İbrahimi Dinani: İbn Sina Dersleri (18) (SON): İnsanın kendine yabancılaşmasının kaynağı nedir?

İbrahimi Dinani: İbn Sina Dersleri (18) (SON): İnsanın kendine yabancılaşmasının kaynağı nedir?
Aslolan vücûddur. Yokluk, varlığın ışığında anlam kazanır. Eğer varlık olmasaydı, yokluğun ne gibi bir anlamı olabilirdi? Hiçbir anlamı olmazdı. İnsanın bu meselelere/kavramlara dikkat etmesi, yani aslolanın vasl ve vahdet olduğunu bilmesi oldukça önemlidir. “Yabancılaşma,” “hicran” ve “firâk” gibi şeylerin tamamı ârızîdir ve sonradan meydana gelir.

 

Lârîcânî:

 

Bismillahirrahmanirrahim.

Sana ulaşmanın müjdesi ne zaman gelecek de

Yüce kuds âleminin kuşu ve meleği olan ben

Yaşamaktan vazgeçip bu dünyanın tuzağından kanatlanacağım?

Senin dostluğuna ve sevgine kasem olsun ki

Eğer beni kulun ve kölen olarak bilirsen,

Dünyaya server olma fikrinden vazgeçeceğim

Siz aziz izleyicilerimizi, değerli dostlarımızı ve Marifet programının daima samimi takipçilerini saygıyla selamlıyoruz. Aziz üstadımızın huzurunda İbn Sînâ’nın Hikmet-i Maşrıkıyye, et-Tıbb ve Hayy ibn Yakzân gibi risalelerinden istifade ediyoruz. Bir önceki dersimizde, üstadımız oldukça güzel konulara değinmişlerdi. Bu dersimizde de o konuların devamını işleyeceğiz.

Birinci nokta şu idi: Hikmet, mekânsal bir doğu-batı değil; bilakis marifetin/bilginin doğu ve batısıdır. Bu dersimizde daha çok hikmetin tuluunu/doğuşunu işlememizi istiyorum.

Üstad, bir önceki dersimizde güzel bir noktaya değinmiştiniz: Hakikat ve gerçeklik kaybolabilir değildir. Gaypte tecelli edebilirler, ancak gaybe esir değildirler. Bu çok güzel bir özellik olup, aynı zamanda İbn Sînâ’nın da açıklamayı hedeflediği hikmet ve marifetin en iyi özelliği sayılmaya da adaydır; ya da bizzat Sühreverdî’nin açıkladığı “yaratılışın ezelî hamuru”dur. Siz Şu‘a-i Endîşe ve Şuhûd der Felsefe-i Sühreverdî adlı kitabınızda İbn Sînâ’nın değerli risalelerinden biri olan Gurbet-i Garbiyye hakkında çok değerli tespitlerde bulundunuz. Bunlardan biri şudur: “Eğer insan, alıştığı/ünsiyet kurduğu vatanı yani marifet iklimini bulamazsa, kendine yabancılaşır.” Bu oldukça ilginç bir husus. Yani gerçekte siz [bu ifadenizle], varlıksal (vücûdî) gurbeti sosyal ve ahlâkî gurbete, hatta insanın günlük yaşantısına da dahil etmiş oldunuz ve bu çok güzel bir tespit. Sühreverdî’nin hikâyesinde açıklanan Atvâr-i A‘zamda da aynı anlama ulaşılmaktadır.

Peki, o halde insan eğer o maşrıkî hakikatin peşinde olmazsa kendine nasıl yabancılaşır? Bunu açıklamanızı istiyorum.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Günümüzde, psikolojide ve diğer pek çok insanî meselede ele alınan “kendine yabancılaşma” konusu oldukça önemli bir konudur. Yabancılık (Farsçada, “bî-gânegî”), yegâneliğin karşısında yer alır. Fasl da vaslın karşısındadır. O halde asl’ın, vasl mı yoksa fasl mı olduğuna bir bakmak gerekir. Siz vasl’ın mı yoksa fasl’ın mı asıl olduğuna inanıyorsunuz? Aslolan, visaldir [yani kavuşmaktır]. Eğer vasl olmasaydı, faslın da bir anlamı olmayacaktı. Fasl, birleşik (muttasıl) bir şeyi, birbirinden ayırmaktır. Yani fasl, zaten mesafe/ayrılık demektir. Yokluğu ayırmanın bir anlamı var mıdır? Yoklukta bir şeyi ayırmak mümkün değildir. Yok olan, yoktur. Eğer vasl yoksa fasl da yoktur. Eğer bir vahdet (birlik) olmazsa yabancılaşma da olmaz.

Lârîcânî:

Sana ulaşmanın müjdesi ne zaman gelecek de

Yüce kuds âleminin kuşu ve meleği olan ben

Yaşamaktan vazgeçip bu dünyanın tuzağından kanatlanacağım?

Dînânî: Dolayısıyla bu oldukça önemlidir. Aslolan vasldir, fasl onun fer‘idir [ondan sonra gelir]. Aslolan birliktir (yegânegî) ve yabancılaşma (bî-gânegî) ondan sonradır. Aslolan vücûddur/varlıktır; adem (yokluk) ondan sonra gelir. Bazıları ise aslolanın yokluk olduğunu söyler; ancak bu “beraet” gibi bazı konularda geçerlidir. Aslolan vücûddur. Yokluk, varlığın ışığında anlam kazanır. Eğer varlık olmasaydı, yokluğun ne gibi bir anlamı olabilirdi? Hiçbir anlamı olmazdı. İnsanın bu meselelere/kavramlara dikkat etmesi, yani aslolanın vasl ve vahdet olduğunu bilmesi oldukça önemlidir. “Yabancılaşma,” “hicran” ve “firâk” gibi şeylerin tamamı ârızîdir ve sonradan meydana gelir. Eğer aslından faslolan/ayrılan insan, aslolan o vasl’a ulaşırsa – ki oradan ayrıldı, ikiliğe ve yabancılaşmaya duçâr oldu – yabancılaşmaktan da kurtulmuş olacaktır. Bu ise çok çabalamayı gerektirir. Yani ilk olarak insan, kendine yabancılaştığını bilmelidir. Eğer bunu fark etmezse, o yabancılık içinde ölür gider.

Bakınız, içinde yaşadığımız âlem, tabiat âlemidir, öyle değil mi? Eğer tabiatın, kendi anlamını bulması gerekseydi o bunu bulabilir miydi? Tabiat, kendi anlamını biliyor mu? Hayır, bunun için insana ihtiyacı vardır. Tabiatın, kendi anlamını bulması insanın varlığı sayesindedir. Eğer Allah, insanı yaratmamış olsaydı ve sadece tabiat var olmuş olsaydı, anlam diye bir şey olabilir miydi? Mana/anlam âlemi insanındır/insana özgüdür.

Lârîcânî:

 “İnin” [emri] canı bedene [aşağılara] attı

O hayız hâli onu namazdan mahrum etti

Bu sözden, o laftan sakının ki

Şüphesiz hevâya uymak erkeklerin hayız halidir

“İnin” [emri], Aden incisinin çamur içinde gizlenmesi için canı bedene soktu

Bu dürr-i Aden’i (Aden incisini) insanın kendisinin bulması gerekir.

Dînânî: Dürr-i Aden, vaslın kendisidir. İnsanın vasl yolunun menzilidir.

İnsan kendi aslından uzaklaşmıştır ve onun aslı vahdettir. Çünkü insan, Allah’tan gelmiştir. Diğer tüm varlıklar da böyledir. Ancak tabiatın bir bilinci yokken, insanın bir bilinci vardır ve aslından ayrı düştüğünü bilmektedir. Bu çok önemlidir. Vahdetten yabancılığa ve vasl’dan fasl’a gelmiştir.

Lârîcânî:

Kendi aslından uzak kalan herkes

Yine kavuşma zamanını arar

Dînânî: İnsan sürekli olarak kendi aslını ve anlamını bulmaya çalışmaktadır. Aslolan anlamdır. Anlamı da bu âleme insan vermekte ve âlemin anlamını da yine insan anlamaktadır. Zâhirde olan bu şeylerin tamamı insanın bâtınındadır. Eğer insan, bâtınını ve kendisini unutursa her şeyi unutur: “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fâsıkların ta kendileridirler.”[1] Bu âyet ne kadar da zarif ve manidar! Onlar Allah’ı unuttukları için kendilerini unuttular. Bu ne demek? Siz burada, Allah’ı unutan ya da O’na hiç inanmayan, ancak aynı zamanda kendilerini de bilen [unutmayan] kimselerin olduğunu söyleyebilirsiniz. Beni bu açıdan kritik edebilirsiniz ya da başkaları da kritik edebilir ve “Allah’ın varlığını kabul etmeyen ve O’na karşı mutlak bir unutkanlık içinde olan fakat kendilerini unutmayan nice insan var” diyebilirsiniz.

Lârîcânî: Burada izin verirseniz sizin bir paragrafınızı okumak istiyorum. Şöyle buyurmuşsunuz: “Böylelikle insanın kendine yabancılaşmasının kaynağını, onun, “âlem-i emr” veya “vahdet” olarak adlandırılan şeyi unutmasında aramak gerekir. Allah, kendisini unutan kimseye kendi kendini unutturur. Diğer bir deyişle, Allah’ı unutmak, kişinin kendi kendisini unutmasını da beraberinde getirecek bir şeydir. Öyle ki Kur’ân-ı Mecîd’de de zikredildiği üzere, Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fâsıkların ta kendileridirler.”

Dînânî: Evet, tam olarak böyledir. Kişinin, Allah’ı unutmasının kesin sonucu, kendisini de unutacak olmasıdır. Çünkü Allah, vahdet makamıdır. Her şey O’ndan gelmiştir ve O’nun emridir. Eğer insan, asl’ı olan vasl’ı unutursa – ki insan ve diğer varlıkların tamamı Hakk’ın ilminde idiler – fasl’a duçâr olur. Fasl ise yabancılık demektir.

Lârîcânî: Fasl, aynı zamanda vasl’ı da beraberinde getiriyor.

Dînânî: Eğer fasl/yabancı olduğunu bilirse, o zaman vasl makamına ulaşır ve vasl’ına ulaşmayı arzular.

İnsan için pek çok tanım yapılmıştır. Bunlardan biri de hayvân-ı nâtık olmasıdır ki, bunun üzerinde çok durmuştuk. Ben insanla ilgili olarak söylenen şu üç özelliği çok seviyorum. Bunlar insanın mahiyetinden ve zâtî niteliklerinden sayılabilecek ve insanın gerçek tanımında yer alabilecek özelliklerdir. İnsanın üç özelliği vardır: Birincisi; hiçbir zaman hoşnut yani kanaatkâr olmamasıdır. Bu çok önemli bir özelliktir. İnsan neye ulaşırsa ulaşsın onunla yetinmez ve daha fazlasını ister. Bir özelliği de yaratıcı olmasıdır. Bu âlemdeki hiçbir varlık, yaratıcı değildir. Onlar edilgendirler, etken değillerdir. Kendi doğal seyirlerinin etkisi altındadırlar. Eğer cansız varlıksa [cemâdât] kendi halindedir veya bitki ise [nebâtât] kendi nebâtî seyrini izler; hayvan ise içgüdüleriyle hareket eder. Hayvanların bir yaratıcılığı yoktur. Belki yuva vd. yapıyor olabilirler, ancak bu bir tekdüzeliktir. Oysa yaratıcılık hep yenidir. Karga, tek tür yuva yapar ve örümcek de hep tek tür ağ örer. İnsanın yaratıcılığı ise türden türe/konudan konuya farklılık gösterir. Bu bir tür sanattır ve insan da sanatçıdır. İnsan niçin kanaatkâr değildir? Çünkü aslına dönmek ister ve aslı da sonsuzdur. O, Hak’tan gelmiştir ve sonsuzluğa dönmek istemektedir. Neye ulaşırsa ulaşsın, bu ona az gelir. Ne kadar parası ve makamı olursa olsun, hep daha fazlasını ister. Bu yetinmezlik sadece maddî şeylerle sınırlı değildir. Hatta ilim konusunda bile bu böyledir. Hırslı olduğundan, elindeki her şeyin sayısını artırmak ister. Kezâ maneviyat da buna dahildir. Siz, “Bana bu kadarı yeter, ben artık her şeyi öğrendim ve bundan fazlasını istemiyorum” diyen bir âlim gördünüz mü? Göremezsiniz. Bir âlim asla doyuma erişmez. Ne kadar anlasa, daha fazla anlamak ister. Eğer böyle bir âlim görürseniz, biliniz ki o eblehtir. Yoksa bir insan, “Ben artık her şeyi öğrendim. Daha fazlasını anlamak istemiyorum” diyebilir mi hiç? Hayır, o her zaman daha fazlasını anlamak/öğrenmek ister.

Benim, hoşnut olmamaktan kastım, bir şeye rıza göstermemek anlamında değildir; bilakis, insanın bir şeye kanaat etmemesini kastediyorum. Siz bana burada, “Hayır, kanaatkârlık, ahlâkî bir niteliktir ve insanın da bu dünyada kanaatkâr olabilmek için çabalaması gerekir. Büyük ahlâk âlimleri, ahlâk ehli ve güzel ahlâkla ahlâklanmış kimseler bile, ‘Ben kanaatkâr ve razıyım’ demişlerdir” diyebilirsiniz. O halde ben de şu soruyu soracağım: Acaba kanaatkâr olan ve artık hiçbir şey istemeyen, sahip olduğu her şeyi yeterli gören bir şahıs dahi kanaatinin daha fazla olmasını istemez mi? Eğer ona “Kanaatkârsanız, daha fazla kanaatkâr olmak istemez misiniz?” diye sorarsanız ne diyecektir? Daha fazlasını istediğini söyleyecektir. Peki, insanın “Ben artık hiçbir şey istemiyorum” diyebileceği bir yer var mıdır? Bu kimsenin maneviyat sahibi ve dünyadan hiçbir beklentisi olmayan bir şahıs olması da mümkündür. Çok güzel, maşallah, barekallah! Peki, kanaati bu kadar mı olmalı yoksa daha fazla mı? Ona bunu sorarsak ne cevap verir? Daha fazla kanaatkâr olmayı istediğini… İnsan bu yetinmezliği nedeniyle hep daha fazlası olsun ister. Dünyevî [dünyaya düşkün] olan kimseler için; parası olan daha fazla para, malı olan daha fazla mal, riyaset sahibi olan, daha fazla riyaset, yani riyasetinin kapsamının daha fazla olmasını ister. [Maneviyat sahibi kimseler için ise], zâhid olan daha fazla züht, âbid olan daha fazla ibadet, kanaatkâr bir kimse de daha fazla kanaatkârlık ister. İnsanın hiçbir şey istemeyeceği vakit ne zaman gelir? Böyle bir şey asla olmaz ki… İstememek, ölümdür.

Lârîcânî: Doyumsuzluk bir sıfattır.

Dînânî: Ben “hoşnutsuzluk” ifadesini kullandım. Siz ise “doyumsuzluk” dediniz. Bu ifade daha doğru oldu. İnsan doyumsuzdur. Ben buradan lafız âlemi konusuna girmek istiyorum. Bu dil konusuna siz çok önem vermektesiniz. Bazıları, insanın, bildiklerinin dörtte birinden fazlasını beyan edemeyeceğini söyler. İnsanın her şeyi dile gelmez. Onun açıklanamayacak pek çok şeyi vardır. İnsanla ilgili her şey dile getirilmiş midir yoksa [onunla ilgili olarak] henüz dahi söylenmesi gereken şeyler var mıdır? İşte bu, doyumsuzluğun kendisidir. Nitekim insanın kendisi de sonsuzlukla vasl halindedir ve sürekli ister. Farsça gramerinde sıfat-i tafdîlî dediğimiz bir konu vardır ve Arapçada da ism-i tafdîl olarak bilinir. “Ekber: Daha büyük, ahsen: daha güzel, gibi, asğar: daha küçük” gibi… Vezni ef‘alu’dur. Bu kurallar her dilde farklılık gösterir. Eğer bizler hayvanların diline âşinâ olsaydık – ki değiliz ve elbette hayvanlar kendi aralarında ses, davranış, koku, bakışlar ve hareketler yardımıyla ilişki kurar – bunların hiçbirinin bir beyan/ifade şekli olmadığını görürdük. Ancak hayvanların, birbirleriyle – ister dostluk ister düşmanlık ilişkisi olsun – her biçimde bir ilişkisi vardır. Bir ses türü vardır ki, dostluğu çağrıştırır, bir ses türü de vardır ki düşmanlığı çağrıştırır. Örneğin hayvanın bir sesi dostluk belirtisiyken, başka bir sesi düşmanlığı imler. Kedinin sesleri birbirinden farklıdır; bazı sesleri yalvarmayı imlerken, bazıları da acı çektiğini bildirir. Eğer bir kimse hayvanların dilini bilseydi, yani Hz. Süleyman (a.s.) gibi kuşların dilini anlasaydı, acaba hayvanların seslerinden ism-i tafdîli anlayabilir miydi? Anlayabileceğini sanmam. Çünkü onların ism-i tafdilleri yoktur. Ne isterlerse odur. Örneğin bir hayvan acıktığında, biraz ot yer ve doyar; tekrar acıktığında tekrar yer ve gider; “Keşke daha fazla olsaydı” demez. Bir aslan, avını yer ve gider; saklamaz. Bazen karga ya da karınca gibi hayvanların, bir şeyleri depoladıkları görülür. Bu, içgüdüsel olarak yaptıkları bir şeydir. Ancak onlarda daha fazlasını isteme ve kanaat etmeme durumlara rastlanmaz. Seslerinde ve beyanlarında ism-i tafdiller yoktur. Kezâ nebâtât da böyledir; belirli bir sınıra ulaştığında, artık bu onun için kâfi gelmektedir. “Daha fazlasını isteme ve yetinmeme” gibi özellikleri gereği, insanın ism-i tafdilleri vardır. Ona “Sen güzelsin” dendiğinde, daha güzel olmak istediğini, “Sen faziletlisin” dendiğinde daha faziletli olmak istediğini söyler. Böylelikle o, istemeye devam eder. Bilahare o, nereye ulaşmak ister? Söylediğimiz gibi, onun için bir dur durak yoktur. Nerede, “artık yeter” dersek, [o yine de daha fazlasını isteyecektir]. Dünyayı tamamen terk etmiş bir zâhid de olsa, bu kez de zühdünün daha fazla olmasını isteyecektir. Eğer muvahhid ise, biz ona “Sen muvahhidsin” dediğimizde, o daha fazla tevhide ulaşmak istediğini söyleyecektir. Tevhidin mertebeleri yok mudur? Vardır. “Daha fazla tevhid istiyorum” veya “daha fazla vahdet istiyorum” denebilir. Dolayısıyla insan, sürekli olarak ilerlemektedir. Ve bu yolda ilerlemeyi sürdürmelidir de. Bu, insanın daimî sülûkudur. Eğer duraksar, bu yolu yürümez ve vasl’ına ulaşmazsa, gurbet-i garbiyyede kendine yabancılaşmış bir şekilde kalakalacaktır.

Lârîcânî: Üstad burada Sühreverdî ile Ebû Ali Sînâ arasındaki farkı açıklayan birkaç önemli nokta var. Ebû Ali Sînâ’nın Hikmet-i Maşrıkiyye’nin son bölümündeki sözü şu idi: “Nihayetinde sen sülûk ettiğinde ve bu yolu, vücûdun ayrılmaz (bütünlüklü) ufkunda/düzleminde kat ettiğinde Rabbânî bir nur gelip seni aydınlatacak ve sana yolunu gösterecektir.

Burada Sühreverdî’nin terennüm ettiği şiir de aynı şeyi ifade etmektedir:

Eğer bencillikten dolayı aşağılara düştüysen, [nefsini] tehzip et

Eğer Allah’ı istiyorsan “kendi”ne daha yakın ol

Eğer kendini ram ettirirsen, sana ufukları ram ettirmek de kolay gelecektir

Safâlı sûfîleri ve mânâya âşina olan o “Allah’ı arayanlar”ı bana sor

 Ben “kendi”sinin nuruyla Allah’ı gören o “kendi”nin himmetinin tutkunuyum

Bakınız bu iki isim [İbn Sînâ ve Sühreverdî] ortak bir noktada ne de güzel buluşmuşlar! Adeta tek bir yerden beslenip tek bir şeyi beyan ediyorlar.

Dînânî: “Kendi”ne özgü nur. Buradaki “kendi,” “nefs” anlamında değildir. Bir kimsenin bu sözcüğü nefsaniyet olarak anlaması mümkündür. Oysa Allah, nefsaniyetle görülmez. İnsan, nefis ile kayıtlandıkça, Allah’ı göremez [veya O’na ulaşamaz]. Buradaki “kendi” Hak demektir. Yani Hakk’ın nuruyla Allah’ı görmek gerekir. Hakk’ın nuru olmaksızın O’nu görmek mümkün değildir. Hiçbir göz, Allah’ı göremez. Hangi göz, Allah’ı görebilir? Allah’ın bizzat kendi gözü… Hakk’ı görebilecek tek göz, Hakk’ın gözüdür. Allah’ın gözü vardır: Lehû sem‘un ve basar.[2] O, Semî‘ ve Basîr değil midir?

Lârîcânî:

Tüm âlemi Seninle görüyorum,

Şaşılacak olan bu değildir

Ya kiminle görseydim?

Sen benim gören gözümsün

Dînânî: Eğer insan, Allah’ın gözüyle bakarsa Allah’ı görebilir. Eğer nefsin gözüyle bakarsa göremez.

Lârîcânî: Üstad çok güzel söylediniz. Ben “kendi”ne ait nurla Allah’ı gören o “kendi”nin himmetinin tutkunuyum

Buradaki nur, Ebû Ali Sînâ’nın Hikmet-i Maşrıkiyye’de beyan ettiği Rabbânî nurdur.

Dînânî: “Kendi,” “âşinâ” yani “vasl” demektir; nefsânî bir “kendi” değildir. Nefsanî bir “kendi”, kendine yabancılaşmak demektir. Oysa bu “kendi” tanıdıktır, yani Hakk’tır. Hakk’ı bu “kendi”yle görmek gerekir. Bu, oldukça önemlidir ve şiirin bu sözcüğünü bu şekilde anlamlandırmak gerekir.

Bakınız, insanın hâlis olması gerekir. İnsan hubût etmiştir – ki bu, Kur’ân’ın ifadesidir ve bizler hubût ettik – Hubût, iniş, düşüş demektir. Madde âlemine, heyûlâya ve ilk maddeye (mâdde-i ûlâ) kadar indik. Sürekli fazlalaştık. Bizlere sürekli bir şeyler eklendi ve hâlislikten (hulûs) uzaklaştık. Bu hubût, hulûstan ve letâfetten gılzete [katılık, madde âlemi] inmektir. Yani [bu inişle birlikte] sürekli arttık. Bizler bir zamanlar nura vasl idik. Nurun kaynağından ve nur âleminden geldik. Bu nur, o kadar aşağı indi ki, sonunda karanlığa ulaştı. Allah, Nûru’l-Envâr’dır (nurların nuru). Biz O’ndan gelmedik mi? Tabii ki nurdan geldik, ancak karanlıkla karıştık. Burada karanlıklarımız, yani bize [sonradan] eklenen şeyler vardır.

Bakınız sözlerimin başında insanın birtakım özelliklerden bahsetmiştim. Bunlardan birincisi de onun kanaat etmemesi, yani sürekli olarak yükselmek istemesiydi. Diğeri ise, sanatı ve yaratıcılığıdır. Sanat dediğimizde, bunun kapsamına pek çok şey girer: Sinema sanatı, resim sanatı, şiir sanatı gibi… Şiir de bunların içindedir ve bunu söylememiz yanlış değildir. Bir sanatçının ifadesiyle, Göğe yükselen latif sesler (esvât-i latîfe) bir tür sanattır. Resim de yeryüzüne özgüdür, sizin bir yüzey üzerinde resim yapmanız gerekir. Şiir ise bunların ortasıdır. O hem yere hem de göğe uzanır. Şiir bir savt-ı âlî (yüce bir ses) değildir, bir resim de değildir. Bu ikisinin ortasındadır. Bunların hepsi sanattır. Sanat dediğimiz zaman bunun içine birçok dalın (resim, şiir, vd.) girdiği doğrudur ve çok sayıda sanat türü mevcuttur. Ancak bir sanat daha vardır. Gerçek sanat, insanın [kendisine sonradan] eklenen şeyleri ve karanlıkları kendisinden izale edebilmesidir. Aslında burada, sanata dair yeni bir tanım sunmak istiyorum. Bunu ben söylemiyorum. Bu tanım, gerçekte büyük bir sanatçıya ait ve ben ondan ilham aldım. Michelangelo’ya, sanatın ne olduğu sorulmuş ve o da buna çok güzel bir cevap vermiş: Sanat, fazlalıkların yontulmasıdır. Yani, fazla olan her şeyi yontun. İşte o, sanat olacaktır. Fazlalıkların alınması gerekir. Onda güzel bir cümleye daha denk geldim. Aynı zamanda şunları da söylemiş: Benim yaratacağım şey [sanat eserim], taşların kalbinde gizlidir/dinlenmektedir. Neticede o meşhur heykeltıraş, taşları tıraşlamaktadır. Dolayısıyla sanat, fazlalıkların atılması demektir. Sizin deyiminizle; o cevhere, madene ve Dürr-i Aden’e, yani asl’a/öze ulaşmak için fazlalıklarımızı atmalıyız. İnsanın aslı pak idi, nur âlemindendi ve hakikatin doğusuydu. Bizler hakikatin doğduğu yerden (maşrık) geldik. Maddeye gark, gurbet-i garbiyyeye duçâr olduk. Bu “garbî” fazlalıkları sürekli yontmamız gerekir. Peki, ne kadar yontmalıyız? Bu işlem, kısa süreli bir işlem değildir. Sizin söylediğiniz Dürr-i Aden’e veya Michelangelo’nun ifadesiyle taşların kalbinde gizli olan esere ulaşıncaya kadar yontmaya ve tıraşlamaya devam etmeliyiz. Bizler şu anda taşız. Hatta ondan da daha beteriz. Kur’ân-ı Kerîm’in de buyurduğu üzere; “Nitekim öyle taşlar vardır ki, içlerinden ırmaklar kaynar. Ve onlardan öyleleri de vardır ki yarılır ve içinden su çıkar.”[3] Taşı yarabilir/kırabilirsiniz, ancak bazı gönülleri yaramazsınız. Bu gönüller hiçbir şekilde ram edilemez. Bu sebeple taşlardan bile daha katıyız. O halde ne yapmamız gerekir? Sanat; gurbetin, maddenin, temâyüllerin ve nefsanî karanlıkların [oluşturduğu], yani nefsin bu dünyaya geldiği andan itibaren giriftâr olduğu fazlalıkların tıraşlanmasıdır. Biz bunları yonttuğumuzda nefis hâlis olur; “hâlis” ve “muhlis” makamlarına, hatta “muhlas” makamına dahi ulaşır. Yani gerçekten hâlis olduğumuzda hakikatin doğusuna dönmüş oluruz.

Merhum Ebû Hâmid Gazzâlî’nin bir kitabı var ve ben bu kitabın ismini çok beğeniyorum. Gazzâlî’nin bu kitabının ismini işittiğimde - ki o zamanlar onun hakkında mantık ve marifet konulu bir kitap yazmaktaydım ve onun hemen hemen tüm kitaplarını okumuştum - çok beğenmiştim. Konuları da oldukça önemli ve ismi de bir o kadar güzeldi.

Lârîcânî: Mişkâtu’l-Envâr mı?

Dînânî: Hayır. Elbette o da çok güzel bir kitap. Onun tüm kitapları güzel. Fakat benim bahsettiğim eserin adı: el-İktisâdu fi’l-İ‘tikâd. İktisad ne demek? Orta yolda ve dengeli gitmek. Yani ne çok fazla ne de çok az… Kasdu’s-sebîl, yani yolun ortası… Neyde iktisad? İnançlarda… Acaba inançların da bir orta yolu var mıdır?

Lârîcânî: “Böylece sizi, bütün insanlara şahit ve örnek olasınız, Peygamber de size şahit ve örnek olsun diye orta bir ümmet kıldık.”[4]

Dînânî: Evet, her şeyde orta yollu olmak. İnancın da bir orta yolu olur mu peki? Acaba inançlar hurafelerle dolu mu olmalı? Temel ve asıl inançlarda [usûl-i dîn] ihmâlkâr mı davranmam gerekir? Eğer temel inançların tümüne sahip değilsem [yani tamamına inanmıyorsam], bu durumda onun azı tehlikeli olacaktır. Usûl-i dîne sahip değilsem [veya bunlara inanmıyorsam] bu tehlikeli bir durumdur. Ancak eğer bunlara, “Her ne eklense iyidir” düşüncesiyle her şeyi eklersem, - öyle ki artık bu inançlar bir hurafeler silsilesine dönüşse ve ben hurafelere iman etsem - bu güzel bir şey midir? Kitabın adı ne idi? el-İktisâdu fi’l-İ‘tikâd. Bu kitap, asıl/temel inançlarımızı bulmamız gerektiğinden bahsediyor. Fazlalıkları atmalıyız, ancak diğer taraftan temel ve asıl inançlarda da ihmâlkar davranmamalıyız. İktisad hem itikatta, hem bedende hem de malda, yani kısacası her şeyde mevcuttur.

Lârîcânî: “Böylece sizi, bütün insanlara şahit ve örnek olasınız, Peygamber de size şahit ve örnek olsun diye orta bir ümmet kıldık.” âyetindeki “denge ve itidal”, sizin de bir önceki derste belirttiğiniz gibi bir “gerçeklik”tir. Yani belli bir zamana özgü değildir. Dolayısıyla bu orta yolun kapsamı zamansal ve coğrafî değildir ki, az veya çok diyebilelim. Bu itidalin kendisi başlı başına bir ölçü ve ölçüttür.

Dînânî: Evet, aslında ölçü ve ölçüt akıldır. İtidâlin kendisi, bizatihi akıldır. Peki, salt aklın görevi nedir? Siz, çocukluğunuzdan beri her sabah kalktığınızda, dışarıda yürüdüğünüzde vd. bu anlamları alır ve [bir yandan da] sürekli olarak kavramlar (hava, su, bitki, ağaç, deniz, taş…) üretirsiniz. Zihninize sürekli olarak birtakım kavramlar gelir/eklenir. Özellikle de çağımızda bu tür bilgiler oldukça fazladır. Çocuklarımız ve gençlerimiz bilgisayarlara ve internete âşinâdır. Hatta mekânsal uzaklık denilen şey bile ortadan kalktı. Günümüzde artık “mekân” diye bir şey yok. Bir zamanlar “şimdi”, “burada”, “aynı anda” ve “aynı yerde” gibi sözcüklerin ve zamansal ve mekânsal uzaklığın bir anlamı vardı. Günümüzde hiçbir şey “eşzamanlı” değildir. Çünkü zamansal mesafeyi henüz ortadan kaldırabilmiş değiliz; ancak mekânsal mesafeyi ortadan kaldırdık. Sizler internetin başına geçtiğinizde, dünyanın batısıyla ve doğusuyla aynı anda irtibat kurarsınız. Ve sınırsız bilgiler… Bunların hepsi, kavramdır. Her gün gece gündüz gencimizden yaşlımıza kadar, hepimize sunulan bu dağınık, birikmiş/yığılmış ve sonsuz bilgiler düzenli olmazsa, bizde nasıl bir [bilgi] sistem[i] meydana gelir? Dağınıklık, karmaşa ve kaos oluşur. Buradan şuna varmak istiyorum. Peki, bu durumda akıl ne yapmalı? Akıl, bunların belki de yüzde doksanını, yani fazlalıkları atacak, gerekli olanlar arasında da bir ilişki kuracak, yani (aralarında) bir uyum meydana getirecektir. Dolayısıyla aklın işlevi nedir? Kavramları, aklî ve mantıkî bir düzenle birbiriyle uyumlu hale getirmek, kavramlara aklî bir düzen vermek; ayrık, birbirinden kopuk kavramları ise ayıklayıp atmaktır. Bunun kendisi bir itidal değil midir? Akıl, denge ve ölçüdür. Kendisi bir ölçü olan akıl, bu kavramları mantıksal bir düzene koyar, birbiriyle ilişkilendirir ve gereklerini ortaya koyar. Örneğin bu kavramın gerekleri nelerdir? İşte bu, akılcılıktır ve doğru olan yoldur. Kavramlar zihinde dağınık ve ayrık bir şekilde olacaksa bu durumda onlar neye yarar? Akıl bu harmoni ve düzeni bunun için inşa eder. Burada şuna değinmek istiyorum: Bazıları aklın işlevinin, ihtilâfları ortadan kaldırmak olduğunu düşünür. Bu, yanlış bir düşüncedir. Bir uyum ve düzen meydana getirmek, ihtilâfları gidermek demek değildir. Uyum ve düzen icat etmek nedir? İhtilâfların ortadan kaldırılması değil, onlara bütünsel bir açıdan bakmak ve aralarında bir uyum meydana getirmektir. Eğer âlemde hiçbir şekilde bir ihtilâf olmasa, ne meydana gelirdi? O zaman bu âlem, âlem olmazdı. Bu âlemde taş da olmalıdır bitki de, sıcaklık da olmalıdır soğukluk da, yaz da olmalıdır kış da, hızlılık da olmalıdır yavaşlık da. Bunların hepsi olmalıdır. Ancak bunlar arasında bir uyum meydana getirilebilir. Yani ihtilâfları düzenleyip bunlar arasında bir uyum icat etmek mümkündür. İşte bu uyum, bir itidaldir. Yani Gazzâlî’nin dediği, el-İktisâdu fi’l-İ‘tikâd’dır. İtidal, uyum ve farklılıklara bütünsel bakış… Ne farklılıkları bir kenara bırakalım ne de birbirimizi öldürelim… İhtilâfları görelim ve buna göre dengenin ne olduğuna bakalım. Karşı tarafa da [ya da ihtilafa konu olan herhangi bir şeye/kimseye] pek de haksız olmadıkça hak verelim. İstediği kadar farklılıklara sahip olsun, bunun ne gibi bir mahzuru olabilir? İhtilâfları da aklî/rasyonel oldukları yere/ölçüye kadar kabul edelim. Elbette aklın, bir şeyin doğru olmadığını ve fazlalıkların atılması gerektiğini söylediği yerler de vardır. Bunlar dengeye özgü meselelerdir.

Dolayısıyla buradan, insanın sanatına dönüyoruz. O, kendisine yabancılaşmamak için, bu fazlalıkları ortadan kaldırmalıdır. Eğer bu fazlalıklarla kalmaya devam ederse, kendisine yabancılaşacaktır.

Lârîcânî: Ben son bir noktaya değinmek istiyorum, üstad. Zira fazla bir vaktimiz kalmadı. Burada Şeyh Sühreverdî, Kur’ân âyetlerine istinat etmektedir. Bunlardan biri Meryem Sûresi’dir: “Kitap’ta Meryem’i de an. Hani o, ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmiş ve (kendini onlardan uzak tutmak için) onlarla arasına bir perde koymuştu. Biz ona ruhumuzu göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü.”[5]

Dînânî: Şu anlamlara ve lafızlara bir bakınız. Bu âyetin hem anlamı hem de lafızları oldukça güzeldir.

Lârîcânî: Sühreverdî, İbn Sînâ’nın sözlerini tamamlaması gerektiğini söylemişti. İşte o bu sözleri, Kur’ân âyetleriyle tamamlamıştır. Bu âyetlerin anlamı, izleyicilerimiz için de yeterince açık olsa gerek. Hz. Meryem’in diğer insanlarla arasına mesafe koyması, onlardan uzaklaşması ve doğudaki bir yere çekilmesi… Bazı tefsirlerde onun doğuda çekildiği yerden kastın, Beytu’l-Mukaddes’in doğusu olduğu söylenmiştir. Şeyhimiz Sühreverdî, gerçekten de meseleyi işrâk etmiş (aydınlatmış) ve keşfetmiştir. Bu büyük düşünür doğu ile kastedilenin, hikmetin doğusu ve doğuşu olduğunu söylemiştir ki nihayetinde o, maşrıkî bir hikmetin peşindeydi. Ve burada [bu hikmette] yansıyan Allah’tır ve güneş O’dur.

Dînânî: Hayır. Gerçekte o bu doğulu mekânın yerini bilebilmek için bu âyetlerin izini sürmüştür. Âyetlerin devamı, o mekânın neresi olduğunu tayin etmektedir. Bu mekân, coğrafî bir mekân değildir. Bunu hangi delile dayanarak söylüyorum?

Lârîcânî: “… onlarla arasına bir perde koymuştu.” Yani önce uzaklaşmıştır.

Dînânî: Yani maddî dünyadan ve maddenin hicabından geçmiştir.

Lârîcânî: “Ondan sonrasında ona ruhumuzu gönderdik.”

Dînânî: Allah’ın ruhu nerededir? Muayyen bir mekânda mıdır? Hakikatin doğusu, Hakk’ın ruhunun kendisidir.

Lârîcânî: Tamamen âyetlerle delil sunmuş.

Dînânî: Evet. Tamamen âyetlere dayanmıştır. O bu mekânın, yeryüzüne özgü bir mekân olmadığını göstermek istemiştir. Âyete göre bu temessül [insan şeklinde görünme] bir melek aracılığıyla idi. Melek ise yeryüzünden değildir. O neticede semavî ve ilâhî değil midir? O halde âyette geçen “şarkiyyen,” hakikatin maşrığıdır. Hz. Mesih (a.s.), hakikatin doğusundan gelmiştir ve maşrığından tulû etmiştir. Sadece Hz. Meryem’in (s.a.) rahminde…

Lârîcânî: Hıristiyanlığın hakikatiyle bizim hikmetimiz arasında bir birlik mevcuttur.

Dînânî: Çok doğru. Hz. İsa (a.s.), ulu’l-azm peygamberlerden biridir ve hakikatin doğduğu yerden doğmuştur. “Hz. Meryem’in doğuda bir yere çekildiği” ifadesinde bu doğudan kasıt, onun pak gönlü ve bâtınının safâsıdır. Yani o, tabiatın hicabını bir kenara atmış; zulmetin/karanlığın ve maddenin hicabından sıyrılmıştır. Hicaplardan uzaklaşmış ve hakikatin doğusuna ulaşmıştır. Hakikatin güneşi her zaman bir doğuş halindedir. Hakikatin güneşi, bir gün doğup bir gün batıyor değildir. Hakikat güneşi, tıpkı dünyamızdaki güneş gibi, bir an doğup bir an batmakta mıdır? Hayır, o hiçbir zaman batmamaktadır. Ezelden ebede her zaman doğar. Peki, bizler hakikatin güneşini niçin göremiyoruz? Engeller olduğu için. Uzaklaşmamız, hicret etmemiz ve âyetlerde sözü edilen hicapları birbiri ardınca aşmamız gerekir. Böylelikle hakikatin güneşini görmüş oluruz. Hakikatin güneşi doğacak değildir. O zaten doğmuştur. Sonsuza kadar kalacak ve asla batmayacaktır. O halde niçin bazılarının mağribi [batış yeri] vardır? Çünkü onlar hicap içinde hicaptadırlar. Birkaç taneyle sınırlı olmayan hicapların içindedirler. Karanlık hicaplar… Hatta hadisteki ifadeyle, bunlar bazen “nur hicapları”dır. Karanlık hicaplar kadar, nur hicapları da vardır. Karanlığın hicaplarından kurtulduğumuzda bu kez de nur hicaplarını aşmamız gerekmektedir. Kaldı ki onlar da hicap içinde hicaptırlar ve bizler hakikatin doğduğu yere ulaşmak için daima bir hicabı yırtmalı ve aşmalıyız.

Lârîcânî:

O nur bütün vehimlerden ve tasavvurlardan uzak olan

 Nurun nurunun nurunun nurunun nurudur

Mevlânâ ne de güzel söylemiş.

Dînânî: O “nurun nurunun nuru…” ifadesinde nuranî hicaplardan söz etmektedir. Mevlânâ burada üç kez “nur” sözcüğünü söylemiştir. Oysa bana soracak olursanız sonsuza kadar [sonsuz kez] bu nurları söylemek gerekir. Bunlar birkaç taneyle sınırlı değildirler. Nûru’l-Envâr’a kadar birçok nur mevcuttur.

Lârîcânî: Programımız oldukça “nuranî” oldu üstad. Seyyid Haydar Âmulî de, bu doğu mekânının, insan-ı kâmil olduğunu ve onun da yansıyan bir nur olduğunu söylemiştir.

Dînânî: Evet, elbette. Nitekim Hz. Meryem de kendi kemâliyle hakikatin doğduğu yere ulaşmış idi.

Lârîcânî: “Bizler nurların kandiliyiz (mişkâtu’l-envâr).” Mevlâ’nın ifadesiyle, velâyet,  tüm peygamberlerin ondan tulû ettiği şarkî mekândır. Ne kadar da güzel beyan edilmiş. Evet üstad, çok latif ve güzel bir konuydu.

Ancak bir de varlıksal/varoluşsal bir kendine yabancılaşma da söz konusudur ki inşallah bundan, sonraki derslerimizde söz ederiz. Bu bağlamda bazı Batılı düşünürlerin – elbette hepsini kastetmiyorum – öngörüsüzlüklerine bir bakınız. Bu düşünürlerin beş altı tanesini inceledim ve bunların hepsinin insanın karanlık bir dünyada yaşadığını söylediğini gördüm. Örneğin Kafka, bu dünyanın sırça bir köşk olduğunu, ancak insanın buranın hangi kapısından dışarı çıkabileceğini bilmediğini belirtmektedir. İnsan şaşkındır ve kendini kaybetmiştir. Onun için hiçbir kurtarıcı ve kurtuluş yoktur. Oysa bir de bizim büyüklerimizin nerelere ulaştıklarına bir bakınız. Melekûtun göğünü/çatısını bile yarmışlardır.

Dînânî: Hakikatin doğusunu da tanıyorlardı.

Lârîcânî: Ele aldığımız bu konular bugünün insanı için bir sükûnet ve teselli kaynağı olabilir.

Dînânî: Onlar için gerçek bir sükûnet yoktur. Sadece kendilerini uyuştururlar.

Lârîcânî: Oldukça kalın bir psikoloji kitabında şöyle geçiyordu: “İnsanın gizliliklerinde ve derinliklerinde bir istikrarsızlık duygusu dalgalanmaktadır. Onun hiçbir çaresi yoktur ve bu istikrarsızlık içinde ölmelidir.” Ancak Ebû Ali Sînâ, ölümle barışık olmanın, tüm istikrarsızlıklardan kurtulmanın yolu olduğunu söylemiştir. El değmemiş bu reçeteler günümüze kadar ulaşmıştır. Bunları onun tabip kimliğiyle bile söylemiş olsak, yanılmış sayılmayız. Nitekim İbn Sînâ hem ruhanî hem de cismânî bir tabiptir. Çok güzeldi, üstad. Oldukça istifade ettik. Ve programımızın da süresi dolmuş oldu.

Bir sonraki programımızda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte, tüm güzel dostlarımızı Allah’a ısmarlıyoruz.

Es-selamu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://youtube/hQSYXlffe6c

 



[1] Haşr Sûresi, 19. âyet.

[2] Onun işitmesi ve görmesi vardır.

[3] Bakara Sûresi, 74. âyet

[4] Bakara Sûresi, 143. âyet

[5] Meryem Sûresi 16. ve 17. âyetler