Ahmed el-Kâtib'e reddiye (20-27): Seyyid Murtazâ’ya Göre Gadîr Hadisi’nin Delaleti / Sahâbe ve Gadîr Hadisi / İmam Hüseyin’in Mektubunda Vasiyet

Ahmed el-Kâtib'e reddiye (20-27): Seyyid Murtazâ’ya Göre Gadîr Hadisi’nin Delaleti / Sahâbe ve Gadîr Hadisi / İmam Hüseyin’in Mektubunda Vasiyet
Ebu’t-Tufayl sahâbenin küçüklerinden olup Mekke’de ikamet etmekteydi. Hz. Peygamber (s.a.a.) vefat ettiğinde sekiz yaşındaydı. Bu bilgiler ışığında İmam Ali’ye biat edildiğinde 33 yaşında olmuş olur. Mekke’de ikamet ettiğinden ve siyasî otoritenin hem bu hadisin hem de Ehl-i Beyt hakkındaki diğer hadislerin rivayetine mani olması yüzünden, o yaşına dek bunu işitmemişti! Onun zihnini tırmalayan şeyin, Gadîr Hadisi’nin İmam Ali’ye (a.s.), Rasulullah’ın ümmet üzerindeki velayeti gibi bir velayet tahsis etmesi oluşunda herhangi bir kuşku yoktur.

 

 

İkinci Konu: İmam Ali’nin (a.s.) Biatı Kabul Etmede Takip Ettiği Metot

 

 

Sâmî el-Bedrî

 

 

Ahmed el-Kâtib diyor ki: Halifeliğe ilişkin vasiyetin bulunmayışı bize İmam Ali’nin (a.s.) Abbas veya Ebû Süfyân’dan gelen biat alma teklifinden neden kaçındığını da açıklıyor.

 

Ben diyorum ki: Tam aksine İmam Ali’nin (a.s.) Abbas veya Ebû Süfyân’ın biat teklifinden kaçınması şunu ortaya koyuyor: Söz konusu iki şahıs kabilevî temellere dayalı olarak biat etmek istiyorlardı. Öte yandan İmam Ali (a.s.) öncü Müslümanların ve cihad ehlinin, nassı tanıyıp kavrayanların biatına önem vermekteydi ki Ebû Süfyân ve Abbas bu sıfatlardan yoksundular.

 

Şüphe

 

Yazar şöyle diyor: “Bu durum -yani Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) İmam Ali’nin halifeliğine ilişkin vasiyet nassının bulunmayışı- İmam Ali’nin (a.s.) Hz. Resûlullah’ın vefatından hemen sonra Abbas b. Abdülmuttalib tarafından ısrarla kendisine teklif edilmesine rağmen neden kendi adına biatı kabule yanaşmadığını bir ölçüde açıklamaktadır. Abbas ona “Uzat elini sana biat edeyim; Kureyş’in şu büyüğünü -Ebû Süfyân’ı kastediyor- de getireyim. Resûlullah’ın (s.a.a.) amcası, amcaoğluna biat etmiş diye yayılsın. Böylece Kureyş’ten hiç kimse sana muhalefet etmesin. Zaten insanlar Kureyş’e tâbidirler” demiş olmasına rağmen İmam Ali (a.s.) bu teklifi reddetmiştir.

 

وقد روى الامام الصادق عن ابيه عن جده : انه لما استخلف ابو بكر جاء ابو سفيان الى الامام علي وقال له : أرضيتم يا بني عبد مناف ان يلي عليكم تيم ؟ ابسط يدك ابايعك ، فوالله لأملأنها على ابي فصيل خيلا ورجالا ، فانزوى عنه وقال : ويحك يا ابا سفيان هذه من دواهيك ، وقد اجتمع الناس على ابي بكر . ما زلت تبغي للاسلام العوج في الجاهلية والاسلام ، ووالله ما ضر الاسلام ذلك شيئا . . . مازلت صاحب فتنة

 

İmam Sâdık, babası kanalıyla dedesinden şöyle rivayet etmektedir: Ebû Bekir, halife olduğunda Ebû Süfyân İmam Ali’ye gelip O’na ‘Ey Abdümenâfoğulları! Teym kabilesinden birisinin sizi yönetmesine razı mı oldunuz? Uzat elini sana biat edeyim; Allah’a yemin olsun ki, Ebû Fusayl’ın makamını süvariler ve piyadelerle doldururum!’ dediğinde İmam (a.s.) ondan uzak durmuş ve ‘Yazıklar olsun ey Ebû Süfyân! Bu da senin tuzaklarından biridir, artık insanlar Ebû Bekir konusunda ittifak ettiler. Sen Cahiliyye döneminde olduğu gibi İslam’a girdikten sonra da İslam’ı saptırmayı arzuluyorsun. Allah’a yemin olsun ki sen fitnecilik yapmayı sürdürsen bile, bu İslam’a hiçbir zarar vermez!’ karşılığını verdi.[1]

 

Ben derim ki: İmam Ali’nin Abbas veya Ebû Süfyân tarafından teklif edilen biattan kaçınmasının nedeni şudur: Bu iki şahsın İmam Ali’ye yardım etme ve kendisi için biat alınması tekliflerinin arka planındaki asıl gerekçe kabile ruhuydu, nass değildi. Ayrıca İmam Ali (a.s.) yönetime geçebilmek için nassı işitip kavrayan Muhacir ve Ensar’ın öncülerinin biatını istiyordu ve söz konusu biatın gizli bir şekilde değil de Mescit’te halkın huzurunda gerçekleşmesini uygun görüyordu.

 

Yazar’ın İmam Sâdık’a (a.s.) nispet ettiği rivayet ise mevzu (uyduruk) olup, Kâdî Abdülcebbâr el-Mutezilî’nin el-Muğnî adlı eserinde (s. 289) geçmektedir. Çünkü Ebû Süfyân’ın İmam Ali’ye (a.s.) biat alma önerisi Sakîfe olayının başlangıcı ve Benî Hâşim’in birkaç muhacir ile birlikte biat etmekten kaçındığı zaman diliminde gerçekleşmiştir. Biat etmekten kaçınanların bir bölümü ise, Malik b. Nüveyre ve kavmi gibi, Medine’nin dışındaydı. Dolayısıyla bu biat teklifi Ebû Bekir üzerinde birleşmelerinden sonra değildir.

 

İmam Ali’nin (a.s.) Sakîfe ehli karşısında cihad etmek için biat alma noktasındaki tutumu ise şöyledir: İmanlarında sebatlı, sabırlı ve basiret sahibi kırk kişi kendisine biat etmek için toplanmış olmalıydı.  Hâlbuki Ebû Süfyân bunlardan olmadığı gibi Abbas da tek başınaydı. Onunla böyle bir biat gerçekleşemezdi. Buna ek olarak ikisi de kabilevî dürtülerle harekete geçmişlerdi. İmam Ali (a.s.) ise böyle bir şeyi kabul etmiyordu.

 

Üçüncü Konu: İmam Ali’nin Ebû Bekir’den Daha Faziletli Oluşu Yönetim Hakkının O’na Mahsus Olduğu Anlamına Gelmez İddiası

 

Yazar şöyle diyor: İmam Ali (a.s.), halifelik konusunda daha fazla hak sahibi ve öncelikli olduğunu düşünmesine rağmen, sonra biat etmiştir.

 

Ben derim ki: İmam Ali’nin (a.s.) açıklamaları yönetimin sadece kendisinin hakkı olduğunu gösterme noktasında açıktır. Mesele “efdaliyet” (daha faziletli olmak) meselesi değildir.

 

Şüphe

 

Yazar şöyle diyor: “Ehl-i Sünnet ve Şiî tarihçiler İmam Ali’nin (a.s.) Ebû Bekir’e biat etmekten kaçındığı noktasında görüş birliği içindedirler… İmam Ali (a.s.) halifelik konusunda daha fazla hak sahibi ve öncelikli olduğunu düşünmesine rağmen sonraları dönüp biat etmiştir… Nass meselesine hiçbir şekilde işaret etmemiştir.[2]

 

Ben derim ki: Üstad Ahmed el-Kâtib, İmam Ali’nin (a.s.) halifeliği öncelikle hak edişinin “ihtisas evleviyeti” (sadece kendisinin yönetimi hak ettiği) değil de “tafdil evleviyeti” (kendisinin bu işe diğerlerinden daha layıkıyla yerine getireceği) olduğu görüşündedir. Bu görüş İmam Ali’nin (a.s.) Ebû Bekir’den daha üstün olmakla birlikte, Ebû Bekir’e yapılan biatın sahihliğini ve hilafet konusunda herhangi bir nassın bulunmadığını savunan İbn Ebi’l-Hadîd’in ve onun ekolünün görüşüdür.

 

Bu görüş önceki bölümlerde ele alıp incelediğimiz nasslarla ve İmam Ali’nin sözleriyle çürütülmüştür.  Üstelik bizzat Ahmed el-Kâtib’in kendisi İmam Ali’nin (a.s.) بايع الناس أبا بكر وأنا أولى بهم مني بقميصي هذا / Şu gömleğim nasıl benim ise halifelik de öylece benim hakkım iken insanlar Ebû Bekir’e biat ettiler” sözlerini eserine almıştır. Bu sözler “tafdil” değil “ihtisas” evleviyetine delalet etmektedir. Çünkü İmam’ın (a.s.) yönetime evleviyetini kendi gömleğine evleviyeti ile mukayese etmesinin ihtisas (sadece kendisinin hakkı olduğu) dışında başka bir anlamı olamaz. Hiç kuşkusuz kişinin gömleği ile ilişkisi ihtisas evleviyetidir. Çünkü o, söz konusu gömleğin sahibidir. İmam Ali (a.s.) kendisinin insanları yönetmeye yönelik evleviyetinin kendi gömleğine yönelik evleviyetinden daha şiddetli ve daha kuvvetli olduğunu belirtiyor. Zira kendi giydiği gömlek bir hırsız tarafından başkasından çalınmış ve kendisi de bilmeden bunu hırsızdan almış olabilir. Hâlbuki yönetime yönelik evleviyetinde böyle bir ihtimal kesinlikle söz konusu değildir. Aksine Hz. Peygamber’in (s.a.a.) nassı ve Allahu Teâlâ’nın emri söz konusudur.

 

İmam Ali’nin şu buyrukları da böyledir:

 

و طفقت ارتأي بين ان اصول بيد جذاء أو اصبر على طخية عمياء يهرم فيها الكبير ويشيب فيها الصغير ويكدح فيها مؤمن حتى يلقى ربه فرأيت ان الصبر على هاتا احجى فصبرت وفي العين قذى وفي الحلق شجى ارى تراثي نهبا

 

Başladım düşünmeye; kesilmiş elimle atağa mı geçeyim, yoksa büyüğü tamamıyla yıpratan, küçüğü tümüyle ihtiyarlatan, müminin Rabbine kavuşuncaya kadar içinde çabaladığı kör bir karanlığa sabır mı göstereyim? Sabretmenin daha uygun olduğunu gördüğümden gözümde diken ve boğazımda düğüm olmasına ve mirasımın yağmalandığını görmeme rağmen sabrettim!

 

Bu sözler şu anlama gelmektedir: Canım ile yetersiz kuvvet arasında bir seçim yapmak zorunda kaldım. Nitekim İmam şöyle buyurmaktadır: فلم اجد غير أهل بيتي فضننت بهم عن الموت / Ehl-i Beyt’imden başka yardımcı bulamadım. Ben de onları ölümden esirgedim.” Eğer yanında yeterli kuvvet olsaydı hiç kuşkusuz Sakîfe ehliyle savaşırdı. İmam Ali’den aktarılan şu buyruk meşhurdur:

 

لو وجدت اربعين ذوي عزم لناهضت القوم

 

“Eğer azimli kırk kişi bulsaydım kuşkusuz bu kavimle savaşa girişirdim!”

 

İmam Ali’nin bu tutumu kesinlikle tafdil evleviyeti görüşüyle uyuşmamaktadır. Bu düşünce hilafeti sadece kendisinin hak ettiğini göstermektedir.

 

İmam Ali’nin أو اصبر على طخية عمياء / kör bir karanlığa sabır mı göstereyim” buyruğu ise meydana gelen bu olayın sadece dünyevî gasp olmadığını, aksine ümmetin bütününü kapsayan fikrî bir inkılâbın ve sapmanın başlangıcı anlamına geldiğini göstermektedir. İmam Ali’nin (a.s.), Osman’ın öldürülmesinden sonra biat etmek için kendisine geldiklerinde söylediği şu söz de bunu pekiştirmektedir.

 

دعوني والتمسوا غيري فان المحجة قد اغامت والحجة قد تنكرت” “Beni bırakıp, başkasını bulun. Ufuklar boydan boya kara bulutlarla kaplanmış, yol görünmez olmuştur” ve قد ملتم ميلة لم تكونوا عندي محمودين واخشى ان تكونوا في فترة”  “Geçmişte benim yanımda övülmeyen birtakım işlere meylettiniz. Ben sizin hidayetten mahrum bir fetret dönemine düşmenizden korkuyorum.”[3]

 

Yazarın el-Murtazâ’nın eş-Şâfî’sinden naklettiği rivayet şu şekildedir: Buna göre güya İmam Ali, Ebû Bekir’e والله ما نَفَسْنا عليك ما ساق الله اليك من فضل وخير ولكنا كنا نظن ان لنا في هذا الامر نصيبا استبد به علينا / Allah’a and olsun ki bizim Allah’ın sana vermiş bulunduğu üstünlük ve iyilik konusunda seninle yarışmak gibi bir niyetimiz yoktur. Yalnız yönetim konusunda bizim bir payımızın bulunduğunu ve onun zorla elimizden alındığı kanaatindeydik.” demiştir. Bu rivayeti Murtazâ, el-Belâzurî’den, o bunu el-Medâinî’den, o Ma’mer’den, o Zührî’den, o Urve’den, o da Âişe’den rivayet etmiştir. Seyyid Murtazâ bu hadisi Hz. Ali’nin biattan geri durmasının kanıtı olarak sunmuştur, yoksa bunu sahih olduğuna inandığı için eserine almış değildir. Rivayet, uydurma olduğuna dair birtakım delilleri de içermektedir. Ayrıca İmam Ali’nin (a.s.) yönetim konusundaki hakkı yukarıda da sunduğumuz üzere zan değil yakîn üzeredir. Zührî ve Urve hatta Aişe, birçok nassın ve olayın tahrifinde önemli rol oynamışlardır.

 

Dördüncü Konu: Seyyid Murtazâ’ya Göre Gadîr Hadisi’nin Delaleti

 

Yazar şöyle diyor: “Şerif el-Murtazâ, Gadîr Hadisi’nin hilafet konusunda açık olmadığını ve nass-ı hafi olduğunu söylüyor.

 

Ben derim ki: Durum onun iddia ettiği gibi değildir. Aksine Şerîf el-Murtazâ şöyle demektedir: Biz Müminlerin Emiri’ne yönelik nassın sabit olduğunu delillendirdik. O’na yönelik nass haberleri başka ihtimal taşımamaktadır ve bu konuda herhangi bir problem de söz konusu değildir. Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) من كنت مولاه فعلي مولاه / Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” buyruğu da bu türdendir.

 

Şüphe

 

Yazar şöyle diyor: “Gadîr Hadisi Müminlerin Emiri’nin hakkının Peygamber tarafından ortaya konduğunu gösteren en açık ve güçlü delil kabul edilmesine rağmen, İmâmiyye Şiası’nın Şerif el-Murtazâ gibi eski âlimleri bunu gizli bir nass kabul etmekte ve O’nun halifeliğini açıkça ortaya koymadığını belirtmektedir. O, eş-Şâfî’de şöyle demektedir: Biz bu nassın zorunlu bilgi ifade ettiği iddiasında değiliz; ne bizim için ne de muhaliflerimiz için böyle bir iddia doğru değildir. Bizim mezhebimize bağlı olan âlimlerimiz arasında da nassın delaletinin apaçık olduğunu iddia eden kimseyi tanımıyoruz.”[4]

 

 

Şüphenin Reddi

 

Ben derim ki: Seyyid el-Murtazâ’nın gizli nasstan muradı usûl âlimlerinin “el-mücmel” diye isimlendirdikleri ve “delaleti açık olmayan” şeklinde tanımladıkları, mukabili de “mübeyyen” olan şeydir. Gizliliğin/hafîliğin birçok sebebi vardır. Lafzın müşterek olması ve manalarından birisine yönelik herhangi bir karinenin bulunmaması bunlardan biridir. Nitekim ‘‘mevlâ’’ sözcüğünde böyle bir durum söz konusudur. Bu sözcük “evlâ, memluk köle, amcaoğlu ve anlaşmalı” gibi anlamlara da gelir.

 

Bu açıklamalardan da “nass-ı mücmel” ve “hafî” ile istidlal ve nazara muhtaç olan kavramların kastedildiği sonucuna ulaşılır. Bu amaçla da nassın içindeki veya dışındaki karineleri araştırma ameliyesine girişilir. Şiî âlimlerin Gadîr Hadisi’ne yaklaşımı da bu şekildedir. Nitekim aşağıdaki açıklamaları yapan Şerîf el-Murtazâ bunlardandır:

 

“Resûlullah’ın vasiyet hakkındaki nassının varlığına dair Gadîr Hadisi’nin delil olarak kullanılması noktasındaki istidlâlimiz şu şekildedir:

 

Hz. Peygamber (s.a.a.) kendisine itaatin farzlığına, emri ve nehyi ile tasarrufta bulunmasının vacip olduğuna dair ikrar alarak ümmetinin böyle bir makamın bulunduğu sonucunu çıkarmasını sağladı. Bunu da الست أولى بكم من انفسكم / Ben size nefislerinizden daha evlâ değil miyim?’ sözüyle ortaya koydu. Bu söz her ne kadar söyleniş şekli itibariyle soru kalıbında ise de murat onay almaktır. Rab Teâlâ’nın الست بربكم / Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (A’râf, 172) buyruğu da bu türdendir. Sahâbe bu makamı itiraf ve ikrar edince Hz. Resûlullah (s.a.a.) Müminlerin Emiri’nin elini kaldırıp yukarıda geçen cümleye atfederek şöyle buyurmuştur: فمن كنت مولاه فهذا علي مولاه / Ben kimin mevlâsı isem Ali (a.s.) de onun mevlâsıdır.’ Bir diğer rivayete göre ise اللهم والِ من والاه وعاد من عاداه وانصر من نصره واخذل من خذله / Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır! Allah’ım O’na dost olana dost ol, düşman olana düşmanlık et! O’na yardımcı olana yardımcı ol! O’nu rüsva kılmaya çalışanı rüsva eyle!’ Resûlullah (s.a.a.) bir önceki cümlede geçen manayı taşıyan lafzı/sözcüğü içeren başka bir cümle söyledi. Her ne kadar bu sözcüğün başka bir manaya gelmesi muhtemel olsa da yukarıda geçtiği üzere, kendilerinden aldığı takririn manasını murat etmiş oldu. Dilcilerin kullanım ve hitaplarındaki örfleri de bunu gerektirmektedir. Hz. Peygamber’in (s.a.a.) zikrettiğimiz manayı murat ettiği sabit olduğuna göre imametin de Müminlerin Emiri’nin aidiyeti vacip olur. Çünkü İmam Ali’nin (a.s.) onlara kendi nefislerinden evlâ oluşu ancak onların Ali’ye (a.s.) itaat etmelerinin farz olmasıyla ve Ali’nin onlar hakkındaki emrinin geçerli olmasıyla mümkündür. Bu durum ise ancak Ali’nin (a.s.) imam olmasıyla söz konusu olabilir.

 

Eğer, ‘Siz önce ‘mevlâ’ sözcüğünün ‘evlâ’ anlamına geldiğini veya ‘evlâ’nın ‘mevlâ’ sözcüğünün muhtemel anlamları arasında yer aldığını ispatlayın. Sonra da haberde geçen bu sözcükten muradın, diğer anlamlar değil de ‘evlâ’ olduğunu gösterin. En sonunda da ‘evlâ’ lafzının imamet manasını ifade ettiğini kanıtlayın.’ diyecek olurlarsa cevaben şöyle deriz: ‘Lügat ile ve lügatçilerle asgari düzeyde hemhal olan bir kimse onların bu kelimeyi yani ‘mevlâ’yı ‘evlâ’ yerine de kullandıklarını bilir. Nitekim onlar ‘mevlâ’ lafzını ‘amcaoğlu’ vd. anlamlarda da kullanırlar. Lafzın ‘evlâ’ anlamındaki kullanımını inkâr eden diğer anlamlardaki kullanımını da reddeden kimse gibidir.

Sahip olduğumuz görüşe delalet eden bir cümleyi sunuyor ve diyoruz ki: Ebû Ubeyde Mamer b. el-Müsennâ’nın lügat alanındaki konumu Kur’ân sahasındaki konumu gibidir.[5] Onun Kur’ân ile ilgili kitabı Mecâzü’l-Kur’ân olarak tanınmaktadır.  O Hadîd Sûresi’nin مَأْوٰيكُمُ النَّارُؕ هِيَ مَوْلٰيكُمْؕ وَبِئْسَ الْمَصٖيرُ/ Varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü bir gidiş!’ (Hadîd, 15) âyetinde geçen هِيَ مَوْلٰيكُمْؕ / O sizin mevlânızdır” bölümünü أولى بكم /size evlâ olan’ olarak tefsir eder.

 

Ebû Ubeyde dil sahasında hata edecek kimselerden değildir.

 

Müfessirler arasında وَلِكُلٍّ جَعَلْنَا مَوَالِيَ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْاَقْرَبُونَؕ وَالَّذٖينَ عَقَدَتْ اَيْمَانُكُمْ فَاٰتُوهُمْ نَصٖيبَهُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَهٖيداًࣖ / Anne, baba ve akrabanın geride bıraktıklarından her biri için yakın vârisler belirledik. Antlaşma yoluyla yakınlık bağı kurduğunuz kimselere de paylarını verin. Bilin ki Allah her şeyi görmektedir.’ (Nisâ, 33) âyetinde geçen tekili “mevlâ” olan مَوَالِيَ /mevali’ lafzından muradın, mirası elde etmeye en layık ve onda daha çok hak sahibi kimseler olduğunda herhangi bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır.

 

Ahtal[6] ise şöyle der:

 

فاصبحت مولاها من الناس بعده *** واحرى قريش ان تهاب وتحمدا

 

‘Ondan sonra insanların mevlâsı oldu; saygı gösterilmeye ve övülmeye Kureyş’in en layığıdır.’

 

Hadiste de şöyle geçmektedir:

 

ايما امرأة تزوجت بغير اذن مولاها فنكاحها باطل

 

‘Mevlâsının izni olmaksızın evlenmeye kalkışan bir kadının nikâhı batıldır.’[7]

 

Kanıt olarak sunduğumuz bu cümlelerde mevlâ sözcüğü ile ancak ‘evlâ’ manası murat edilmektedir, başka bir şey değil. Müberred’den aktardığımız bilgiler ise yukarıda geçmişti. Müberred şöyle diyordu: ‘Velî sözcüğünün asıl manası evlâdır. Yani daha çok hak sahibi. Mevlâ sözcüğü de aynı manadadır.’ Allahu Teâlâ’nın ‘ذٰلِكَ بِاَنَّ اللّٰهَ مَوْلَى الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَاَنَّ الْكَافِرٖينَ لَا مَوْلٰى لَهُمْࣖ/ Bu, iman edenlerin yar ve yardımcılarının Allah olmasının, kâfirlerin ise böyle bir yardımcılarının bulunmamasının sonucudur.(Muhammed, 11) buyruğunun teviline değindikten sonra burada da aynısını söyler.

 

El-Ferrâ ise Meâni’l-Kur’ân adlı eserinde ‘el-velî’ ile ‘el-mevlâ’ sözcüklerinin Arap dilinde aynı anlamlarda olduğunu belirtir.[8] Abdullah b. Mesûd, Mâide Sûresi’nin 55. âyetini إنما مولاكم الله ورسولهşeklinde ‘velî’ yerine ‘mevlâ’ lafzı ile okur.[9]

 

Ebû Bekir Muhammed b. el-Kâsım el-Enbârî[10] el-Müşkil adlı meşhur eserinde şöyle der: ‘el-Mevlâ’ sözcüğü lügatte sekiz manaya gelir. Bunların ilki özgürlüğüne kavuşturan nimet sahibidir. İkincisi kendine nimet bağışlanan ve özgürlüğüne kavuşturulan kimsedir. El-mevlâ, velî anlamına gelir. Bir diğer anlamı ise bir şeye evlâ (daha öncelikli) olandır. -Burada bu anlam için yukarıda sunduğumuz âyeti kanıt gösterir. Seyyid Sami el-Bedrî- Ayrıca komşu, amcaoğlu, damat ve anlaşmalı...’

 

Ebû Ömer ve Saleb’in hizmetkârı, el-Hâris b. Halaza’nın beytinin tefsirinde şunu zikrederler.[11]

 

زعموا ان كل من ضر ب العَيْرَ *** موال لنا وأنا الولاءُ   

 

‘Her kazık kurup çadır kuran (veya vahşi eşek avlayan) kimsenin bizim mevlâmız olduğunu, bizim de onların velîsi olduğumuzu zannettiler.’[12]  Görüldüğü üzere burada ‘mevlâ’, ‘velî’ anlamında kullanılmıştır.

 

Gadîr Hadisi’nde geçen ‘mevlâ’ kelimesinin ‘evlâ’ anlamına geldiğine delalet eden şey şudur: Lisan ehlinin hitap alanındaki âdeti şöyledir: Bir cümlenin tasrih edici bir niteliğe sahip olduğunu görür, bu cümleye de muhtemel anlamlara gelen bir kelimeyi içeren bir kelam atfederlerse, bu kelime ile ancak ilk anlamı murat ederler. Vurguladığımız bu durumun sahihliğini şu örnek açıklamaktadır. Bir kimse bir cemaate yönelip de onlara birkaç kölesinin olduğunu söyler ve ardından ‘Sizler benim falanca kölemi tanıyor musunuz’ der, bu kelamdan hemen sonra da ‘Şahid olun ki benim kölem Allah rızası için hürdür’ diyecek olursa, ‘kölem’ lafzı ile ancak ilk cümlede söz konusu ettiği köle kastedilmiştir, diğer köleleri değil. Eğer mütekellim ilk anlam dışında başka bir şeyi murat ederse dilcilere göre bu söz, konuşmanın genel üslubunun dışındaki bir muammaya dönüşmüş olur.

 

‘Evlâ’ lafzının imamet manasına geldiğine dair delile gelince, biz lügat ehlinin bu kelimeyi ancak ‘başkasının tedbirini [sorumluluğunu-yönetimini] üstüne alan kimse’ hakkında kullandığını görmekteyiz. Emri ve nehyi geçerli olan kimse, tedbir ve tasarrufunda evlâ olarak nitelendirilir. Görmez misin ki onlar السلطان أولى باقامة الحدود من الرعية / Sultan reayaya hadleri ikamet etmekte evlâdır’, ‘وولد الميت أولى بميراثه من كثير من اقاربه / Ölünün çocuğu ölünün mirasına birçok akrabasından daha evlâdır’ ‘الزوج أولى بامرأته / Koca hanıma evlâdır’, ‘المولى أولى بعبده / Mevlâ kölesine evlâdır’ derler. Bütün bu cümlelerde murat bizim zikrettiğimiz şeydir.

 

 ‘اَلنَّبِيُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِنٖينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ / Peygamber müminlere kendilerinden daha yakındır’ (Ahzâb, 6) âyetinde geçen ‘evlâ’ kelimesinden muradın müminlerin tedbiri ve işlerini yerine getirmek olduğu hususunda müfessirler arasında görüş ayrılığı yoktur. Dolayısıyla müminlerin Peygamber’e itaat etmeleri vaciptir. Biz biliyoruz ki insanları tedbir eden, onlardan her birisinin emrine ve nehyine evlâ olan birisi ancak kendisine itaat edilmesi farz olan bir imam olabilir.”[13]

 

Bu açıklamalarla da Gadîr Hadisi’nde herhangi bir gizliliğin ve delalet noktasında Müminlerin Emiri’nin imametine yönelik bir mücmelliğin (belirsizliğin, müphemliğin) kalmadığı açığa çıkıyor.[14]

 

Seyyid Murtazâ şöyle der:

 

“Her ne kadar hakiki manaları hakkında ihtilaf söz konusu olsa da, üzerinde ittifak edilen ve hakkında icmâ bulunan haberlerle Müminlerin Emiri’ne yönelik nassın sabit olduğunu kanıtladık. Bunların tevili noktasında ihtilaf söz konusu olmakla birlikte O’na yönelik nasslar-haberler ihtimalî [zannî] değildir ve bu konuda herhangi bir problem de yoktur. Hz. Peygamber’in (s.a.a.) انت مني بمنزلة هارون من موسى / Senin bana konumun Hârûn’un (a.s.) Mûsâ’ya (a.s.) konumudur’ veمن كنت مولاه فعلي مولاه /Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır’ şeklindeki buyrukları da buna delalet etmektedir. Ayrıca Kur’ân’ın da buna tanıklıkta bulunduğuna dair delil getirdik. اِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا الَّذٖينَ يُقٖيمُونَ الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ/ Sizin veliniz ancak Allah'tır, Resûlüdür ve rükûda zekât vererek namazı ikame edenlerdir.’ (Mâide, 55) Bu kesin delillerin delaletiyle çelişen bütün haberleri atmalıyız. Eğer tevil edilebilecek bir yapıda iseler de biz bu haberlere uygun düşecek şekilde tevil ederiz.”[15]

 

Şerif el-Murtazâ’nın “Biz bu nassın zorunlu bilgi ifade ettiği iddiasında değiliz; ne bizim için ne de muhaliflerimiz için böyle bir iddia doğru değildir. Bizim mezhebimize bağlı olan âlimlerimiz arasında da nassın delaletinin apaçık olduğunu iddia eden kimseyi tanımıyoruz” sözündeki muradı şudur: Gadîr nassı İmam Ali’nin imam olarak tayinine bedihî, zarurî ve istidlâlsiz bir şekilde delalet etmemektedir.

 

Evet, el-Murtazâ ve kadim dönem Şiî âlimleri şöyle derler: Hz. Peygamber (s.a.a.) Gadîr Hadisi’nde Ali’nin (a.s.) imametini murat etmeseydi, böylesi bir hitap tarzıyla uygun konuşmanın mecrasından sapmış ve muammalı bir söz söylemiş, hatta hikmete aykırı davranmış olurdu.[16]

 

Bütün bu açıklamalar ışığında Üstad Kâtib’in benimsediği görüşün hatalı olduğu ve Şerif el-Murtazâ’nın sözünden suistifade ettiği, onun sözünü onun murat etmediği ve kastetmediği bir tarzda anladığı anlaşılıyor. 

 

Bu değerlendirmeyi sonlandırırken Şerif el-Murtazâ’nın ve nass-ı hafî ve nass-ı celî hakkındaki açıklamalarını okuyucuya sunmanın yararlı olduğu görüşündeyiz. O şöyle diyor:

 

“Biz şu görüşe sahibiz. Hz. Peygamber (s.a.a.) kendisinden sonra Müminlerin Emiri’nin imam olacağını açıkça belirtmiş, O’na itaat etmenin vacipliğini ve her mükellefin sorumluluğu olduğunu göstermiştir. Bize göre ‘nass’ aslen iki kısma ayrılır. Bunlardan ilki fiile râcidir ve söz de bu kısma dâhil olur. İkincisi ise fiil olmaksızın sadece söze (kavle) râcidir.

 

Fiil ve söz ile nassa gelince Hz. Peygamber’in (s.a.a.) fiilleri ve açıklayıcı kavilleri bütün ümmet arasında Müminlerin Emiri’nin bu makamı hak ettiğine delalet etmektedir. Ayrıca O’nun tazimi hak ettiğine ve başkasına değil sadece O’na ait olan özelliklerine delalet eden rivayetler de bu makamın İmam Ali’nin (a.s.) hakkı olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber’in (s.a.a.) O’nu kendisi ile kardeş kılması ve Âlemlerin Kadınlarının Hanımefendisi kızını O’nunla nikâhlaması hep bu türden tazim ve saygıyı hak eden şeylerdendir. O sahâbeden hiçbir kimseyi O’nun üstüne veli atamamış, bir iş için görevlendirmede bulunduğunda veya bir ordu gönderdiğinde sadece O’nu vali ve öncü diye atamıştır.  Kendisiyle uzun uzun sohbet etmiş, hiçbir zaman O’na kızıp öfkelenmemiş ve O’nu hiç bekletmemiştir. O’nun hiçbir fiilini de inkâr etmemiştir. Küçük olsun büyük olsun hiçbir işte, ashabından bir grubun şikâyet amacıyla kendisine geldikleri esnada -bu tür olaylar çokça cereyan etmesine rağmen- ne açıkça ne de ima yoluyla O’nu kınamıştır.

 

Hz. Peygamber’in (s.a.a.) علي مني وأنا منه / Ali bendendir; ben de O’ndanım.’[17]علي مع الحق والحق مع علي /Ali hak ile birliktedir; hak da Ali iledir.’ ‘اللهم ائتني بأحب خلقك إليك يأكل معي من هذا الطائر / Allah’ım, yarattıkların arasında sana en çok sevgili olan kimseyi bana gönder!’[18] buyrukları ile, dost ve düşmanın muhalefet edemediği nice başka açık sözü ve fiili mevcuttur. Bunların tümünü zikretmek konuyu uzatır.  Bu fiiller ve sözler Müminlerin Emiri’nin imameti hak ettiğine tanıklık etmekte ve O’nun (a.s.), Resûl’ün makamına evlâ olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü bu hadisler tazime ve şiddetli ihtisasa delalet etmektedir. Sebeplerin kuvvetli oluşu velayetin en şereflisini ortaya koymaktadır. Çünkü kim daha açık fazilete ve dinde en yüce konuma sahipse, takdimi ve tazimi daha çok hak etmektedir ve ilmî ve amelî kemâli nedeniyle velâyet ve imamete en layık odur.

 

Ashabımızdan bir cemaat şöyle der: Fiilin delaleti sözün delaletinden daha vurgulu, şüpheden daha uzaktır. Çünkü söz bazen mecazın kapsamına girer ve bünyesinde fiilin taşımadığı birtakım tevilleri barındırabilir.

 

Fiilsiz, söz ile nassa gelince bu da iki kısma ayrılır.

 

İlki: Resûlullah’ın muhataplarının işitip apaçık bir şekilde anladığı nasslar. Her ne kadar biz şimdi o sözün muradını istidlâl yoluyla elde etsek de, bu zâhiri ve lafzı imamet ve hilafete açıkça delalet eden haberleri ashabımız ‘nass-ı celî’ (açık nass) olarak isimlendirmektedir. Hz. Peygamber’in ‘سلموا على علي بإمرة المؤمنين / Ali’ye (a.s.) Müminlerin Emiri diye selam verin![19]  ve ‘هذا خليفتي فيكم من بعدي فاسمعوا له واطيعوا / Bu, benden sonra aranızdaki halifemdir. O’nun sözünü dinleyin ve O’na itaat edin![20]  buyrukları gibi.

 

İkincisi: Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) muhataplarının O’nun sözünden imamet manasını çıkardıklarına tam kanaat getiremediğimiz kısımdır. Bu manayı lafzın delaletinin itibarı ile istidlâl yoluyla elde etmiş olmaları mümkün olabilir.

 

Rivayetin kesinliği sabit olmakla birlikte neyin murat edildiği ancak delillendirme (istidlâl) yoluyla bilinen nasslara gelince, bunlara Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) ‘انت مني بمنزلة هارون من موسى الا انه لا نبي بعدي / Senin bana konumun Hârûn’un Mûsâ’ya konumu gibidir. Ancak benden sonra peygamber yoktur.' Ve ‘من كنت مولاه فعلي مولاه / Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.’ şeklindeki buyrukları örnek verilebilir. Ashabımız bunları ‘nass-ı hafî’ (gizli nass) olarak isimlendirmektedir.

 

Kavlî (sözlü) nass, bir diğer açıdan ise iki kısma ayrılır.

 

Sadece İmâmiyye Şiası’nın naklettiği nasslar: Her ne kadar bazı [Sünnî] hadis râvîleri manasına dikkat etmeden bunları nakletmiş olsalar da. İşte bu tür hadisler ‘nass-ı celî’ kısmına girmektedir.

 

Diğer kısım ise Şiî ve Nâsıbîlerin birlikte rivayet ettikleri ve ümmetin tümünün kabul ettiği hadislerdir. Bununla birlikte tevilinde birbirlerine muhalefet etmekte ve ondan muradın ne olduğu hususunda farklılık göstermektedirler. İşte nassın bu kısmına ‘nass-ı hafî’ denir.

 

Şimdi ise sadece ashabımızın rivayet ettiği ‘nass-ı celî’nin delaletinin açıklamasına başlıyoruz. Çünkü ashabımız bu noktada yalnız kalmıştır. Kitabın (el-Muğnî) müellifinin sözleri de bu anlama dönüktür. Diğer nasslara gelince, bunları da ele alacağız ve muhaliflerin eleştirilerini Yüce Allah’ın izniyle geçersiz kılacağız.”[21]

 

Beşinci Konu: İmam Ali’nin Gadîr Hadisi ile İhticacı

 

Yazar: Eğer Gadîr Hadisi bu manayı taşısaydı İmam’ın bu manaya işaret etmesi gerekirdi. Kendi faziletlerinin sayılıp dökülmesinden daha güçlü olan bu delille onları ikna etmeye çalışırdı.

 

Ben derim ki: İmam Ali (a.s.) Gadîr Hadisi’ni kanıt olarak kullanmıştır. Biz bunu kitabımızın önceki bölümünde detaylı bir şekilde sunmuştuk.

 

Şüphe

 

Eğer Gadîr Hadisi bu manayı taşısaydı İmam’ın bu manaya işaret etmesi gerekirdi. Kendi faziletlerinin sayılıp dökülmesinden daha güçlü olan bu delille onları ikna etmeye çalışırdı.[22]

 

Şüphenin Reddi

 

Ömer’in, İmam Ali’nin de aralarında bulunduğu altı kişilik şûrâyı teşkil etmesindeki hedef ile Sakîfe toplantısının hedefi aynıdır. Tek fark ikincisinde Hz. Ali’nin yer almayışıdır. İki akımın planlayıcıların hedefi gücü ellerine almaktı. Şûrâ’yı planlayanın ise fazladan başka bir hedefi daha vardır: O da İmam Ali’nin (a.s.) şûrânın gerçekleştirildiği evden, zorla da olsa Osman’a biat ederek çıkmasıydı. Böylece İmam Ali’nin (a.s.) onlara karşı kıyam etmeyeceğinden emin olmak istemişlerdi. Bu kitabın önceki bölümünde bu konuyu detaylı bir şekilde inceledik.[23]

 

Durum böyle olduğuna göre her iki olayın atmosferi de kanıt olarak kullanılmaya elverişli değildir. Çünkü topluluk ne şekilde olursa olsun hedeflerini gerçekleştirmekte ısrarcıydılar. Hatta Hz. Fâtıma’nın (a.s.) evini yakmakla veya Ebû Bekir’e biat etmemesi ve altı kişilik şûrânın toplandığı evden Osman’a biat etmeden çıkması halinde İmam Ali’yi (a.s.) öldürmekle bile tehdit etmişlerdi! Bununla birlikte bazı kaynaklar İmam Ali’nin (a.s.) altı kişilik şûrâ ehline karşılık Gadîr Hadisi’ni kanıt gösterdiğini belirtmektedirler. Nitekim Hârezmî’nin el-Menâkıb’ında (s. 217), el-Hamvînî’nin Ferâidü’s-Sımtayn’ında (58. bâb) ve İbn Hâtem eş-Şâmî’nin ed-Dürrü’n-Nâzîm’ında Hâfız İbn Merdeveyh kanalıyla rivayet edilen haberde bu durum geçmektedir.[24]

 

İmam Ali’nin altı kişilik şûrâya girmesi kendi ihtiyarıyla olmuş değildir, aksine o buna zorlanmıştır. Altı kişilik grupta muhalif olanın öldürülmesine yönelik Ömer’in emri de buna delalet etmektedir. Onların İmam Ali’yi (a.s.) şûrâya dâhil olması için zorlamalarının sebebi İmam Ali’den (a.s.) korkmalarıydı. Zira şûrâya katılmazsa Osman’a biat etmeyeceğini biliyorlardı, nitekim bundan önce de Ebû Bekir’e biat etmekten kaçınmıştı. Artık durum da çok değiştiğinden, Sakîfe olayında kusuru bulunan veya şüpheye düşen pek çok insan O’na iltihak edecekti. Ve bunun anlamı şuydu: Cihad için yeterli olduğunu düşündüğü sayıda insanın yanında yer almasıyla, Osman karşısında savaşa girişecekti.

 

Gadîr Hadisi yönetim hakkı anlamı taşımasaydı, İmam Ali (a.s.) Osman’ın öldürülmesinden sonraki kendi hilafeti döneminde bunu delil göstermezdi. Kitabımızın önceki bir bölümünde bu olayın detaylarını sunmuştuk.

 

Altıncı Konu: Sahâbe ve Gadîr Hadisi

 

Yazar şöyle diyor: Sahâbe Gadîr Hadisi’nden veya başka hadislerden halifelik konusunda bir nass veya tayin manası çıkarmamıştır.

 

Ben derim ki: Aksine sahâbe tam da bu manayı anlamışlardır. Bu manayı anlamalarından ötürü söz konusu hadislerin yirmi beş yıl boyunca insanların arasında tedavülde olmasına mani olmuşlardır.

 

Şüphe

 

Yazar şöyle diyor: “Sahâbe Gadîr Hadisi’nden veya başka hadislerden halifelik konusunda bir nass veya nasb (tayin) manası çıkarmamıştır. Bu sebeple onlar şûrâ yolunu seçmişler, Hz. Resûlullah’tan (s.a.a.) sonra halife olarak Ebû Bekir’e biat etmişlerdir. Bu da Hz. Ali hakkında vârid olan nasslarda halifelik manasının açık olmadığını ya da bu nassların o zamanlarda mevcut olmadığını göstermektedir.[25]

 

Şüphenin Reddi

 

Ben derim ki: Aksine sahâbe Gadîr Hadisi’nden nasb ve tayin manasını anlamıştı. Bu konuda onlar herhangi bir kuşkuya da düşmemişlerdir. Sahâbenin hadisten nasb ve tayini anladıklarının en güzel delili de, siyasî otoritenin dizginlerini ellerine geçirdiklerinden sonra bu hadislerin sözlü veya yazılı biçimde yayılmasını engellemeleridir. Bununla da kalmamış Hz. Peygamber’in (s.a.a.) hadislerine, sahâbenin yazdıklarına kastetmiş, onları bir araya getirip yakmışlardır. Son olarak şunu belirtmeliyiz ki, onları Hz. Peygamber (s.a.a.) döneminde yazılan mushafları yakmaya iten neden, Ehl-i Beyt (a.s.) hakkında inen âyetleri tefsir eden bazı hadislerin bu mushafların kenarında yazılı olmasıydı. Biz bu meseleye ilişkin haberlerden bir bölümünü elinizdeki eserde ele almıştık.

 

Ebu’t-Tufayl Âmir b. Vasile’nin rivayet ettiği şu “Münâşede Hadisi” de bunu desteklemektedir.

 

 “عن أبي الطفيل عامر بن واثلة قال:

" جمع علي (عليه السلام) الناس في الرحبة ثم قال لهم: انشد الله كل امرئ سمع من رسول الله (صلى الله عليه وآله) يقول يوم غدير خم ما سمع لما قام فقام ثلاثون من الناس فشهدوا.

قال أبو واثلة: فخرجت وكأن في نفسي شيئا فلقيت زيد بن أرقم فقلت له إني سمعت عليا (عليه السلام) يقول كذا وكذا.

قال: فما تنكر قد سمعت رسول الله يقول ذلك له

 

İmam Ahmed, Müsned’inde kendi isnad zinciri ile Ebu’t-Tufeyl Âmir b. Vâsile’den[26] (h.100) şöyle rivayet etmektedir: “Ali (a.s.) insanları Rahbe’de topladı. Sonra da onlara ‘Allah aşkına! Hz. Resûlullah’ın Gadîr-i Hum’daki sözlerini işitenler kalksın, işitmeyenler kalkmasın!’ deyince otuz kişi ayağa kalkıp tanıklıkta bulundular.

 

Ebû Vâsile der ki; Kalbimde bir sıkıntı bulunur halde oradan ayrıldım. Zeyd b. Erkam ile karşılaştım. Ona ‘Ali’nin şöyle şöyle dediğini işittim’ deyince dedi ki: “Neyi inkâr ediyorsun? Resûlullah’ın (s.a.a.) O’nun için bunları dediğini ben de duydum![27]

 

Ebu’t-Tufayl sahâbenin küçüklerinden olup Mekke’de ikamet etmekteydi. Hz. Peygamber (s.a.a.) vefat ettiğinde sekiz yaşındaydı. Bu bilgiler ışığında İmam Ali’ye biat edildiğinde 33 yaşında olmuş olur. Mekke’de ikamet ettiğinden ve siyasî otoritenin hem bu hadisin hem de Ehl-i Beyt hakkındaki diğer hadislerin rivayetine mani olması yüzünden, o yaşına dek bunu işitmemişti! Bu hadiste bizi ilgilendiren husus, Ebû Vâsile’nin Gadîr Hadisi’ni ilk kez duyduğunda, önce buna karşı çıkması ve huzursuz olmasıdır. Onun zihnini tırmalayan şeyin, Gadîr Hadisi’nin İmam Ali’ye (a.s.), Rasulullah’ın ümmet üzerindeki velayeti gibi bir velayet tahsis etmesi oluşunda herhangi bir kuşku yoktur. Ümmet üzerindeki velayet, yönetim velayetinden daha büyüktür. Çünkü hükümetin velayeti, ümmet üzerindeki velayetin eserlerinden ve füruundandır. Dolayısıyla da ister yönetim alanında ister başka bir konuda olsun İmam Ali’nin (a.s.) önüne geçen kimse –her kim olursa olsun-  Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) önüne geçmiş hükmündedir.

 

Yazarın “Bu sebeple onlar şûrâ yolunu seçmişler, Hz. Resûlullah’tan (s.a.a.) sonra halife olarak Ebû Bekir’e biat etmişlerdir” sözüne gelince, biz bu eserimizin önceki bölümlerinde Hz. Peygamber’in (s.a.a.) vefatından sonra cereyan eden hadiseleri arz ettik. Bunun önceden tasarlanan bir darbe hareketi olduğunu vurguladık. Allahu Teâlâ’nın وَمَا مُحَمَّدٌ اِلَّا رَسُولٌۚ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُؕ اَفَا۬ئِنْ مَاتَ اَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْؕ / Muhammed yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri dönecek misiniz?” (Âl-i İmrân, 144) buyruğu da buna işaret etmektedir. Ehl-i Sünnet ve Şia kaynaklarında sahih bir şekilde rivayet edilen hadisler de bu hakikati açıklamaktadır. Bu hadislerden bir demet sunalım.

 

قال رسول الله (صلى الله عليه وآله) : تحشرون حفاة عراة . . . فاول من يكسى ابراهيم ثم يؤخذ برجال من اصحابي ذات اليمين وذات الشمال فاقول اصحابي فيقال انهم لم يزالوا مرتدين على اعقابهم منذ فارقتهم فاقول كما قال العبد الصالح عيسى بن مريم : (وَ كُنْتَ عَلَيْهِمْ شَهِيداً مَا دُمْتُ فِيهِمْ فَلَمَّا تَوَفَيْتَنِي كُنْتَ أنْتَ الرَّقِيبُ عَلَيْهِمْ

 

“Ey insanlar! Şüphesiz sizler Yüce Allah’ın huzuruna çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak haşredileceksiniz… Şunu bilin ki insanlar arasında kıyamet gününde elbise giydirilecek ilk kişi İbrahim’dir (a.s.). Yine kıyamet günü ashabımdan bazı kimseler yakalanıp sol tarafa (Cehennem tarafına) götürülürler. Ben hemen ‘onlar benim ashabımdır, (bırakın) diye sesleneceğim’ de bana ‘Ey Muhammed (s.a.a.)! Emin ol ki, sen bunlardan ayrıldığından beri onlar ökçelerine basarak geri dönmüş mürtedlerdir!’ diye cevap verilecektir. Ben de Allah’ın salih kulu ve peygamberinin (Hz İsa b. Meryem) dediği gibi şöyle diyeceğim: Ey Rabbim! Bunların içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerine şahit oldum. Sen beni vefat ettirince, onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Şüphesiz sen her şeye şahitsin!”[28]

 

Buhârî şöyle der: Muhammed b. Yûsuf dedi ki… “Bunlar Ebû Bekir döneminde irtidat eden kimselerdir. Ebû Bekir onlarla savaşmıştır.

 

Ben derim ki: Buhârî ve ondan önceki muhaddisler Havuz Hadislerini sahâbeden başkalarına yormaya çalışmışlardır. Hâlbuki Berâ b. Âzib’in rivayet ettiği aşağıdaki hadis bunun tam aksini teyit etmektedir:

 

عن العلاء بن المسيب عن ابيه قال : « لقيت البراء بن عازب فقلت طوبى لك صحبت النبي (صلى الله عليه وآله) وبايعته تحت الشجرة ، فقال : يا ابن اخي انك لا تدري ما احدثنا بعده

 

Buhârî kendi isnad zinciri ile Alâ İbn el-Müseyyeb’den, o da babasından şöyle rivayet etmektedir: “Ben, Berâ b. Âzib ile karşılaştım ve kendisine şöyle dedim: Müjdeler olsun sana! Hz. Peygamber ile sohbette bulundun! Rıdvan Biatı’nda de yer aldın! O da ‘Ey kardeşimin oğlu, sen sonradan neler ihdas ettiğimizi [bidat olarak neler uydurduğumuzu] bilmiyorsun!’ dedi.[29]

 

عن ابن المسيب انه كان يحدث عن اصحاب النبي (صلى الله عليه وآله) ان النبي (صلى الله عليه وآله) قال : « يرد على الحوض رجال من اصحابي فيحلؤون عنه فاقول يارب اصحابي فيقول انك لاعلم لك بما احدثوا بعدك انهم ارتدوا على ادبارهم القهقرى

 

Buhârî’nin kendi isnad zinciri ile Said İbn el-Müseyyeb’den rivayet ettiğine göre o, Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Havuz başında ashabımdan bazılarını bana getirirler. Havuzdan engellenirler. O zaman ben ‘Ya Rabbim! Ashabımdı onlar...’ dediğimde, bana ‘Senden sonra onların neler ihdas ettiğini bilmiyorsun. Onlar ökçeleri üzerine gerisin geriye döndüler’ denir.[30]

 

عن سهل بن سعد قال قال النبي (صلى الله عليه وآله) : « اني فَرَطُكُم على الحوض من مرََّ عليَّ شرب ومن شرب لم يضمأ ابداً ليردن عليَّ اقوام اعرفهم ويعرفوني ثم يحال بيني وبينهم

 

“Buhârî kendi isnad zinciri ile Sehl b. Sa’d’dan şöyle rivayet etmektedir: Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: Ben, Kevser Havuzu’nun başında sizleri bekleyeceğim. Oraya gelen, ondan içer. Ondan içen, bir daha asla susamaz. Bazıları da orada bana gelirler ki, ben onları tanırım, onlar da beni tanırlar. Fakat sonra onlarla benim arama engel girer, bana ulaşamazlar.[31]

 

 “قال ابو حازم : فسمعني النعمان بن ابي عياش فقال ، هكذا سمعت من سعد فقلت نعم . فقال اشهد على ابي سعيد الخدري لسمعته وهو يزيد فيها : « فأقول (أي النبي(صلى الله عليه وآله)) انهم مني فيقال انك لا تدري ما احدثوا بعدك فاقول سحقا سحقاً لمن غير بعدي

 

“Ebû Hazım dedi ki: Ben bu hadisi kendilerine tahdîs ederken Numân b. Ebî Ayyaş da duydu ve: ‘Sen bu hadisi Sehl’den bu şekilde söylerken işittin mi?’ diye sordu. Ben de ‘Evet’ dedim. Ebû Hâzım şöyle dedi: ‘Ve ben Ebû Saîd el-Hudrî üzerine şehâdet ediyorum ki, muhakkak surette ben ondan işittim, o şu sözleri de ekleyerek Peygamber'in şöyle buyurduğunu söylüyordu: ‘Onlar muhakkak bendendirler’ derim. Bana ‘Sen onların senin ardından ne değişiklikler [bidatlar] yaptıklarını bilmiyorsun’ denir. Ben de ‘Benden sonra [dinde] değişiklikler yapanlar uzak olsunlar, uzak olsunlar!’ derim.[32]

 

بينما انا قائم اذا زمرة حتى اذا عرفتهم خرج رجل من بيني وبينهم فقال هلم : فقلت اين ؟ قال الى النار ، قلت وما شأنهم ؟ قال انهم ارتدوا على ادبارهم فلا اراه يخلص منهم الا مثل همل النعم

 

“Buhârî kendi isnad zinciri ile Ebû Hureyre’den şöyle rivayet etmektedir: Sonra ben Havuz başında bir zümre daha gördüm. Nihayet onları tanıdığım zaman yine benimle onlar arasından bir kişi daha ortaya çıktı ve bu topluluğa ‘Gelin!’ dedi. Ben ona da ‘Bunları nereye götürüyorsun’ diye sordum. O kişi ‘Vallahi ateşe götürüyorum’ diye cevap verdi. Ben ‘Bunların günahı nedir?’ dedim. O ‘Senden sonra bunlar arkaları üzerine dönüp dinden çıkmışlardır’ dedi.

 

Ben bu Havuz’a yaklaşıp da geriye çevrilenlerden hiç kimsenin cehennemden kurtulacağım sanmıyorum. Ancak çobansız yolunu şaşıran deve sürüsünden yolunu bulanlar misali bunlardan da (tek tük) cehennemden kurtulanlar olabilir![33]

ايها الناس بينما انا على الحوض جىء بكم زمراً فتفرقت بكم الطرق فناديتكم الا هلموا الى الطريق فناداني مناد : انهم قد بدلوا بعدك فقلت : الا سحقا سحقا

 

“İmam Ahmed kendi isnad zinciri ile Ümmü Seleme’den şöyle rivayet etmektedir: Resûlullah (s.a.a.): ‘Ey insanlar! Ben Havuz’un başında bulunduğum esnada sizler gruplar halinde getirileceksiniz. Yollar sizi bölükler haline getirecek. Agâh olun! ‘Yola gelin!’ dediğimde bir münadi bana: ‘Senden sonra neler icat ettiklerini bilmiyorsun’ diyecek.  Ben de: Uzak olsunlar! diyeceğim.[34]

 

عن ابي سعيد الخدري عن النبي (صلى الله عليه وآله) انه قال : « تزعمون ان قرابتي لا تنفع قومي ؟ والله ان رحمي موصولة في الدنيا والآخرة اذا كان يوم القيامة يرفع لي قوم يؤمر بهم ذات اليسار فيقول الرجل يا محمد انا فلان بن فلان ، ويقول الاخر انا فلان بن فلان ، فاقول اما النسب قد عرفت ولكنكم احدثتم بعدي وارتددتم على اعقابكم القهقرى

 

“İmam Ahmed kendi isnad zinciri ile Ebû Saîd el-Hudrî’den şöyle rivayet etmektedir: Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurdular: Yakınlığımın kavmime yarar sağlamadığını mı sanıyorsunuz? Vallahi benim akrabalık bağım dünyada da ahirette geçerlidir. Kıyamet günü olduğunda bir topluluk benim karşıma getirilir. Onların sol tarafa götürülmeleri emrolunur. Kişi ‘ey Muhammed! Ben falanca oğlu filancayım!’ der. Bir diğeri de ‘ben de falanca oğlu falancayım’ der. Ben de bunun üzerine şöyle derim: Nesebinize gelince sizi tanıdım. Ancak sizler benden sonra birtakım şeyler ihdas ettiniz. Ökçeleriniz üzere gerisin geriye dönerek irtidâd ettiniz.[35]

 

Yazar “ya da bu nassların o zamanlarda mevcut olmadıklarını göstermektedir” sözüyle Gadîr Hadisi’nin uyduruk olduğunu söylemek istiyorsa, haydi gelin Hz. Peygamber’in bütün hadislerini okuyalım. Çünkü râvîler açısında Gadîr Hadisi’nin özelliklerini taşıyan hiçbir hadis yoktur. Gadîr Hadisi’nin mevzu (uyduruk) sayacak olursak diğer hadisler haydi haydi uydurma olur. Bu durumda elimizde Sünnet-i Nebeviyye’den geriye hiçbir şey kalmaz.

 

Yedinci Konu: İmam Ali’nin Dilinden Uydurulan Düzmece Bir Rivayet

 

Yazar şöyle diyor: Hz. Ali dedi ki: Biz Resûlullah’ın huzuruna varıp ‘‘bize halife tayin et!’’ dedik. O ‘‘Hayır, ayrılığa düşmenizden korkuyorum…” dedi… İmam Ali’nin İmam Hasan’a vasiyeti sadece ahlakî idi.

 

Ben derim ki: Yazarın sunduğu rivayet Şia kültüründen uzaktır. Şerif el-Murtazâ söz konusu rivayeti eserine reddetmek için almış, İmam Ali’nin (a.s.) oğlu Hasan’a vasiyet ettiğini, O’na işaret ettiğini ve yerine halife tayin ettiğini belirtmiştir.

 

Şüphe

 

Yazar şöyle diyor: İmam Ali’nin (a.s.) şûrânın Müslümanların temel ilkesi olduğu şeklindeki inancı, İmam Hasan’ın (a.s.) halifelik sürecinde açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Abdurrahman b. Mülcem kendisini yaraladıktan sonra Müslümanlar İmam Ali’nin (a.s.) huzuruna varıp oğlu Hasan’ı (a.s.) yerine halife seçmesini istediklerinde, ‘‘Hayır, biz de buna benzer bir durum için Resûlullah’a (s.a.a.) varmış ve ‘Bir halife tayin et!’ demiştik de kendisi ‘Hayır! İsrailoğullarının Hârûn hakkında ayrılığa düştükleri gibi sizin de onun hakkında ayrılığa düşmenizden korkuyorum. Yalnız eğer Allah sizin kalplerinizde bir iyilik bulunduğunu görürse sizin için birini seçer’ diye sözlerini sürdürmüştü.[36]

 

Şüphenin Reddi

 

Yazarın Seyyid el-Murtazâ’nın eş-Şâfî adlı eserinden naklettiği rivayet Ehl-i Sünnet kültürüne aittir. Bu rivayeti Kadı Abdülcebbâr el-Mutezilî el-Muğnî adlı eserinde rivayet etmiştir. Kadı Abdülcebbâr el-Muğnî adlı eserinde Ebû Vâil Şakîk b. Seleme’nin ve el-Hakem’in Ali b. Ebî Tâlib’den (a.s.) rivayet ettikleri bir nakli daha zikreder. Rivayet şöyledir: “İmam Ali’ye (a.s.) ‘Vasiyette bulunmayacak mısınız?’ diye sorulduğunda şöyle dedi: Hz. Resûlullah (s.a.a.) vasiyette bulunmadı ki ben vasiyette bulunayım. Ancak Allahu Teâlâ insanlara hayrı murat ederse onları hayır üzere bir araya getirecektir. Nitekim onları peygamberlerinden sonra hayırlarına olan şeyde bir araya getirmiştir.[37]

 

Seyyid Murtazâ bu rivayete şu sözlerle cevap verir:

 

“Kadı’nın Müminlerin Emiri’nden rivayet ettiği bu haber, batıllığı apaçık şeyler içermektedir. Müminlerin Emiri’nin tavır ve tutumlarından, söz ve fiillerinden O’nun kendisini Ebû Bekir’den ve diğer sahâbeden üstün gördüğü anlaşılmaktadır. O hiçbir sahâbenin kendisinden üstün olduğunu kabul etmemiştir. Haberleri ve siyeri araştıran bir kimse asabiyet duygusuna kapılmaz, heva ve hevesine de tâbi olmazsa O’nun bu durumunun kuşku götürmez bir hakikat olduğunu bilir.

 

İmam Ali’nin bu durumunu kabul etmeyen ve başkalarını O’nun önüne geçirmeye çalışan bir kimsenin hiçbir surette muteberliği yoktur. Zira böyle birin durumu şu iki seçenekten birine uymaktadır.

 

a) Ya haberleri, siyeri incelememiş ve nakil ehliyle hemhal olmamış bir mukallittir, dolayısıyla da bu tür şeyleri bilmez.

 

 

b) Ya da haberleri ve siyeri bilmesine rağmen asabiyet duygusuna yenik düşmüştür. Heva ve hevesi kendisine galip gelmiş, inadı yüzünden böylesi bir hakikati reddetmektedir.

 

Resûlullah’ın (s.a.a.) hakkında, ittifakla “اللهم ائتني بأحب خلقك إليك يأكل معي من هذا الطائر / Allah’ım, yarattıkların arasında sana en sevgili olan şahsı bana gönder de benimle birlikte bu kuştan yesin!” diye buyurduğu nakledilen ve cemaat arasından gelerek O’nun (s.a.a.) bu duasına mazhar olmuş birisinin bunu demesi caiz değildir.[38]

 

Hz. Peygamber (s.a.a.) kızı Fâtıma’ya şöyle buyurmuştur: “ان الله عز وجل اطلع على أهل الأرض اطلاعة فاختار منها رجلين جعل احدهما أباك والآخر بعلك / Allahu Teâlâ yeryüzü ehline muttali oldu ve onların arasından iki kişiyi seçti. Bunlardan birisi baban, diğeri ise kocandır.[39]

 

Yine O (s.a.a.), Ali (a.s.) hakkında علي سيد العرب /Ali, Arap’ın ulusudur!” buyurmuştur.[40]

 

O (s.a.a.), Ali (a.s.) hakkında خير أمتي / Ümmetimin en hayırlısı” buyurmuştur.[41]

 

Yine O (s.a.a.), Ali (a.s.) hakkında خير من اخلف بعدي / Ali benden sonrakilerin en hayırlısıdır” demiştir.[42]

 

Resûlullah’ın (s.a.a.) kendisi hakkında bu tür ifadeler kullandığı ve birbirini destekleyen benzer rivayetlere mazhar olmuş bir şahsın böyle konuşması caiz değildir. İmam Ali (a.s.) ile Osman arasında geçen bir diyalogda şu ifadeler geçmektedir: “Osman O’na: ‘Ebû Bekir ve Ömer senden daha hayırlıydı.’ deyince İmam Ali ‘Ben senden de o ikisinden de daha hayırlıyım. Ben Allah’a onlardan önce ibadet ettim ve onlardan sonra da ibadet ettim!’ diye karşılık verdi.[43]

 

Yine O (a.s.) şöyle buyurmuştur: نحن أهل بيت لا يقاس بنا أحد / Biz Ehl-i Beyt ile hiç kimse kıyas edilemez.”[44]

 

Hâricîlerin kıssası hakkında ise Aişe’den şöyle rivayet edilmektedir:

لما سألها مسروق فقال لها بالله يا أمه لا يمنعك ما بينك وبين علي ان تقولي ما سمعت من رسول الله (صلى الله عليه وآله) فيه وفيهم قالت سمعت رسول الله (صلى الله عليه وآله) يقول : (هم شر الخلق والخليقة يقتلهم خير الخلق والخليقة

 

“Mesruk Aişe’ye ‘Allah aşkına ey anne! Seninle Ali (a.s.) arasında meydana gelen şeyler Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) Ali (a.s.) ve Hâricîler hakkında söylediği buyruğu rivayet etmene mani olmasın!’ deyince Aişe şöyle dedi: ‘Resûlullah’ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu işittim: Hâricîler insanların ve canlıların en kötüleridir. Onları insanların ve varlık âleminin en hayırlısı öldürecektir!’”

 

Bunların dışında Hz. Resûlullah’tan (s.a.a.) Ali (a.s.) hakkında aktarılan nice başka rivayet bulunmaktadır. Biz bunların tümünü bir araya getirmek istersek şu elimizdeki gibi başka bir esere ihtiyaç duyarız.

 

Sunduğumuz bütün bu haberler meşhur ve maruftur. Bu rivayetleri hem Ehl-i Sünnet hem de Şia nakletmiştir. Bu haberler ümmetin bir bölümünün kabul edip diğer kısmının reddettiği haberler gibi değildir.

 

Resûlullah’ın (s.a.a.) vasiyette bulunmadığı gibi Müminlerin Emiri’nin (a.s.) de vasiyette bulunmadığını ifade eden bu iki şaz / aykırı haberin karşısında yer alan ve İmam Ali’nin (a.s.) oğlu İmam Hasan’a vasiyet ettiğini, O’na işaret edip O’nu kendi yerine halife tayin ettiğini, kendisinden sonra O’na itaat edilmesini emrettiğini söyleyen, Şia’nın çeşitli kanallarla aktardığı rivayetlere bakalım.  Bunlar esasında sayılamayacak kadar çoktur.

 

عن أبي الجارود، عن أبي جعفر (عليه السلام) قال: إن أمير المؤمنين لما حضره الوفاة قال لابنه الحسن: ادن مني حتى أسر إليك ما أسر إلي رسول الله وأئتمنك على ما ائتمنني عليه، ففعل

 

“Ebü’l-Cârûd, Ebû Cafer’den (a.s.) şöyle rivayet etmiştir: Emirü’l-Mü'minin Ali b. Ebî Tâlib (a.s.) vefat edeceği zaman oğlu Hasan’a (a.s.) ‘Yaklaş bana! Resûlullah’ın (s.a.a.) bana gizlice söylediğini, sana gizlice söyleyeyim ve bana emanet ettiğini sana emanet edeyim!’ dedi. Hasan babasına yaklaştı ve O da dediğini yaptı.”

 

عن جابر عن أبي جعفر عليه السلام قال : « أوصى أمير المؤمنين عليه السلام إلى الحسن عليه السلام واشهد على وصيته الحسين ومحمداً عليهما السلام وجميع ولده ورؤساء شيعته وأهل بيته ، ثم دفع إليه الكتب والسلاح

 

“Câbir’den şöyle rivayet edilmektedir: Ebû Cafer el-Bâkır (a.s.) şöyle buyurmaktadır: Emirü’l-Müminîn (a.s.) oğlu Hasan’a (a.s.) vasiyet etti ve vasiyetine Hüseyin’i (a.s.) ve Muhammed b. Hanefıye'yi, diğer bütün oğullarını, Şiâ’sının ileri gelenlerini ve ailesini şahit tuttu. Sonra da Hasan’a (a.s.) kitapları ve silahı verdi.

 

Rivayet edilen uzun bir haber de, Ebû Cafer Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali’ye varacak şekilde sırayla vasiyet emrini içermektedir.

Müminlerin Emiri’nin (a.s.) oğlu İmam Hasan’a (a.s.) vasiyet ettiğine ve O’nu yerine halife bıraktığına ilişkin haberler Şia arasında meşhurdur. Bu rivayetler o iki rivayetle çelişmektedir.”[45]

 

Sekizinci Konu: İmam Hasan (a.s.) Hakkından Vazgeçmiş Değildir

 

Yazar şöyle diyor: Eğer hilafet Allah ve Resûlü’nün nassı ile olsaydı İmam Hasan’ın (a.s.) hakkından hiçbir koşulda vazgeçmesi caiz olmazdı.

 

Ben derim ki: Ehl-i Beyt’e (a.s.) ve dolayısıyla İmam Hasan’a (a.s.) ilişkin nasslar onların iki makama sahip olduklarını ifade etmektedir: Onlar söz, fiil ve takrirleri ile Hz. Peygamber (s.a.a.) gibi insanlar üzerinde ilâhî hüccetlerdir, ne var ki onlar nebi değildirler. Bu makam onların şahıslarından ayrılmaz, kendileri tarafından da iptal edilemez. İster yönetici olsunlar ister olmasınlar bu durum onlar için sabit bir haktır.

 

Saniyen, onlar yönetime ihtisasla hak sahibidirler ve insanlara düşen onlara biat etmeleridir.

 

İmam Hasan’ın (a.s.) Muâviye ile sulhu sadece yönetim çerçevesinde cereyan etmiştir. İmam (a.s.) bu konudaki hakkından vazgeçmiş değildir. O sadece kıyamını belirli bir süreliğine belli şartlar karşılığında barış ile dondurmuştur. Muâviye’nin ölümünden sonra Şam ehlinin İmam Hasan’a boyun eğmesi şartı bunlar arasındadır. Bununla birlikte yapılan sulh Muâviye’ye meşruiyet vermiyordu.

 

Şüphe

 

Eğer halifelik İmâmiyye’nin görüşü üzere ilâhî nass ve Resûlullah’ın (s.a.a.) tayini ile gerçekleşseydi, şartlar ne olursa olsun, İmam Hasan’ın bundan herhangi bir şekilde feragat etmesi caiz olmayacağı gibi, bundan sonra kendisinin Muâviye’ye biat etmesi, ashabını ve taraftarlarını ona biat etmeye çağırması da caiz olmazdı. Ayrıca İmam Hüseyin’in de kendisinden sonra imam olması gerektiğine işaret ederdi. Ancak İmam Hasan bunların hiçbirini yapmamış ve Müslümanların kendi halifelerini şûrâ yoluyla seçme hakkına sahip olduğu ilkesine bağlılığını gösteren bir davranış sergilemiştir.[46]

 

Şüphenin Reddi

 

Ben derim ki:

1. Biz daha önce Hz. Peygamber’in (s.a.a.) Ehl-i Beyt’inden 12 kişiyi halife tayin etmesinin tek değil iki boyutlu olduğunu işaret etmiştik.

 

Birincisi, Ehl-i Beyt İmamları ilahî hüccetler olup insanlar üzerinde dünya hayatında söz ve fiilleriyle şahit, ahirette de şefaatçidirler. Onlar hayatları pahasına da olsa bu makamlarını göz ardı etmezler.

 

İkinci olarak, insanları yönetme hakkı sadece onlara aittir fakat bu haklarını ümmet içinde yürürlüğe geçirmeleri birtakım şartlara bağlıdır. Müminlerin Emiri’nin (a.s.) sireti bunu ortaya koymaktadır. Bir süreliğine ve belirli koşullar altında bu haklarını kullanmamaları da böyledir. Bunu da İmam Hasan’ın sireti göstermektedir. İmam Hasan, Muâviye’nin ölümünden sonra Şam ahalisinin kendisine biat etmesini şart koşmuştu. İmam Hasan’ın başına bir şey gelse dahi Muâviye’nin herhangi birisini veliaht atama hakkı yoktu, hilafet İmam Hüseyin’e (a.s.) geçecekti. Kendi kendisini “Müminlerin Emiri” diye isimlendirmeyecek ve İmam Ali’nin taraftarları eman içinde yaşayacaklardı. Bunun dışında İmam Hasan (a.s.) daha başka şartlar da ileri sürmüştür.

 

Burada değinilmesi yerinde olan konu şudur: İmamların, şartların oluşmaması yüzünden yönetime talip olmamaları veya bazı maslahatlar nedeniyle bunu dondurmaları, diğerlerinin hükümetlerini meşru kılmaz. Aksine onlara rağmen yönetime talip olan ve iktidarı alan kimseler onların haklarını gasp etmişlerdir. Onlara yardım etmekte kusurlu ve hatalı davranan ve onların izni olmaksızın başkalarına biat eden ümmet de günahkârdır.

 

Yazarın “Ayrıca böyle olsaydı İmam Hüseyin’in de kendisinden sonra imam olması gerektiğine işaret ederdi. Ancak İmam Hasan bunların hiçbirini yapmamıştır” sözleri ise hem Şia akidesine hem de İmam Ali, İmam Hasan ve İmam Hüseyin’e (a.s.) işaret eden nebevî nasslara aykırıdır. Ayrıca İbn Mühennâ Umdetü’t-Tâlib adlı eserinde İmam Hasan’ın sulh anlaşmasında, İmam Hüseyin’i kendisinden sonraki imam ve halife olarak tayin ettiğine işaret etmektedir.[47]

 

 

Dokuzuncu Konu: İmam Hüseyin’in Mektubunda Vasiyet

 

Yazar diyor ki: Kerbelâ olayında nass görüşünün herhangi bir izine rastlanmıyor. Ne Kûfe Şiası’nın İmam Hüseyin’e (a.s.), ne de İmam Hüseyin’in (a.s.) onlara gönderdiği mektuplarda buna ilişkin bir açıklama yoktur.

 

Ben diyorum ki: Tam aksine İmam Hüseyin’in (a.s.) Basra ehline gönderdiği mektupta bu konu geçmektedir. Taberî’nin Ebû Mihnef’ten rivayet ettiği mektup, vasiyet konusunu zikretmektedir. Hem Taberî hem de Ebû Mihnef’in imametin seçime dayalı olduğu görüşünü benimsedikleri de bilinmektedir.

 

Şüphe

 

“Kerbelâ olayında nass görüşünün herhangi bir izine rastlanmıyor. Ne Kûfe Şiası’nın İmam Hüseyin’e (a.s.), ne de İmam Hüseyin’in (a.s.) onlara gönderdiği mektuplarda buna ilişkin bir açıklama yoktur.”[48]

 

Şüphenin Reddi

 

Ben diyorum ki: Üstad Ahmed el-Kâtib, Taberî’nin Maktelü’l-Hüseyin’in müellifi Ebû Mihnef’ten rivayet ettiği Kerbelâ kıssasına ilişkin haberleri kastediyorsa, Ebû Mihnef Ehl-i Sünnet âlimlerindendir ve halifeliğin şûrâ ile olması gerektiği görüşündedir, nass ile tayine karşı çıkmaktadır. Onun, İmam Hüseyin ve ashabının, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) İmam Hüseyin’e, kardeşine ve babasına işaret eden buyruklarını aktarmasına değinmesini beklemek ne kadar doğru olabilir ki?

 

Bununla birlikte yine de Taberî, Ebû Mihnef’ten, o da kendi ricâlinden İmam Hüseyin’in Basra ahalisine yazdığı mektubunu şöyle rivayet etmektedir:

 

أما بعد ، فإن الله اصطفى محمداً (صلى الله عليه وآله) على خلقه ، وأكرمه بنبوته ، واختاره لرسالته ، ثم قبضه الله إليه وقد نصح لعباده ، وبلغ ما أرسل به (صلى الله عليه وآله) ، وكنا أهله وأولياءه وأوصياءه وورثته واحق الناس بمقامه في الناس ، فاستأثر علينا قومنا بذلك ، فرضينا وكرهنا الفرقة ، وأحببنا العافية ، ونحن نعلم أنا أحق بذلك الحق المستحق علينا ممن تولاه ، وقد احسنوا واصلحوا ، وتحروا الحق ، فرحمهم الله ، وغفر لنا ولهم . وقد بعثت رسولي إليكم بهذا الكتاب ، وأنا أدعوكم إلى كتاب الله وسنة نبيه (صلى الله عليه وآله) ، فإن السنة قد أميتت ، وان البدعة قد أحييت ، وان تسمعوا قولي وتطيعوا أمري أهدكم سبيل الرشاد ، والسلام عليكم ورحمة الله وبركاته

 

“İmdi, Allah Muhammed’i (s.a.a.) kullarına üstün kıldı. O’nu peygamberlik görevi ile onurlandırdı ve risâleti için seçti. Ardından da O’nu yanına aldı. O kullarına nasihat etti ve kendisine vahyedileni tebliğ etti. Biz O’nun dostları, vasileri, mirasçıları ve insanlar içerisinde O’nun makamını temsil etmeyi en çok hak edenlerdik. Ancak kavmimiz bu hakkı elimizden aldı. Biz yine de ayrılığı istemeyerek buna rıza gösterdik ve afiyeti tercih ettik. Oysa biz bu görevi, onu üstlenenlerden daha çok hak ettiğimizi biliyoruz. Ancak onlar güzel ve yararlı işler yaparak yönetimlerinde hakkı esas aldılar. Allah onlara rahmet eylesin. Bizi ve onları bağışlasın. Elçimi bu mektupla size gönderdim. Sizi Allah’ın Kitabına ve Peygamber’in (s.a.a.) sünnetine davet ediyorum. Zira sünnet öldürülmüş ve bidat ihya edilmiştir. Benim sözümü dinler ve emrime uyarsanız size doğru yolu göstereceğim. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.”[49]

 

İmam’ın (a.s.) “Biz onun dostları, vasileri, mirasçıları ve insanlar içerisinde onun makamını temsil etmeyi en çok hak edenlerdik” ve “Oysa biz bu görevi üstlenenlerden daha çok hak ettiğimizi biliyoruz” buyrukları nassa, vasiyete ve yönetimi sadece kendilerinin hak ettiğine (ihtisas evleviyetine) işaret etmektedir. Ancak râvîler metinle oynamış, İmam’ın üç halifeye övgüsünü içeren “Ancak onlar güzel ve yararlı işler yaparak yönetimlerinde hakkı esas aldılar. Allah onlara rahmet eylesin” cümlelerini eklemişlerdir. Açıktır ki bu sözler düzmecedir. Zira İmam Ali (a.s.) halifelere ancak baskı altında biat etmiştir.

 

Yine râvîler İmam’ın (s.a.a.) hutbesinde geçen “Biz O’nun dostları, vasileri, mirasçıları ve insanlar içerisinde O’nun makamını temsil etmeyi en çok hak edenlerdik” ifadelerine bu sözleri ekleyerek İmam’ın işaret ettiği evleviyeti (yönetime liyakat hakkını) “tafdil evleviyeti” (kendilerinin yönetimi diğerlerinden daha çok hak ettiği) haline getirmişlerdir. Biz ise Ehl-i Beyt’in evleviyetinin ihtisas evleviyeti olduğunu daha önce göstermiştik.

 

 

Onuncu Konu: Ali b. Hüseyin (a.s.) ve Vasiyet

 

Yazar şöyle diyor: “İmam Hüseyin (a.s.) biricik oğlu Ali Zeynelâbidîn’e de (a.s.) vasiyet etmemiştir. O kız kardeşi Zeyneb’e vasiyette bulunmuştur.”

 

Ben diyorum ki: Ehl-i Beyt rivayetleri Ali b. Hüseyin’in babasının varisi olduğu, babasının ve Hz. Peygamber’in (s.a.a.) vasiyeti ile bu makama geçtiği hususunu tekit etmektedir.

 

Şüphe

 

“Kendisi (İmam Hüseyin) Allah tarafından tayin edilmiş Masum İmam hakkında herhangi bir nazariye ileri sürmemiştir. İmam Ali’nin (a.s.) oğlu olduğu ya da Allah tarafından tayin edildiği gibi bir gerekçe ile halifeliği kişisel bir hak olarak da istememiştir. Bu sebeple imameti oğullarından birisine aktarmayı düşünmemiş, vefat ettiği sırada hayatta bulunan biricik oğlu Ali Zeynelâbidîn’e (a.s.) vasiyet etmemiştir. Sadece kız kardeşi Zeyneb’e veya kızı Fatıma’ya vasiyette bulunmuştur. Vasiyeti ise oldukça sıradandır ve kendi özel işleriyle ilgilidir, imamet ve halifelik konusundan asla söz etmemektedir.” [50]

 

1. Ben derim ki: Önceki bölümde İmam Hüseyin’in, Basra’daki liderlere gönderdiği mektupta geçen “İmdi, Allah Muhammed’i (s.a.a.) kullarına üstün kıldı… Biz O’nun dostları, vasileri, mirasçıları ve insanlar içerisinde O’nun makamını temsil etmeyi en çok hak edenlerdik” cümlelerini ele almıştık. Bu pasaj babası Emirü’l-Müminin’in, Ehl-i Beyt hakkında söyledi هم موضع سره ولجأ أمره . . . وفيهم الوصية والوراثة / Allah’ın sırrının yeri, emrinin sığınağı… Vasiyet ve veraset de onlardadır” ifadeleri ile tamamen uyumludur.[51]

 

2. İmam Hüseyin (a.s.) Medine’den hilafeti talep etmek maksadıyla çıkmış değildi. O Medine’den ancak Yezid’e biat etmekten kaçınmak, iyiliği emretmek ve münkerden nehyetmek gayesiyle çıktı. Önce Mekke’ye yerleşti. Kûfe ahalisi zalimlerle mücadele etmek konusunda kendisine yardım teklifinde bulundu. Kûfelilerin bunun için yeterli şartları taşıdığını görünce onlarla birlikte hareket etmek amacıyla Kûfe’ye doğru yola çıktı. Fakat muzaffer olamadı, pek çok taraftarı esir düştü, kendisi de şehadete erdi.

 

İşte böylece İmam Hüseyin (a.s.) hidayet ve özgürlük yolunun meşalesine dönüştü ki tüm özgür ruhlular tarih boyunca O’ndan hürriyet dersi alsınlar.

 

3. Kûfe ahalisinin İmam Hüseyin’in (a.s.) çevresinde bir araya gelmeleri, fikrî ve akidevî olarak, kardeşi İmam Hasan’ın ve babası İmam Ali’nin (a.s.) etrafında toplanmalarının devamıydı. Onlar üç halife dönemi sonrasındaki İmam Ali (a.s.) yönetiminde, Ehl-i Beyt’in (a.s.) faziletleri hakkında daha önce gizlenen hadislere aşina oldular. Tathir Âyeti nazil olduğunda Hz. Peygamber’in (s.a.a.) İmam Ali, Hz. Fâtıma (a.s.), Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (a.s.) üzerine kisâsını atarak “اللهم هؤلاء  أهل بيتي وحامتي وخاصتي اللهم اذهب عنهم الرجس وطهرهم تطهيرا ، أنا حرب لمن حاربهم وسلم لمن سالمهم وعدوٌ لمن عاداهم” “Allah’ım! İşte bunlar benim Ehl-i Beyt’im ve hassemdir, bana en yakın olanlardır! Allah’ım onlardan ricsi gider ve onları tertemiz kıl! Ben bunlarla savaşanla savaşta, bunlarla barış yapan ile barıştayım. Onlara düşmanlık yapana düşmanım!” buyurması bu hadislerdendir.[52]

 

 

Aynı şekildeحسين مني وأنا من حسين احب الله من أحب حسينا ، حسين سبط من الأسباط” “Hüseyin bendendir ben de Hüseyin’denim.  Allahu Teâlâ Hüseyin’i seveni sever. Hüseyin torunlardan bir torundur!”[53] rivayeti de bunlar arasındadır.

 

 

Hz. Peygamber (s.a.a.) hadiste geçen ‘‘esbât’’ kelimesiyle ya Allahu Teâlâ’nın اَمْ تَقُولُونَ اِنَّ اِبْرٰهٖيمَ وَاِسْمٰعٖيلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطَ كَانُوا هُوداً اَوْ نَصَارٰىؕ / Yoksa siz İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya‘kūb ve torunların (esbât) Yahudi yahut Hristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?” (Bakara, 140) buyruklarında kendilerine işaret edilen kimseleri - bunlar da Hz. Yûsuf (a.s.) ve Hz. Yûsuf’un soyundan gelen imamlardır- kastetmiştir ya daوَمِنْ قَوْمِ مُوسَى أُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِهِ يَعْدِلُونَ (159) وَقَطَّعْنَاهُمُ اثْنَتَيْ عَشْرَةَ أَسْبَاطًا /Mûsâ’nın kavminden hak yolu gösteren ve bu yolda âdil davranan bir topluluk da vardı. İsrâiloğulları’nı nesillere (esbât) göre on iki topluluğa ayırdık.” (A’râf, 159-160) âyetindekileri... Bunlar da Hz. Mûsâ’dan (a.s.) sonraki nakiblerdir. Bunlar da Yuşâ b. Nûn, Hz. Hârûn’un iki oğlu ve bu iki oğlun soyundan gelen imamlardır. Her iki olasılık da aynı kapıya çıkmaktadır. Çünkü her ikisinde de “esbât” lafzıyla ilahî emir ve ilahî risaletin kendisiyle devam ettiği kimseler kastedilmektedir. Ancak ikinci ihtimal daha kuvvetlidir. Şöyle ki Hz. Peygamber (s.a.a.) kendisinden sonraki imamları ve imamların sayılarını Hz. Mûsâ’dan (a.s.) sonraki Benî İsrâîl’in nakiplerine ve nakiplerinin sayısına benzetmiştir. İbn Mesûd’un rivayetinde de geçtiği üzere اثنا عشر عدة نقباء بني إسرائيل / Onlar Benî İsrâîl’in nakipleri sayısınca on iki kişidirler.”[54]

 

Yazar’ın “vefat ettiği sırada hayatta bulunan biricik oğlu Ali Zeynelâbidîn’e (a.s.) vasiyet etmemiştir. Sadece kız kardeşi Zeyneb’e veya kızı Fâtıma’ya vasiyette bulunmuştur. Vasiyeti ise oldukça sıradandır ve kendi özel işleriyle ilgilidir” sözüne gelince, onun bu inkârı iddiadan öte bir şey değildir. Çünkü Ehl-i Beyt İmamları’ndan (a.s.) aktarılan rivayetler imametin Hz. Resûlullah’tan (s.a.a.) İmam Ali’ye ve sonrasında da sırasıyla İmam Mehdî’ye varan bir ahit olduğunu teyit etmektedir.

 

 

Hz. Peygamber (s.a.a.) bu ahdi İmam Ali’ye (a.s.) yazdırmış, bu vasiyet İmam Hüseyin’den sonra oğlu Ali’nin (a.s.) eline geçmiştir. Gerçi İmam Hüseyin (a.s.) Mekke’ye doğru yola çıktığında bu vasiyeti yanına almamış, onu Ebû Bekir el-Hadramî’nin Ebû Abdullah’tan aktardığı rivayette de geçtiği üzere Ümmü Seleme’ye emanet bırakmıştır.

 

 

Rivayet şöyledir:

 

 

ان الحسين صلوات الله عليه لما صار إلى العراق استودع أم سلمة رضى الله عنها الكتب والوصية فلما رجع علي بن الحسين (عليه السلام) دفعتها اليه

 

 

Hüseyin (a.s.) Irak’a gidince, kitapları ve vasiyeti Ümmü Seleme’ye emanet etti. Ali b. Hüseyin (a.s.) dönünce Ümmü Seleme, bu emanetleri ona geri verdi[55]

 

 

Basâirü’d-Derecât adlı eserde ise şöyle geçmektedir:

 

 

عن معلى بن خنيس عن أبي عبد الله الإمام الصادق (عليه السلام) - قال : ان الكتب كانت عند علي (عليه السلام) فلما سار إلى العراق استودع الكتب أم سلمة فلما مضى علي كانت عند الحسن ، فلما مضى الحسن كانت عند الحسين ، فلما مضى الحسين كانت عند علي بن الحسين ، ثم كانت عند أبي -الإمام الباقر

 

 

Muallâ b. Huneys, İmam Ebu Abdullah es-Sâdık’tan (a.s.) şöyle rivayet etmektedir: Ali (a.s.) Irak’a hareket edince, yanında bulunan kitaplarını Ümmü Seleme’ye emanet etti. Vefat edince bu kitaplar İmam Hasan’a geçti. İmam Hasan (a.s.) vefat edince de İmam Hüseyin’e geçtiler. İmam Hüseyin (a.s.) vefat edince de Ali b. Hüseyin’e (a.s.), O’ndan sonra da babama -İmam Bâkır’a- geçti.[56]

 

 

El-Kâfî’de Süleym b. Kays’tan şöyle rivayet edilmektedir:

 

 

شهدتُ وصية أمير المؤمنين حين أوصى إلى ابنه الحسن (عليه السلام) واشهد على وصيته الحسين ومحمداً وجميع ولده ورؤساء شيعته وأهل بيته ثم دفع إليه الكتاب والسلاح وقال لابنه الحسن : يا بني امرني رسول الله (صلى الله عليه وآله)ان أوصي إليك وان ادفع إليك كتبي وسلاحي كما أوصى إلىَّ رسول الله (صلى الله عليه وآله)ودفع إلىَّ كتبه وسلاحه ، وأمَرَني ان آمرك إذا حضرك الموت ان تدفعها إلى أخيك الحسين ثم اقبل على ابنه الحسين ، فقال له : وأمرك رسول الله (صلى الله عليه وآله)ان تدفعها إلى ابنك هذا ثم اخذ بيد علي بن الحسين ثم قال لعلي بن الحسين : وأمرك رسول الله (صلى الله عليه وآله) ان تدفعها إلى ابنك محمد بن علي واقرأه من رسول الله (صلى الله عليه وآله) ومني السلام

 

 

“Emirü’l-Müminin Ali b. Ebî Tâlib (a.s.), oğlu Hasan’a (a.s.) vasiyet ettiği zaman yanındaydım. İmam Ali, oğulları Hüseyin (a.s.), Muhammed b. Hanefıyye ve diğer bütün oğullarını, Şiâ’sının ileri gelenlerini ve ailesini vasiyetine şahit tuttu. Sonra Hasan’a (a.s.) Kitâb’ı ve silahı verdi. Ardından oğlu Hasan'a ‘Ey oğulcuğum! Resûlullah bana, imamlığı sana vasiyet etmemi, kitaplarımı ve silahlarımı sana vermemi emretti. Tıpkı Resûlullah’ın (s.a.a.) bana imamlığı vasiyet etmesi, kitaplarını ve silahını bana vermesi gibi. Ayrıca bana, senin de ölmek üzere olduğun zaman bunları kardeşin Hüseyin'e vermeni tavsiye etmemi emretti’ dedi.

 

 

Ardından, Ali (a.s.) oğlu Hüseyin’e (a.s.) yöneldi ve ‘Resûlullah (s.a.a.) bunları, şu oğluna vermeni emretti’ dedi. Sonra Ali b. Hüseyin’in (a.s.) elini tuttu ve O’na ‘Resûlullah, senin de bu emanetleri oğlun Muhammed b. Ali'ye vermeni emretti. Ona Resûlullah’tan ve benden selâm söyle’ buyurdu.’’[57]

 

 

Allâme Askerî şöyle der: “Emirü'l-Müminin Ali’nin  (a.s)  burada oğlu Hasan’a (a.s)  teslim ettiği kitap,  O hazretin Medine’den hicret ederken Ümmü’l-Müminin Ümmü Seleme’nin yanına emanet bıraktığı ve Ümmü Seleme’nin daha sonra İmam Hasan (a.s.) Medine’ye dönünce O’na teslim ettiği kitaplardan farklıdır.”[58]

 

 

Şeyh Tûsi Gaybet’inde, İbn Şehraşûb el-Menâkıb’ında, Allâme Meclisî ise Bihârü’l-Envâr’da Fudayl’dan şöyle rivayet etmektedir:

 

 

قال لي أبو جعفر الإمام الباقر (عليه السلام) : لما توجه الحسين (عليه السلام) إلى العراق ، دفع إلى أم سلمة زوج النبي (صلى الله عليه وآله) الوصية والكتب وغير ذلك ، وقال لها : إذا أتاك اكبر ولدي فادفعي إليه ما دفعت إليك ، فلما قتل الحسين (عليه السلام) أتى علي بن الحسين أم سلمة فدفعت إليه كل شىء أعطاها الحسين (عليه السلام)

 

 

İmam Hüseyin  (a.s)  Irak’a hareket ettiğinde vasiyetnamesini, kitaplarını ve diğer bazı şeyleri Resûlullah'ın  (s.a.a.)  zevcesi Ümmü Seleme’ye verdi ve O’na ‘Sana emanet bıraktığım şeyleri büyük oğlum gelince ona ver’  buyurdu.  İmam Hüseyin  (a.s.)  şehid olunca Ali b.  Hüseyin  (a.s.)  Ümmü Seleme’nin yanına gitti.  O da İmam Hüseyin’in  (a.s.)  kendisine bıraktığı emanetleri İmam Zeynelâbidîn’e  (a.s.)  teslim etti.[59]

 

 

Usûlu Kâfi, İlâmü’l-Verâ, Menâkıb-ı İbn Şehrâşûb ve Meclisî’nin Bihârü’l-Envâr’ında Ebû Bekir el-Hazremî'den İmam Cafer Sâdık'ın  (a.s.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir  -ifade Usûl-i Kâfî’dendir-:

 

 

ان الحسين صلوات الله عليه لما صار إلى العراق استودع أم سلمة رضى الله عنها الكتب والوصية فلما رجع علي بن الحسين (عليه السلام) دفعتها اليه

 

 

Hüseyin (a.s.) Irak’a gidince, kitapları ve vasiyeti Ümmü Seleme’ye emanet etti. Ali b. Hüseyin (a.s.) dönünce Ümmü Seleme, bu emanetleri O’na geri verdi[60]

 

 

Allâme Askerî şöyle der: “Bu vasiyetname İmam Hüseyin’in  (a.s.)  Kerbelâ’da yazıp diğer mirasıyla birlikte kızı Fâtıma’ya emanet ettiği,  O’nun da daha sonra Ali b. Hüseyin'e  (a.s.)  verdiği vasiyetnameden farklıdır. Zira o sırada şiddetli bir hastalık geçiren İmam Seccâd’ın (a.s.) sağ kalacağını tahmin etmiyorlardı.”[61]

 

 

Usûlu Kâfîİlâmu'l-VerâBesâiru'd-Derecât ve Bihâru'l-Envâr adlı eserlerde İsa b. Abdullah’ın babasından, onun da dedesinden şöyle naklettiği geçmektedir: (Usûl-i Kâfî'den)

 

 

التفت علي بن الحسين إلى ولده وهو في الموت وهم مجتمعون عنده ، ثم التفت إلى محمد بن علي بأنه ، فقال : يا محمد ! هذا الصندوق ، فأذهب به إلى بيتك ، ثم قال - أي علي بن الحسين- أما انه ليس فيه دينار ولا درهم ولكنه كان مملوء علما

 

 

“Ali b. Hüseyin (Zeynülâbidîn) (a.s.) -ölüm döşeğindeyken- başında toplanan oğullarına baktı, sonra Muhammed b. Ali'ye döndü ve şöyle dedi: ‘Ey Muhammed! Bu sandığı evine götür.’ Sonra da ‘Haberiniz olsun ki, onda dinar veya dirhem yoktur ama ilimle doludur’ buyurdu.’’[62]

 

 

عن جعفر بن محمد - الإمام الصادق (عليه السلام) - قال : « لما حضر علي بن الحسين الموت قبل ذلك اخرج السفط أو الصندوق عنده فقال : يا محمد احمل هذا الصندوق ، قال : فحُمِل بين أربعة رجال فلما توفي جاء اخوته يدَّعون في الصندوق ، فقالوا : اعطنا نصيبنا من الصندوق ، فقال : والله مالكم فيه شىء ، ولو كان لكم فيه شىء ما دفعه إليَّ ، وكان في الصندوق سلاح رسول الله وكتبه

 

 

Besâiru'd-Derecât ve Bihârü’l-Envâr'da İsa b.  Abdullah b.  Ömer'in İmam Cafer Sâdık'tan  (a.s)  şöyle rivayet ettiği kaydedilir:

 

İmam Ali b.  Hüseyin  (a.s.)  ölüm yatağında oğluna  (Muhammed'e),  ‘Ey Muhammed!  Bu sandığı kendi evine götür’  buyurdu. İmam Muhammed Bâkır  (a.s.) o sandığı dört kişiyle kendi evine götürdü.  İmam Seccâd  (a.s.)  vefat edince İmam Muhammed Bâkır’ın  (a.s.)  kardeşleri gelerek o sandığın içindekiler için vârislik iddiasında bulundular ve  ‘Sandığın içindekilerden bizim hissemize düşeni ver’  dediler.  Bunun üzerine İmam Muhammed Bâkır  (a.s.)  şöyle buyurdu:  ‘Vallahi sandığın içindekilerde sizin bir payınız yoktur!  Sizin onda bir payınız olsaydı,  babam onu bana vermezdi.’ O sandıkta Resûlullah’ın  (s.a.a.)  silahı ve kitapları vardı.[63]

 

 

عن زرارة عن أبي عبد الله قال : « ما مضى أبو جعفر حتى صارت الكتب إليَّ

 

 

 

Besâiru'd-Derecât kitabında Zürâre’den şöyle rivayet edilir: “İmam Cafer Sâdık  (a.s),  ‘Babam  (İmam Bâkır) ölmeden önce kitapları bana ulaştı’  buyurdu.”[64]

 

 

Yine aynı kitapta Ebû Basîr’den şöyle rivayet edilmektedir:

 

 

عن أبي بصير قال : سمعت أبا عبد الله يقول : « ما مات أبو جعفر حتى قبض -أي ابو عبد الله- مصحف فاطمة

 

 

İmam Cafer Sâdık'ın  (a.s.),  ‘Babam Ebû Cafer  -İmam Bâkır-  dünyadan göçmeden önce Fâtıma'nın Mushaf’ını bana verdi’  dediğini duydum.[65]

 

 

Usûlu Kâfî ve Besâiru'd-Derecât kitaplarında Humrân’dan şöyle rivayet edilmektedir:

 

 

عن حمران عن أبي جعفر (عليه السلام) قال : « سألته عما يتحدث الناس انه دُفِعَت إلى أم سلمة صحيفة مختومة فقال : ان رسول الله (صلى الله عليه وآله) لما قبض ورث علي (عليه السلام) علمه وسلاحه وما هناك ، ثم صار إلى الحسن (عليه السلام) ، ثم صار إلى الحسين (عليه السلام) فلما خشينا ان نغشى استودعها أم سلمة ثم قبضها بعد ذلك علي بن الحسين (عليه السلام) . قال : فقلت : نعم ثم صار إلى أبيك ، ثم انتهى إليك وصار بعد ذلك إليك ؟ قال نعم

 

 

İmam’a, halk arasında Ümmü Seleme’ye mühürlü bir mektubun verildiğine ilişkin birtakım söylentilerin dolaştığını ve bunların doğru olup olmadığını sordum.

 

 

Buyurdu ki: Resûlullah (s.a.a.) vefat edince ilmi, silahı ve orada bulunan şeyleri Ali’ye (a.s.) miras kaldı. Bunlar daha sonra Hasan’a (a.s.) geçtiler. O’nun ardından da Hüseyin’e (a.s.) geçtiler. Kaybetmekten korktuğumuz zaman, bu emanetleri Ümmü Seleme’ye emanet bıraktık. Sonra bunları Ali b. Hüseyin (a.s.) geri aldı.

 

 

Dedim ki: ‘Evet, sonra babana, ardından da sana mı geçti?’

 

 

O da: ‘Evet’ dedi.

 

 

وعن عمر بن أبان : قال : « سألت أبا عبد الله (عليه السلام) عما يتحدث الناس انه دفع إلى أم سلمة صحيفة مختومة ، فقال : ان رسول الله (صلى الله عليه وآله) لما قبض ورث علي (عليه السلام) علمه وسلاحه وما هناك ثم صار إلى الحسن (عليه السلام) ، قال : قلت ثم صار إلى علي بن الحسين ثم صار إلى ابنه ثم انتهى إليك فقال : نعم

 

 

“Ömer b. Ebân şöyle rivayet etmiştir:

 

 

Ebû Abdullah, Cafer Sâdık’a (a.s.) insanların arasında, ‘Ümmü Seleme’ye mühürlü bir mektubun verildiğine’ ilişkin söylentilerin dolaştığını, bunun doğru olup olmadığını sordum.

 

 

Buyurdu ki: ‘Resûlullah vefat edince ilmi, silahı ve oradaki diğer şeyleri Ali'ye miras kaldı. Bunlar O’ndan sonra Hasan’a, sonra da Hüseyin'e (a.s.) geçtiler.’

 

 

Dedim ki: Sonra Ali b. Hüseyin’e (a.s.), O’nun ardından oğluna, ondan sonra da sana mı geçtiler? O da ‘Evet’ dedi.[66]

 

 

Ben diyorum ki: İmam Sâdık’ın babası İmam Bâkır’dan, O’nun babası Ali Zeynelâbidîn’den, O’nun babası Hüseyin’den, Hüseyin’in (a.s.) kardeşi İmam Hasan’dan, O’nun da babası İmam Ali’den (a.s.) tevarüs ettiği özel bir ilmî mirasın varlığını, İbn Adî’nin şu rivayeti de doğrulamaktadır:

 

 

ولجعفر بن محمد حديث كبير عن أبيه عن جابر وعن أبيه عن آبائه ونسخا لأهل البيت يرويه جعفر بن محمد

 

 

Cafer b. Muhammed’in babasından, O’nun da Câbir’den ve babasından, O’nun da kendi atalarından aldığı pek çok hadisi ve yine Cafer b. Muhammed’in rivayet ettiği Ehl-i Beyt’ten bir nüshası bulunmaktadır.[67]

 

 

İlâhî vasiyetle aktarılan bu derece bir ilmî mirasın sahibinin Allahu Teâlâ’nın şu buyruğunda işaret edilen kimseler olduğunda kuşku yoktur.

 

 

وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ هُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ إِنَّ اللَّهَ بِعِبَادِهِ لَخَبِيرٌ بَصِيرٌ (31) ثُمَّ أَوْرَثْنَا الْكِتَابَ الَّذِينَ اصْطَفَيْنَا مِنْ عِبَادِنَا فَمِنْهُمْ ظَالِمٌ لِنَفْسِهِ وَمِنْهُمْ مُقْتَصِدٌ وَمِنْهُمْ سَابِقٌ بِالْخَيْرَاتِ بِإِذْنِ اللَّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الْكَبِيرُ

 

 

“Sana vahyettiğimiz kitap kendinden öncekileri doğrulayıcı bir hakikattir. Kuşkusuz Allah kullarından haberdardır, her şeyi görmektedir. Sonra biz kullarımızdan seçtiklerimizi o kitaba mirasçı kıldık. Onlardan kimi kendine kötülük eder, kimi orta bir durumdadır, kimi de Allah’ın izniyle hayır işlerinde yarışır; işte büyük lütuf budur.” (Fâtır, 31-32)

 

 

Bu âyet açık bir şekilde İlahî Kitâb’ın ve Hz. Peygamber’in (s.a.a.) sözü, fiili ve takriri aracılığı ile O’nun ilahî beyanının, Kıyamet Günü’ne kadar Hz. Peygamber’in (s.a.a.) bağlılarından ve Allah’ın seçilmiş kullarından bir gruba ilahî vasiyet ile özel bir mirası olarak bırakıldığını göstermektedir. Bu seçilmiş kimseler özel bir gruptur. Bunlar da Allah’ın kendilerini pak kıldığı ve kendilerinden kiri giderdiği kimselerdir. Hz. Peygamber (s.a.a.) Sekaleyn Hadisi diye tanınan meşhur hadisinde onları Kur’ân’ın dengi konumuna yerleştirmiş, o ikisine (Kur’ân ve Ehl-i Beyt’e) birlikte tutunmanın sapkınlıktan kurtuluşun güvencesi olduğunu belirtmiştir. Âyet de varis olan bu seçilmişlerin Hz. Resûlullah’tan (s.a.a.) sonraki Hidayet İmamları olarak atandıklarını açıkça belirtmektedir.

 

 

İlahî Kitâb’ın bu özel veraseti, ilimlerinin Ehl-i Beyt’te oluşu ve onların hidayet imamları olarak nasbedilmeleri, Âl-i Hârûn’un Hz. Mûsâ’nın Kitâb’ına ve ilimlerine varis olmasına ve onların Hz. Mûsâ’dan sonra imam kılınmalarına benzemektedir.

 

 

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

 

 

وَلَقَدْ آَتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَلَا تَكُنْ فِي مِرْيَةٍ مِنْ لِقَائِهِ وَجَعَلْنَاهُ هُدًى لِبَنِي إِسْرَائِيلَ (23) وَجَعَلْنَا مِنْهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا لَمَّا صَبَرُوا وَكَانُوا بِآَيَاتِنَا يُوقِنُونَ (24) إِنَّ رَبَّكَ هُوَ يَفْصِلُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ

 

 

“Ant olsun biz Mûsâ’ya kitabı vermiştik; ona kavuşma hakkında şüphen olmasın ve biz onu İsrâiloğulları için kılavuz yapmıştık. Sabredip âyetlerimize kesin olarak iman ettikleri zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yolu gösteren rehberler çıkardık. Muhakkak ki Rabbin, ihtilâf edip durdukları hususlarda kıyamet günü onların arasında hükmünü verecektir.” (Secde, 23-25)

 

 

وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ إِنَّ آَيَةَ مُلْكِهِ أَنْ يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ فِيهِ سَكِينَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِمَّا تَرَكَ آَلُ مُوسَى وَآَلُ هَارُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلَائِكَةُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآَيَةً لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ

 

 

Peygamberleri onlara ‘O’nun hükümdarlığının alâmeti, içinde Rabbinizden bir sekînet, Mûsâ ve Hârûn ailesinin bıraktıklarından bir bakiye bulunan ve meleklerin taşıdığı tabutun (sandığın) size gelmesidir’ dedi. Gerçekten inanıyorsanız bilin ki, bunda sizin için büyük bir işaret vardır.(Bakara, 248)

 

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[1] Ahmed el-Kâtib, Tatavvuru’l-Fikrî’s-Siyâsiyyi’ş-Şiî, s. 11-12.

[2] A.g.e., s. 13.

[3] İmam’ın buyruğunda geçen fetretten kasıt Kur’ân’ın sözcüğe yüklediği anlamla aynıdır. Yani; ben sizin Cahiliyyet içinde yaşamanızdan korkuyorum.

[4] A.g.e., s. 14 ve 58.

[5] Ebû Ubeyde Mamer b. el-Müsennâ et-Teymî. Lügat, şiir, edep, eyyamü’l-Arap ve ahbarü’l-Arap sahasındaki âlimlerindendir. Câhiz onun hakkında şöyle der: Yeryüzünde bütün bu ilimler hakkında ondan daha bilgili bir kimse yoktu. O “garîbü’l-hadîs” sahasında ilk eser tasnif eden kimsedir. Hicretin 209. yılında vefat etmiştir. (es-Seyyid Abdüzzehrâ el-Hatîb)

[6] Ahtal: Gıyas Berûs et-Tağlebî. Çirkin dilli olduğundan ötürü “ahtal” lakabıyla meşhur olmuştur. Hîre’de yetişmiştir. Sonraları Emevîlerle bağlantı kurmuş, onların tercih edilen şairi olmuştur. Hicretin 90. yılında ölmüştür. Bu beyit Yezîd b. Muâviye’nin hilafete geçmesinden sonra onu metheden kasidesindendir.

[7] Sünenü’t-Tirmizî, c. 1, s. 204, Ebvâbü’n-Nikâh; İbnü’l-Esir, en-Nihâye, c. 4, s. 229, (velâ) maddesi el-Herevî’den naklen.

 Hadisi naklettikten sonra şöyle der: ‘‘ وليها / veliyyüha / kadının velisi”; yani kadının işinin velisi.

[8] el-Ferrâ Ebû Zekeriyya Yahyâ b. Ziyâd b. Abdullah ed-Deylemî. Lügat ve edep imamlarından, el-Kisâî’nin öğrencilerindendir. Saleb onun hakkında “Ferrâ olmasaydı lügat ölmüştü” der. Kûfe’de doğup orada yetişti, daha sonra Bağdat’a göç etti. Memun onu iki oğlunun eğitiminden sorumlu kılmıştı.

[9] Yani Abdullah b. Mesud’un âyeti tefsiri bu şekildedir.

[10] Enbâr şehrine nispet edilmektedir. Kendi döneminin edep, lügat ve “eyyamü’l-Arab”ı en iyi bilenlerindendir. Çok şiir ezberlemişti. Hatta onun hakkında şöyle denmiştir: Kur’ân’ın yüz yirmi tefsirini ezbere bilirdi ve onun şahidlerinden üç yüz bin şahidi hafızasında tutardı. Bağdat’ta hicretin 328. yılında vefat etti.

[11] el-Hâris b. Halaza el-Yeşkürî. Cahiliye dönemi şairlerinden, Irak’ın çöl bölgesi sakinlerinden ve muallâka ashabındandır. Hire meliki Amr b. Hind’in huzurunda muallakasını irticalen söylemiştir.

[12] Beyitte geçen ‘‘el-iyr’’ kazık veya vahşi eşek demektir. O dönemin bedevîleri bir yerde ikamet ettiklerinde kazık çakarak çadır kurarlardı.

[13] eş-Şifa, c. 2, s. 260-282. Konuyu, Murtazâ’nın (r.a.) ifadelerine riayet ederek özet bir şekilde sunduk.

[14] Allame Muzaffer, Delâilü’s-Sıdk, c. 2, s. 57, ikinci matlab: Gadîr Hadisi’nin Müminlerin Emiri’nin imametine delaleti hakkında.

[15] eş-Şâfî c. 3, s. 99.

[16] eş-Şafî, c. 2, s. 283.

[17] Nesâî, el-Hasâis, s. 16.  Nesâî ان عليا مني وانا منه وهو ولي كل مؤمن بعدى / Ali bendendir, ben de O’ndanım. O benden sonra bütün müminlerin velisidir.” lafzıyla tahric etmiştir. Tirmizî, c. 2, s. 197; Ahmed, el-Müsned, c. 4, s. 136 ve 437.

[18] Câmiü’t-Tirmizî, c. 2, s. 299; Nesâî, el-Hasâis, s. 5; el-Müstedrek, c. 3, s. 13; Târîhü Bağdad, c. 3, s. 171.

[19] Bkz: İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhü Nehci’l-Belâga, c. 1, s. 12; İbn Asâkir, Tercümetü Emîri’l-Müminin, Büreyde el-Eslemî’den naklen o şöyle demiştir: Hz. Resûlullah (s.a.a.) bize, Ali’ye “Müminlerin Emiri” lakabını kullanarak selam vermemizi emretti.

[20] Bu hadis Taberî’nin Tarih’inde (c. 2, s. 321) ve İmam Ahmed’in Müsned’inde (c. 1, s. 111, 159) el-Hâkim’in el-Müstedrek’inde (c. 3, s. 132), el-Halebî’nin es-Siret’inde (c. 1, s. 381) ve es-Suyûtî’nin Cemü’l-Cevâmi’sinde (c. 6, s. 397); İbn İshâk’tan, İbn Cerîr’den, İbn Ebî Hâtem’den, İbn Merdeveyh’ten, Ebû Nuaym’dam ve el-Beyhakî’den tahric ettikleri “Dar Hadisi”dir.

[21] eş-Şâfî, c. 2, s. 65-68.

[22] Tatavvur, s. 14.

[23] Bkz: Şübühât ve Rudûd [bu kitap], Altı Kişilik Şûrâ Bölümü.

[24] Allâme el-Emînî, el-Ğadîr, c. 1, s. 159-162.

[25] Tatavvur, s. 14.

[26] Uhud Gazası’nın yapıldığı yıl dünyaya gelen ve Hz. Peygamber’in (s.a.a.) sekiz yılını idrak eden sahâbî.

[27] Şubuhât ve Rudûd, 2. Halaka, s. 59, Müsned, c. 4, s. 370.

[28] Sahîhü’l-Buhârî, Kitâbü Bedi’l-Halk, ‘‘Kitapta Meryem’i de an’’ âyeti babı; Kitâb-ü Ehâdisi’l-Enbiyâ,  8. Bab, Allahu Teâlâ’nın ‘‘Allah İbrahim’i dost edindi’’ ayeti babı, Hadis No:3349.

[29] Sahîhü’l-Buhârî, c.3, s.347, Kitâbü’l-Meğazî, 35. Babu Gazveti’l-Hudeybiye.

[30] Sahîhü’l-Buhârî, Kitabü’r-Rikâk, Babu Zikri’l-Havz.

[31] Sahîhü’l-Buhârî, Kitabü’r-Rikâk.

[32] Sahîhü’l-Buhârî, Kitâbü’d-Deavât, Babu Sırâti Cehennem; Kitâbü’l-Fiten, ‘‘Öyle bir fitneden korkunuz ki’’ babı.

[33] Sahîhü’l-Buhârî, Kitâbü’d-Deavât, Babu’l-Havz ve “Biz sana Kevser’i verdik” babı.

[34] Müsnedü Ahmed, c. 6, s. 297.

[35] A.g.e., c. 3, s. 39.

[36] A.g.e., s. 15.

[37] eş-Şâfî, c. 3, s. 91.

[38] Bu hadisi ulemadan bir grup rivayet etmiştir. Tirmizî, c. 2, s. 229; en-Nesâî, Hasâis, s. 5; el-Hâkim, el-Müstedrek, c. 3, s. 130-131; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c. 6, s. 339; Hatîb, Tarîhü Bağdâd, c. 3, s. 171; Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, c. 6, s. 406; el-Heysemî, Mecmeü’z-Zevâid, c. 9, s. 125-126.

[39] Kenzü’l-Ummâl, c. 6, s. 153; el-Hâkim, el-Müstedrek, c. 3, s. 129; Müsnedü Ahmed, c. 5, s. 26.

[40] el-Hâkim, el-Müstedrek, c. 3, s. s. 124; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, c. 1, s. 63 ve c. 5, s. 38. Bu iki eserde şöyle geçmektedir: فقالت عائشة الست سيد العرب ؟ قال : انا سيد ولد آدم وعلي سيد العرب / Âişe: Sen Arap’ın seyyidi değil misin? Hz. Resûlullah (s.a.a.): Ben Âdemoğlunun seyyidi/efendisiyim. Ali ise Arap’ın seyyididir.”

[41] Müsnedü Ahmed.

[42] Kenzü’l-Ummâl, c. 6, s. 154.

[43] İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhi Nehci’l-Belâga, c. 20, s. 262.

[44] Kenzü’l-Ummâl, c. 6, s. 218.

[45] eş-Şâfî, c. 3, s. 99-102.

[46] et-Tatavvur, s. 17-18.

[47] İbn Mühennâ, Umdetü’t-Tâlib, s. 86, Beyrut baskısı.

[48] et-Tatavvur, s. 18.

[49] Taberi, c. 5, s. 357.

[50] et-Tatavvur, s. 19 ve s. 60.

[51] Nehcü’l-Belâga, Hutbe No: 2.

[52] Zehâirü’l-Ukbâ, s. 58, Gassânî bu hadisi Mucem’inde Ümmü Seleme’den tahric etmiştir.

[53] Zehâirü’l-Ukbâ, s. 231. Bu hadisi Tirmizî tahric etmiş ve hasendir, demiştir. Bu hadisi ayrıca Ebû Hâtem Sahih’inde (6971), İmam Ahmed Müsned’inde (c. 4, s. 172), İbn Mâce Mukaddime’sinde (hadis no: 144), İbn Asâkir de Tarih’inde (c. 7, s. 120), el-Mizzî Tehzîbü’l-Kemâl’inde (c. 10, s. 426-427), Zehebî Süyerü Alâmi’n-Nübelâ’sında (c. 3, s. 283) ve İbn Hibbân Takrîbü Sahîhi’nde (c. 15, s. 427-428) tahric etmişlerdir.

[54] Bu hadislerin isnad zincirleri için eş-Şubuhât ve’r-Rudûd adlı eserin ikinci cildine bakınız.

[55] el-Usûl mine’l-Kâfî, c. 1, s. 304.

[56] Basâirü’d-Derecât, s. 162, 167, Hadis No: 21.

[57] el-Kâfi, c. 1, s. 279; el-Vâfî, c. 2, s. 79.

[58] Meâlimü’l-Medreseteyn, c. 2, s. 329.

[59] Şeyh Tûsî, el-Ğaybet, 1323 baskısı; İbn Şehrâşûb, c. 4, s. 172; el-Bihâr, c. 46, s. 18, Hadis No: 3. Biz hadisin lafzını Bihâr’dan aldık.

[60] el-Usûl mine’l-Kâfî, c. 1, s. 304; İlâmü’l-Verâ, s. 152; Bihârü’l-Envâr, c. 46, s. 16. Ebu Bekir el-Hadramî Abdullah b. Muhammed İmam Sâdık’tan (a.s.) rivayette bulunmuştur. Bkz: Kâmûsu’r-Ricâl, c. 16, s. 15.

[61] Meâlimü’l-Medreseteyn, c. 2, s. 330.

[62] el-Usûl mine’l-Kâfî, c. 1, s. 305; İlâmü’l-Verâ, s. 260; Basâirü’d-Derecât, s. 44; Bihârü’l-Envâr, c. 46, s. 229; el-Vâfî, c. 2, s. 83. İsa b. Abdullah b. Muhammed b. Ömer b. Ali b. Ebî Tâlib; Haşimî olduğu söylenmiştir. İmam Sâdık’tan (a.s.) rivayette bulunmuştur. Bkz: Kâmûsu’r-Ricâl, c. 7, s. 275-276.

[63] el-Usûl mine’l-Kâfî, c. 1, s. 305; İlâmü’l-Verâ, s. 260; Basâirü’d-Derecât, c. 4. Bab No: 4, s. 165; Bihârü’l-Envâr, c. 46, s. 229.

[64] Basâirü’d-Derecât, s. 158 ayrıca bkz: 180, 181 Kâmûsu’r-Ricâl, c. 4, s. 154.

[65] Basâirü’d-Derecât, s. 158.

[66] el-Usûl mine’l-Kâfi, Kitâbü’l-Hüccet, Hadis No: 3/48; el-Vâfî, c. 2, s. 133; Basâirü’d-Derecât, s. 177, 186, 188. Biz bu nota ilişkin hadisleri Meâlimü’l-Medreseteyn’den (c. 2, s. 329-332) aldık.

[67] el-Kâmil fi’d-Duafâ. İbn Hacer de bunu Tehzîbü’t-Tehzîb’de rivayet etmiştir.