İbrahimi Dinani: Fârâbî Dersleri (2): Fârâbî: Aristoteles ve Platon’un ihyâ edicisi

İbrahimi Dinani: Fârâbî Dersleri (2): Fârâbî: Aristoteles ve Platon’un ihyâ edicisi
Gerçekte Allah, bunları kendisinden almıştır. Allah, insanlardan alınabilecek bir şey değildir ki… Aslında Allah onları kendi kendilerinden almıştır. “Allah’ı unutan, bu yüzden Allah’ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar, gerçekten yoldan çıkmış kimselerdir.” (Haşr, 19)

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Siz aziz izleyicilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programını her daim samimi bir şekilde takip eden takipçilerimizi saygıyla selâmlıyor ve her nerede olursanız, gününüzün güzel geçmesini diliyoruz.

Hatırladığınız gibi, hekîm Ebû Nasr Fârâbî’nin düşüncelerinin gül bahçesinde geziniyoruz. Bir önceki programımızda üstadımızdan giriş niteliğinde birtakım bilgileri dinledik.

Sayın üstat, konumuz, Fârâbî’nin Aristocu ve Platoncu felsefeyi canlandıran bir filozof olduğuna gelmişti. Gerçekte bu duruma dair iki bakış açısı söz konusudur: Bunlardan birincisi; onun Yunan düşüncesinin İslâm dünyasına girişine sebep olduğunu ve bu durumun çoğunlukla dine ve dindarlığa zarar verdiğini iddia ederken, ikincisi, onun [felsefeyi] ihya ettiğini/canlandırdığını ve bunu da, el-Cem‘u Beyne Re’yeyi’l-Hakîmeyn adlı kitapta Aristoteles’in ve Platon’un düşüncelerini karşılaştırarak gerçekleştirdiğini savunmaktadır. Birinci görüşe cevap, bu büyük düşünürün el-Mille adlı kitabında felsefeye dair yapmış olduğu tanımdır. Onun el-Mille’de felsefeyi çok güzel bir şekilde tanımladığını gördüm: Felsefe, fikrin bir düzene koyulması, sistemleştirilmesidir. Örneğin bizler, doğru düşünmeyi genelde mantık bilimine nispet ederiz; oysa o, felsefeye bu bakış açısıyla bakmakta, hatta onun epistemolojinin de ötesinde olduğunu söylemektedir. Yani felsefenin yalnızca düşünceyi düzenlemekle kalmayıp, aynı zamanda toplumu ve ülkeyi de düzenlediğine inanmaktadır. Bu kapıdan siyasal ve sosyal felsefeye de bir giriş yapmaktadır.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Evet, aynen belirttiğiniz gibidir. Elbette izin verirseniz ben ilk olarak şunu söylemek istiyorum: Büyük filozof Ebû Nasr Fârâbî’nin Aristoteles ile Platon arasında hüküm verdiği ve Yunan felsefesini bildiği doğrudur. İslâm felsefesinin –yani genel olarak okunan İslâm felsefesi (Fârâbî, İbn Sînâ ve sonrakilerin felsefeleri)– ve bizim filozoflarımızın tercümeler vasıtasıyla Yunan felsefesine aşina olduğu her zaman söylenegelen bir şeydir. Ancak ne Ebû Nasr Fârâbî ne İbn Sînâ ve ne de onlardan sonraki filozoflar, Aristoteles ve Platon’un düşüncelerine mahkûm kalmışlardır. Bilakis bunlar tefelsüf eden [felsefenin hakkını ifa eden, gereğini yapan] filozoflar idiler. Yani düşünmüşler ve yeni şeyler söylemişlerdir. Yunan felsefesine gelince, bunu okumanın bir zararı yoktur; hatta her filozof geçmişteki filozofları okumalı ve onlara âşina olmalıdır. “Benim geçmişle hiçbir alâkam yok” diyen bir filozofumuz hiç olmamıştır ve buna imkân da yoktur. Velilerin ve peygamberlerin vahiy yoluyla bir şeyleri bilmeleri ayrı bir konudur. Ancak felsefe hakkında hiçbir şey okumamış ve felsefenin geçmişiyle/tarihiyle hiçbir ilgisi olmayan mütefekkir bir filozofun bir anda çıkıp “Ben filozofum” demesi… Bu, olabilecek bir şey değildir. Dolayısıyla Ebû Nasr Fârâbî, İslâm dünyasının Müslüman bir filozofudur. Hatta İslâm felsefesi demesek bile ki bu bir ihtilâf konusudur: Acaba söz konusu felsefe, İslâm felsefesi midir yoksa Müslümanların felsefesi midir? Bu da ayrı bir konudur. İslâm felsefesi adıyla adlandırılan şeyi (İbn Sînâ, Fârâbî ve Molla Sadrâ, vd.) bazıları İslâm felsefesi olarak kabul etmemektedir. Kabul etmiyorlarsa etmesinler. “İslâmî” sıfatını çekip alsak bile, ona en azından “Müslümanların felsefesi” diyebiliriz. Yani bu felsefeyi yapan kimseler Müslüman idiler. Eğer siz buna “İslâm felsefesi” derseniz, bunda bir beis görmem. Yine “Müslümanların felsefesi” demek isterseniz, bunda da bir sakınca yoktur: “Yani Müslümanların felsefî bir düşünceleri vardı” anlamına gelir. Bunda ne gibi bir problem olabilir? Bu sizin tercihinize kalmış bir şey; ister İslâm felsefesi dersiniz, ister Müslümanların felsefesi… Ancak eğer “Müslümanların felsefesi” dersek; bu durumda Fârâbî, en büyük Müslüman filozoflardan biri olacak ve aynı zamanda İslâm dünyasının ilk filozofu da sayılacaktır. Ondan önce birkaç isim vardı; ancak İslâm dünyasında Fârâbî’den önce – filozof olarak – onun düşüncesinin azametinde bir başka isim daha yoktur.

Siz onun felsefeye dair sunduğu tanıma değindiniz ki bu, pek güzel bir tanımdı! Felsefe hakkında pek çok tanımlar yapıldığını biliyorsunuz. Eğer burada felsefeyi tarif edecek olursak, bu bizim epey vaktimizi alır ve buna gerek de yoktur. Felsefenin ne olduğu konusunda Doğu’ya ve Batı’ya ait pek çok tanım mevcuttur: Örneğin; “Felsefe, hakikatleri keşfetmektir” veya “beşerin, gücü yettiğince değerlere vâkıf olmasıdır.” Bazıları da felsefenin İlâh’a benzemek (teşebbüh bi’l-İlâh) olduğunu söylemiştir. Bizler bu konulara girmeyeceğiz. Ayrıca bu program genel bir program olduğundan ve tüm insanlar – inşallah marifet ehli olanlar, ki programımızın adı da Marifet’tir – tarafından izlendiğinden, burada ağır felsefî terimler kullanmak ve felsefe dersi vermek istemediğimizi belirtmek istiyorum. Amacımız, sadece, insanların birtakım şeylere âşina olabilmesi için bazı genel bilgilere yer vermektir.

Sizin söylediğiniz tanıma tekrar dönecek olursak, bunu – Fârâbî’nin felsefeye dair tanımını – biraz açalım. Bu tanımı bir daha okur musunuz?

Lârîcânî: O, el-Mille kitabında şöyle yazmıştır: “Filozof, fikrini bir düzene koymak için çalışan ve bununla yetinmeyen kimsedir.

Dînânî: Filozof, düşüncesini düzenleyen, varlık âlemi hakkında düşünsel bir sistem bulan/kuran; yalnızca varlık âlemiyle yetinmediği ve ikinci makullerle sınırlı kalmadığı gibi aynı zamanda felsefî düşüncesini topluma da sirayet ettiren ve toplumsal işlerin idaresini de kendi sorumluluğuna alan kimsedir. Topluma sirayet etmeyen bir felsefe, gerçekte kendi görevini yerine getirmemiş demektir. Bunun doğrudan olmadığı doğrudur. Örneğin bazıları, felsefenin topluma ne şekilde yansıdığını sormakta ve toplumları yönetenlerin filozof olmadığını söylemektedirler. Dünyada, insan topluluklarının önderlerinin hiçbiri filozof değildir. Olsun, olmasınlar! Ancak onların fikirlerinin ve hatta siyasî seçimlerinin ardında bile bir felsefe mevcuttur. Dünyadaki yöneticiler nasıl seçiliyor? Bu seçimlerin hepsi farklı farklıdır ve her birinin bir felsefesi vardır. Felsefe, işini görünmeden yapmaktadır. Birçok insanın felsefeye bir ilgisi yoktur ve ondan çoğunlukla hoşlanmazlar. Bu, iki nedenledir: Birincisi; onun zor olmasıdır. Felsefe neticede zordur ve derin bir düşünceyi ifade etmektedir. Diğer bir sebebi de toplumdaki etkisinin görünür, fark edilir bir nitelikte olmamasıdır. Ancak bu kimseler felsefenin görünmez bir şekilde her yerde olduğunu ve görünürdeki tüm etkilerin, sonuçların netice itibariyle görünmeyen felsefede noktalandıklarını bilmemektedirler.

İzin verirseniz, ben Fârâbî’nin felsefeye dair tanımını -ki o bunun düşünce ve düşünceyi düzenlemek olduğunu söylemişti– biraz açmak istiyorum:

Felsefe hem tefekkür hem de tezekkürdür (hatırlatmadır): Zikir ve fikir… Burada sözcükleri oldukça basit bir şekilde anlamlandırmama izin verin. Tefe’ul bâbındaki tezekkür, zikir sözcüğünden türemiştir. Peki, zikir nedir? Dile bir hayli aşina olduğunu sanan insanımız, zikir denince, bunun birtakım kelimelerin – bir zikir unvanıyla – arka arkaya tekrarı anlamına geldiğini sanır. Bu kelimelerin de bir “zikir” oldukları doğrudur ve bu, yanlış değildir. Ancak zikrin sözlük anlamı, “hatırlama”dır. [Farsçada] “tezekkür et” ifadesi, “hatırlat” demektir. Yani o an için birtakım şeylerin benim zihnimde hazır olmaması ve birinin bana hatırlatması halinde bunları yeniden hatırlamam demektir. Eğer zikir ve tezekkür “hatırlamak” anlamına geliyorsa, şu halde bizler neyi hatırlamalıyız? Geçmişi. Benim hatırlamam gereken geçmiş, dün yediğim yemek midir? Veya bir hafta öncesi ya da bir yıl (on yıl, elli yıl, yüz yıl vd.) öncesi midir? Bunların hepsi olabilir. Ancak gerçek hatırlayış; en uzak ve ulaşılması en zor şeyi hatırlamaktır. Buraya dikkat ediniz. Sizin yediğiniz tüm yemekleri hatırlamanız mümkündür ve bu da bir hatırlamadır. Ancak hatırlamanız gereken şey, uzakta olması gereken bir şeydir. Bu hatırlama, daha gerçekçidir. Peki, en uzakta olup, bize de en uzak olan ve bununla birlikte, aynı zamanda bize en yakın olan hangi şeyi hatırlamalıyız? Size göre bu şey nedir? Hakk Tebârek ve Teâlâ. Varlık… Sizin de deyiminizle elest bezmi… Zira elest bu dünyada değildi. Bunları hatırlayınız. O, elest ahdi, varlığın ahdidir. Dil, varlığın dilidir. Varlığın dilini hatırlayın. Bizim çarşıda, sokakta kullandığımız bir dil vardır. Ancak varlığın dili, başka bir dildir. Bu, hatırlama idi.

Sayın Lârîcânî, şimdi benim size sorum şudur: Hatırlama (tezekkür), düşünme (tefekkür) olmaksızın mıdır?

Lârîcânî: Hayır.

Dînânî: Bakınız, tefekkür ile tezekkür birbirine ne kadar da yakın!

Lârîcânî: Zikir, fikri harekete geçirmektedir

O halde Hakk’ın zikrini katı düşüncelerin güneşi karar kıl

Dînânî: Yani önce asılların aslını hatırlamanız gerekir, böylece fikriniz de asil/gerçek olur. Eğer sizin fikrinizin bir kaynağı yoksa ve o en asıl kaynağın anahtarına ulaşamazsanız; bu düşünce, düşünce olamaz. Bu ancak müptezel ve geçici bir fikir olur. Zikir (hatırlama) üzerine olan fikir asıldır ve en uzak olan şeyi, yani elesti ve varlığın dilini hatırlamak, zikirdir. Varlığın dili, zikrin (hatırlamanın) ve fikrin dilidir. Kendi asıl kaynağı hakkında düşünen, yani varlığın başlangıcına dönen kimse mütefekkirdir. Eğer varlığın başlangıcına giderseniz, onun sonuna da gidebilirsiniz. Dolayısıyla burada felsefenin ne yaptığına bir bakınız.

Lârîcânî: Bir anlama ulaştırmaktır.

Dînânî: Evet, kesinlikle öyle. Tefekkür, varlığın en temel ve en esas meselelerini düşünmektir. Bunun bir adım daha ilerisini söyleyecek olursak; tefekkür, varlığın dilidir. Varlığın dili hangi dildir? Şu söylediğimiz sözcükler, varlığın dilidir. Varlık bu sözcüklerle konuşmaktadır. Bakınız, burada size şu hususu açıklamak istiyorum: Kitaplarda yazılan, her gün konuşulan ve kulağımıza gelen sözcükleri – eğer iyi bir şekilde duyarsak… Elbette duymak, burada bir şarttır – duyabilmemiz gerekir. Burada şu kural da aklıma geldi: Hatırlamak ve düşünmek için duymak gerekir. Bizler sadece duyduğumuzu sanıyoruz - elhamdülillah, kulaklarımız sağlıklı; sizin, benim ve diğer insanların kulakları da sağlıklı… Çok şükür ki sağır değiliz ve sesleri duymaktayız. – Ancak henüz dahi duymayı tarif edebilmiş değiliz. Bakınız, duymayı nasıl tanımlamışlar? Hekîmlerin, âriflerin ve filozofların “duymak” hakkında yapmış oldukları tanıma bir bakınız. Duymak, sizin, başkasının sözlerinin kendi söyleyeceklerinize karışmadan önce bunları işitmeniz demektir. Genelde insanlar bir şeyi duyduklarında, bunu kendi düşünceleriyle karıştırmakta ve buna göre karşı tarafa cevap vermeye başlamaktadırlar. Sizin de bir düşünceniz var. Ama aynı zamanda başkasının da söylediklerini/fikirlerini duyuyorsunuz. Bu söylenenleri kendi fikirlerinize karıştırmadan dinlemelisiniz. İnsanlar çoğunlukla, duydukları bu sözleri, kendi fikirlerine karıştırmakta ve sonuç itibariyle yine kendilerinin sesini/kendi kendilerini dinlemiş/duymuş olmaktadırlar. Bu kimseler aslında kendi seslerini işitmektedirler. Oysa bir anlığına kendi düşüncenizi paranteze almalı, onunla aranıza bir mesafe koymalı - bu düşüncenizi terk etmeyin tabii ki… Çünkü siz kendi düşüncenizi ne kadar isteseniz de terk edemezsiniz ve bu, olası da değildir – ve karşınızdakinin sözlerini işitmelisiniz. Bu duyduklarınızı, bundan sonraki aşamada, yani işittikten sonra kendi düşüncelerinizle karşılaştırınız. İşte varlığın başlangıcı olan şey budur. Ancak insanlar bunu yapmak yerine; karşı tarafın sözlerini, kendisinin bazen müptezel bazen de düzeysiz fikirlerine karıştırmakta, böylelikle, sadece kendi sesini işitmektedir. Bunların, ilk etapta kendi fikirlerinizle karışmasına izin vermeyin. Daha sonra yavaş yavaş ve bilinçli bir şekilde kendi fikirlerinize karıştırmaya başlayın. İlk önce o şeyi duyun, daha sonra kendi fikirlerinize karıştırın. Bu bir hatırlatmadır (tezekkür), diğeri ise bir düşüncedir (tefekkür). Filozofun, işiten kulaklara sahip olması gerekir.

Felsefe de nedir ki?! Bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in kendisi, söz söyleme ve dinleme sanatının zirvesini teşkil eder. Kur’ân, bir grup insanın işitmediğini değil – ki bunların işitmediğini söylediği yerler de vardır – işitmekten azledildiklerini/men edildiklerini söylemektedir: Muhakkak ki onlar, (vahyi) işitmekten kesin olarak azledilmiş (men edilmiş) olanlardır.[1] Yani onların kulakları vardır ve söylenenleri işitirler. Aynı zamanda bu kulaklar oldukça keskindir de. Onlar sesleri duymakta ve sonrasında kendi düşüncelerine karıştırmaktadırlar. Fakat diğerlerinin ve varlığın sesini duyamamaktadırlar.

Lârîcânî: “Onların kulakları vardır, ancak onunla işitmezler.[2]

Dînânî: Oysa benim söylediğim âyet bundan da daha şiddetli. Sizin söylediğiniz âyette, onların kulaklarının olduğu ancak bunlarla işitmediklerini belirtmektedir. Benim söylediğim âyette ise onların kulaklarının yok edildiği/işlevsizleştiği ve kulak sahibi olmaktan azledildikleri anlatılmaktadır. Çünkü onlar duyduklarını kendi zihnindekilere karıştırmakta ve varlığın ve karşısındakinin fikrini işittiğini sanmaktadırlar. Önce düşüncenin sesini duyun, daha sonra bunu kendi düşüncelerinizle karşılaştırın.

Dolayısıyla Fârâbî’nin sözünü ettiği tefekkür ve tezekküre gelince; tefekkür elbette söz iledir. Bu söz ister duyulan ister yazılan şeyler olsun, fark etmez. Siz bir kitabı okuduğunuzda onun kelimelerini okumuş olursunuz; bir hekîmden ya da bir üstattan bir şey duyduğunuzda, onun kelimelerini duyarsınız – buraya dikkat kesilin; çünkü size derin bir husustan söz edeceğim: Bizler kelimelerin bir fıçıdaki şarap gibi, muhteva dolu/anlam yüklü bir kap olduğunu düşünürüz. Bu muhtevayı kelimelerden çekip alır, içerikten arınan ve boşalan kelimeleri ise bir kenara atarız. Acaba kelimeler, tıpkı bir fıçının şarapla dolu olması gibi anlamlarla mı doludurlar? Hayır, kesinlikle. Bu, büyük bir yanlıştır. O halde kelimeler neye benzerler? Onlar tıpkı şarap dolu bir fıçı gibi dolu/yüklü değillerdir. Kelimeler bir kuyudur. Kelimeler bir kuyu mudur yoksa bir kova mı? Kuyudurlar. Onlardan ne kadar su çekerseniz çekin, yine de suları olacaktır. Kelime, muhtevasını alıp bir kenara atabileceğiniz bir şey değildir. Kur’ân-ı Kerîm’in, “Âdem’e isimlerin hepsini öğretti[3] şeklindeki buyruğuna bir bakınız, Kur’ân, bunları ne de güzel beyan etmiştir! Allah’ın Âdem’e öğrettiği kelimeler, muhtevasını alıp, kendisini bir kenara atacağınız bir şarap ve fıçı değildiler; kuyuydular. Onlardan ne kadar su çekerseniz çekin, derinliklerini aynen korumaya devam ederler. Tefekkür işte budur.

Lârîcânî: “Yeryüzündeki bütün ağaçlar (birer) kalem, denizler de (mürekkep olsa), sonra (bunlara) yedi kat daha deniz (mürekkep olarak) eklense (bunlar yazmakla tükenir ama), Allah’ın kelimeleri tükenmez.[4]

Dînânî: Kelime, sürekliliği olan bir kuyu gibidir ve ne kadar çekerseniz çekin yine de su verir. Kelime de, tefekkürün bir bağıdır ve tefekkür kelimede zuhur eder. Kendisinde tefekkür olmayan bir kelime, sesten ibaret kalır. Tefekkür de kelimenin muhtevası değildir; kelime tefekkürün zuhurudur. Bu iki durum, birbirinden farklıdır. Bakınız, bu, derin bir noktadır. Bazen düşüncenin, kelimenin muhtevası olduğu, yani kelimenin içinde gizlendiği söylenir. Hayır, bu doğru değildir. Kelime, düşüncenin ortaya çıkışıdır. Yani kelimenin bâtını fikirdir; meydana gelir/var olur ve genişler. Fârâbî, düşünceyi tanımladığında işte bu şekilde tanımlamakta ve fikir böylece düzene girmektedir.

Lârîcânî: Üstat, sizin söylediklerinizi teyit amaçlı, Fârâbî’nin de el-Cem‘u Beyne Re’yeyi’l-Hakîmeyn adlı eserinde aynı açıklamayı yaptığına işaret etmek istiyorum. O, şöyle yazmıştır: “Ben Platon’u beni hatırlatmaya sevk ettiği ve hatırlatmanın ilkelerini [hatırlattığı] için filozof olarak görmekteyim.” Ki siz de tefekkürün (düşüncenin) kökeninin, tezekkürde (hatırlamada) olması gerektiğini söylemiştiniz. “Aristoteles’i de bana ne şekilde düşüneceğimi – mantık bilimine atıfta bulunuyor – gösterdiği için bir filozof olarak görüyorum.”

Dînânî: Bakınız, bu ne de güzel bir söz [ölçüt]!

Lârîcânî: “Ve şunu da ben ekliyorum” diyor: “O halde ben, beni mutlak hakikate götürecek olan hangi şeyi düşünmeliyim?

Dînânî: O, en uzak olan hakikati yani…

Lârîcânî: Yani o, bu ifadeleriyle felsefenin tanımını tamamlamaktadır.

Dînânî: Hakikaten de öyle. Günümüz dünyasının problemi de budur: Teknolojik ve sanatsal alanda güzel düşünceleri vardır. Ancak düşünceleri, tezekkürden aridir. Yani geçicidir.

Lârîcânî: Yani neyi “hatırlamaları” gerektiğini bilmiyorlar.

Dînânî: Düşünceleri geçicidir. Ben, onların düşüncelerinin olmadığını söylemiyorum. Onlar bu düşünceleri sayesinde pek çok ilginç şeyi başarmışlardır. Ancak bu düşüncelerin, “asıl olan”a bir dönüşü yoktur. Bu, hatırlamadan yoksun bir düşüncedir; bu yüzden geçicidir ve çabucak ortadan kaybolmaktadır. Bazı hekîmlerin de ifade ettiği gibi; bilim, düşüncelere dair meseleleri kapsar. Bizim hiçbir zaman bilimi tenkit etme gibi bir niyetimiz olamaz. Biz bilimle yaşıyoruz ve o olmasaydı, hayatımız da heba olurdu. Bilim - ve hatta modern bilimler bile - saygıyı hak etmektedir. Ancak tefekkür, hatırlamaktan/tezekkürden yoksun olursa, yüzeysel kalır. Bu nedenle bazı düşünürler [Heidegger; Medya Şafak], bilimlerin “düşünmediğini” söylemektedirler. Bakınız, fizik bilimi fizikten ibarettir ve en küçük zerreye kadar ilerlemeye çalışır. Atomu parçalar ve böylece en temel zerrelere ve DNA’ya kadar ulaşır. Ancak fizik biliminin kendisi, “fizik nedir?” diye sormaz; “atom nedir?” diye sorar. Tarih bilimi de tarih bilimi olduğunu söylemez; sadece olayları inceler. Tarihin tarih olduğunu söyleyen şey nedir? Asıl olana dönen düşüncedir. Bilimin aksine felsefe “düşünmektedir.” Gerçek tefekkür, felsefeye aittir. Eğer felsefe, bilimleri terk ederse, onlar artık bomboş bir şey olurlar. Felsefe, görünmez bir şekilde tüm bilimlerin arkasında yer almıştır. Bugün de gördüğünüz gibi, bilim felsefesi gündeme gelmiştir. Önceleri bilimler/alanlar felsefesinden daha az söz edilmekteydi. Felsefe, sadece felsefeydi. Bugün ise bilim felsefesinden söz ediliyor: Ahlâk felsefesi ve hatta bilim felsefesi… Günümüzün en önemli felsefî disiplinlerinden biri de bilim felsefesidir. Bilim felsefesi neyden söz ediyor?

Lârîcânî: Siyaset felsefesi de var.

Dînânî: Artık her alanın bir felsefesi var. Hatta din felsefesi dahi mevcut. Sanat felsefesi de var. Peki, bilim felsefesinde ne söyleniyor? Bilimin konumunun ne olduğu sorgulanıyor. Yani felsefe, bilime, “senin konumunu ben belirleyeceğim” diyor. Felsefenin bilime karşı kullandığı dil nedir? “Sen bilimsin; konumunu kendin belirleyemezsin. Senin yerini, bilimin felsefesi olan ben belirlerim” diyor.

Lârîcânî: Çok güzeldi. Fârâbî, nereye gidilmesi gerektiğini açıklamayı da filozofun bir görevi bilmektedir. Ve sonrasında bakın ne de güzel söylüyor: “Size Allah’ın nurundan deliller gelmiştir.” Eğer burhan Allah tarafından feyiz olarak verilmezse, kişiyi hiçbir yere ulaştırmaz.

Dînânî: Hatırlamayla birlikte olan düşünce işte budur. Eğer bu hatırlama olmazsa, düşünce de boş olacaktır.

Lârîcânî: Yani maksadına erişemeyecektir.

Dînânî: Eğer asıl ve başlangıç bilinmezse, son da bilinemez. Eğer siz günümüz düşünürlerine tarihin başlangıcının ne olduğunu ve nereye gittiğini soracak olsanız, “Tarih insanla sonlanır” diyeceklerdir. Neticede onlar hümanizme inanıyorlar. Başlangıcı da insandır, sonu da… Peki, insanın başlangıcının ve sonunun ne olduğu sorulacak olursa, buna ne cevap vermek gerekir? İşte burası asılların aslına, mebde’e (başlangıca), Vâcibu’l-Vücûd’a ve Hakk Tebârek ve Teâlâ’ya dönülmesi gereken yerdir. Oradan başlamamız gerekir. Zira Hakk hem başlangıç hem de sondur. Evvel ve Âhir’dir.

Lârîcânî: Ne kadar da güzel.

Üstat, bana göre, Fârâbî’nin felsefeye dair bu tanımı, günümüzün de pek çok şüphesine cevap vermektedir. Örneğin günümüzde bazıları, dinî ve İslâmî bir felsefenin olmadığını söylemektedirler. Oysaki bunların bir kısmı Fârâbî’yi İslâm felsefesinin kurucusu olarak kabul de etmişler ve bu konuda müstakil bir kitap da yazmışlardır ki, bu, şimdi dahi ulaşabileceğimiz bir kaynaktır.

Bu tanım bize, bir filozofun misyonunun ne kadar da ağır olduğunu göstermektedir. Yalnızca teorisyenlikle yetinirse, o kimse filozof değildir. Onun sosyal bir sorumluluğu vardır. O, filozof bir yöneticiden dahi söz etmektedir. Eğer siyasal ve sosyal sistemlerin özünde hikmet olmazsa, bunun hiçbir faydası yoktur. Sizin de söylediğiniz gibi, bunlar bizleri bir neticeye de ulaştırmaz.

Bizler bugün, Batı’daki demokratik sistemlerin yaklaşımlarını incelediğimizde ne yazık ki onların felsefî düşünceyle bir savaş halinde olduklarını ve “halkçılık” şiarıyla hikmetten âri bir yapıya büründüklerini görüyoruz.

Size göre bu durum, tefekkürden ve tezekkürden yoksun bir dünya için hangi faciaları doğurabilir?

Dînânî: Gerçekten de çok önemli bir soru sordunuz. Tüm bu şaşırtıcı ilerleyişine ve bilimsel azametine rağmen günümüz biliminin temel problemi, doğaya hâkim olmak/galip gelmek istemesidir. Ve galip gelmektedir de… Bizler şu anda doğaya hâkim olmaya çalışmaktayız; soğuğa, sıcağa, iklime, yeryüzüne… Ve Ay’a gitmekteyiz [oraya dahi hâkim olmak istiyoruz]. Nihayetinde diğer gezegenleri de kontrolümüz altına almak istiyoruz. Amaç, önceden beri doğaya hâkim olmak olunca – aslında her insanın ilk başta amacı, herhangi bir şeye “galip gelmek” olduğunda – bunun, huşunet, şiddet olmaksızın gerçekleşmesi mümkün değildir. Huşunet olmadan galip gelebilmek mümkün müdür? Eğer galip gelme isteği, bir insana, bir gruba, bir millete ve doğaya yönelik olursa, bu her hâlükârda bir tür huşunettir. Ne yazık ki günümüz insanı, hükmetmek/galip gelmek istemektedir. Bu fikir var olduğu müddetçe, o hatırlatma da olmayacaktır. Burada bir fikir mevcuttur; ancak zikir (hatırlama) yoktur. Bu fikir, ancak zikir olduğu zaman etkili olabilir. Zikir nedir? Asl’a geri dönmektir. Asl nerededir? Hz. Hakk’tadır. Orası rahmet, barış ve vahdettir. Ve orada artık galip gelme isteği ortadan kalkmıştır. Fikir, zikirle birleştiğinde dünyayı bir düzene koyar. Fârâbî de felsefenin, düşünceye bir düzen vermek olduğunu söylemektedir. Aslında düzenin kendisi bile, düşünce iledir. Bir yerde fikir ve zikir olmazsa düzen olabilir mi?

Burada bir şeye daha değinmek istiyorum: Daha önce de defalarca belirttiğim gibi, bir filozofun felsefe tarihini bilmesi gerekir. Felsefe tarihini bilmeyen bir filozof, filozof değildir. O, yalnızca şuursuzca filozof olduğunu iddia etmektedir. Felsefe tarihini bilen bir kimse, gerçekte tarihi bilir. Pek çok kez vurguladığımız gibi; tarihi bilmek, oldukça önemlidir.

Tarih ile ilgili birazdan yapacağım şu açıklamada sizin sorunuzun cevabı da mevcuttur. Biz tarihin, bir zaman dilimi içindeki boşluk olduğunu ve olayların ona [birer birer] eklendiğini zannederiz. Neticede tarih, olayların kendisidir. Tarihin belli bir zamanda boş bir kap olduğunu, olayların birer birer bu kabın içinde yer aldığını ve böylece tarihin olaylarla dolu bir olgu olduğunu düşünürüz. Bu düşünce tamamen yanlıştır. Çünkü bizim olaysız/hadisesiz tek bir zaman dilimimiz yoktur. Sizin, içinde herhangi bir olayın olmadığı bir zaman diliminiz var mıdır? İçinde hiçbir şeyin olmadığı ve sadece zamanın bulunduğu boş bir zaman dilimini farz edin. Zaman, hadiselerle meydana gelir. Bizim, içinde hiçbir şeyin olmadığı, bomboş bir zaman dilimimiz var mıdır? Bu bir vehimdir. Boş bir zamanın olduğunu varsaymak bir vehimdir. Eğer zaman varsa, onun bir muhtevası da vardır. Tarihin hadiseleri zamandadır ve zamanda olmaları da gerekir.

Eğer zaman, olaylarla başlıyorsa, bununla ilgili olarak şunu söylemek isterim: – ki ilk olarak zaman, bilindiği takdirde bilinmiş olur; bunu daha önce defalarca söylemiştik. Eğer zamana dair bir bilinç olmazsa zaman da yoktur. Zamanı bilmek, zamanın hadiselerini bilmektir. Zamanın hadiseleri ve zaman, tefekkürün bir neticesidir. Bununla ne demek istiyorum? Zamanı hadiseleriyle belirginleştiren ve tarihi anlamlandıran şey, tefekkürdür. Tefekkürün olmadığı yerde tarih de yoktur. Düşüncesi olmayan bir varlığın, tarihte yaşasa da bir tarihi yoktur. Tarihi olmak, tarihten haberdar olmak demektir. Tarihe dair bir bilinci olmayanın, tarihi de yoktur. Tarih doğrusal bir çizgi değildir. Bazıları tarihin doğrusal bir çizgi olduğunu ve bir noktadan başlayıp doğrusal bir şekilde ilerlediğini sanmaktadır. Eğer tarihi geometrik bir şekle benzetmek isterseniz, bu, doğrusal bir çizgi olmamalıdır. Tarihi, merkezi olan bir daireye benzetin. Dairenin merkezi ise düşünce tarihidir. Eğer bir kimsenin, tarihin dairesinin merkezine – ki bu, tefekkür idi -  bir nispeti yoksa, burayla bir bağı/ilişkisi yoksa, bu kimse tarihin ya dışında ya da kenarındadır. Burada ne söylediğime dikkat ediniz. Böyle bir kimse aslında tarihte bile değildir. Dolayısıyla tarih, tefekkürün temeli üzerine kuruludur. Tefekkür de Fârâbî’nin tanımladığı felsefedir.

Tefekkür ve tezekkürün tarihin esası olduğunu söylediğimizde, tarihin, bu hadiseleri yarattığını söylemiş oluruz. Hiçbir olay da toplum olmaksızın gerçekleşmez. Hadiseler, onlardan haberdar olmak demektir. Hadiselerden haberdar olmak da insanlıktan ve toplumdan haberdar olmaktır. Böylece o, topluma dâhil olmuş olur. Sizin de söylediğiniz gibi; felsefe topluma dâhil olur, burada siyaseti kurar ve toplumun yönetimini eline alır: “Filozof yönetici…” Kezâ Platon da devleti sadece filozofların yönetmesi gerektiğini söylemişti. Onun bu sözlerindeki amacı, demokrasiyi inkâr etmek değildir. Bazıları Platon ve Popper gibilerin demokrasiyi inkâr ettiklerini söylemektedir. Hayır, onlar demokrasiyi inkâr etmemişlerdir. Platon’un zamanındaki demokrasi ile günümüzün demokrasisi birbirinden farklıdır. Günümüz demokrasisinin bir parlamentosu ve [yasama] sistemi vardır ve burada yasalar koyulur. Ancak o dönemde kanun koyulamıyordu. Platon da böyle bir demokrasinin işe yaramayacağını, bunun yalnızca bir karmaşa ve kaos doğuracağını ve [Eski Yunan’da] âmiyâne [bir şekilde uygulandığını] söylemiştir. Ancak eğer demokrasi, bir parlamenter sisteme dönüşür, yasama [yetkisi] uygulanır ve belli bir düzene kavuşursa, Platon böyle bir demokrasiye muhalefet etmez. Platon’un demokrasi karşıtı olduğunu söyleyenler yanlış düşünmekte ve onun söylediklerini doğru bir şekilde anlayamamaktadırlar. O, demokrasinin bugünkü anlamına muhalif değildi.

Evet, düzen tefekkürün bir sonucudur. O, tefekkürün taraftarıdır ve bunu tarihin bir temeli ve tarih dairesinin merkezi olarak görmektedir.

Lârîcânî: Evet. O halde Fârâbî’ye göre felsefenin üç özelliğinin olduğu sonucuna ulaşmaktayız: Bunlardan birincisi, onun hatırlatmaya dayandığı ve bir başlangıcının olduğudur. İkincisi; yöntemsel, yani hikmete dayalı olmasıdır. Üçüncüsü ise bizi sona ulaştırmasıdır. Ki o son da, Hakk Teâlâ olmaktadır. Eğer bu üç şeyden herhangi biri yolundan, amacından sapar ve müphem bir hal alırsa, cenâb-ı âlinizin de söylediği gibi, insan tevehhümlere kapılır. Aslında o, tarihin ne kenarında ne de dışındadır; salt bir hiçliğin içindedir.

Dînânî: Böyle bir kimsenin hiçbir önemi ve konumu yoktur.

Lârîcânî: Sizin felsefeye dair tanımınız da oldukça güzeldi, üstat. Mevlânâ da oldukça güzel söylemiş:

Bu, insanın doğasından ve hayalden doğan felsefedir

Celâl sahibi Allah’ın feyzinden doğan felsefe değil

Fikir, yolu açacak şey olmalıdır

Yol da Şah’a ulaştıracak yol olmalıdır

Dînânî: Bakınız ne kadar da güzel söylemiş! Bu güzellikte söz söyleyen, bizim bir ârifimizdir. “Düşünce, yolu açan şeydir.” Bazıları yolun düz ve asfaltlı olduğunu, sonradan setlerle dolduğunu düşünür. Hayır, fikir yolu açar. Eğer fikir olmasaydı, hiçbir yol açılmazdı. Yolu açmak, fikir iledir. Fikir olmaksızın hangi yol açıktır ki? Eğer tüm insanlar yol, asfalt ve bulvar olsalar, düşünce olmadıktan sonra nasıl yol alabilirler? Fikir, yolu açandır. Fikir ne kadar öne geçerse, yolu da bir o kadar açar. Yani o, kapıları açandır. Yolları düşünceyle açan şeydir. Felsefeye muhalif olan bazı kimseler, felsefenin asılsız ve temelsiz bir şey olduğunu düşünür. Hayır, felsefe düşüncedir. Felsefenin isminden bile niçin bu kadar korktuklarını bilemiyorum. Yunanca bir kelime olan felsefenin anlamı, bilgeliği sevmektir. Hikmet de fikir iledir. Felsefeye muhalif olan bu kimselere, düşünceye de muhalif olup olmadıklarını soracak olsanız, ona muhalif olmadıklarını söyleyeceklerdir. Oysa felsefe de tefekkür ve tefekkürle bir arada olan tezekkür demektir: Derin, düzenli, mantıksal bir niteliğe sahip, başlangıca ve sona uzanan bir düşünce… Eğer bunu, bu şekilde açıklayacak olursak, felsefeye yine muhalefet etmeye devam edecekler mi? Ne yazık ki, felsefî düşüncenin anlamını bilmediklerinden, felsefeye muhalefet etmektedirler. İnsan, bilmediğinin düşmanıdır. Oysa felsefenin aslında bir tefekkür olduğunu bilselerdi, böyle düşünmeyeceklerdi. Biz felsefe dediğimiz zaman, gerçek tefekkürü kastediyoruz. Boş bir fikri değil, yolu açan bir fikri… Felsefe budur.

Lârîcânî: Her yola değil, “Şah’a” yani maksada ulaştıran yoldur.

Dînânî: Evet, o, maksada ulaştıran yoldur. Bazen de cedel ehli olan birtakım kimselerin – cedel ehli de olsalar, bu söyledikleri oldukça hesap edilerek söylenmiştir – yönelttikleri eleştirilere dikkat etmemiz gerekir. Felsefeye muhalif olan bu kimselerin oldukça yaygın bir söylemi vardır: “Eğer filozoflar bir şeyleri anlamış olsalardı, onların hiçbiri birbirine muhalefet etmezdi.” Bunu gerçekten de söylemektedirler. Onların bu ihtilâflarından, felsefenin asılsız bir şey olduğu sonucu çıkmaktadır. O halde bana şunu bir açıklayın: Eğer filozoflar ilk dönemlerden – yani 2500 yıl öncesinden – şimdiye dek tek bir şey söylemiş olsalardı ve birbirleriyle hiçbir fikir ayrılıkları bulunmasaydı bir şey anlamış olurlar mıydı? Esas itibariyle böyle bir durum, iyi bir şey midir? Bu programda defalarca izah ettiğim gibi; eğer insanlar, aynı torna tezgâhından çıkmış gibi tek bir şekilde düşünmüş olsalardı, yani düşüncede bu farklılıklar meydana gelmeseydi, bu, iyi bir şey olur muydu? Hâlbuki felsefeyi felsefe yapan, onun bugüne dek var olan ihtilaflarıdır. Felsefede bu sayede ilerleme kaydedilmekte ve yol açılmaktadır. Ayrıca filozoflar birbirleriyle dostturlar. Bunu bir önceki derste açıklamıştım. Bir filozof gerçek bir filozof ise, dünyanın neresinde olursa olsun, diğer filozoflarla aynı yurttandır ve onlar birbirlerinin sözlerini anlarlar. Görüş ayrılıklarının burada ne gibi bir anlamı olabilir ki? Bakınız, filozofun da tıpkı diğer her şey/herkes gibi hasta olması mümkündür. Felsefe ve gerçek tefekkür hasta değildir. Ancak hastalığa maruz kalabilecek bir niteliktedir. Her sağlıklı insan, hastalığa maruz kalmıyor mu? Felsefe, gerçek tefekkürdür ve yolu açandır. Ancak hastalığa müptelâ olabilir ve birçok yerde de olmuştur. Düşünsel hastalıkları olan pek çok filozofumuz bulunmaktadır. Hatta iyi ki de bulunuyor!  Şimdi bile var, tıpkı geçmişte de olduğu gibi… Ancak bir filozof düşünsel bir hastalığa yakalanıyorsa – tıpkı bedenin de birtakım rahatsızlıklara yakalandığı gibi – bu durumda felsefenin mi hasta olduğunu söylememiz gerekir? Felsefe yolu açandır ve gerçek düşüncedir.

Lârîcânî: Eğer Hakk’a doğru, bir muvahhid gibi hareket edersek hastalanmayız.

Dînânî: Sözlerimin başında,duyma”nın ne demek olduğunu açıkladığım bölümde işaret ettiğim gibi, eğer bir kimse söylediğim anlamda, duyan kulaklara sahip olur, varlığın nidasını ve sesini duyar ve onun sesine aşina olursa, bu tutum yolu açar.

Lârîcânî: Gerçekten de öyle. Eğer maşûkun sedasını duyarsa, hiçbir zaman yolundan sapmaz.

Amerikalı bir düşünürden okumuştum: “Bizler insanlardan tanrılarını almak ve onun yerine sekülerizmi yerleştirmek için iki yüz yılımızı verdik. Oysa şimdi ben, tanrının alınası olmadığını itiraf ediyorum.

Dînânî: Başka bir şekilde söyleseydi, daha isabetli olurdu. Gerçekte Allah, bunları kendisinden almıştır. Allah, insanlardan alınabilecek bir şey değildir ki… Aslında Allah onları kendi kendilerinden almıştır.

Lârîcânî: “Allah’ı unutan, bu yüzden Allah’ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar, gerçekten yoldan çıkmış kimselerdir.[5]

Dînânî: Allah’ı unutan kimse gerçekte kendisini unutmuştur. O artık düşünceden âridir/uzaktır.

Lârîcânî: Çok güzel.

Üstat, tefelsüf ile filozof arasındaki farkın ne olduğuna dair çok güzel bir soru sormuştunuz. Siz tefelsüfü, topluma hâkim olmuş düşünsel bir akım olarak görüyorsunuz. Ve filozofun da bu yola sapmasını veya sapmamasını – her ikisini de – mümkün gördüğünüzü belirtiyorsunuz. Siz tefelsüf sürecini nasıl açıklıyorsunuz?

Dînânî: Bakınız, bu oldukça önemli bir meseledir. İnsan da düşünmektedir, filozof da… Biz, düşüncenin bize verildiğini sanıyoruz; eğer güzel bakacak olursak, düşünceye verilen, [aslında] biziz. Bize mi fikir verilmektedir yoksa biz mi fikre verilmekteyiz? Bedenim mi fikrimi yönetmekte yoksa fikrim mi bedenimi yönetmektedir? Ben düşünceyle mi yürümekte miyim yoksa yürümenin kendisi mi benim düşüncemi düzenlemektedir? Eğer bu sözü biraz genelleyecek olursak…

Lârîcânî: Bir anlamda hepimiz bir filozofuz.

Dînânî: Evet, kesinlikle. Ben bunu bir programımızda açıklamıştım. Bakınız, çocuklar ilk kez konuşmaya başladıklarında, onların sorduğu sorular felsefîdir. “Ben neredeydim, bu dünyanın aslı nedir?” Filozof değillerdir; bir kelime dahi felsefe okumamışlardır. Felsefenin jargonunu da bilmemektedirler. Fakat soru, [ardında bir felsefeyi barındırıyor gibidir]. Ancak bir müddet sonra alışkanlıklar onlara galip gelir. Alışkanlıklarla dolup taşarlar. Alışkanlıklar, hevesler, geçici nefsanî temayüller… Böylece felsefî düşünce artık onların zihinlerinden kayboluverir. Artık, daha fazla paranın ve makamın peşinden gitmeye başlarlar. Bu alışkanlıklardan, geleneklerden ve müptezel şeylerden arınabilirlerse, kendilerini koruyabilirlerse filozof olarak kalmaya devam ederler. Zatı itibariyle de insan felsefî sorular sormaya meyyaldir ve bu sorular ona bir yerden gelmektedir.

Bu bahsi daha genel bir düzlemde ele alacak olursak; evren mi bilgi/bilinç üzerine bina edilmiştir yoksa önceden evren vardı da bilinç sonradan mı ondan doğmuştur?

Lârîcânî: Evren bilinç üzerine bina edilmiştir.

Dînânî: O halde bilincin, evrene olan önceliğini kabul ediyoruz demektir. Bu çok önemlidir. Eğer bilincin tüm varlığa önceliği kabul edilir ve varlığın tamamı da bilincin bir zuhuru olarak bilinirse – ki bu sizin ve benim için de doğrudur: Ben mi bilincin zuhuruyum yoksa bilinci ben mi meydana getiriyorum? – fikre verilenin biz olduğunu görürüz; yani fikir bize veriliyor değildir. Bunlar, pek az dikkat edilen konulardır. Bunlara, tefekküre ancak tezekkür de eşlik ettiğinde dikkat edilebilir. Tefekkür ve tezekkür hakkında açıklamalar yapan büyüklerimiz, düşüncenin düşünce olduğunu kabul etmişler; ancak bunun asl’a dönmesi gerektiğini söylemişlerdir. İlkesel bir temele sahip olmayan bir düşünce, müptezel bir düşüncedir. Fikrin bir esası ve ilkesi olmalıdır. İlkeler nelerdir? İlkeler, asılların asılı olandır. Varlığın temeli nedir? Mutlak Bilinç, Vâcibu’l-Vücûd, Hakk Teâlâ… Aslolan O’dur. Eğer bizler bunu unutursak, düşüncelerimiz de bomboş olacaktır. Bu, pek çok kimsenin kendisinden gaflet ettiği şeydir.

Lârîcânî: Dolayısıyla düşünce bizi, kendi kaynağımızla/kökenimizle tanıştırmalıdır. Hem yolu açmalı hem de sonumuza/maksadımıza ulaştırmalıdır. Buna göre, insanın temel özelliği fikirdir.

Dînânî: Evet, insanın zatî niteliği düşüncedir.

Lârîcânî: Bu da sizden, filozofun ve tefelsüfün ne olduğuna dair genel bir tanım [olmuş oldu].

Dînânî: Biz filozofu ve hakîmi bu anlamıyla filozof ve hakîm biliyoruz.

Lârîcânî: Tam olarak böyle gerçekten. Ebû Nasr Fârâbî de işte bu nedenle felsefeyi, sosyal ve siyasal alana ve aileye dâhil etmektedir. Hatta bir ailedeki babanın bile hekîm olması gerektiğini söylemektedir. Ne kadar da güzel düşünmüş!

Dînânî: Hakikaten de öyle. Burada bir noktayı açıklamak istiyorum: Ne kadar yırtıcı olursa olsun hiçbir hayvanı müfsit/bozguncu olarak adlandırmayız. Bizler “bozguncu” kelimesini hayvanlar için kullanıyor muyuz? Kullanmıyoruz. Ancak insanın bozguncusu vardır. Hiç bozguncu insan yok mudur?

Lârîcânî: “Misaklarından sonra Allah’ın ahdini bozanlar; Allah’ın bağlı kalınmasını istediği şeyle bağlarını koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir.”[6]

Dînânî: Müfsit olan, hayvanlar değil, insandır. Niçin insanlar müfsittir de hayvanlar değildir? Çünkü hayvanların, düşünceleri yoktur. Ancak tefekkür ehli olan, böyle olması gereken ve düşünsel ilkelere göre hareket etmesi icap eden bir insan bunun aksine davranırsa müfsit olur. Çünkü o, düşüncenin güzergâhından sapmıştır. Tefekkürün yolundan saptığı için müfsittir. Hayvanın, öteden beri aklı yoktu. Ve aklî bir düşünceye sahip olması da kararlaştırılmamıştı. Dolayısıyla siz aslana ve kurda müfsit diyemezsiniz. Ancak yapması gerekeni yapmayan insana müfsit dersiniz. Kur’ân-ı Kerîm de bu şekilde buyurmuştur. Allah, insanı yaratacağı vakit, melekler meseleyi ne de güzel anlamışlardı. Çünkü onların bilgileri vardı.

Lârîcânî: Melekler, ‘Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?’ dediler?[7]

Dînânî: Yani gerçek düşüncenin, tefekkür ve tezekkürün rotasından sapacak ve bunun dışına çıkacak müfsit birini mi yaratacaksın?

Lârîcânî: Çok güzeldi. Oldukça istifade ettik, üstat. O halde hepimizin filozofluk yapması, başlangıcı ve sonu düşünmesi gerektiği sonucuna varıyoruz.

İnşallah hepimiz, ünsiyet kurduğumuz o vatanımızı tanıyanlardan ve bilinçli bir şekilde o yöne doğru hareket edenlerden oluruz.

Bir sonraki programda görüşmek üzere, saygıdeğer üstadımızla birlikte, tüm güzel dostlarımızı Allah’a ısmarlıyoruz. Hoşça kalın.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://youtu.be/NHJDTILGeh4



[1] Şuarâ Sûresi, 212. âyet.

[2] A‘râf Sûresi, 179. âyet.

[3] Bakara Sûresi, 31. âyet.

[4] Lokmân Sûresi, 27. âyet.

[5] Haşr Sûresi, 19. âyet.

[6] Bakara Sûresi, 27. âyet

[7] Bakara Sûresi, 30. âyet