İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (11): Tûsî’ye Göre Nazarî (Teorik) Hikmet

İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (11): Tûsî’ye Göre Nazarî (Teorik) Hikmet
Ben”imiz, kendi zihnimize sığar mı, sığmaz mı? Zihnimiz, deyim yerindeyse, bizden (=ben’imizden) bir kokudur sadece. O ben’imizin şuûnundan bir şa’ndır. Bu durumda bütün bu şuûn (varlığımız, vücûdî boyutumuz), tek bir şa’na (zihin) nasıl sığabilir?

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Saygıdeğer izleyicilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programını her zaman içtenlikle takip eden sevgili seyircilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Bildiğiniz üzere, Tûsî’nin düşüncelerinin sonsuz ummanındaki yolculuğumuz devam ediyor. Hedefimiz, bu kıymetli büyüğümüzün eserlerinin çeşitli boyutlarına özetle de olsa değinebilmektir.

Geçtiğimiz programda, İbn Sînâ’nın El-İşârât’ının dokuzuncu namatında yer alan Makâmâtu’l-Ârifîn’de geçen “âbid”, “zâhid” ve “ârif” kavramları üzerinde durmuş, Tûsî’nin bu kavramlar hakkında yaptığı şerhe de yer vermiştik. “Ârif”, düşüncelerini kuds-i ilâhîye yönlendirmiş ve ilâhî rahmetin nurlarının yansımasından, bunların kendi kalbine işrâkından nasiplenmiş kimseydi. Bu işrâkın mahsulü, yani ârif sâlikin kalbine nazil olan şey, başka bir adıyla “hikmet”, en önemli şeydir. Zâhid, dünyanın peşinden gitmemeyi ve âbid Allah ile bir alışveriş yapmayı (muamele) amaçlarken, ârif, Allah’ın olmadığı hiçbir şeyde muamele yapmamak niyetindedir. Kısacası o, hikmetin peşindedir.

O halde Tûsî’nin nazarında “hikmet”in ne olduğuna bir bakalım:

Diyalog Filozofu Nasîrüddîn Tûsî adlı kitabınızın XV. bölümünde Tûsî’nin “hikmet”i nasıl tarif ettiğini şu şekilde açıklamışsınız:

“Tûsî, Ahlâk-ı Nâsırî’de “hikmet”i tanımlarken şu ifadeleri kullanmıştır: ‘Marifet ehlinin nezdinde hikmet, şeyleri (eşyâyı) oldukları şekilde tanımak, işlerin istidatları ölçüsünde nasıl olması gerektiğini bilmek ve insan nefsini, hedeflediği kemâle ulaştırmaktır.” Burada cümlenin ikinci kısmını (“olması gerektiğini”) birinci kısmından (“oldukları şekilde”) ayırırken bunu ikinci kısımda “gereklilik kipi”ni vurgulayarak yapmanız çok ilginçti.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Tûsî burada da tıpkı diğer konularda olduğu gibi, “hikmet”in anlamını çok güzel bir şekilde açıklamıştır. “Hikmet” sözcüğü, Kur’ânî bir sözcüktür. Siz de biliyorsunuz ki o, Kur’ân-ı Kerîm’de geçmekte ve “hayrun kesîr: çok hayır (hayrın çoğu)” olarak adlandırılmaktadır. Kur’ân gibi bir kitabın “hayrun kesîr” olarak adlandırdığı şeyin çok azametli bir şey olması gerekir muhakkak. Yani bu, “Hikmetten alâ bir şey yoktur” demektir. Hayrun kesîr, hikmet karşısında her şeyin “kalîl: az”; hikmetin ise her şey karşısında “çok” olması anlamına gelir. Bu, Kur’ân’ın ıstılahıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen “hikmet” sözcüğünde bir tür “istihkâm” mevcuttur. Ayrıca “hüküm” ve “istihkâm” sözcükleri de “hikmet”ten türemiştir. Bu sözcüklerin hepsi birbiriyle irtibatlıdır. “İstihkâm”, bozulmamak ve dağılmamaktır. “Hikmet”ten başka her şey, yıkılmaya ve çürümeye mahkûmdur.

Lârîcânî:

Muhabbet binası dışında gördüğün her binayı yıkılacak bil

Dînânî: Muhabbet binası da hikmet binasıdır. Zira hikmetsiz bir muhabbet, muhabbet değildir.

Lârîcânî: Çünkü hikmet, “ûtu’l-kulûb”dur (kalplere verilen bir şeydir).

Dînânî: Sizin bu söylediğiniz ifade de “hikmet”i tanımlayan bir başka tanımdır. Her şey yıkılıp yok olmaya mahkûmdur. Bu âlemde baki kalacak olan ne vardır ki? Gökyüzü, yeryüzü, felek, melek… Bunların hepsi bir gün yok olacaktır. Peki, hikmeti yok edebilecek bir şey var mı? Hikmet kendi ağırlığını her zaman korur ve “hikmet”liğinden bir şey kaybetmez.

Elbette “hikmet” bizlerin ifadesi… Gerçekte bu sözcüğün aslı, Yunancada philosophia (bilgelik sevgisi) olarak adlandırılan şeydi ki, daha sonraları o, bildiğimiz anlamdaki “felsefe”ye dönüştü. Yunanlar da bilgeliğe oldukça değer atfetmekteydiler. Bundandır ki, onu ulaşılamaz görmüşler ve bu bilgeliğe erişemeyeceklerini düşünerek ona “sevgi” sözcüğünü eklemişlerdi. Yani “Ben ona ulaşamıyor olabilirim, ama en azından onu seviyor ve ona ilgi duyuyorum” demekti bu. Onlara göre bilgelik sevilecek bir şeydi. Yunan’ın bu isimlendirmesi sebepsiz ve hikmetsiz değildi elbette ki. Onlar “bilgelik sevgisi” ifadesiyle, onun ender rastlanan ve herkesin eline geçmeyecek bir şey olduğuna inanıyorlardı. Bu düşüncenin açılımı şu şekildedir: “Bizler doğamız itibariyle ‘bilge’ değiliz, sadece bilgeliğe doğru yol almaya çalışıyoruz.” Gerçekte onlar bilgeliğin Tanrı’ya ait olduğuna ve onu elde etmek için O’na doğru ilerlenmesi gerektiğine inanmaktaydılar. Hikmetin peşinden ne zaman gideriz? Onu sevdiğimiz zaman… Hikmeti sevmeyen kimse, onun peşine de düşmez. Keza aklı sevmeyen de, aklın izini sürmez. Kısacası bu ifade, sürekli olarak bilgeliğin peşinden gidilmesi gerektiğini imliyordu.

Daha sonraları yaygınlık kazanan “felsefe”nin, zaman zaman hikmetten uzaklaşmış olması mümkündür. Her aklî ve istidlâlî öğe, günümüzde “felsefî” olarak nitelendirilmektedir. Buna rağmen hikmet daima kendi heybetini korumaya devam etmekte… Hikmet, doğru bir şekilde akletmektir. Dolayısıyla biz burada aynı zamanda Kur’ânî bir sözcük olan “hikmet” sözcüğünü kullanmayı yeğliyoruz. Çünkü biraz önce de belirttiğimiz gibi o, “hayrun kesîr” olarak vasfedilmiştir. Gökler, felekler… Kısacası her şey hikmetin yanında “az”dır. Felek mi daha ağırdır hikmet mi? Felek, hikmet karşısında oldukça “az”dır, naçizdir; hatta bir hiçtir. Hikmet olmazsa felek nedir ki?

Burada Tûsî’nin “hikmet” hakkındaki tanımının oldukça güzel olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum: “Eşyâyı, oldukları gibi tanımak.” Bu, nazarî hikmetin tanımı. Zira o, öncesinde “hikmet”i, nazarî (teorik) ve amelî (pratik) olmak üzere iki kısma ayırmış ve nazarî hikmetin tanımında bu ifadeleri zikretmiştir. Amelî hikmet ise, “bir şeyi olması gerektiği gibi bilmek”tir. Tam da burada, sizin programın başında zikrettiğiniz o gereklilik kipindeki hikmeti açıklamak istiyorum:

İki tür bilgi vardır: Birincisi, “bir şeyin olduğu gibi bilinmesi”dir; ikincisi ise “eylemleri ve işleri, olmaları gerektiği şekilde yapmak”tır. Burada haklı olarak “olduğu gibi” (bâşed) ile “olması gerektiği gibi” (bâyed) ifadelerinin ne anlama geldiğini sorabilirsiniz. “Olduğu gibi olan”lar, olduğu gibi olan her şeyi ifade eder. Yani eşyânın sahip olduğu her şekil ve hal… Deniz, deniz olarak denizdir; dağ, dağ olarak dağdır… Var oldukları şekilde… Nasıl ve ne olarak biliniyorlarsa… Dağı olduğu şekliyle bilmek… Hz. Resûl-i Ekrem’in (s.a.a.), “Allah’ım, bana eşyâyı olduğu gibi göster” duası, nazarî hikmete matuf bir duadır. Eşyânın hakikatine talip olmak, yani onları oldukları şekliyle bilmek istemektir. Eğer bir şeyin hakikatinin ne olduğu soruluyorsa, buna verilecek cevap, o şeyin, olduğu şey üzere olması olmalıdır. Her halükârda bizler, şeyleri oldukları gibi tanırız, göründükleri gibi değil... Nazarî bilgi de iki türlüdür: Bazen bir şeyi kendimize [gözlerimize] göründüğü şekliyle biliriz (gözlerimin gördüğü şekilde veya kulaklarımın işittiği şekilde). Bir şeyin “göründüğü şekil/hal” ile “olduğu şekil/hal” arasındaki mesafe çok incedir. Bunu, numen ve fenomen arasındaki farkla da açıklayabiliriz; ya da bizim felsefemizdeki adıyla, “olan” (bûd) ve “görünen” (nemûd) kavramlarıyla… İslâm felsefesinde bu fark, “olan” ve “görünen” kavramlarıyla açıklanır. Batı’da ise farklı terimler yaygındır. Tabii ki bizdeki kavramlarla onlardaki kavramların bire bir aynı olduklarını ve aynı şeylere işaret ettiklerini söyleyemeyiz. Örneğin Kant ve diğerleri numen ve fenomen kavramları etrafında birtakım düşünceler serdettiler. Ancak bana kalırsa, bu konudaki en isabetli ıstılahları bizim hakîmlerimiz kullanmışlardır. “Olan” ve “görünen” kavram ve ıstılahları İbn Sînâ ve öncesinden itibaren yaygınlık kazanmış ve felsefe terminolojisine yerleşmişti.

Velhâsıl, “görünen”, “olan”dan farklıdır. “Görünen”, bizim anladığımız ve algıladığımızdır; “olan” ise “bir şeyin olduğu gibi olması”dır. Sonuncu durumda, biz görelim veya görmeyelim, işitelim veya işitmeyelim, o şey olduğu gibidir.

Âlimlerin açıkladığı iki ıstılah daha var ki, burada yeri gelmişken ona da değinmemizi faydalı buluyorum: “İspat” ve “sübût”. Kanımca izleyicilerimizin bu kavramları da bilmesi gerekir. “Olan”, sübût makamıdır; yani bir şeyin olduğu gibi olması… “İspat” ise bir şeyin bizim için sabit olmasıdır. Bizim için ispatlanmış olan şey sabit midir? Zorunlu olarak, hayır… Bir şeyin bizler için sabit olup, gerçekte vuku bulmamış olması mümkündür. Yine bunun tam tersi olarak, bir şeyin bizim için sabit olmaması, ancak gerçekte mevcut olması da mümkündür. İnsanın yanılma payı her zaman vardır. Dış dünyada bir şey mevcuttur; ancak bizim açımızdan o, (olduğundan) başka bir şekilde sabit olmuştur. Bunlar tüm insanlar için mümkündür.

Lârîcânî: Yani bizler sadece “var” gibi mi görünüyoruz? Biraz önce zikrettiğiniz kavramlardaki gibi, “olan” mıyız, yoksa “görünen” mi?       

Dînânî: Bir açıdan evet, bizler “görünen”iz. İrfânî bakışta, tek gerçek varlık, Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın varlığıdır. O’nun varlığının yanında diğer tüm şeylerin varlığı “görünen” olmaktan ibarettir.

Lârîcânî: O halde mahiyetler birer “görünen”ler, öyle değil mi?

Dînânî: Evet, onlar da bu şekilde… Felsefî gelenekte, mahiyetler daima görüntü ve görünen olmakla ilişkilendirilmişlerdir: Burada “olan”, vücûdun yani varlığın kendisiyken, “görünen”, bir şeyin bizler için mahiyet formunda ortaya çıkmasıdır. İnsan, varlığı (vücûdu) itibariyle “olan”dır, ancak o bir taraftan da “düşünen/konuşan hayvan” olarak [yani mahiyetiyle ve] tüm özellikleriyle bizim zihnimizde bir “görünen”dir. İnsanın “olan” (yani vücûdî) yönü hiçbir vasfa ve kalıba gelmez.

Tam da bu noktada size şunu sorayım: Ben”imiz, kendi zihnimize sığar mı, sığmaz mı? Zihnimiz, deyim yerindeyse, bizden (=ben’imizden) bir kokudur sadece. O ben’imizin şuûnundan bir şa’ndır. Bu durumda bütün bu şuûn (varlığımız, vücûdî boyutumuz), tek bir şa’na (zihin) nasıl sığabilir?

Lârîcânî: Zihin, kavramları üretir.

Dînânî: Evet, kavramları ve mahiyetleri üretir. Ancak burada izin verirseniz şu karışıklığın önüne geçelim: Kavram (mefhum) ile mahiyet arasında bir fark vardır. Elbette mahiyetler aynı zamanda kavramdırlar, ancak onlara kavramlardan ayrı olarak başka bir şey daha eklidir. Kısacası şimdilik sadece şunun bilinmesi yeterlidir: Her kavram mahiyet değildir; ancak tüm mahiyetler, aynı zamanda kavramdır. Siz de uygun görürseniz, bu konuya şimdilik girmeyelim. Burada vurguladığım şey, mahiyetlerin birer görünen ve görüntü oldukları, vücûdun ise “olan” olduğudur.

Tûsî’nin tanımına geri dönecek olursak, bilgi (nazar) ile eylem (amel) arasındaki ilişkiyi bu tanım doğrultusunda açıklayalım: Acaba bilginin, eylemde hiçbir etkisi yok mudur? Bilgi, beraberinde eylemeyi de getirir. Burada, “olan”ların ne demek olduğu anlaşılmıştır sanırım. Bunlar, oldukları gibi var olan her şeydir, kısaca. Peki, söz konusu olan “gereklilikler” olduğunda, bunları dış dünyada görmenin mümkün olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır. Onlar, siz yaparsanız vardırlar. Eğer dış dünyada siz yapmadan da var olmuş olsalardı, onları yapmaya gerek kalır mıydı? Sizin de bildiğiniz gibi, bu durum tahsil-i hâsıla sebep olmakta. Yani yapılmış bir şeyi bir daha yapıyorsunuz… “Yapılarak” var olmuş bir şeye tekrar varlık kazandırmak. İşte bu (tahsil-i hâsıl), muhaldir (imkânsızdır). Dolayısıyla “gereklilikler” dile getirilebilir veya onları zihninizde tasarlayabilirsiniz. Burada bir ilzam (zorunlu kılma) söz konusudur. Kendinizi, bir şeyi yapmak ya da yapmamak zorunluluğunda görmeniz… O halde “gereklilikler”in yeri neresidir? Esas itibariyle insan olmasaydı, gereklilik diye bir şey olabilir miydi? El-cevap, hayır. “Yapılmalı-yapılmamalı”lar, aklın alanına girerler. Aklın olduğu her yerde “gereklilikler” [veya yapılması gerekmeyenler] vardır. Bunlar Hakk Tebârek ve Teâlâ’da dahi caridir. O, bir şeyin “olması gerektiği”ne hükmediyorsa, o şey oluverir: “Kun fe-yekûn.[1] Burada “ol” demekle o şeyin“olma”sı arasında hiçbir zamansal fasıla bulunmamaktadır. Yani o şey, bir an dahi beklemeksizin derhal oluverir.

Lârîcânî: Bazıları âyetteki “fe”nin zâid (ek, fazlalık harf) olduğunu söylemişler. Yani anlama hiçbir etkisi bulunmamakta.

Dînânî: Bu fâ-i terettübdür. Yani bir hükmün bir şeye yüklenmesidir. Her hâlükârda burada idrak etmemiz gereken şey, “ol” emri ile “oluş” arasında, saniyenin örneğin milyonda ya da milyarda biri kadar dahi bir fasılanın bulunmuyor olmasıdır. Dolayısıyla “gereklilik”in pek çok derin boyutu bulunmaktadır. Konunun Yüce Allah ile ilgili olan kısmı, şu anki mevzumuzun dışındadır. Yeniden insana dönecek olursak; biz “-malı, -meli” dediğimizde bunun yeri/zarfı nerededir? Eğer akıl olmasaydı, gereklilik kipi diye bir şey olur muydu? Hayır. Aklın olmadığı yerde gereklilik de yoktur.

Lârîcânî: Yani gerekliliği tahakkuk ettiren “olan” mıdır, yoksa bu hükmü akıl mı veriyor?

Dînânî: Gerekliliğe hükmeden, akıldır. Bu sizin aklınızın bir eseridir.

Lârîcânî: Yani “olan”dan da önce, öyle değil mi?

Dînânî: Evet. Çünkü henüz, olmayan bir şeyi “gerekli” buluyorsunuz. “Olan” bir şeyin “gerekli” olduğunu söyleyemeyiz ki… “Olan” bir şeye “olmalı” mı diyeceksiniz? E, zaten var! Biraz önce de söylediğim gibi, bu, tahsil-i hâsıla neden olmakta… Bizler neyi elde etmek isteriz? Henüz gerçekleşmeyeni… Eğer olsaydı, o şeyi istemezdik ki… İstediğimiz şey, henüz olmayan bir şeydir her zaman. Örneğin “Namaz kılmalıyım” dediğinizde, kılınmış namazı mı kılarsınız, yoksa henüz kılmadığınızı mı? Bir fakire yardım ettiğinizde, ona yine kendisinde olan bir şeyi mi verirsiniz, yoksa olmayanı vererek mi yardımcı olaya çalışırsınız? Olanı vermeniz, yardım değildir ki… Sizin yardımınıza ihtiyaç duymasaydı, ona nasıl yardım ederdiniz ki?

Hâsılı, bizim için önemli olan, bu gerekliliğin nereden hâsıl olduğudur. Daha önce de belirttiğim gibi, “gereklilik”in menşei, aklın hükmüdür. Daha ıstılahî bir tabirle, “inşâ”dır. Yani siz inşâ ve halk edersiniz, meydana getirirsiniz. “-malı, -meli”yi siz yaratırsınız. Bu gerekliliği zihinde ve hükümde yaratmanız gerekir. Bu hükmü vermesi gereken, akıldır. “-malı, -meli”ye, yani gerekliliğe hükmettiğiniz an, artık amel de etmeniz gerekir. Eğer gerekliliğin olduğuna hükmeder, ancak o gerekliliği yerine getirmezseniz, samimi değilsiniz demektir. Var olan şey vardır, onu tekrardan oluşturmaya ve yaratmaya ihtiyaç yoktur. Siz onlar üzerinde tesirli olamazsınız. Onlar orada öylece durmaktadırlar ve vardırlar. Eğer “olan”lar üzerinde tesirli olacaksanız bile, bu henüz gerçekleşmemiş bir şey adına olur. Örneğin, bir taşın üzerinde, onun henüz sahip olmadığı bir etkiyi bırakabilirsiniz. Ona ya bir şey eklersiniz ya da ondan bir şey eksiltirsiniz.

Lârîcânî: “De ki: Sizi inşâ eden (yaratan), size kulak, gözler ve gönüller veren O’dur.”[2] âyetinde ilk inşâ (yaratılış) ne idi de, sonrasında, “Allah sizin için kulak, gözler,... kıldı” dendi?

Dînânî: Burada yine ilk yaratılış kastediliyor. Yani Allah’ın bizlere varlık bahşetmesinden… Bizlerin varlığı, Hakk’ın inşâsından başka bir şey değildir. Bu da Hakk’ın “-malı, -meli”sidir. Onun “ol: kun” demesi, bir gereklilik kipidir aslında. “Yekûn” ise, “olan”dır. O “olan”, “-malı, -meli”nin ardından gelmiştir.

Lârîcânî: “Ca‘l” ile “inşâ” arasındaki fark nedir?

Dînânî: “İnşâ”nın daha ince bir anlamı vardır; Hakk’ın yaratması (ca‘l), aynı zamanda bir inşadır da. Fakat her halükârda ca‘l, daha yüce bir mertebeye sahiptir. İnşâ, Hakk’ın “kun”udur; yani iradesi… O’nun iradesi, ilminin zuhurudur. Allah, “istediği” için (var) oluruz. Niçin ister, olmamız gerektiğini “bildiği” için.

Lârîcânî: Dolayısıyla tüm “olan”ların, Hakk’ın meşiyyet (dilemesi) ve iradesi olduğunu söyleyebilir miyiz?

Dînânî: Tabii ki… Her şeyin O’nun meşiyyetinde olduğuna kuşku yoktur. Meşiyyet de istemektir. İstemesi de bilmesidir. Bu bile başlı başına ayrı bir bâb açmakta bu konuya. O’nun istemesi bilmesinden ayrı değildir. Bilmesi de istemesidir. O’nun bildiği şey, maslahatın, hayrın ve doğru olanın ta kendisidir. Bildiği için ister, istediği için o şey olur.

Tekrar Tûsî’nin o güzel tanımına dönecek olursak; nazarî hikmet, eşyâyı olduğu gibi tanımaktır. Eşyâyı olduğu gibi bilen kimse hakîmdir, nazar makamında. Ya amelî hikmet nedir? Eylemleri olması gerektiği gibi yapmaktır; yapılmaması gereken yerde ise yapmamaktır. Yapmanın söz konusu olduğu yerde, illa ki yapılmaması gerekenler de vardır. Dolayısıyla gerekliliğin, mutlak olarak [olumlu anlamdaki] “yapmak” olması gerekmez. Yapmamanın bir anlamı olmasaydı, yapmanın bir anlamı olabilir miydi? Hayır. Dolayısıyla her bir “-malı, -meli”nin yanında –mamalı, -memeli” de vardır. Bir şeyin yapılmasının gerekli olmaması, yapılmamasının yapılmaması gerektiği anlamına gelir (yani x fiil yapılmalıdır, y fiil değil). Yapılması gereken ile yapılmaması gereken, her zaman birbiriyle iç içedir; tıpkı “olmak” ile “olmama”nın birbiriyle iç içe olması gibi… Vücûd ve adem için de söyleyebiliriz bunu… Varlığı bilmeseydiniz yokluğu, yokluğu da bilmeseydiniz varlığı bilmeniz mümkün değildi. Dolayısıyla bunlar birbirleriyle birliktedir.

Amelî hikmet yapılması ve yapılmaması gerekenlerle ilişkilidir. Neleri yapmalıyız, neleri yapmamalıyız? Tüm bunlardan nazar ile amelin de iç içe olması gerektiğini anlıyoruz.

Lârîcânî: Evet, çok güzeldi açıklamalarınız üstad. Dolayısıyla buradan “olan”ların nazarî hikmetle, “olması gereken”lerin ise amelî hikmetle ilişkili olduklarını anlıyoruz.

Tûsî, nazarî hikmeti üç kısma ayırıyor: a) İlâhiyât [Metafizik], b) Tabîiyyât (Fizik), c) Riyâziyât (Matematik).

Aynı şekilde amelî hikmeti de üç grupta incelemiş: a) Ahlâkın tehzibi, b) Tedbîr-i menzil (ev idaresi), c) Siyâset-i müdûn (yönetim/politika).

Bu çerçevede “olan” ile “olması gereken”i tekrar açıklamanızı rica ediyorum.

Dînânî: Çok güzel bir soru. Tûsî ilk olarak kavramları tanımlamış. Nihayetinde o bir hakîm. Hakîmin işi de bir şeyi önce tanımlamak, sonra gruplandırmaktır. Bizler ne yazık ki günümüzdeki bazı kitaplarda, tanımdan önce sınıflandırmanın yapıldığını görüyoruz. Tanımlama olmaksızın yapılan bir sınıflandırma sonuçsuz bir yöntemdir. Henüz mahiyetini bilmediğimiz bir şeyin, sınıflandırmasıyla karşılaşmak bize ne verebilir ki? Oysa Tûsî gibi büyük bir hakîm, size önce açıklayacağı şeyin tanımını sunuyor, bu adımdan sonra onu kısımlara ayırıyor. Elbette onun mezkûr iki tanım için yaptığı bu sınıflandırmaların her bir dalı, kendi içinde apayrı kısımlara bölünür.

Nazarî hikmette yapılan sınıflandırma, neye göre yapılmış? Bakınız, eğer şeyleri, onların tabiatını esas alarak, âlemde oldukları gibi tanımak istiyorsanız, doğa bilimleriyle meşgul olursunuz. Örneğin, suyun, taşın tabiatını tanımayı amaçlıyorsunuzdur. Elbette bunların da kendi içinde birtakım dalları mevcut ki, bunlara daha sonra değiniriz. Bazen şeyleri, miktar ve ölçüleriyle tanımak veya incelemek istersiniz. Bu âlemde miktarı ve ölçüsü olmayan bir şey var mıdır? Yoktur: “Muhakkak ki Biz, her şeyi bir kader (ölçü) ile yarattık.[3] Kısacası burada, ölçüleri nazara alırsınız. Bunlar ya sayı ya da geometrik şekillerdir. Felsefede de kemm-i muttasıl (sürekli nicelik) ve kemm-i munfasıl (süreksiz nicelik) olarak isimlendirilmişlerdir. Sürekli nicelikler, geometrik ölçülerdir. Yani gerçekte âlemdeki ölçüleri ya da başka bir ifadeyle, “eşyânın ölçülerini” tanımayı amaçlamışsınızdır. Bu, matematiktir. Bazen şeylerin sayısını bilmek istersiniz; bu, kemm-i munfasıldır (süreksiz nicelik). Bazen de şeylerin şeklini, enini, yüksekliğini ve hacmini bilmek istersiniz. Bunun için aritmetik ve geometriye mesai harcarsınız. Yani şeyleri bir şekil ve ölçü içinde tanımaya çalışırsınız. Kısacası riyâziyât, eşyânın ölçüsünü ve miktarını bilmektir; ister sürekli (muttasıl) ister süreksiz (munfasıl), ister matematiksel ister geometrik olsun, fark etmez. Bunların hepsi riyâziyâtı teşkil eder. Ancak tabîiyyât (doğa bilimleri), riyâziyâttan farklıdır: Bazen eşyânın doğasını incelersiniz, bazen de ölçüsünü…

Burada izin verirseniz, şu hususa bir değinmek isterim: Günümüz modern bilimlerinde bu iki alanın - birbirine karıştığını söylemek istemiyorum ama - birbirlerine bir hayli yaklaştıklarını görebilirsiniz. Günümüzde eşyânın tabiatını tanımanın, daha çok o şeyin ölçülerini tanımakla eşdeğer olduğu gibi bir kanı hâkimdir. Modern bilimin şimdilerde çok revaçta olan bir sözü var: “Matematik doğanın dilidir.” Yani kısaca, “Biz şeylerin ölçüsünü tanımadıkça, onun doğasını da bilemeyiz” demek istiyorlar. Günümüz bilimlerinin neredeyse tamamı, matematiğin ekseninde dönmektedir. Eğer bilimlerden matematiği çekip alırsanız, onlarda artık faaliyet namına bir şey kalmaz. Evet, eşyâyı tanımak istiyorlar; ancak bunu ölçerek yapmak istiyorlar. Örneğin insanın ateşinin yükselmesi, onun için doğal bir durum olup; insan tabiatının iktizaatındandır. Ancak bir doktora gittiğinizde, onun bu doğal duruma karşı yaklaşımı nasıl olur? Onu muhakkak nicel bir şekilde ifade etmeye çalışır ve termometre gibi bir alet yardımıyla “sayıların ve ölçülerin” diline/alanına indirger. Bunun bir bilgi ya da teşhis olmadığını söylemek istemiyorum. Sözlerimin başında da belirttiğim gibi, söylemek istediğim sadece doğa bilimleriyle matematiğin günümüzde iç içe geçtiğidir. Bu, önceki çağlarda da dillendiriliyordu, fakat günümüzde bu birliktelik, eskiye nazaran daha çok göze çarpmaktadır.

Lârîcânî: Bunlar gerçekten de birbirinden ayırt edilemez mi?

Dînânî: Pratikte çok zor. Gerçekte bunlar iki ayrı şeydirler. Doğa, ölçü değildir ve ölçüye de indirgenemez. Doğanın bir ölçüsü vardır; bu da sizin onu belli bir ölçüye kadar tanımanızı sağlar, bu doğru. Ancak size onu tüm yönleriyle tanıtmaz. Çünkü o, ölçünün dışında bir şeydir. Bakınız, geçmişteki âlimlerimiz bu konulara ne kadar da dikkat etmişler… Doğa belli oranlarda ölçüye indirgense de, buradan yola çıkarak onun tamamıyla ölçüden ibaret olduğu söylenemez. Burada zorunlu olarak sadece “Doğanın bir ölçüsü vardır” demeliyiz. Dolayısıyla doğa hakkında, onun ölçüden başka bir şey olmadığı söylenemez. Eğer bu şekilde düşünülürse evreni matematiğe sığdırdık demektir.

Lârîcânî: “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın. Ancak onu belirlenmiş bir miktar olarak indiririz[4] âyetinde, “olan” ile “olması gereken” birbirinden nasıl ayırt edilmeli?

Dînânî: Biraz önceki açıklamalarım, bu âyetin bir açıklaması olarak da alınabilir. Âyetteki “hu” zamiri neye dönüyor? “Kader” yani belli bir ölçü ile indirilen şeye. Bir ölçüyle indirilen şey nedir? Bir gerçeklik… Peki, o gerçekliğin kendisi de bir ölçü değil midir? Yani bizler, o şeyi bir ölçüyle indiriyor, ona bir ölçü kazandırıyoruz. Bu durumda o şey başlı başına “ölçü”nin kendisi midir, yoksa sonradan mı kendisine bir ölçü verilmiştir? Sonradan bir ölçü verilmiştir. Dolayısıyla bu iki şey birbirinden ayrı durumları ifade eder. Bu âyetin bağlamı da benim biraz önce anlattıklarımı destekleyip teyit ediyor.

Buraya kadar anlattıklarımızdan, riyâziyyâtın, eşyânın ölçüleri tabîiyyâtın ise eşyânın ölçülerde ortaya çıkan doğası olduğu anlaşılmaktadır. Biraz önce de bu âlemdeki her şeyin bir ölçüsünün olduğunu söylemiştik. Evet, böyle… Çünkü bu ölçüler olmasaydı, şeyleri tanıyamazdık. Eşyâ kaderde (ölçüde) zâhir olmaktadır. Dolayısıyla her ne kadar birlikte ve iç içe ilerlerseler de tabîiyyât, riyâziyâttan farklıdır. Bunların her ikisinin de birbirinin yerini tuttuğunu düşünmek veya bunları birbirlerine eşitlemek olanaksızdır. Kadim düşünürler, bunları bu şekilde taksim ettiler ve günümüz bilim insanlarının da bunları bu şekilde kabul etmeleri gerekir.

Lârîcânî: Bu, Kur’ân’ın âyetlerine de mutabık bir taksimdir.

Dînânî: Ve ayrıca hikmete dayalıdır. Bunların günümüzde her ne kadar birlikte ilerlediği söylense de, bizim her halükârda bunların birbirlerinden iki farklı alan olduklarını kabul etmemiz gerekir.

Geldik bu sınıflandırmanın bir diğer kolu olan ilâhiyâta: İlâhiyât, varlıkların incelenmesi demek olup, bunun zorunlu olarak doğa olması da gerekmez. Bunlar aynı zamanda zorunlu olarak bir ölçüye sahip olmaları gerekmeyen varlıklardır. Onlar metre ile ölçülemez; hatta ortada artık doğa diye bir şey yoktur. Bir şey vardır ki bu ne sıcak ne de soğuktur… Ne eni vardır ne de yüksekliği; lakin mevcuttur. İlâhiyatın köken olarak “Allah” lafzı ile ilişkili olduğu doğrudur; ancak burada biraz daha genellenmiş, varlığı ve varlıkları da içine almıştır. Bunun kâmil mısdağı bizatihi Allah Tebârek ve Teâlâ’dır. Allah vardır, evet. Peki, O’nun eni ve yüksekliği var mıdır? Bir ölçüsü var mıdır ve matematiğe konu edilebilir mi? Doğada olmanın hükümlerine mi tabidir? Yani sıcağı, soğuğu, kütlesi, ağırlığı ve hacmi mi vardır? Hayır. O ne tabîiyyâta sığar ne de riyâziyâta… Ancak vardır. Buraya kadar söylediklerim, Allah’ın ilâhiyât ilmindeki yerine dairdi. Şimdi bir mertebe aşağıya inelim: Hepimiz akıl sahibiyiz, öyle değil mi? Aklı cetvel ve metre gibi araçlarla ölçmek mümkün mü? Aklı neyle ölçebilirsiniz ki? Bazıları mantık biliminin, aklı ölçümlemenin bir aracı olduğunu söyler. Ama bu, mecazî bir ifadedir; yoksa mantık bilimi bir ölçümleme cihazı değildir. Elbette mantık biliminin kendisi de aklın bir tezahürüdür. Akıl, riyâziyâttaki ölçülerle, geometrik şekillerle (neticede o ne bir karedir ne de bir üçgen vd.) ya da tabîiyâttaki renk, ısı, ışık, hacim ve kütle gibi maddeye özgü kıstaslarla ölçülemez. Akıl bunları anlar, kurar, ancak onların ölçüleriyle ölçümlenmez. O bunların hiçbiriyle ölçülememesine rağmen yine de vardır, öyle değil mi? Sırf maddenin özelliklerini taşımıyor diye onu yok addetmek cehaletten başka bir şey değildir. Akıl, matematiksel ölçülerle ifade edilememesine rağmen matematiği anlar, maddenin özelliklerine sahip olmamasına rağmen doğa bilimlerini de… Hatta o bunların hepsi üzerinde egemendir. Eğer akıl her iki alanın da niteliklerini taşımıyorsa, bu durumda ona nerede yer vermek (onu hangi alanda incelemek) gerekir? İlâhiyâtta. O halde ilâhiyâtın tanımı nedir? Matematiksel ve tabiî bilimlerin sıfatlarını haiz olmayan, ancak mevcut olan varlıkları inceleyen ilimdir. Buna bizim “mücerredât” (soyut varlıklar) olarak zikrettiğimiz her şey dahildir.

Lârîcânî: Üstad ben yine bu “gereklilik” konusuna dönmek istiyorum; ama sorum bu kez akıl için: Akıl, matematiksel ve tabiî nitelikleri olmadığı için mi vardır, yoksa var olduğu için mi vardır?

Dînânî: Akıl, var olduğu için vardır. Var olduğu için ilâhiyâta konu oldu. Çünkü aslolan varlıktır, var olmaktır. Bakınız, varlık matematikten ya da doğa bilimlerinden çıkarsanmaz. Tam aksine, bu ikisi varlığın kendisine dayalıdır. Örneğin bir şey var olduğu için mi matematikseldir, yoksa matematiksel olduğu için mi vardır? Var olduğu için matematikseldir. Dolayısıyla aslolan vücûddur. Siz burada öyle bir soru sordunuz ki, burada benim adeta vücûdun asıl oluşu (asâletu’l-vücûd) nazariyesini baştan sona açıklamam gerekecek neredeyse… Şeyler var oldukları için ilâhîdirler ve ilâhiyâta konu olurlar; ya da var oldukları için matematiksel ya da tabiîdirler ve bu bilimlerin araştırma konusu olurlar. Vücûdun asıl oluşu nazariyesi, işte bu basitlikte anlatılabilir niteliktedir. Kimileri bunu çok döndürür dolaştırır, ama emin olunuz ki, belki de o, şu söylemiş olduğum birkaç cümleyle bile özetlenecek basitliktedir.

Lârîcânî: Aynı zamanda bu, Allah’ın varlığını en güzel şekilde ispatlayan nazariyedir. Çünkü O – ilkin ve her şeyden önce – vardır.

Dînânî: Evet, varların varıdır. Saf vücûddur. Bizatihi Varlık’tır.

Dolayısıyla ilâhiyâtın konusu, belli bir ölçüsü olmayan, tabiî varlıkların özelliklerini taşımayan, ancak mevcut olan şeylerdir.

O halde size şunu sorayım: Riyâziyâtın, tabîiyâtın ve ilâhiyâtın kapsamı dışında kalabilen bir varlık var mı? Hayır. Tüm varlık bu üç şubede kendilerine yer bulur. Ne kadar da güzel bir sınıflandırma…

Burada şunu da hatırlatmak istiyorum: Zaman zaman hakîmlerimiz arasında bu üç alandan biri diğerlerinden daha fazla ön plana çıkmış olabilir. Ancak günümüzde daha çok tabîiyyât ve riyâziyâta ağırlık verilmektedir. Hatta kanımca matematiğe biraz daha fazla… Günümüzde her alanda ilk sözü matematik söylemektedir. Burada artık ilâhiyâta bir ilgi gösterilmediğini kastetmiyorum. Sonuçta ilâhiyat üzerinde düşünen ve araştırmalarını daha çok bu alanda yoğunlaştıran nice kimseler vardı düşünce tarihinde ve var olmaya da devam etmektedirler. Burada sadece baskın ve hâkim olan anlayıştan söz ediyorum. Hâkim anlayış, günümüzde daha çok tabîiyyât ve riyâziyâtı öncelemiştir. İlâhiyata ilgi biraz daha azdır. Ama tabii ki hiç ilgi yok demiyoruz. Kendisinden söz ettiğimiz Tûsî, müteellih bir hakîmdir. Keza İbn Sînâ da böyleydi. Bu yüce şahsiyetlerin en çok önemsedikleri ve üzerinde en çok durdukları şey, ilâhiyâttı. Bununla birlikte onların hiçbiri riyâziyât ve tabîiyyâttan gafil değildi. Bu iki büyük düşünürün eserlerine müracaat ettiğinizde, sözünü ettiğim gerçekliğe tanıklık etmiş olacaksınız. Tûsî kendi döneminin en büyük matematikçisiydi ve henüz dahi, onun ismi dünyanın en büyük matematikçileri arasında geçmektedir. Keza astronomi alanındaki hizmetlerinden de ilk derslerimizde söz etmiştik. Elbette kendi döneminde bu kadarını yapabildi; eğer şimdi yaşasaydı, muhakkak bu çalışmalarının kapsamını daha da genişletir ve farklı boyutlara taşırdı. O dönemlerin imkânlarıyla kurdurmuş olduğu rasathane, bunun en büyük kanıtıdır. Tûsî tüm alanlarda yetkinleşmiş olsa da, asıl sözünü ilâhiyâtta söylemiştir. Kezâ İbn Sînâ’nın da tüm o çok yönlülüğünün yanında – ki aynı zamanda tabipti de biliyorsunuz – en büyük himmeti ve en derin sözleri yine ilâhiyât sahasındaydı. Onun ilâhiyâtta yaptığı araştırmalar ve incelemeler günümüzde hangi insana nasip olabilmiş ki? Bunu yapabilecek birilerini görebiliyor muyuz etrafımızda?

Lârîcânî: İşte ben de bunu söylemek istiyordum üstad. Tûsî’nin kendisi başlı başına bir ölçü olduğu için, o her şeyi bir ölçüye koymuştu. Yani Tûsî aynı zamanda bizler için çok kıymetli bir terazidir. Onun bu yetkinliğini siyasî ve toplumsal konularda dahi görüyoruz. Böylesi bir ölçü ve terazi olmak, amelî hikmet sahasında, siyasette ve toplumsal meselelerde de ortaya bir ölçü koymayı iktiza eder. Bir kimse düşünün ki, Moğollar gibi zalim ve vahşi bir topluluğun içinde yaşasın, ama bir yandan da böylesi bir ortamda ilmî faaliyetlerin zirvesini teşkil etsin… Bir de meseleyi bu açıdan görmek lazım.

Dînânî: Evet, kesinlikle katılıyorum. Zaten yapmış olduğu bu sınıflandırmanın her iki kolunda da (nazarî hikmet ve amelî hikmet) nice seçkin ve çağlar üstü eserler kaleme almıştır.

Lârîcânî: Bu sınıflandırmanın ikinci kolunu, yani amelî hikmeti bir sonraki derste ele alalım inşallah. Gerçekten de bu programda zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorum. Maalesef yine bize ayrılan sürenin sonuna gelmiş bulunuyoruz.

Bugünkü konumuz da gerçekten çok öğretici, latif ve güzeldi. Bu kıymetli büyüklerimizin, zamanlarının mühendisleri olduğunu da itiraf etmemiz gerekir. Sizin de belirttiğiniz gibi, günümüzde imkânlar ve materyaller fazlasıyla mevcut; ancak ne yazık ki bir organizasyon yeteneği veya bunları yerli yerinde kullanıp geliştirme becerisi yok. O yüzden bu büyüklerimize, başardıkları bunca şey karşısında bir kez daha hayran kalıyoruz. Bana kalırsa Tûsî’nin “olan” yönü, “olması gerektiği” şeyden çok daha üstün. Allah bizlere bu kıymetli şahsiyetlerini kadr ü kıymetlerini bilmeyi nasip etsin. Bizim daima felsefe, hikmet ve irfânâ ayrı bir özen göstermemiz gerekiyor. Ne mutlu ki, Tûsî’yi andığımız özel bir gün de mevcut… Ona ithaf edilen… İnşallah bu anma günleri, onları iftiharlarla dolu tarihimizin en büyük sermayeleri olarak bilmemize, günümüze taşımamıza ve hatta tüm dünyaya yeniden tanıtmamıza yardımcı olur.

Bir sonraki programımızda tekrar görüşmek dileğiyle saygıdeğer üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

https://philosophyar.net/marefat/22-february-2013/

 

 

 



[1] Yâ-Sîn Sûresi, 82. âyet

[2][2] Mülk Sûresi, 23. âyet

[3] Kamer Sûresi, 49. âyet

[4] Hicr Sûresi, 21. âyet