Yerleşimci-sömürgeci bir rejim olarak İsrail

Yerleşimci-sömürgeci bir rejim olarak İsrail
İsrail Gazze'yi yerle bir edip on binlerce insanı öldürürken, dünyanın dört bir yanında on milyonlarca insan bunu protesto ediyor ve bu direniş büyüyecek. İsrail Gazze savaşını kazanacağını düşünüyor olabilir ama savaşı aslında kaybediyor. Filistinliler şu anda yeni bir dünya düzeni için verilen çok daha büyük bir mücadelenin ön cephesinde yer alıyor ve Filistin sorunu da çözümünü bu bağlamda bulacak.

 

 

 

Anti-Imperialist Network

 

 

Torkil Lauesen

 

 

İsrail yerleşimci-sömürgeci bir rejimdir. Yerleşimci-sömürgecilik, İsrail'in küresel konumunu ve Filistinlilere olan acımasız muamelesini anlamak için kilit bir kavram. Yerleşimci devlet kavramını ve bunun sonuçlarını incelemek, yerleşimci-sömürgeciliğin daha geniş tarihini araştırmayı gerektiriyor. Yerleşimci rejim nedir, sonuçları nelerdir; yerleşimci-sömürgeciliğin geniş tarihi neleri kapsar?

 

Yerleşimci-sömürgeciliğin tarihi

 

Avrupalıların göçü ve Avrupalıların yerleşmesi için Avrupa dışında bir rejim kurulması kavramı yalnızca Siyonist düşüncenin uzantısı değildir. Daha ziyade, Avrupa'da 18-19-20. yüzyılın başlarında gözlemlenen daha geniş bir eğilim söz konusu. Yerleşimci-sömürgeler, sömürgeci gücün yararına değer çıkarmayı amaçlayan sömürgelerden ayrılır. Yerleşimcilerin kendi gündemleri vardı; eski anavatana herhangi bir şeyi geri döndürmek için değil, kendi çıkarlarının peşinden giden yerleşimcilerdi. Marx bunlardan, toprağın kamulaştırılmasını ve orijinal nüfusun yok edilmesini ya da sürülmesini içeren "düpedüz koloniler" olarak bahsetmiştir.

 

On dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarında yaklaşık 70 milyon kişi Avrupa'dan göç etti. Bu rakam, 1900 yılında Avrupa'da yaklaşık 400 milyon insanın yaşadığı düşünüldüğünde, nüfusun yüzde 17'sini oluşturuyordu. Göç edenlerin 36 milyonu ABD'ye, 6,6 milyonu Kanada'ya, 5,7 milyonu Arjantin'e, 5,6 milyonu Brezilya'ya ve daha az sayıda kişi de Avustralya, Yeni Zelanda, Rodezya, Güney Afrika, Kenya, Cezayir ve Filistin'e gitti. İlginç olansa bugün eski yerleşimci kolonilerindeki Avrupalı soyundan gelenlerin nüfusu Avrupa'nın kendi nüfusunu aşıyor.

 

Göç, yedek işgücü fazlasını azaltarak sosyal gerilimleri hafifletmek için bir emniyet sibobu görevi gördü. Güney Afrika'nın sömürgeleştirilmesinde önemli bir figür olan Cecil Rhodes, 1895 yılında şöyle diyordu:

 

''Dün Londra'nın işçi sınıfının yoğun olduğu Doğu Yakası'ndaydım, işsizlerin bir araya geldiği bir toplantıya gitmiştim. Sadece ‘Ekmek! Ekmek!’ diye bağırıyorlardı, ekmek çığlıklarından ibaret anlamsız konuşmalarını dinledim. Sonra eve giderken düşündüm, toplantıyı, vaziyeti... Emperyalizmin gerekliliğine daha bir ikna oldum. Benim favori düşüncemdir bu, sosyal soruna bir çözümdür. Birleşik Krallık'ın 40 milyon sakinini kanlı bir iç savaştan kurtarmak için, biz sömürgeci devlet adamları, fazla nüfusu yerleştirmek, fabrikalarda ve madenlerde üretilen mallara yeni pazarlar sağlamak için yeni topraklar edinmeliyiz. Her zaman söylediğim gibi, İmparatorluk bir ekmek ve tereyağı meselesidir; temelde hayatta kalmakla ilgilidir. İç savaş huzursuzluğunu istemiyor musun? O zaman emperyalist olacaksın.''

 

Kolonilerde, yoksul Avrupalı işçiler ve köylüler yerleşimcilere dönüştü. Kolonyal rejimler, yerli nüfusu mülksüzleştirerek onları sömürüyor, bu düzen doğrultusunda yol katediyorlardı.

 

Yerleşimci koloniler iki farklı tipte kategorize edilebilir: Kuzey Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda'da olduğu gibi yerli halkların büyük ölçüde topraklarından sürüldüğü koloniler ve Güney Afrika, Rodezya ve Cezayir'de görüldüğü gibi yerli halkların plantasyonlarda ve madenlerde işgücü olarak sömürüldüğü koloniler. Yerlerinden edilmenin yanı sıra, yerel topluluklar tarım ve maden işlerinde çalışmaya zorlandı. Apartheid sistemi Avrupalı yerleşimcileri yerli halktan daha da ayırdı. Aynı topraklarda bir arada yaşayan bu iki grup arasındaki yaşam koşullarındaki keskin zıtlık, yoğun çatışmaları körükledi. 1960'larda Cezayir'deki özgürlük mücadelesi bir milyon insanın hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı.

 

Yerleşimci-sömürgeci bir rejim olarak Amerika Birleşik Devletleri

 

Kolonilerdeki ilk sömürgeci dalgası, daha sonra yerlerinden edilen yerli nüfustan izin almaksızın, çoğunlukla toprak arayışındaydı. Kuzey Amerika bunun önemli bir örneğini teşkil etmektedir. Kolonileşmenin başlangıcında Kuzey Amerika'da yaklaşık 10 milyon yerli halk vardı, ancak 1900'e gelindiğinde, çoğunluğu rezervasyonlarla sınırlı olmak üzere üç 300 binden az yerli halk kalmıştı. Yerli halk topraklarından, kaynaklarından ve kültürlerinden savaşmadan vazgeçmedi, ancak şiddet yoluyla bastırıldı. Avrupalı yerleşimciler onları yok edilmesi gereken zararlılar olarak görüyordu.

 

Kovma ve ortadan kaldırmayı içeren "kökünü kazıma" fikri, bir nüfusu tamamen yok etmeyi amaçladığı için yerleşimci-sömürgecilikle bağlantılıydı. 1700'lerin başlarında sömürge yetkilileri, yerli toplulukların acımasızca bastırılmasını en üst düzeye çıkarmak amacıyla, Amerikan yerlilerinin kafa derileri için cinsiyet ve yaş gibi faktörlere göre değişen önemli ödüller teklif etti. Bu acımasız uygulama Marx tarafından Kapital'de ayrıntılı olarak anlatıldı:

 

"...meclislerinin kararlarıyla her Kızılderili kafa derisi ve yakalanan her Kızılderili için 40 sterlin prim belirlendi; 1720'de her kafa derisi için 100 sterlin prim belirlendi; 1744'te, Massachusetts Bay'in belirli bir kabileyi asi ilan etmesinden sonra, şu fiyatlar belirlendi: 12 yaş ve üzeri bir erkek kafa derisi için 100 sterlin (yeni para birimi), bir erkek esir için 105 sterlin, kadın ve çocuk esirler için 50 sterlin, kadın ve çocuk kafa derileri için 50 sterlin."

 

Beyaz Amerika'nın popüler romanlar ve Hollywood filmleri aracılığıyla kafa derisi yüzmeyi sözde yerli bir uygulamaya dönüştürmesi ise şaşırtıcı, zira ilk kafa derisi yüzenler yerleşimcilerdi.

 

Sömürgecilik hukuku biyolojik savaşa da yöneldi. Tarihçi David Dixon'a göre, Kızılderililere çiçek hastalığı bulaştırmak kasıtlı bir İngiliz politikasıydı. Politika, Kızılderililere iyi niyet göstergesi olarak battaniyeler, ipek şallar ve ketenler verilerek yapıldı. Hediyelerle yerlilere çiçek hastalığı bulaştırıldı. Yerli halkın maruz kaldığı soykırım bir kaza değil, Avrupalı yerleşimciler ve onların siyasi temsilcilerinin kasıtlı eylemiydi. Eğer bu halklar topraklarını gönüllü olarak teslim etmezlerse, o zaman geriye tek alternatif kalıyordu: Savaş. 1790'da Savaş Bakanı Henry Knox, ABD ordusuna topraklarını teslim etme taleplerini reddeden Amerikan yerlilerinin Ohio'daki bir toplantısını "mümkünse tamamen yok etme" emri verdi.  Başkan Jefferson, 1807'de yerli direnişiyle ilgili bir mektupta şunları kaydetti: "Eğer herhangi bir kabileye karşı baltayı kaldırmak zorunda kalırsak, o kabile yok edilene ya da Mississippi'nin ötesine sürülene kadar baltayı asla bırakmayacağız... Ve eğer bazılarımızı öldürürlerse, hepsini yok edeceğiz." Siyasi emirleri uygulayanlar da aynı tutumu paylaşıyordu. En meşhuru General Philip Henry Sheridan'ın "gördüğüm tek iyi Kızılderililer ölülerdi" şeklindeki ifadesidir. Amerikan başkanı (1901-9) Theodore Roosevelt (1858-1919) "Batı'nın Ele Geçirilmesi'' adlı kitabında yerleşimci sömürgeciliğe ilişkin aynı yok edici görüşleri dile getirmiştir:

 

 "Tüm savaşlar arasında en doğru olanı vahşilerle yapılan savaştır. En korkunç ve en insanlık dışı olanıdır aynı zamanda. Vahşileri topraklarından süren kaba, vahşi yerleşimci, tüm uygarlığı kendisine borçlu bırakır. Amerikalı ve Kızılderili, Boer ve Zulu, Kazak ve Tatar, Yeni Zelandalı ve Maori… Her durumda galip gelen, yaptıklarının çoğu korkunç olsa da, güçlü bir halkın gelecekteki büyüklüğü için derin temeller atmıştır.''

 

Bu tutum aynı zamanda ABD Anayasası'nın ünlü "İkinci Değişiklik" maddesine de yansımıştır:

 

"İyi hazırlıklı Milis, özgür bir Eyaletin güvenliği için gerekli olduğundan, halkın silah bulundurma ve taşıma hakkı ihlal edilmeyecektir."

 

Yerli topraklarına tecavüz eden yerleşimci dalgaları Amerika Birleşik Devletleri boyunca ilerledikçe, İkinci Değişiklik bu yerleşimcilerin silahlanmasının gerekliliğinin bir kanıtı olarak ortaya çıktı. Bu sadece silah taşıma hakkıyla ilgili değildi; temelde, devletin bütünlüğünü korumak ve güvenliği sağlamak için hayati bir bileşen olan silah taşıma yükümlülüğüyle ilgiliydi. Beyaz yerleşimciler tarafından toprakların zorla ele geçirilmesi, ABD Anayasası'nın İkinci Değişikliği kapsamında bireysel bir hak olarak çerçevelendirildi.

 

Yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre, Amerikan vatandaşları yaklaşık 393 milyon ateşli silaha sahiptir ve bu rakam dünya genelindeki sivillere ait silahların yaklaşık yüzde 46'sını oluşturmaktadır. Şaşırtıcı bir şekilde, nüfusun sadece üçte biri bu ateşli silahlara sahiptir ve sahip başına ortalama sekiz silah düşmektedir. Silah sahiplerinin çoğunluğu, atalarının izini ülkenin ilk yerleşimcilerine kadar sürebilen beyaz erkeklerden oluşuyor. Haklar Bildirgesi'nde belirtildiği gibi silah taşıma "özgürlüğüne" yapılan bu vurgu, ABD'nin köklü yerleşimci-sömürgeci kültürünü vurgulamakta ve bugün bile kutsal bir hak olarak görülmeye devam etmektedir. Ülkedeki silahların ve silah şiddetinin yaygınlığı bu tarihsel mirasın doğrudan bir sonucu olarak görülebilir.

 

Benzer özellikler İsrail'de de görülmektedir. Batı Şeria'da ikamet eden yerleşimciler, Filistinlileri topraklarından zorla çıkaran silahlı milis güçleri kurmuştur. Netanyahu 29.1.2024 tarihinde yapılan kabine toplantısında hükümetin İsrailli sivillere ve kurtarma ekiplerine silah ruhsatı verme sürecini hızlandırdığını açıkladı. Buna ek olarak, İsrail polisinin geçerli ruhsatı olan kişileri ateşli silah taşımaya teşvik etmesiyle yerleşkeleri güçlendirmek için önlemler alınmaktadır.

 

İsrail yerleşimci rejimi

 

Yerleşimci sömürgeciliğin tarihi İsrail'deki Siyonist projeyle nasıl ilişkilidir? Siyonizmin kurucusu Avusturyalı Theodor Herzl (1860-1904), o dönemde Avrupa'daki sömürgecilik düşüncesine uygun olarak, Filistin'de bir yerleşimci devlet kurulmasını Yahudilere yapılan zulme çözüm olarak gördü. Daha sonra Dünya Siyonist Örgütü'nün başkanı ve İsrail'in ilk cumhurbaşkanı olacak olan Chaim Weizmann, Mart 1912'de Berlin'de bir dinleyiciye şunları söyleyecekti:

 

"Her ülke, midesinde bozukluk istemiyorsa ancak sınırlı sayıda Yahudi'yi kabul edebilir. Almanya'da zaten çok fazla Yahudi var."

 

1930'lardan önce Siyonizm Avrupalı Yahudiler arasında fazla destek görmüyordu. Ancak 1930'lara kadar Avrupa'da -sadece Almanya'da değil- yoğunlaşan antisemitizm, Yahudiler arasındaki tutumu yavaş yavaş değiştirdi. Siyonist yerleşimci projesi İkinci Dünya Savaşı öncesinde devletlerin desteğine de sahip değildi. Filistin bir İngiliz sömürgesiydi; Siyonist yerleşime karşı değillerdi ama Filistin'in bir Siyonist devlet olması fikrine karşıydılar. İkinci Dünya Savaşı, Holokost ve pek çok Avrupalının vicdan azabının İsrail devletinin kurulmasına desteğe dönüşmesiyle durumu değiştirdi. İlk zorla sürgün dalgası 1948'de Nakba - Arapça'da "felaket" - olarak adlandırıldı ve bir milyondan fazla Filistinli yerinden edildi. Bunu Filistinlilerin sürekli olarak topraklarından sürülmesi takip etmiştir. Gazze'deki mevcut savaş, yerleşimci-devlet mantığına içkin olan imhacılıkla uyumludur.

 

ABD ve İsrail ilişkisi

 

ABD, gelişmekte olan ABD yeni-sömürgeciliğinin çıkarlarını korumak için Ortadoğu'da müttefik bir klonun potansiyelini gördü. Avrupa'daki antisemitizm sorununu Filistin'e göç ederek çözmeyi ve Siyonist projeye katılmayı seçen Yahudiler, Ortadoğu'da ABD emperyalizminin bir parçası haline geldiler.  Bir anakronizm olan İsrail, dünyanın geri kalanında dekolonizasyonun gündemde olduğu bir dönemde, Avrupa'nın son yerleşimci-sömürgeci projesi haline geldi.

 

İsrail Devleti, kendi çıkarları olan farklı bir yerleşimci-sömürge projesidir ve aynı zamanda ABD emperyalizmi için belirli bir amaca hizmet etmektedir. Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl, daha 1896'da Yahudi Devleti'nde Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bu rolü oynadığını yazıyordu:

 

‘’Filistin'de Avrupa'nın Asya'ya karşı duvarının bir bölümü olacağız, barbarlığa karşı medeniyetin ileri karakolu olarak hizmet edeceğiz.’’

 

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bu düşünce biçimi, Batı'nın Mısır'daki Nasır gibi bölgede komünizmden ilham alan bir milliyetçiliğe karşı mücadele ettiği bir hikâyeye dönüştü ve ardından "Arap/Müslüman uluslararası terörizmi" ile mücadele eden Batılı "Yahudi-Hıristiyan" kültürü oldu. Bugün ise engellenmesi gereken "barbar" etki Rusya ve Çin'dir. Bu nedenle Filistin için verilen mücadelenin önemi, küçük coğrafi alanının ve sınırlı ekonomik öneminin ötesine uzanmaktadır.

 

İsrail, Orta Doğu kara parçasında yer alan bir ‘’ABD savaş gemisi’’ olarak hizmet vermektedir. Bölgedeki geniş petrol kaynakları üzerindeki ABD çıkarlarını güvence altına almaktadır. Ucuz petrol, kapitalizmin savaş sonrası gelişimini besleyen enerji kaynağıydı. Ayrıca Orta Doğu, Asya ve Avrupa arasındaki geçit olarak jeopolitik bir öneme sahiptir. Geçtiğimiz on yıllarda Asya ‘’dünyanın fabrikası’’ haline gelirken, Orta Doğu ABD hegemonyasını güvence altına almak için daimi bir savaş alanına dönüştürüldü. Bölgenin jeopolitik kontrolünün önemi, 2021 yılında bir konteyner gemisinin karaya oturmasıyla Süveyş Kanalı'nın altı gün boyunca kapatılmasıyla ortaya çıktı. Bir başka örnek de Filistin mücadelesiyle dayanışma amacıyla Kızıldeniz'de İsrail'e yük taşıyan gemilere yönelik Ensarullah saldırılarının etkisidir. Küresel ticaretin sadece kısa bir süreliğine sekteye uğraması, Asya'dan sanayi mallarının tedariki açısından büyük sonuçlar doğurmuştur.

 

Filistin etrafındaki çatışmanın bu kadar yoğun olmasının ve bu kadar uzun sürmesinin nedeni budur. Mesele sadece bir Filistin devletinin kurulması değildir. Dünyanın en önemli jeopolitik konumlarından birine, Asya, Afrika ve Avrupa arasındaki eksene bir kale olarak yerleştirilen İsrail yerleşimci devletinin varlığıyla ilgilidir. Ancak bundan çok daha fazlasıdır. İsrail'in sömürgecilik projesinin tasfiyesi, Avrupalı yerleşimci-sömürgeciliğin "medenileştirici" bir proje olarak tarihsel meşruiyetini de tasfiye edebilir. Bu sadece İsrail'in ideolojisi değil, aynı zamanda Avrupa'nın kendi algısıdır ve bir ideoloji olarak yerleşimci-sömürgecilik hâlâ ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda'daki zihniyetin bir parçasıdır.

 

Mevcut küresel sınıf mücadelesinde Filistin kurtuluş mücadelesi, Küresel Güney proletaryasının tarihin ağırlığını tersine çevirme çabasını temsil etmektedir. Bu mücadelenin başarısı, ABD liderliğindeki emperyalizm ile Küresel Güney arasındaki güç dengesinin değişmesine bağlıdır ve önümüzdeki on yıl içinde küresel bir tarihsel dönüm noktasına işaret eden bu değişim yolda ilerlemektedir. ABD askeri açıdan hâlâ baskın ancak küresel ekonomi ve finans açısından artık egemen değil. 1970'lerde Üçüncü Dünya boşuna "yeni bir dünya düzeni" talep etmişti. Bugün ise Küresel Güney bunu inşa ediyor. ABD hegemonyası düşüşte ve Küresel Güney yükseliştedir. İsrail Gazze'yi yerle bir edip on binlerce insanı öldürürken, dünyanın dört bir yanında on milyonlarca insan bunu protesto ediyor ve bu direniş büyüyecek. İsrail Gazze savaşını kazanacağını düşünüyor olabilir ama savaşı aslında kaybediyor. Filistinliler şu anda yeni bir dünya düzeni için verilen çok daha büyük bir mücadelenin ön cephesinde yer alıyor ve Filistin sorunu da çözümünü bu bağlamda bulacak.

 

 

Çeviri: Medya Şafak