Suudilerin Yemen’de geri adım atmasının başlıca nedenleri

Suudilerin Yemen’de geri adım atmasının başlıca nedenleri
Al-Monitor için haber yapan Yemenli gazeteci Mareb al-Ward, Çin'in Yemen büyükelçilerinin Ensarullah'ın temsilcileriyle düzenli olarak görüştüğünü ve Çinli görevlilerin örgütten 1962 devrimcilerinin halefi olarak bahsettiğini belirtti.

    

 

Brecht Jonkers

 

Crescent International

 

Geçen ay küresel jeopolitik manzarada ani bir değişime tanık olduk. Sonuna kadar gidilirse, Batı Asya siyasetinde ve özellikle Arap Yarımadası'ndaki stratejik güç dengesinde derin bir dönüşüme tanık olacağız ve bunun muhtemelen yankıları Avrasya'nın daha derin noktalarında da hissedilecek.

 

Yemen’deki sekiz yıllık katliam, yıkım ve ölümden sonra, nihayet öyle görünüyor ki, barış muhtemelen çok yakın. Pek çok kişiyi şaşırtan ani bir kararla Suudi Arabistan, birdenbire müzakerelere başlamaya hazır olduğunu açıkladı. Krallık, yakın gelecekte Yemen'den çekilme niyetini açıkça ifade edecek kadar ileri gitti ve yerel müzakereleri ve Yemenli gruplar arasındaki güç paylaşımı anlaşmalarını “desteklemekle” sınırlı kalacağını ilan etti.

 

Aynı zamanda, yaklaşık 900 Yemenliyi Suudi güçlerinin esaretinden kurtaran ve evlerine dönmelerine izin veren, görülmemiş kapsamlı bir esir takas anlaşması imzalandı.

 

Suudi Arabistan'ın Yemen büyükelçisi, bizzat Sana'a'yı ziyaret etti, önde gelen Ensarullah figürü Muhammed el-Husi ile görüştü ve hatta Cumhurbaşkanı Mehdi el-Mashat tarafından kabul edildi. Mashat, Yüksek Siyasi Konsey lideri olarak Yemen'in fiili cumhurbaşkanıdır. Buna karşılık, kukla Abdurabbuh Hadi'nin görevden alınmasından bu yana Yemen'in "Başkanlık Liderlik Konseyi” adıyla anılan Suudi destekli kukla hükümeti, tüm müzakerelerin dışında tutuldu. Konsey, heyetin San'a hükümetinin temsilcileriyle görüşmesini bitirmesinden sonra, yalnızca brifing aldı.

 

Yemen'e yönelik yıkıcı savaş sekiz yılı aşkın süredir devam etti ve bir zamanlar “Mutlu Arabistan” olarak bilinen bu ülke, dünyanın en kötü insani krizinin içine sürüklenerek yüzbinlerce masum canını yitirdi. Suudilerin fikrini değiştirmesi ve yıllarca süren inatçı politikalarından geri dönmesi, hâlâ beklenmedik, ani bir hareket olarak gözüküyor.

 

Elbette birçok kişi, Riyad'ın ablukayı neden bu kadar anice ve önemli ölçüde hafifletmeye karar verdiğini, işbirlikçisi "Yemen hükümetine" Aden'de yakında kendi başına kalacağını niçin söylediğini ve hatta yüksek rütbeli Ensarullah üyesi Muhammed el-Husi ve Başkan Mehdi el-Mashat ile doğrundan görüşmek üzere Sana'a’ya büyükelçisini göndermesinin nedenini merak ediyor.

 

Bu değişikliğin ve savaşın, nihai ve kalıcı olarak sona ermesi umudunu doğuran gelişmelerin nedenleri üç yönlüdür.

 

Her şeyden önce, en önemli sebep Yemen'in savaşı kazanıyor olmasıdır. Suudi liderliğindeki işgali inceleyen hiçbir ciddi analist, son birkaç yıl içinde herhangi bir noktada Suudi zaferinin olası olduğunu iddia edemedi. Suudi Arabistan, Sana'a'yı birkaç hafta içinde ele geçirme niyetiyle 26 Mart 2015'te savaş başlattı ve bir ay içinde zaferin geleceği garantisi verildi.

 

Suudi savaşı, vadedilen bu hızlı zaferin başarısız olduğu ve saldırının durduğu andan itibaren temelde kaybedildi. O zamandan beri cephe hattı, son sekiz yılın büyük bir bölümünde çıkmaza girdi. Suudi Arabistan, görünüşe göre ABD'nin "şok ve dehşet" oyunu kitabından alınmış bir stratejiyle, Yemen'deki uçak eksikliğinden ve yetersiz uçaksavar savunmasından yararlanarak Yemen'i periyodik olarak bombalamak için çoğunlukla hava üstünlüğüne güvendi.

 

Evet doğru, Yemen bu saldırılardan çok zarar gördü. Suudi hava saldırılarına karşı hiçbir yer güvenli değildi; okullar, camiler, tarihi alanlar, sivil konutlar, su altyapısı ve hatta okul otobüsleri belli ki Suudi Hava Kuvvetleri tarafından meşru hedef sayılıyordu.

 

Ancak hava saldırıları tek başına bir savaşı kazanmaya yetmiyor, özellikle de nihai hedef toprağın işgali ve belirli bir kukla rejimin yeniden kurulması ise. Belirleyici savaşların yapıldığı yer kara sahasıdır. Suudi Arabistan ve BAE'li müttefikleri, kilometrekare olarak Yemen topraklarının büyük bir bölümünü işgal ederken, Yemen nüfusunun çoğunluğu, büyük şehirlerin geneli ve ekonomik gelişim açısından en önemli bölgeler sıkı sıkıya Sana'a'daki Ulusal Kurtuluş Hükümeti’nin elinde kaldı.

 

Genellikle Sudanlı kiralık silahlar ve kötü şöhretli ABD özel yüklenicisi Blackwater gibi yabancı paralı askerlerden oluşan Suudi önderliğindeki kara kuvvetleri, Yemen hatlarına yönelik, genellikle batı kıyısını ve stratejik liman kenti Hudeyde'yi hedef alan birkaç büyük saldırı başlattı, ancak başarılı olamadılar. Suudi güçleri defalarca kez yenildi, bozguna uğratıldı, geri çekilmeye zorlandı veya tamamen yok edildi.

 

Bu, Suudi yöneticilerin çatışmadan “zarif” bir çıkış yolu aramaya zorlandığı bir durumla sonuçlandı. Basitçe geri çekilmek ve Aden'deki kukla hükümetin büyük Ensarullah ilerlemeleri karşısında çökmesine izin vermek, krallığın itibarını kaybetmesine neden olur ve ABD kuvvetlerinin Afganistan'dan kaotik geri çekilişiyle karşılaştırılmasına yol açardı.

 

Sonuç olarak, Riyad yol açtığı fiyaskoyu sona erdirmek için bir çıkış ararken, savaş sürdü ve Yemenliler ölmeye devam ettiler.

 

Crescent International'ın daha önceden yazdığı üzere ikinci önemli neden, ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin yavaş ama kademeli olarak soğumasıdır. Veliaht prens Muhammed bin Salman (MbS) bir zamanlar Yarımada'da yeni bir Arap rönesansının vizyoner lideri olarak selamlanırken, güçlü iradeli ve hırslı Suudi veliaht, Batı’nın iktidar salonlarında artık daha çok bir baş belası olarak görülmeye başlandı. Amerika'daki değişim, özellikle Joe Biden'ın Beyaz Saray'a girmesinden ve Riyad'a geçmişte hiç olmadığı kadar fazla egemen olmaya çalışmasından sonra geldi.

 

Washington ile Riyad arasındaki samimiyet azalmasının, ABD'nin Suudi Arabistan'ın saldırgan dış politikası, dünya çapında Vahhabi terör örgütlerine verdiği destek veya her türlü siyasi veya dini itiraza karşı uyguladığı baskılar hakkında birdenbire hissettiği herhangi bir ahlaki kaygıyla çok az ilgisi var.

 

Bu sorunlar, Beyaz Saray'da endişe doğurmaktan çok uzaktır. Ana konu, MbS'nin iddialı gündemidir. Genç küstah prens, iktidarı ele geçirdiği ve fiili hükümdar olduğu an kendisi ve krallığı için net bir yol çizdi. MbS, Vizyon 2030 adlı bir dizi iddialı hedefin parçası olarak, çok sayıda abartılı projeden oluşan bir kampanya başlattı. Kızıldeniz kıyısında sıfırdan inşa edilecek hipermodern bir metropol planından, küp şeklinde, tek binalı, uçan arabaların yer alacağı “şehir içinde bir şehir”e kadar…

 

Bütün bunlar Suudi krallığının yabancı destekçileri için çok iyiydi. Lüks, zenginlik ve hatta yozlaşma, neredeyse İngilizlerin, Yarımada'nın çoğunu ele geçirmeleri için Beni Suud'a yardım ettiği ilk günlerden beri krallığın yönetici elitini simgeliyor. Bununla birlikte, Suudi vizyonu kısa süre sonra çeşitli engellerle karşılaştı; bunların en önemlisi, yenilenmiş bir Suudi devleti için gerekli ekonomik temelin inşasında gerekli olan Batılı mali desteğin azlığıydı.

 

Suudi Arabistan ile Batı arasındaki ikili bağlantı her zaman çok basit olmuştur: Suudi Arabistan, Batı ekonomilerini beslemek için ucuz fiyata petrol sağlıyor ve yöneticileri bunun karşılığında fahiş meblağlarda para ve ABD ordusunun korumasını alıyor. Çemberi tamamlamak için, Suudi üst sınıfı daha sonra bu fonların bir kısmını Batıdaki özel tedarikçilerden lüks mallar, moda ürünleri, arabalar ve yatlar satın almak için kullanıyor. Batılılar için astronomik kazançlar sağlayan basit bir anlaşma; ama aynı zamanda Suudi Arabistan'ı jeopolitik açıdan ikinci plana iten bir anlaşma.

 

Krallık tarihinin büyük bir bölümünde arkaya yaslanıp fosil yakıt zenginliğinin meyvelerinin tadını çıkarmak Beni Suud için gayet iyi görünse de, MbS açıkça artık olaya böyle bakmıyor. Konuyla ilgili daha önceki bir makalede bahsedildiği gibi, MbS Suudi Arabistan'ı kârlı bir üretim merkezi haline getirme konusunda kararlı. İran İslam Cumhuriyeti'nin hâlihazırda olduğu gibi, krallığını bölgesel bir ekonomik güç haline getirmeyi istediği söylenebilir.

 

Gazeteci yazarlar Bradley Hope ve Justin Scheck'in Blood and Oil [Kan ve Petrol] adlı kitaplarında bahsettikleri gibi, “Yabancı iş dünyasının liderlerinin onunla (MbS) iş yapmak isteme şekli, onun onlarla iş yapmak isteme şeklinden farklıydı. Sadece onlara para vermesini istediler. O da onlardan Suudi Arabistan'a yatırım yapmalarını istedi. Bütün bu ayartmalara rağmen bu gerçekleşmedi.”

 

Basitçe söylemek gerekirse, çok uluslu şirketler ve Batılı yatırımcılar Suudi Arabistan'ı artık çekici bir üretim merkezi olarak görmüyor. Suudi alıcılar yurtdışından ürün ithal etmeye devam ettikleri sürece, bunu yapmaları için gerçek bir mali teşvik yok. Suudi Arabistan'ın ekonomisi şimdilik hammadde çıkarılması ve satışına dayalı olmaya devam ediyor.

 

Küresel jeopolitik haritadaki son derece önemli stratejik konumuna ve Riyad ile Washington arasındaki güçlü tarihi bağlara rağmen ABD, Suudi Arabistan'ı hiçbir zaman eşit bir ortak olarak görmedi. Batı’nın pek çok diğer "müttefik"inin sonunda hüsrana uğrayarak öğrendiği gibi, MbS de emperyal çekirdek tarafından eşit görülmediği ve muhtemelen de asla böyle görülmeyeceği gerçeğini kabul etmek zorunda kaldı.

 

Geçen yüzyıldaki jeopolitik gelişmelerde ve özellikle ABD emperyalizminde yinelenen bir tema, ABD'nin, müttefiklerinin ve kuklalarının jeostratejik faaliyetleri için artık yararlı olmadıklarını düşündüğü anda onları "kullanıp attığı" gerçeğidir… Gerçek şu ki, gücünün temeli olarak ABD'ye güvenmek çok riskli bir bahis. Kimse bunu eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'dan daha iyi tanımlayamadı: "Amerika'nın kalıcı dostları veya düşmanları yoktur, yalnızca çıkarları vardır" ve "Amerika'nın düşmanı olmak tehlikeli olabilir ama dostu olmak ölümcüldür."

 

Bu gerçek, terk edilmiş “bağımsız” Katanga ve Tayvan projelerinden Güney Vietnam’ın Ngo Dinh’ı, Panama’nın Manueş Noriega’sı ve tabii ki Saddam Hüseyin gibi ABD tarafından devrilen ve/veya öldürülen “Amerika'nın dostları”na kadar dünyanın dört bir yanındaki ABD “müttefikleri” tarafından deneyimlenmiştir. MbS gibi birinin Suudi Arabistan'ın geleceği için kendi kişisel vizyonunu oluşturmaya başladığında bu riski göz önünde bulundurmaması düşünülemezdi. Bu nedenle, MbS'nin (MbS'ye güvenmemek için stratejik nedenlerini Cemal Kaşıkçı cinayetiyle şoke olmuş insani tavır kisvesinin arkasına gizleyen) ABD'nin onu tahttan indirmesi ve hatta öldürmesinden önce ilk adımı atmaya karar vermiş olması oldukça muhtemel görünüyor.

 

Riyad'ın elindeki tek gerçek koz olan petrolün Washington nezdinde değerini hızla kaybettiği düşünülürse, ABD’den gelen uğursuz tehdit, MbS ve krallığın geleceği için çok daha gerçek. 2018 civarında, ABD on yıllardır ilk kez enerjide kendi kendine yeterliliğe ulaştı ve hatta petrol ihracatçısı statüsünü bile elde etti. Bu da aslında kendi iç pazarı için ihtiyaç duyduğundan daha fazla yakıt ürettiği anlamına geliyor.

 

Arap Yarımadası'nın uçsuz bucaksız petrol sahalarının, özellikle ABD'deki yenilenebilir enerji piyasasının 2022'de zaten 269 milyar dolar değerinde olduğu düşünülürse (2021'de değeri 196,23 milyar dolar olan ABD yerel petrol ve gaz endüstrisinin tamamından daha fazla) Amerika'nın iktidar salonlarındaki cazibesinin çoğunu kaybettiği kendi kendine anlaşılır.

 

O halde, ABD'nin 2021'de Suudi Arabistan için yalnızca altıncı en büyük ihracat hedefi olması belki de şaşırtıcı gelmemeli. O yıl tüm Suudi ihracatının en az yüzde 19'u birinci sıradaki Çin Halk Cumhuriyeti’ne yapılmıştı.

 

Çin'in oynadığı rol, Suudi Arabistan'ın Yemen'deki sekiz yıllık savaşa barışçıl bir çözüm arayışının ardındaki üçüncü büyük nedendir. 2022'nin sonlarında üzerinde anlaşmaya varılan 50 milyar dolarlık bir yatırım ve yakın zamanda imzalanan büyük bir ortak petrol rafinerisi anlaşması da dâhil olmak üzere Suudi Arabistan'da hâlihazırda önemli yatırımları bulunan bir ülke olan Çin, Riyad tarafından önemli bir ticari ortak olarak görülüyor.

 

Ayrıca, Çin'in müdahaleci davranmama politikasını her zaman katı bir şekilde sürdürmesi, hatta bazen oldukça fırsatçı ve herhangi bir ahlaki tavırdan yoksun görünmesi de Suudilerin işine yaradı. Çin'in, Yemen savaşının zirvesinde bile Suudilere silah satmaya devam etmesinin nedeni de tam olarak bu yaklaşımıdır.

 

Bu arada Çin, Yemen'deki çatışmaya müzakereler ve barışçıl bir çözüm çağrısında bulunuyor, kendisini bölgede gerçek bir çıkarı olmayan arabulucu bir ortak olarak sunuyordu. Çin, Aden ve Riyad'daki Suudi destekli kukla yöneticileri Yemen'in “meşru hükümeti” olarak tanımaya devam ederken, aynı zamanda hem Sana'daki Ulusal Kurtuluş Hükümeti hem de BAE destekli Güney Geçiş Konseyi ayrılıkçıları ile iletişim ve diplomasi kanallarını açık tuttu.

 

2019'da Çin, kilit noktaları, Yemen'in yanı sıra Suudi Arabistan, BAE ve İran'ın, eski İpek Yollarının yeniden canlandırılması olan Kuşak ve Yol Girişimi'ne (BRI) entegrasyonunu içeren bir "çatışma sonrası Yemen" önerisi ortaya koymuştu. Al-Monitor için haber yapan Yemenli gazeteci Mareb al-Ward, Çin'in Yemen büyükelçilerinin Ensarullah'ın temsilcileriyle düzenli olarak görüştüğünü ve Çinli görevlilerin örgütten 1962 devrimcilerinin halefi olarak bahsettiğini belirtti.

 

İran ile Suudi Arabistan arasındaki diplomatik temasların yeniden başlaması şeklindeki muazzam diplomatik başarı, Çin'in tipik mesafeli ve tarafsız tarzındaki arabuluculuğunun oldukça iyi sonuçlar verdiğini kanıtladı.

 

Elbette, Arap Yarımadası'nda esen yeni rüzgârın devam edip etmeyeceğini ve kalıcı barışa yol açıp açmayacağını ileride göreceğiz. Cumhurbaşkanı Mehdi el-Mashat’ın,  bu yazının yazıldığı sırada Umman’da halen devam etmekte olan müteakip müzakerelerin "olumlu" bir şekilde geliştiğini söylemesine rağmen, Sana'a'daki son görüşmelerde henüz kesin kararlara varılmış değil. Muhtemelen daha büyük bir sorun, Birleşik Arap Emirlikleri ve güneydeki Yemenli ayrılıkçılardan kaynaklanabilir. Birleşik Arap Emirlikleri destekli ayrılıkçılar ile Suudi destekli Hadi “hükümeti”ne sadık güçler arasında yıllarca süren iç çatışmanın da gösterdiği gibi… Özellikle Güney Geçiş Konseyi, Sana'a'daki herhangi bir merkezi hükümete karşı saldırgan bir tavır içerisinde. Ayrıca BAE'nin Aden Körfezi'nde ve Kızıldeniz'e bağlanan Babü'l-Mendeb Boğazı yakınında çeşitli adaları ve takımadaları işgal ettiğini de belirtmek gerekiyor.

 

Bu stratejik yerler işgal edildi ve Sana'a veya Aden'den bağımsız olarak kapsamlı geliştirme ve inşaat çalışmalarına tanık oldu. Birleşik Arap Emirlikleri'nin oradaki varlıklarından vazgeçmeye razı olması pek muhtemel değil.

 

Elbette emperyalist politikacılar ve şirket medyası; Suudilerin geri çekilmesiyle barışa ulaşılamayacağına yemin ederek kıyamet tellallığı yapan makaleler veya ABD ve Siyonistlerin bu sürecin arkasında İran'ın olduğuna dair “uyarılar”ı yoluyla, barış çabalarını baltalamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Emperyalizm yanlısı uzmanların saçma sapan boş konuşmalarını bir kenara bırakırken, aynı zamanda naif bir iyimserliğe karşı da önlem alarak, barışın ve Yemen'deki korkunç savaşın sonunun en azından her zamankinden daha yakın olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

 

Çeviri: Medya Şafak