ki aziz ve celil olan melik ona benzesin?

 

Varlık âlemindeki yüz binlerce deniz ve balık

O ikram ve ihsan karşısında secde eder

 

Üstad, burada geçen deniz ve balığın ne olduğunu, âriflerin bundan ne kastettiklerini açıklamanızı istiyoruz. Burada mutlak varlık mı kastediliyor yoksa denize benzetilen varlığın hakikati midir? 

 

Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Evet, izin verirseniz deniz konusuna geçmeden önce Mevlânâ’nın şiirinde kullandığı lafzi inceliği açıklayayım. Çünkü gerçekten kelime açısından çok güzel bir şekilde kullanmıştır.

 

Elin içiyle dokunmanın sınırlı olduğunu söylüyor. Gerçekten de siz bir şeyi anlamak için ona dokunursanız sadece elinizin içi kadar ona dokunabilirsiniz, elin içi de çok sınırlıdır. Mevlânâ duyuyu, elin içine benzetiyor. Dokunma duyusu sınırlı olduğu gibi görme duyusu da sınırlıdır. Örneğin bir insanın görme ufku ne kadar olabilir? Ne kadar mesafeyi görebilir? İnsan çok uzağı hatta çok yakını da göremiyor.

 

Bazıları yakının görülemediğine dair sözüme şaşırabilir. Yakın nasıl görülmez, diye itiraz edebilir. Bakınız, göz kapağınızın içi, gözünüze en yakın olan şeydir. Siz göz kapağınızı kapattığınızda göz kapağınızın içini görebiliyor musunuz? Gözbebeği ile göz kapağı arasında hiçbir mesafe yoktur ama onu göremiyoruz. Dolayısıyla çok yakını da göremiyoruz, çok uzağı da.

 

Kulağımız da aynı şekildedir, o da belirli bir frekanstan yüksek sesleri de çok düşük sesleri de duyamıyor. Şu an âlemde, bizim bulunduğumuz bu ortamda birçok ses var ama frekansı uygun olmadığı için şu an bu sesleri duyamıyoruz. Bazı hayvanlar daha yüksek veya alçak frekanstaki sesleri duyduğu için işitmeleri bizden daha güçlüdür. Aynı şekilde bazı hayvanların koku alma duyuları da bizden fazladır.

 

Mesela köpeğin burnu veya kartalın gözü çok keskindir. Nitekim insanın gözü, tat alması, kulağı, burnu ve dokunma duyusu sınırlıdır. Mevlânâ burada dokunma ile ilgili olarak “kef-i dest” (avuç içi) kelimesini kullanıyor. Yani sizin dokunmanız elinizin içi kadardır. Daha sonra da “kef-i derya” (denizköpüğü) benzetmesi yapıyor.

 

Kef-i derya, kef-i dest değildir, denizin üstündeki köpüktür. Dalgalar vurduğu zaman denizin suyunun üstünde bir köpük oluşur. Denizin üstündeki o köpük denizi ne kadar idrak edebilir? Sadece o köpük kadar…

 

Bizim varlığımız bir denizdir, varlık âlemi bir denizdir. Bizim duyularımız varlığı ancak elimizin içi kadar idrak edebilir veya köpük, denizi ancak köpük kadar idrak edebilir. Bakınız, birisi eğer sadece denizin üstündeki köpüğü görüyorsa denizi sadece köpük kadar görür. Ama eğer insan derya olur da denizi derya gözüyle görürse o zaman sınırsız bir okyanus görür. İnsan derya görüşlü olmalıdır.

 

İnsan da böyledir. Kimi insan duyularıyla hakikate ulaşmak ister ve ancak duyularının ölçüsü kadar o hakikate ulaşabilir. Ama eğer kendi bâtını ile hakikate ulaşmak isterse aklın da ötesine geçerek tümel akla kadar ulaşabilir ki artık burada söylenebilecek bir şey yoktur. Ben aklın üstünü huzur makamı olarak görüyorum. Elbette burada huzur makamını açıklayamayız. Çünkü huzur makamını açıklamak istediğimizde “huzur” artık “husul” olur. Bugün yapılan yanlışlardan biri “ilm-i huzurî”yi açıklamaya kalkışmaktır. Hâlbuki “ilm-i huzurî” açıklanabilecek bir şey değildir. “Huzur”u açıklamaya ve konuşmaya başladığınız anda artık onu “husul” etmiş olursunuz.    

 

Ben bir benzetme yapayım: Örneğin; sonsuzluk, sınırsızlık (gayri mütenahi) da böyledir. Siz sınırsızlığı açıklamaya kalktığınızda onu sınırlamış olursunuz. Sonsuzluk ne bizim zihnimize ne de dilimize sığabilecek bir şeydir. Huzur âlemi de işte böyle bir âlemdir. Onu dillerle izah etmeye, açıklamaya veya vasıflandırmaya çalıştığınızda onu artık husulî hale getirmiş olursunuz.

 

Akıl çok üstündür, onun üstü ise huzur makamıdır. O da zaten akıl dışı değildir, şuhûdî akıldır, huzurî akıldır. Eğer bir kimse huzur makamından kendisini, varlığı ve âlemi görürse, kendini aynen deniz olarak görmüş gibi olur. Mevlânâ’nın sözü tam olarak budur.

 

Laricanî: Mevlânâ şöyle diyor;

 

Köpüklerin hareketi gece gündüz denizdendir

Köpüğü görüyorsun ama denizi görmüyorsun, ne tuhaf

 

Biz tıpkı gemiler gibi birbirimize çarpıyoruz

Gözümüz kararmış aydınlık denizin içinde

 

Üstad Dînânî: Evet, gemiler birbirine çarpıyor ama deniz hiçbir zaman çarpışmaz. O, denizdir, her şey onun türündendir.

 

Laricanî: Sonra şöyle devam ediyor;

 

Suyun bir suyu var, onu sürüyor

Ruhun da ruhu var, onu istediği gibi çekip çeviriyor

 

Üstad Dînânî: Bu çok ince bir söz, Sayın Laricanî. Su akıcıdır, mana âleminin suyu akıcılığı sağlıyor. Yani ‘‘su kendi kendine akıcı değildi; suyun akıcılığı, berraklığı, saydamlığı, bu sayede oldu’’ diyor. Ayrıca dikkat edin, su hayatın kaynağıdır. “Her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi?” (Enbiya, 30)

 

Bu firuze denizden su alır

Her testi kendi alabileceği kadar

 

Bir testi, ancak bir testi kadar; bir bardak, ancak bir bardak kadar su alabilir. Ama deniz sonsuzdur. Su hayatın kaynağı olduğu için birçok şey suya teşbih edilmiştir. Hayat, ilim ve marifet suya teşbih edilmiştir. Biyolojik âlemde de su varsa hayat vardır.

 

Laricanî: O halde Mevlânâ’nın bu şiirindeki denizi ‘‘varlığın hakikati’’ olarak anlamak mümkün müdür?

 

Üstad Dînânî: Evet, varlığın hakikati ve varlığın hakikatine bağlı olan insan ruhunun hakikati olarak düşünebiliriz. Ten de gemidir. Mutlak “bene”, mutlak “varlık”a bağlıdır. Deniz işte o insanın hakikatidir. İnsanın kendisinin denizden geldiğini bilmesi, işte marifet budur. Ama insan kendisini toprağa ait saymaktadır.

 

Laricanî: Bir diğer yerde de şöyle buyuruyor;

 

Ne candan bir pınar kaynamakta

Ne beden yeşile bürünmekte

 

Ne bir iştiyak sahibinin sesi var onda

Ne sakinin bir yudum şarabının sefası var onda

 

Üstad Dînânî: Yeşil, suyun göstergesidir, suyun olduğu yerde hayat olur, yeşillik olur. Burada kastedilen manevi hayattır. Buradaki insan tıpkı bir ölü gibidir. Evet, nefes alıyor hayattadır ama o manevi hayatın yeşilliğini kendinde görmüyor. İştiyak sahibinin sesi ondan yükselmiyor. İştiyak sesi çok özel bir sestir. İştiyak sesi, aşktır. Manevi iştiyakı kendinde görmüyor. Maneviyat şevki onda ölmüştür. Yani o iştiyak sesi onun yüreğinin dağında yankılanmıyor.

 

Laricanî: Bedeni de su üstünde yüzen gemiye benzetiyor. Ama gemi bunu bilmiyor. Şöyle devam ediyor:

 

Nerde o hamiyet ki böylesi bir dağı

Çapayla kazmayla yerle bir etsin

 

Üstad Dînânî: Yani şunu demek istiyor: İştiyak sesini içinde yankılandırmayan o dağ, kazmayla yerle bir edilmelidir. Tıpkı Hz. Musa’nın bulunduğu ve Allah’ın tecellisiyle yerle bir olan o dağ gibi. “Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti” (A’râf, 143) İşte o dağ yerle bir olunca iştiyak sesi Kelîmullah’ın kulağına ulaştı.

 

Laricanî: İnsanlar İmam Bâkır’ın (a.s.) yanına gidiyor ve “acaba bizler sizin Şia’nızdan olduğumuzu nasıl bilebiliriz” diye soruyorlar. İmam onlara işte o iştiyak sesini hatırlatıyor ve “Gaybdan gelen o sesi kendi içinizde duyun” diyor. Onlar ‘‘ne kadar sürede’’ diye sorunca da İmam (a.s.) “bir hafta” diye cevap veriyor. Bir hafta sonra geliyorlar ve o sesi işitmediklerini söylüyorlar. O da “peki 40 gün olsun, eğer 40 gün içinde duyarsanız bizim Şîîlerimizdensiniz” diyor. Tekrar gelip “efendim, biz yine işitmedik” diyorlar. Bunun üzerine İmam (a.s.) “peki, bir yıl olsun” diyor. Bir yıl sonra birçoğu gelip yine “efendim, biz yine bir şey işitmedik” diyorlar. Bunun üzerinde İmam (a.s.) onlara “gidin kalbinizi tedavi edin” diyor.

 

Üstad Dînânî: Evet, işte bu Kur’ân’da “kalbin katılaşması” ifadesiyle geçen şeydir. “Sonra bunun ardından yine kalpleriniz katılaştı; şimdi onlar, taş gibi, hatta daha da katıdır. Çünkü öyle taş var ki, içinden ırmaklar fışkırır; öylesi var ki, çatlar da bağrından su kaynar, öylesi de var ki, Allah korkusundan aşağı düşer.” (Bakara, 74)

 

Bazen gerçekten de taşın içinden su kaynadığını görürüz. Ancak bir insanın kalbi katılaşmış ve Hak’tan uzaklaşmışsa artık hiçbir şekilde ondan rahmet, muhabbet ve müştak insan sesi yükselmez. İçinde iştiyak sesi bulunan bir kalp canlıdır, uyanıktır. Ancak o sesin gelmediği kalbin vay haline!

 

Laricanî: Pekâlâ Üstad, Mevlânâ’nın şiirinde denizin güzel sıfatlarından biri de içindekileri beslemesidir. Su onların kirlerini göstermiyor. Denizin bu hikmetinin sebebini ise onun canlılığı ve hareketliliği ile açıklıyor. Molla Hâdî Sebzevârî, Mevlânâ’nın ‘‘Suyun bir suyu var onu sürüyor / Ruhun da ruhu var onu istediği gibi çekip çeviriyor’’ mısralarıyla ilgili olarak şöyle diyor: “Deniz, kıyısına bakıp büyük bir genişlik görüyor ve başını sahile vuruyor. Tüm bu büyüklüğüne rağmen benim yerim dardır diyerek başını sahile vuruyor.” Molla Hâdî Sebzevârî, gerçekten denizin mesajını ne kadar güzel açıklamış.

 

Üstad Dînânî: Demin bahsettiğimiz iştiyak sesi, denizin dalgalarının sahile vurmasının bir misalidir. Yani deniz daha da deniz olmak istemektedir. Onca genişliğine rağmen orası ona dar gelmektedir. O yüzden dalgalarını sahile vurmaktadır. İnsan da eğer iştiyak sesine sahip olursa işte o zaman deniz olur. O sese sahip olmaz da mevcut durumuna razı olursa o zaman o bedenle sınırlanır ve o sınır içinde kalmış olur.

 

Laricanî: Üstad izin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Üstad şimdi okuyacağım bölümlerde Mevlânâ, çok ilginç ve çekici inceliklerden bahsediyor. O ‘‘Allah nasıl geceleri ruhları alıyorsa, deniz de geceleri öyle bir musiki yayıyor ki tüm canlılar uyuyorlar, huzur ve sükûn buluyorlar. Bu, aynı zamanda Allah’ın da sıfatıdır’’ diyor.

 

Onları yine bir ıslıkla tuzağa çeker

Sonra hepsini işlerine güçlerine yollarsın

 

Sabahı ortaya çıkaran İsrafil gibi

Herkesi o diyardan suretler âlemine getirir

 

Yayılmış (munbasit) ruhları beden yapar

Her bedeni de tekrar gebe bırakır

 

Can atlarını eğersiz bırakır

“Uyku, ölümün kardeşidir”in sırrıdır bu  

 

Üstad burada akla şu soru geliyor. Bu, Allah’ın yetiştirici, terbiye edici yönü yani Âlemlerin Rabbi olma sıfatıdır. Yani burada Allah’ın rububiyetini anlatmaya çalışıyor. Bazıları sanıyor ki Allah bizi yalnızca yarattı ve sonra kendi haline bıraktı. Ancak biz Allah’ın rububiyetine dikkat ettiğimizde şunu görüyoruz: Bizler, evet, O’ndan gafil olabiliyoruz ama O, bizden bir an olsun gafil olmuyor.

 

Üstad Dînânî:  Evet, sizin de işaret buyurduğunuz gibi denizin dalgaları gece ve gündüz birbirinden farklıdır. Denizciler çok daha iyi bilir ama denizin gece vaktindeki durumu ile gündüz vaktindeki durumu farklıdır. Bu da çevre ile ve denizin derinliklerinde yaşayan çok farklı canlıların durumuyla uyumlu bir şeydir.

 

Denizin çeşitli katmanlarında yaşayan bu canlılar öyle hiç de az değildir. Bu, rububiyetin gereğidir. Siz sorunuzda rububiyet ve yaratmak (halk etmek) kavramlarını söz konusu ettiniz. İzin verirseniz bu konuda biraz hilkatten bahsedelim.

 

Gerek Ahd-i Atik, gerek Ahd-i Cedid ve gerekse Kur’ân-ı Kerim yaratma meselesi üzerinde durmuştur. Ancak insanların bazısı bu halk etmeyi yani yaratmayı yanlış anlamıştır. Halk etmek ifadesi yanlış anlaşılmıştır. Sizin de Mevlânâ’nın buradaki şiirinden bahsederken söylediğiniz gibi Allah varlıkları yarattıktan sonra onları kendi haline terk etmiş değildir.    

 

Kendi haline terk etmek, irtibatı kesmek, Allah’ın işi değildir. İrtibatın kesilmesi, küfre sebep olan bir sözdür. İrtibatın kesilmesi sadece Allah’ın rahmetinin, şefkatinin, rububiyetinin bitmesi demek değildir; böyle bir söz akli açıdan da sorunludur. Kesmek demek, hem Allah’ın hem de varlıkların sınırlı olması anlamına gelir. Hâlbuki sonsuz ve sınırsız (gayri mütenahi) bir varlık için mesafe diye bir şey söz konusu değildir.

 

Hak Tebarek ve Teâlâ gayri mütenahidir. Allah’la halk (yarattıkları) arasında bir başka deyişle Hâlik ile mahlûk arasında “şu taraf mahlûkatındır, bu taraf da Allah’ındır” denebilecek bir sınır yoktur. Bu sadece kimi insanların kuruntusudur. Arada bir sınır yoktur; zira sınır iki tarafı da sınırlandıran bir şeydir. Nerede bir sınır varsa iki şey sınırlandırılmış olur.

 

Hâlbuki Hak Teâlâ açısından sınırlama diye bir şey tasavvur dahi edilemez. Dolayısıyla da Yaratıcı (Hâlik) ile yaratılan (mahlûk) arasındaki irtibat kesilmez. Bu yüzden de arifler, mahlûk kelimesi yerine daha çok “tecelli” kelimesini kullanmayı tercih etmiştir. Yani bu ıstılahlar öyle rastgele kullanılmamıştır. Tecelli, mütecelliden ayrı değildir; feyiz, feyyazdan ayrı değildir. Mahlûk da Hâlik’ten ayrı değildir.

 

Bunlar ayrı olmadığına göre kendi haline terk edilmiş de değildir. Daima Hak Teâlâ’nın inayetinin ışığı altındadırlar. Bir sinekten, bir atomdan yani en küçük varlıktan tutun en büyük varlığa kadar tüm kâinat Allah’ın ihatası altındadır.

 

“Kitap (ortaya) konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak: "Vah bize, bu Kitaba da ne oluyor, ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her (yaptığımız) şeyi sayıp döküyor!" dediklerini görürsün.” (Kehf, 49) Bu âyetteki her şeyin sayılmasından kastedilen Allah’ın onları rakamla sayması değildir. Buradaki “ihsa” yani sayma, ihata etmek anlamındadır.

 

Hak Teâlâ’nın rububiyeti ezelî ve ebedidir. Allah’ın rububiyeti hiçbir zaman sona ermemiştir. Yani Allah’ın Rab olmadığı hiçbir zaman yoktur. Allah’ın Rab olması, rububiyet etmesidir. Rububiyet etmesi, terbiye etmesidir; yani noksanlıkları kemâle erdirmesidir. İstidadı fiiliyata geçirmesi yani âlemleri yönetmesidir. Bu konuda bir kesintiden bahseden insan, kendi kuruntusuna bakmalıdır. Kesinti gerçek değil, sadece bir kuruntudur.

 

En kâfir insanlar bile Hak’tan kesilmiş değildir. O’ndan kesilmiş, kopmuş olmaları sadece onların kuruntusudur. Mevlânâ’nın denizden bahsederken, rububiyeti denize benzetirken kastettiği budur.

 

Gerçekten de ne kadar güzel söylemiş! Biz rahmet denizinin içine dalmış haldeyiz. Fakat denizdeki bir canlı, denizde olduğunu biliyor mu? Eğer denizden uzaklaşırsa o zaman denize dönmeye çalışıyor. Bir balığı karaya çıkarırsanız ne yapar? Çırpınır ve denize geri dönmeye çalışır. Aslına dönemeyince de ölür.

 

Bizler sonsuz ve ezelî rahmet denizinde bulunuyoruz ama bunun farkında değiliz. Kendimizin sadece topraktan olduğumuzu sanıyoruz. Biz denize ait olduğumuzu düşünmüyoruz.

 

Laricanî: Sonra neticeye varıyor ve diyor ki;

 

Dışarıda yürümektir bizim sözümüz ve fiilimiz

Bâtın yürüyüşü ise göğün yukarısındadır.

 

His kuruluğu (bu âlemi) gördü çünkü kuruluktan doğdu.

Can İsa’sı ise ayağını denize koydu.

 

Ab-ı hayatı nerede bulacaksın

Denizin dalgalarını nerede yaracaksın?

 

Movc-é khâki vehm u fehm u fékr-é mâst

Movc-é derya mehv u sukr est u fenâst

 

Karanın dalgası bizim kuruntumuz, anlayışımız ve düşüncemizdir

Deniz dalgası ise kendinden geçiş, sarhoşluk ve yok oluştur

 

 

Üstad Dînânî: Hz. Mesih’in canı denize aitti ve denize gitti. Eğer denizin derinliklerine gidiyorsan bâtına gidiyorsun demektir. Eğer zâhirle yetiniyorsan o zaman da denizden gafil olmuşsun demektir. Bizler denize aitiz, denize ait olmalıyız. Denize ait olmak, deniz yürekli olmaktır. Kalbimiz denizdir, sınırsızdır. Kalbimiz sınırsızdır ama kalp, kan pompalamak için çarpan et parçası değildir.  Burada biyolojik kalpten bahsetmiyoruz. Penceresi denize açılan gerçek kalpten bahsediyoruz. Bizim yanlışımız ve kuruntumuz budur; çünkü biz kendimizi unutmuşuz. Çünkü kendimizi tanımıyoruz, kendimizi sadece zâhirden ve bedenden ibaret sanıyoruz.  

 

Laricanî: Karanın ve denizin dalgasından söz ediyor. Karanın dalgası bizim kuruntularımız, anlayışımız ve düşüncemizdir, diyor. Denizin dalgası ise kendinden geçiş, sarhoşluk ve yok oluştur. Burada “nahvi ve mahvi” (gramer âliminin boğulması) hikâyesini hatırlamak lazım.

 

Üstad Dînânî: Evet, nahivci bildiği üç dört nahiv kuralı sebebiyle gururlanıyor. Karşısındakine “sen nahiv okudun mu” diye soruyor. O da ‘‘hayır, ben nahiv okumadım’’ deyince nahivci ona “ömrünün yarısı gitti” diyor. Ardından fırtına çıkıyor ve gemi denizin dalgaları sebebiyle sarsılıyor. Bu kez diğer adam nahivciye “peki, sen yüzme biliyor musun” diye soruyor. Nahivci ‘‘hayır’’ deyince de bu kez o nahivciye “o halde senin bütün ömrün gitti” diyor.

 

Laricanî: Mesnevî’de şöyle deniyor:

 

Şunu bil ki burada “mahv” bilgisi lazımdır, nahiv bilgisi değil

Eğer mahv bilgisini biliyorsan tehlikesizce suya gir

 

Deniz suyu ölüyü başında taşır

Fakat eğer canlı ise denizden nasıl kurtulur

 

 

Üstad Dînânî: Peki, Mevlânâ neden “sukr ve fena” (kendinden geçiş ve yok oluş) makamı olan “mahv”ın karşısına dikmek için nahiv ilmini seçmiştir? Bunda bir sır bulunmaktadır Sayın Laricanî. Yani onca ilim varken neden zavallı nahiv ilmini seçmiştir? Çünkü nahivci sürekli olarak irab kurallarına ve kelimenin zâhirine bakar. Nahivci kelimenin anlamıyla ilgilenmez. Onun için önemli olan irabın doğru okunup okunmadığıdır. Onun için önemli olan şudur: Acaba kelime mezmum mudur, merfu mudur, mansub mudur, muzafun ileyh midir, fail midir ya da meful müdür? Yani nahivci kelimelerin zâhirinin esiridir. Nahivci, gurur belirtisi olarak kelimenin anlamıyla ilgilenmeyip sadece zâhiriyle ilgilendiği için Mevlânâ burada nahivciyi seçmiştir.

 

 

Laricanî: Pekâlâ Üstad, Mesnevî şöyle devam ediyor:

 

Sen bu sarhoşlukta oldukça, o sarhoşluktan uzaksın

Sen bundan sarhoş oluyorsan, o kadehten uzaksın

 

Zâhir konuşması toz gibidir

Bir müddet sessizliği huy edin ve kulak ver

 

 

Üstad Dînânî:  Yani nahiv ilminin kurallarıyla sarhoş olmuşsa artık onun için yapacak bir şey kalmamıştır. Onun mana âlemine geçişinin yolu yoktur.

 

Laricanî: Yani tamamen sus diyor. Bizim süremiz de doluyor Üstad bizim de artık susmamız gerekiyor sanırım.

 

Üstad Dînânî: Evet, artık susma zamanına geldik. Bu arada şunu hatırlatayım ki Mevlânâ’nın mahlası “hamuş”tur (suskun/susan). O, Divan-ı Şems kitabında “hamuş” mahlasını kullanır.

 

Laricanî: Buradaki “hamuş” tasavvuftaki “sad” harfiyle yazılan “samt” yani sükût olmalıdır. Bu suskunluk çok önemlidir, değil mi?

 

Üstad Dînânî: Elbette, yerli yerinde bir sükût. Yani susulması gereken yeri bilmek gerekir. Nutkun ve sükûtun yeri vardır. Bunların yerini bilmek gerekir.

 

Laricanî: Evet sevgili izleyiciler. Bir sonraki programda akli idrak konusuna gireceğiz. Üstad daha önceki programda akli idrakin üstünü “huzur âlemi” olarak nitelemişti. Bir sonraki programda buluşmak dileğiyle aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=TOlK8C1aWdw