Ahmed el-Kâtib'e reddiye (32-2): Ahmed el-Kâtib'in mektubuna cevap

Ahmed el-Kâtib'e reddiye (32-2): Ahmed el-Kâtib'in mektubuna cevap
Ahmet el-Kâtib’in veya diğer Ehl-i Sünnet ulemasının inkârları onlara zarar vermez. Nitekim İsrâiloğullarının büyük çoğunluğunun Hz. İsa’nın mucizevi doğumunu inkâr etmeleri de O’na (a.s.) zarar vermemiştir. Şöyle ki küçük bir fırkaları hariç -bu fırka da Hz. Zekeriyya ve Hz. Yahya (a.s.) bağlılarından oluşmaktaydı- Yahudiler, Hz. İsa Mesih’in mucizevi doğumunu inkâr etmiştiler ve günümüze kadar da Mesih beklentilerini sürdürmüşlerdir.

 

 

KİTAPTA GEÇEN DİĞER KONULAR VE CEVAPLARI

 

Değerli okuyucuların dikkatini işaret edeceğimiz diğer konulara çekmeden önce bir değerlendirmede bulunmak istiyorum. Şöyle ki Üstad Ahmed el-Kâtib’in kitabının bir bölümü Şûrâ dergisinde yayımlanmıştır. Eserin ikinci cildinin ikinci bölümünün onuncu konusu (s. 193-202) da dergide yayımlanan yazılardandır. Şûrâ dergisinin 1996-Şubat sayısında (s. 10-12) bu yazı mevcuttur. Biz de bu makale hakkındaki eleştirilerimizi Şubuhât ve Rudûd adlı dergimizin birinci ve ikinci sayılarında serdettik. Birinci sayı 1417 yılının Rebiülevvel ayında (1996-Mart) yayımlandı. Üstad Ahmed el-Kâtib’in eseri ise 1997 yılında basıldı. Yani Şûrâ dergisinde yayımlanan düşüncelerine reddiyemizi sunduktan birkaç ay sonra eser çıktı. Yazar bu reddiyeye vâkıf olduğu ve tarafımıza 23 Ramazan 1417 tarihli bir mektup gönderdiği halde bu reddiyeye işaret etmedi. Yazar bu mektupta “Yakında basılıp değerli okuyucuların eline geçecek olan kitabımın yayımlanmasından önce bana yazdığın reddiye çerçevesinde seninle esaslı bir tartışmaya girişmek istemiyorum… Ancak bazı ilginç kritiklerinin üzerinde durmak isterim…” Mektupta ayrıca “Senin reddiyen zayıf” da diyor. Bu ifadeler yazarın, eserini matbaaya vermeden önce reddiyemizden haberdar olmakla birlikte susmayı yeğlediğini ortaya koymaktadır. Değerli okuyucuya değineceğimize dair söz verdiğimiz konular ise şunlardır.

1- Yazar şöyle diyor: “Yoksa üçüncü asırda İmâmiyye Şiası’nda bu inancın izine bile rastlanmıyordu. Nitekim Şeyh Ali b. Bâbeveyh es-Sadûk’un ‘el-İmâme ve’t-Tebsıra mine’l-Hayre’ adlı eserinde bu konuya değinmemiş olması bunu göstermektedir.  Keza Nevbahtî de ‘Fırakü’ş-Şia’ kitabında buna değinmemiştir.[1]

Biz buna ilişkin itirazımızı bu kitapta belirttik ve şöyle dedik:

“Tam aksine Ali b. Bâbeveyh el-Kummî, el-İmâmetü ve’t-Tebsıra adlı eserinin önsözünde bu inanca işaret ettiği gibi İbrâhîm b. Nevbaht da Yâkûtu’l-Kelâm’da –ki Nevbahtî’nin çağdaşıdır- buna değinmiştir. Buna göre On İki İmam inancı hicrî üçüncü asırda hatta daha öncesinde bilinmekteydi.”

2-  O eserin bir başka yerinde şöyle diyor: “Bizzat İmamların kendileri de imam olacaklarını bilmedikleri gibi, kendilerinden sonraki imamı da bilmiyor, bunu ancak ömürlerinin son demlerinde öğreniyorlardı.[2]

Biz bunun reddiyesini de daha önce sunduk ve şöyle dedik:

İmam Sâdık’tan (a.s.) aktarılan rivayetlerde bu konu geçmektedir.

أترون ان الأمر إلينا نضعه فيمن شئنا ! كلا والله انه عهد من رسول الله (صلى الله عليه وآله) إلى علي (ثم) إلى رجل فرجل إلى ان ينتهي إلى صاحب هذا الأمر

O ashabına şöyle buyurmuştur: Siz, bizden birinin, imamlığı kendisinden sonra istediği kişiye vasiyet ettiğini mi sanıyorsunuz? Hayır, vallahi! Bu, Rasûlullah’tan (s.a.a.) İmam Ali’ye verilmiş bir ahittir. Her imam, imameti kendisinden sonrakine devretmiş, bu iş-emr (velâyet) şimdiki sahibine kadar gelmiştir.

3- Yazar şöyle demektedir: “On İki İmam nazariyesi İmâmî zihniyette hicri dördüncü asrın ortalarına kadar yer etmiş değildi. Nitekim Şeyh Muhammed b. Ali es-Sadûk, İmamların on iki kişi ile sınırlandırılması konusundaki şüphesini dile getirmiş ve şöyle demiştir: Biz bu konuda On İki İmam’ı kabul etmek ve On İkinci İmam’ın kendisinden sonra gösterdiği imama inanmak dışında bir şeyle yükümlü değiliz.[3]

Biz bu söze eleştirimizi de elinizdeki kitapta şöyle belirtmiştik:

Şeyh Sadûk’un bu sözü yazarın ‘On İki İmam nazariyesi İmâmî zihniyette hicri dördüncü asrın ortalarına kadar yer etmiş değildi’ şeklindeki çıkarımına delalet etmemektedir. Zira Şeyh Sadûk’un bu düşüncesi On İkinci İmam’ın zuhuru sonrası döneme yöneliktir, hicrî dördüncü asra kadarki zamanla ilgili değildir.

4- Yazar bir başka yerde şöyle demektedir: “Zürâre, İmam Bâkır ve İmam Sâdık’ın en büyük öğrencilerindendi. Ancak o da İmam Sâdık’ın (a.s.) halifesini tanıyamadan, sonraki imamın kim olduğunu öğrenemeden vefat etmiştir.[4]

Biz buna itirazımızı da dillendirdik ve şöyle dedik: İmam Rızâ’dan (a.s.) şöyle rivayet edilmektedir:

إن زرارة كان يعرف أمر أبي عليه السلام ونص أبيه عليه وإنما بعث ابنه ليتعرف من أبي عليه السلام هل يجوز له أن يرفع التقية في إظهار أمره ونص أبيه عليه وأنه لما أبطأ عنه ابنه طولب باظهار قوله في أبي عليه السلام فلم يحب أن يقدم على ذلك دون أمره فرفع المصحف وقال: اللهم إن إمامي من أثبت هذا المصحف إمامته من ولد جعفر بن محمد عليهما السلام.”

Zürâre, babamın (a.s.) imametini tanıyor, O’nun hakkındaki nassı biliyordu. İmamet meselesini ve ona dair nassı ifşa edebilmesi için kendi üzerinden takiyyenin kaldırılıp kaldırılmadığına öğrensin diye, oğlunu babama gönderdi. Oğlu gecikince ve kendisinden de babam hakkındaki durumu izhar etmesi istenince İmam’ın emri olmadan konuşmak istemedi. Kur’ân’ı kaldırıp şöyle dedi: Allah’ım benim imamım, Cafer b. Muhammed’in neslinden olup bu Mushaf’ın imamlığını ispat ettiği kişidir!

5- Eserin bir başka yerinde ise şöyle demektedir:

Bütün İmâmiyye Şiası kendi aralarında bu sayının on ikiyle mi yoksa on üçle mi sınırlandırılması gerektiği konusunda neredeyse ihtilafa düşecekti. Kuleynî bunları el-Kâfî’de rivayet etmektedir. Bu dönemde ortaya çıkmış ve Süleym b. Kays el-Hilâlî’ye nispet edilmiş olan Kitap’ta da bu rivayetler mevcuttur.[5]

Biz daha önce bu iddianın geçersiz olduğunu şu şekilde ortaya koymuştuk:

Şia’nın muhakkik âlimleri yazarın işaret ettiği söz konusu rivayetlerin ilk dönemlerin güvenilir olmayan nâsihlerinin hatalarından kaynaklandığını ispat etmişlerdir. El-Amrî’nin torunu Hibetullâh b. Ahmed hariç Şia’dan hiç kimse de böyle bir görüşü dile getirmiş değildir. Hibetullâh da bu sözü dünyaya tamahından ötürü, Cânib b. Ebî Şeybe ez-Zeydî’nin gözüne girmek için söylemiştir.

6- Yazar bir başka yerde şöyle diyor: “Kuleynî’nin el-Kâfî’de, Müfîd’in el-İrşâd’da ve Tûsî’nin el-Gaybet’te zikrettiği birçok rivayette şöyle denmektedir: İmam el-Hâdî (a.s.) önceleri oğlu Seyyid Muhammed’e vasiyet etmişti. Ancak oğlu kendisi hayatta iken vefat ettiğinden bu sefer İmam Hasan Askerî’ye (a.s.) vasiyette bulunmuştur.[6]

Biz buna ilişkin reddiyemizi de sunmuş ve orada şöyle demiştik:

İmâmiyye uleması bu rivayetleri zahirî manalarının dışında başka anlamlara yormuştur. Bunun yanı sıra bu rivayetler İmam Hâdî’den nakledilen ve henüz oğlu Ebû Cafer henüz hayatta iken diğer oğlu Hasan el-Askerî’nin (a.s.) imametini açık bir şekilde belirten diğer rivayetlerle çatışmaktadır. Yazar bu rivayetlere de işaret etmeliydi ve bu konuda değindiği rivayetlerin yegâne nakiller olduğu şeklinde bir izlenim uyandırarak okuyucuyu yanıltmamalıydı.

7- Yazar eserin bir başka yerinde şöyle demektedir:

Şia’nın hicrî dördüncü asırda yaşayan geneli, meşhur yalancı Ebû Semîne Muhammed b. Ali es-Sayrafî ve Gulat’tan melun Ahmed b. Hilal el-Abertaî yoluyla rivayet edildiği için Süleym’in Kitabı’nın uyduruk olduğu şüphesi içerisindeydi.[7]

Biz buna ilişkin itirazımızı da daha önce şöyle sunduk:

Süleym b. Kays’ın kitabının veya onun On İki İmam hakkındaki hadislerinin nakli, Sayrafî ve Abertâî ile yapılanla sınırlı değildir. Kitâbu Süleym’in veya On İki İmam hakkındaki hadislerinin Muhammed b. Ebî Umeyr (ö. h. 217), Hammâd b. İsa (ö. h. 206) ve Ömer b. Üzeyne’de bulunduğunu ispat eden sahih rivayetler mevcuttur.

8- Yazar eserin bir başka yerinde şöyle demektedir: “Bundan dolayı Zeydiyye, İmâmiyye’ye itiraz etmiş ve şöyle demiştir: İmamların on iki kişi olduğu rivayeti İmâmiyye’nin çok sonraları uydurduğu bir görüştür ve bu konuda aslı olmayan yalan hadisler de üretmişlerdir.

Biz daha önce buna ilişkin reddiyemizi sunduk ve orada şöyle dedik: “On İki İmam rivayetlerinin Ehl-i Sünnet ve Şia’nın sened kriterleri açısından incelenmesi yazarın bu iddiasını çürütmektedir. On İki İmam hakkındaki Şia hadisleri İmam Mehdî’nin (a.s.) doğumundan önce, hatta hicrî ikinci asırdan beri sika Şiîler tarafından bilinmekteydi.

9- Yazar ayrıca şöyle diyor:

Yeryüzünde Müslümanlar var oldukça bir devletle bir imama gereksinim duyduklarından –İmâmiyye’nin ileri sürdüğü gibi şûrâya ve seçime başvurmaları haram ve Allah’ın onlar için nassla belirlenmiş masum bir imam tayin etmesi de zorunlu olduğuna göre- imamların sayısı niçin yalnız on iki kişiyle sınırlandırılıyor?

Biz daha önce buna ilişkin itirazımızı sunduk ve orada şöyle dedik:

Hz. Rasûlullah’tan  (s.a.a.) sonra on iki kişi ile sınırlandırılan imamet, yönetim makamı anlamına gelen imamet değil; insanlar için söz, fiil ve takrirleri kanıt sayılan merci anlamına gelen imamettir. Bu konumun doğal sonuçlarından biri şudur: İmamların yaşadığı dönemlerde yönetim hakkı onlara aittir. Gaybet asrında ise yönetim makamı adil fakihlerin uhdesindedir.

 

 

OKUYUCU MEKTUPLARI

 

İLK MEKTUP: AHMET EL-KÂTİB’İN MEKTUBU

 

Ahmet el-Kâtib’in Şubuhât ve Rudûd adlı dergiye gönderdiği mektupta şöyle geçmektedir: “Sami el-Bedrî, reddiyesinde neden imamet ve Mehdî (a.s.) konusunu ihmal ederek sadece On İki İmam konusuna yönelik çalışmış?”

Beni okuyucuları yanıltma siyaseti ile itham etmesinin nedeni ne olabilir? Hâlbuki kendisi Şeyh Müfîd’in Kitâbu Süleym b. Kays’ı zayıf saymasına hiç işaret etmemiş, bu konuda susmayı yeğlemiş ve kaçmaya çalışmıştır.

Yazar ayrıca cüzî konulardan önce usûl-i din üzerinde araştırma yapmak için iletişim halinde bulunma çağrısında bulunuyor.

Bizim buna cevabımız şu şekildedir:

Biz Şubuhât ve Rudûd dergisinin birinci ve ikinci bölümlerinde imamet ve İmamların sayısının on iki olarak belirlenmesi konularını ele aldık. İmam Mehdî (a.s.) ve O’nun Gaybet-i Suğra dönemindeki faaliyetine gelince bu konu diğerlerine nispetle önem bakımından ikincil derecededir. Ayrıca İmam Mehdî’den önceki on bir imamın sireti, aktiviteleri, Şiî yapıyı oluşturma çabaları incelenmelidir. Yol uzundur, bunca acele neden peki?

Biz âlimlerin Kitâbu Süleym b. Kays hakkında söz ve görüşlerini etraflıca takdim ettik. Şeyh Müfîd’in konu hakkındaki açıklamaları için elinizdeki eserimizin ilgili bölümüne bakılabilir.

Onunla cüzî konuları ele alıp tartışmamıza gelince sebebi şudur: O elde ettiği tüm sonuçları ya rivayeti yanlış anlama veya kadim Şiî âlimlerin sözlerini hatalı yorumlama üzerine inşa etmiştir. Öte yandan bakıp incelemesi gereken birçok rivayetten de gafil olduğunu görüyoruz. Bununla birlikte davetine de icabet ediyoruz. İlk olarak sırasıyla Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) hadislerinde ve Ehl-i Beyt İmamları’nın sözlerinde imamet konusu nasıl geçiyor buna bakalım mı?

 

MEKTUPTAN BÖLÜMLER

 

Ahmed el-Katib Şûrâ dergisinin 12. sayısında Şubuhât ve Rudûd adlı dergimizdeki yazılara yönelik reddiye amaçlı üç sayfalık bir mektup kaleme almıştır. Biz mektubun not düşmeye uygun olan bazı yerlerini sunacağız.

O şöyle sormaktadır: “Sami el-Bedrî reddiyesinde neden imamet ve Mehdî (a.s.) konusunu ihmal ederek sadece On İki İmam konusuna yönelik çalışmış?” Sonra da şöyle demektedir: “On İki İmam konusunun ispatı Süleym b. Kays’ın kitabı, şu veya bu rivayet aracılığı ile tamamlanacak gibi değildir. Bu ancak İmam Hasan Askerî’nin bir oğlunun mevcudiyetinin gösterilmesi ile kanıtlanabilir. Hâlbuki hayatta iken böyle bir çocuğunun olmadığı bilinmektedir.” 

Mektubun bir başka yerinde ise şöyle diyor: “Ehl-i Beyt’in siretine aykırı olan batınî tevil ve İsrailiyat’tan delil sunma yöntemine yönelik bir şüphe söz konusudur.

Yazar daha sonra da Şia karşıtı şüphelerini dillendirerek beni kınıyor:

Değerli kardeşim Seyyid Sami! Sen aslında Ehl-i Beyt mezhebini değil, Şia’nın uzun asırlar boyunca tarih sahnesinden silinmesine yol açan kadim mütekellimlerin vehimlerini savunuyorsun. Neyse ki son dönemlerde içtihat, velayet-i fakih ve şûrâ ilkelerini dile getirmektedirler. Bizi önceki mütekellimlerin ve Ahbarîlerin zalime karşı ayaklanmanın, Allah yolunda cihad etmenin ve Gaybet asrında devlet ikamet etmenin haramlığı; humus, zekât ve enfâli mubah saymamak, Cuma namazının ancak Allah tarafından tayin edilen belirli bir imam ile kılınabileceği şeklindeki düşüncelerine geri mi götürmek istiyorsun?

Devamında şöyle diyor:

Eğer Ehl-i Beyt İmamlarının tarihine vâkıf ve onların rivayetlerine muttali olsaydın ya da hicri ikinci ve üçüncü asırdaki İmâmiyye düşüncesine müracaat etseydin kuşkusuz onların ‘İmamet Kıyamet Günü’ne kadar devam edecektir’ şeklinde sözler söylediklerini ve İmamları belirli bir sayı ile sınırlandırmadıklarını görürdün. İmametin (ilahi imamet) sürekliliği nazariyesi şûrâ nazariyesini desteklemektedir. İmamet, İslam ümmetinin siyasî nizamıdır. Belirli bir zamanla sınırlandırılacak veya belirli kişilere hasredilecek gibi değildir.

Devamında şöyle diyor:

Eğer sen özgürlükten dilediğin konuyu ele alıp dilediğini bir kenara bırakmayı anlıyorsan beni niçin okuyucuları aldatma, onlara saygısızlıkta bulunma ve bilimsel incelemenin ilkelerinden kaçmakla itham edip duruyorsun? On İki İmam nazariyesinin temeli ve yegâne kaynağı olarak kabul edilen Süleym b. Kays el-Hilâlî’nin kitabının sahihliğini münakaşa konusunda sen de aynı tutum içindesin. Şöyle ki ben bu eserin zayıf ve düzmece olduğu görüşündeyken sen sahih olduğunu söylüyorsun. Ancak kanıt olarak kullandığım Şeyh Müfid’in bu kitabın zayıflığına, uyduruk oluşuna ve eserde tedlis bulunduğuna ilişkin sözüne, kendi açıklamalarında asla işaret etmemişsin. Hâlbuki sana düşen en azından Şeyhü’t-Taife Şeyh Müfid’in görüşlerine işaret edip, o sözden yüz çevirmen veya onu tevil etmendi. Ancak sen bu hakikat karşısında susmayı ve kaçmayı tercih ettin. Gece olsun da savaşı sonlandıralım diye acele eden kişi gibisin.

Son olarak da şöyle diyor:

“Yakında basılıp değerli okuyucuların eline geçecek olan kitabımın yayımlanmasından önce bana yazdığın reddiye çerçevesinde seninle esaslı bir tartışmaya girişmek istemiyorum… Elbette ben bilgisayarla çalışmaktan kaynaklı eksiklik ve fazlalıklardan sorumlu değilim. Ancak ben, bana yazmış olduğun birtakım ilginç eleştiriler üzerinde durmaya çalışacağım. Şöyle ki sen Kefamî’nin Kâim’in duası şeklindeki naklini gerçek saymamış, bedâ rivayetleri hakkında zorlama yorumlarda bulunmuş, üzerinden bin yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen on üç İmam rivayetlerini nâsihlerin hatası olarak tevil etmişsin. Ehl-i Beyt İmamlarının kültürü ve rivayetleriyle çatışan İsrailiyat’tan iktibaslarda bulunma iznini kendine tanımış, sahih hadislerin batınî ve gizemli tevillerine başvurmuşsun. Beni zahiri esas almakla itham ederken bazı rivayetlerin sırrına vardığını iddia ediyorsun. Ehl-i Beyt mezhebinin hakikatini bildiğini iddia etmekte ve beni şüpheler yaymakla suçlamaktasın. Şüpheye düşen kim, ondan kurtulan kim?”

Yazar mektubun girişinde şöyle diyor: “Cüzî konulara dalmadan önce temel konuları bilimsel bir şekilde ele almak için iletişim halinde olmaya davet ediyorum. Bizim metodumuz Kitab’a, Sünnet’e ve Ehl-i Beyt’in hidayetine sarılmaktır.”

Yine şöyle diyor: “İslam Düşünce sisteminin içindeki bütün ictihadî bakış açılarına, onları savunanlara saygı göstermek ve onları tekfir etmemek gerekir.

 

MEKTUBA CEVABIMIZ

Buna cevabımız şöyle olmuştur:

Yazarın “Sami el-Bedrî, reddiyesinde neden imamet ve Mehdî (a.s.) konusunu ihmal ederek sadece On İki İmam konusuna yönelik çalışmış?” sorusuna gelince, derim ki: Ben reddiyeyi kaleme alırken yayınlanmamış kitaplarını göz önüne almıyordum ki! Ben sadece Şûrâ dergisinin 10. sayısında geçen On İki İmam delilinin tartışıldığı makaleyi eleştiri amacıyla yazdım. Bu reddiye de Şubuhât ve Rudûd adlı eserin önemli bir bölümünü kapsamıştır. Sonra Bağdâdî’nin İmam Ali (a.s.) hakkında nassın mevcudiyeti konusunda Şehid Sadr’a (r.a.) yönelik itirazını dillendirdiği makalesine reddiye ile ikinci bölümü tamamladım. Ayrıca dilediğim konuyu seçip eleştirme hususunda elbette ben de özgürüm.

Üçüncü cilde gelince, ben burada onun yayımlanan son kitabının birinci bölümünde geçen bazı sözlerine reddiye yazmakla işe koyuldum. Bu konu da ilahî imamet nazariyesine özgüydü.

Yazarın “On İki İmam konusunun ispatı Süleym b. Kays’ın kitabı, şu veya bu rivayet aracılığı ile tamamlanacak gibi değildir.” sözlerine karşılık ben de “Madem öyle neden Kitâbu Süleym b. Kays, ya da şu veya bu rivayet hakkında şüphe oluşturuyor?” diyebilirim.

Yazarın “Bu konu [On İki İmam’ın ispatı] ancak İmam Hasan Askerî’nin bir oğlunun mevcudiyetinin gösterilmesi ile kanıtlanabilir. Hâlbuki hayatta iken böyle bir çocuğunun olmadığı bilinmektedir.” iddiasına gelince, o bu sözle ne kastediyor acaba? On İki İmam hadislerinin sıhhatinin ancak İmam Hasan Askerî’nin bir oğlunun olduğunun ispatıyla mı kanıtlanabileceğini söylüyor? Yoksa bu hadisin Şia’nın iddiasıyla uyumunun ancak İmam Hasan Askerî’nin oğlunun varlığının ispatıyla gerçekleşeceğini mi söylüyor?

İlk olasılığa gelince: Bunun herhangi bir veçhi yoktur. Çünkü bir hadisin sahihliği ancak hadisin râvîleri kanalıyla ortaya konabilir. Bu hadisi de sika râvîler rivayet etmiş, onu tasniflerine koymuşlardır. Nitekim biz bunu birinci ciltte ele alıp inceledik.

İkinci olasılığa gelince de: Bunun da herhangi bir veçhi yoktur. Çünkü On İki İmam Şiîliğinin tamamı İmam Hasan Askerî’nin bir oğlu olduğuna, bunun da Mehdî olduğuna iman etmiş, bu inancı nesilden nesile aktarmış, bu inançlarını da bu rivayete veya İmam’ın veladetinin aktarıldığı başka bir kıssa üzerine inşa etmemişlerdir. Ahmet el-Kâtib’in veya diğer Ehl-i Sünnet ulemasının inkârları onlara zarar vermez. Nitekim İsrâiloğullarının büyük çoğunluğunun Hz. İsa’nın mucizevi doğumunu inkâr etmeleri de O’na (a.s.) zarar vermemiştir. Şöyle ki küçük bir fırkaları hariç -bu fırka da Hz. Zekeriyya ve Hz. Yahya (a.s.) bağlılarından oluşmaktaydı- Yahudiler, Hz. İsa Mesih’in mucizevi doğumunu inkâr etmiştiler ve günümüze kadar da Mesih beklentilerini sürdürmüşlerdir.

Yazarın “Bizi önceki mütekellimlerin ve Ahbarîlerin zalime karşı ayaklanmanın, Allah yolunda cihad etmenin ve Gaybet Asrı’nda devlet ikamet etmenin haramlığı vs. şeklindeki düşüncelerine geri mi götürmek istiyorsun?” şeklindeki sözlerine gelince ben derim ki, Allah bizi ve onu en doğru, en güzel yola iletsin! Acaba yazar “İlahi imamet, İmamların masumiyeti, on iki kişi oluşları, Mehdî’nin dünyaya geldiği ve uzun gaybeti, bedâ ve recat görüşleri” ile “zalimlere karşı ayaklanmanın haram oluşu, cihadın iptali vs.” diye sıraladığı görüşler arasında herhangi bir zorunluluk ilişkisi bulunmadığını bilmiyor mu? Bütün bu inanç ilkelerine inanan İmam Humeynî (k.s.) İran’da İslam Devrimi’ne önderlik yapan kişi değil miydi? Bütün bu inançları benimseyen Şehid Sadr Irak’ta İslam Devrimi’nin öncülüğünü yapıp bu yolda şehit düşmedi mi?

Yazarın “Eğer Ehl-i Beyt İmamlarının tarihine vâkıf ve onların rivayetlerine muttali olsaydın ya da hicri ikinci ve üçüncü asırdaki İmâmiyye düşüncesine müracaat etseydin kuşkusuz onların ‘İmamet Kıyamet Günü’ne kadar devam edecektir’ şeklinde sözler söylediklerini ve İmamları belirli bir sayı ile sınırlandırmadıklarını görürdün. İmametin (ilahi imamet) sürekliliği nazariyesi şûrâ nazariyesinin boylamındadır. İmamet, İslam ümmetinin siyasî nizamıdır. Belirli bir zamanla sınırlandırılacak veya belirli kişilere hasredilecek gibi değildir.” itirazını da şu şekilde yanıtlıyoruz:

Hz. Peygamber’in (s.a.a.) rivayetleri ve Ehl-i Beyt İmamları, İmamların sayısını on iki ile sınırlandırmıştır. Biz bu konuyu birinci cildin sekizinci bölümünde inceledik. O bölüme müracaat etmesini ümit ediyorum.

Yazar’ın “İlahi imamet şûrâ nazariyesi ile paralel değil [farklı değil] onun boylamındadır (devamıdır) şeklindeki sözünü ise ikinci cildin birinci bölümünde ele aldık.

Yazarın “Şeyh Müfîd’in Süleym’in kitabını zayıf saymasına işaret etmemem ve bu konu hakkında okuyucularımı aldatmış olmam…” ithamına gelince… Üstad Ahmed el-Kâtib Şubuhât ve Rudûd adlı eserimin birinci cildine (s. 94) müracaat etseydi kuşkusuz benim o bölümde Allâme Tusterî’nin şu sözlerini aktardığımı da görürdü: “Buradan hareket eden Şeyh Müfîd de tahkike gitmeden bu kitaptaki her şeye itimat edilemeyeceğine hükmetmektedir.” Ayrıca aynı bölümde (s. 95) şu değerlendirmelerde de bulunmaktadır: “Kitâbu Süleym b. Kays hakkındaki doğru görüş şudur: Bu kitabın aslı sahihtir. Üç büyük şahsiyet, Numânî ve Saffâr ile diğer Şiî bilginler bu eserden rivayette bulunmuşlardır. Ancak kitapta düşmanların eklediği bazı yalanlar ve tedlisler bulunmaktadır. Müfîd’den de öğrendiğin üzere düşman kötülük yapmaktan geri durmaz… Bu durumda el-Müfîd’in dediği gibi bu eserdeki rivayetlerde karinelerin gözetilmesi gerekmektedir.

Bütün bunlardan sonra kendisine şu soruyu yöneltiyorum: Acaba gece olsun da bu savaşı sonlandıralım diyerek kaçan ben miyim yoksa kendisi midir?

Yazarın “Bana yazdığın reddiye çerçevesinde seninle esaslı bir tartışmaya girişmek istemiyorum…” şeklindeki sözüne gelince buna cevabım da şudur: Reddiyede kullanılan bu yol akademik bir tavır değildir. Bana reddiye yazmak hususunda kendisi de benim metodumu takip etseydi ne güzel olurdu! Ben onun sözünün bir bölümünü sunuyor, sonra ona talik düşüyor ve görüşünü eleştiriyordum. Böylece münakaşa etmek istediği bölümü ve dilediği konuyu ele alabilirdi. Böylece zayıf ve eksik gördüğü hususları açıklardı.

Yazarın “Cüzî konulara dalmadan önce temel konuları bilimsel bir şekilde ele almak için iletişim halinde olmaya davet ediyorum. Bizim metodumuz Kitab’a, Sünnet’e ve Ehl-i Beyt’in hidayetine sarılmaktır.” çağrısına gelince ben de “Haydi gelin, ben varım!” diyorum.

Şu meseleden başlama konusunda acaba görüşü nedir? Hz. Rasûlullah’tan (s.a.a.) sonra insanlar üzerindeki şehadeti Hz. Rasûlullah’ın (s.a.a.) şehadeti gibi olan, tıpkı O’nun gibi söz, fiil ve takrirlerine tutunulması gereken, insanların kendilerine iktida ve itaat etmeleri şart olan, risaleti korumakla yükümlü ve bunu yerine getirecek Hidayet İmamları diye nitelendireceğimiz şahitler bulunmakta mıdır?

İlk olarak buna delalet eden Kur’an-ı Kerim ayetlerini, ardından da Hz. Peygamber’in (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s.) hadislerini ele alalım.

Eğer bu konuda benimle hemfikir ise bunu bana bildirmesini ümit ediyorum.

Bundan önce kendisinin muteber saydığı Sünnet-i Nebevî ve Ehl-i Beyt’in hadis kaynaklarını açıklaması yerinde olacaktır.

Yazarın “İslam Düşünce sisteminin içindeki bütün ictihadî bakış açılarına, onları savunanlara saygı göstermek ve onları tekfir etmemek gerekir.” sözüne gelince ben derim ki: Bu, yaygın olmakla birlikte doğru bir söz değildir. Doğrusu bunun aksidir. Yani aslolan şahısların saygınlığıdır, hatalı bakış açıları saygıyı hak etmemektedir. Buradan hareketle de İslam’ın Ehl-i Kitab’a saygı gösterdiğini ve İslam toplumu içerisinde belirli şartlara uyarak yaşamalarına müsaade ettiğini mülahaza etmekteyiz. Hâlbuki aynı İslam Dininin, onların inanç ve bakış açılarının birçoğuna saygı göstermediğini, eleştirdiğini ve çürük olduklarını ortaya koyduğunu da görmekteyiz.

Üstad Ahmed el-Kâtib’in nass görüşündeyken safını değiştirip nassı inkâr edenlerin tarafına geçmesine, hatta Ehl-i Beyt (a.s.) düşmanlarının yanında yer almasına gelince, biz yine de onun dinden çıktığı görüşünde değiliz. Ama Şia’nın dışına çıkmış, İbn Ebi’l-Hadîd el-Mutezilî’nin görüşünü benimsemiş ve Ehl-i Beyt Şiîlerinin karşısında olumsuz bir tutum içine girmiştir.

Bu kadarıyla yetiniyoruz. Allah bizi ve onu en temiz ve en doğru yola hidayet etsin. Kuşkusuz O işitendir, dualara icabet edendir.

 

Seyyid Sâmî el-Bedrî:

 

 

SUDAN’DAN BİR MEKTUP

 

Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a, salat ve selam varlıkların ulusu Muhammed’e (s.a.a.) ve Masum Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun.

Sayın Muhakkik Allâme Seyyid Sâmî el-Bedrî

Allah’ın selam, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Hakkı savunmak, hakikati izah etmek, ortaya kuşku atıp akideyi sarsmaya çalışanların gayelerini izhar etmek ve batıl dava güdenlerin sapmalarını göstermek şeklinde yerine getirmiş olduğunuz yüce hizmetinizi mükâfatlandırmasını ihlaslı bir şekilde Yüce Allah’tan talep ediyorum. Allah amelinizi hak yolda cihad eden mücahitlerin mükâfatıyla karşılasın. Kanıtınızı doğrultsun ve hüccetinizi yerli yerine koysun. Kuşkusuz O hakkıyla işitendir ve dualara icabet edendir.

İmdi, ben birkaç yıl önce Âl-i Muhammed’in yoluna girdim. Şia’nın ilkeleri bize tutarlı ve birbiriyle uyumlu geldi. Bize yöneltilen şüphelerin zayıf ve temelsiz şeylerden, boş itirazlardan ibaret olduklarını gördük. Masum ve Mutahhar Ehl-i Beyt’in (a.s.) düşmanı olan Nâsıbîler, bazı iddialar ileri sürerek bize itirazlarda bulunuyorlar. Nihayet devran bize Ahmed el-Kâtib’in şüphelerini getirdi. Bizler bundan önce de Fâtımatü’z-Zehrâ Günleri gibi kitapları aracılığı ile onu tanıyorduk. Aynı şekilde Hârtûm, Suriye ve İran’da onunla görüşen bazı Sudanlı kardeşler kanalı ile de ününü duymuştuk. Amelini boşa çıkaran ve kendisini sapkınlık çukuruna sürükleyen şeylerine muttali oluncaya kadar da bizim yanımızda ahlakı temiz ve salih bir kimse olarak bilinmekteydi. Kitabın basılı olup olmadığını bilmediğimiz şeklini bilgisayardan okumuştuk. İnancın bekçiliğini yapan âlimlerimizin ilim nuruyla buna reddiye yazmasını, kanıtlarını çürütmesini, yaydığı şüpheleri bertaraf etmelerini ümit ediyorduk. Çünkü o yazdıklarında övünüp böbürleniyor, Necef ve Kum âlimlerinden, sunduğu kesin ve parlak delilleri (tabii kendi ifadesine göre) çürütmelerini istiyordu. Şeyh Lütfullah Sâfî Gülpâyegânî ve Şeyh Mekârim Şîrâzî (Allah onları korusun) ile dalga geçiyor, kendisine cevap vermek için bir grup oluşturduklarını söylüyordu.

O işi Allâme Muhakkik Seyyid Murtazâ el-Askerî’ye (Allah onu Müslümanlara bağışlasın) meydan okumaya ve kendisine cevap verme çağrısında bulunmaya kadar vardırdı. Allâme Askerî’yi sayfalar boyunca övsem yine de bana ve Müslümanlara yaptığı küçük bir iyiliğin karşılığını bile vermiş sayılmam. Bizlerin her ne kadar Kâtib’in kitabında sergilediği, On İki İmam hadisi ve İmam Ali ile çocuklarının imametine ilişkin nasslar hakkındaki şüpheleri aleyhinde yakînimiz olsa da, sahihliğine tam emin olamadığımız bazı başka konular da mevcuttu. Çünkü bizim elimizde en-Numânî ve Tûsî’nin el-Gaybet’leri, Uyûn-u Ahbâri’r-Rıza, el-İrşâd, el-İmame ve’t-Tabsıra mine’l-Hayra, el-Makalât ve’l-Fırak gibi onun adres gösterdiği müracaat kaynaklarına ulaşma imkânımız yoktu.

Ahmed el-Kâtib’in ortaya attığı bu kuşkulara uzmanların yanıt vermesini bekliyorduk.  Velî en-Nasıh adlı kardeş (Allah ecrini versin), içinde Ahmed el-Kâtib’e itirazların bulunduğu bir yayını getirinceye kadar da herhangi bir reddiyeye muttali olmadık. Dergiyi okuyunca dakik ve derin tahkikler, bütün şüphelerin aslına yönelik ciddî bir ilmî inceleme ve reddiye gördüm.

Ancak müsaadenizle Sayın Seyyid, cevabını beklediğim bir sorum var. Siz Kitâbu Süleym b. Kays’ın durumunu hiçbir şeyi eksik bırakmayacak tarzda tahkik etmiş, Ahmed b. Hilal Abertâî, Muhammed b. Ali es-Sayrafî kanalı dışında kalan diğer kanalla rivayetinin sahihliğini ispat etmişsiniz. Bu rivayet Muhammed b. Ebî Umeyr, Ömer b. Üzeyne, Ebân ve onun da Süleym’den aktardığı tarik ile ve Ali b. İbrahim b. Hâşim, Yakub b. Yezîd ve Hammâd b. İsa, onun Abdullah b. Miskân ve İbrahim b. Ömer’den ve her ikisinin de Ebân aracılığıyla Süleym’den nakli ile gelmiştir.

Ben ise şu ana kadar Muhammed b. Ahmed el-Velîd’in Muhammed b. Ali b. Maculuveyh’den yaptığı naklin isnadında yer alan (Necâşî’nin Ricâl’i ve Şeyh Tûsî’nin el-Fihrist’ine göre) Sayrafî problemini çözebilmiş değilim.

Aynı şekilde Kuleynî’nin el-Kâfî’sinde Abdu Ali b. Muhammed el-Abertâî’nin Abdullah’tan, onun Ebî Umeyr’den, onun Ömer b. Üzeyne’den, onun da Ebân’dan aktardığı rivayetin isnad problemini [Abertâî’nin buradaki varlığını] de çözebilmiş değilim. Yine de asıl problemin Ebân’da olduğunu düşünüyorum. Gerçi Allâme Muhammed Bâkır Ensârî’nin -sizin ifadenizle ömrünün on iki yılını sarf ettiği- Kitâbu Süleym b. Kays’ı konu edindiği telifini görebilmek nasibim olmadı… Bu da bizim söz konusu eseri edinme, araştırmalarının neticelerinden ve tahkiklerinden yararlanma arzumuzu artırmaktadır.

Tekrar başa dönüyor ve diyorum ki; bana göre problemin aslı Ebân b. Fîrûz b. Ayyâş’tan kaynaklanmaktadır. Çünkü tüm rivayetlerde Süleym’e ulaşan yollar sadece ondan geçmektedir. O da mezhep olarak Ehl-i Sünnettendir, hatta Ehl-i Sünnet’in cerh ve tadil âlimlerinin nazarında bile yalancı ve hadis uydurukçusu addedilmiştir. Şu’be b. Haccâc, Ahmed b. Hanbel ve diğer cerh ve tadil âlimleri, ezcümle Şemsüddîn ez-Zehebî Mizânü’l-İtidâl’de, İbn Hacer el-Askalânî de Tehzîbü’t-Tehzîb’de onun problemli bir râvî olduğunu belirtmişlerdir. Ayrıca İmâmiyye ulemamız de bunu doğrularlar. Nitekim Allâme Hıllî el-Hulâsa adlı eserinde ve Meclisî Ricâl’inde bunu ortaya koymuştur.

Cevabınızı beklemekteyim.

Muntezir Ahmed

 

 

MEKTUBUN CEVABI

 

Üstad Muntazır Ahmed, Allah’ın selamı üzerinize olsun.

İmdi, samimi duygularınız ve muhabbetinizden ötürü teşekkürlerimi arz ediyorum.

Allah sizi muvaffak kılsın. Süleym’in kitabının, her iki durumda da sadece zayıf sayılan Ebân b. Ebî Ayyâş’tan rivayet edildiğine göre niçin güvenilir sayıldığını sormuşsunuz. Acaba o bu eseri Şiî olduktan sonra mı rivayet etti, diye de sormaktasınız.

Buna cevabımız şu şekildedir: Ebân, vefatından az önce Süleym’in eliyle Şiî olmuş, sonra da ondan rivayette bulunmuştur. Bu rivayet de sadece ona özgüdür, çünkü Süleym (r.a.) bu eseri Haccâc es-Sekafî’den kaçıp Ebân b. Ebî Ayyâş’ın evinde gizlendiği zaman diliminde yazmıştır. Bu, siyasî iktidar tarafından en şiddetli cezalara çarptırılmak kastıyla aranan bir şahsın yaşayacağı son derece doğal bir durumdur. Müminlerin Emiri’nin ashabının seçkinlerinden olup kitapları elimize ulaşmayan onlarca şahsiyet vardır. İmam Ali’den (a.s.) başkasından herhangi bir rivayette bulunmadığını bildiğimiz Hucr b. Adî bunlardandır. Onun, içinde İmam Ali’nin (a.s.) hadislerinin bulunduğu sahifeleri vardı. Malik el-Eşter ile Amr b. Hamık da bunlar arasındadır.

Zehebî el-Mizânü’l-İtidâl adlı eserinde şöyle der: “Hammâd b. Zeyd dedi ki: bana Süllem el-Alevî şöyle dedi: Ey yavrucuğum! Ebân’a sımsıkıya tutun. Ben bunu Eyyûb es-Sahtiyânî’ye söyleyince şöyle dedi: Biz onu en baştan beri hayırlı bir şahsiyet olarak tanıyoruz.

İbn Hibbân ise şöyle der: “Ebân âbid şahsiyetlerdendir. Gecelerini uyumayıp ibadetle, gündüzlerini de oruçla geçirirdi.

Yeri gelmişken Ebân hakkında olumsuz konuşan ilk kimsenin Şu’be el-Basrî olduğuna da değinmemiz gerekiyor. (Ebân, Fars diyarından hicret ettikten sonra Basra’yı kendisine yurt edinmişti.) Şu’be el-Basrî şöyle diyordu: “Eşeğin sidiğiyle susuzluk gidermek bana ‘Ebân b. Ebî Ayyâş bize şöyle rivayet etti.’ demekten daha sevimli gelir![8]

Buharî ise Târîh’inde Ebân’ın tercüme-i hâlinde: “Şu’be onun hakkında kötü bir düşünceye sahipti.[9] diye yazmıştır.

Allâme Esterâbâdî (r.a.) Menhecü’l-Makâl adlı eserinde şöyle der: “Ben muhaliflerin Ebân’ı zayıf sayma gerekçelerinin Şia’ya geçmesi olduğunu gördüm.

Allâme Seyyid Muhsin el-Emîn (r.a.) ise Ayânü’ş-Şia adlı eserde “Ahmed b. Hanbel, onun Şiî oluşuna tanıklık ediyor.” demiştir.

Allâme Şeyh Musa ez-Zencânî de el-Câmi fi’r-Ricâl adlı eserinde şunları yazıyor:

Bana göre en doğru görüş şudur: Saffâr, İbn Bâbeveyh, İbnü’l-Velîd gibi müteahhirun dönem muhaddis ashabımızdan bir gruba ve diğerlerine uyarak onun rivayetleri kabul edilmelidir.

Allâme Şeyh Muhammed Bâkır el-Ensârî ise Süleym b. Kays’ın Kitabı hakkındaki değerli eserinde Ebân hakkında kapsamlı ve yeterli açıklamalarda bulunmuştur.

Buna ek olarak Süleym’in kitabının içeriğinin sadece bu eserle sınırlı olmadığını da belirtmeliyiz. Ebân veya başka nedenler yüzünden kitabın muteber olmadığında ısrarcı olsak bile, kitabın içerdiği rivayetler Ehl-i Sünnet ve Şia’nın rivâî eserleri tarafından desteklenmektedir. 

 

 

Seyyid Sâmi el-Bedrî

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 



[1] Tatavvur, s. 195-196.

[2] Tatavvur, s. 196.

[3] A.g.e., s. 198

[4] Tatavvur, s. 198.

[5] A.g.e., s. 198-199.

[6] A.g.e, s. 198.

[7] A.g.e., s. 199.

[8] Zehebî, Mizânü’l-İtidâl, Ebân’ın tercüme-i hali.

[9] Şu’be gibi Ehl-i Sünnet’in kadim bilginlerinin kadim dönem Şiî ricâli hakkındaki tutumlarına ilişkin daha detaylı bilgiler için bu cildin birinci bölümünün ilk konusuna bakılsın.